wiki

«Bir şey bilirini, o da bir şey bilmediğındir»

Fransızca öğretmenim, Aragotı adında biriydi. Bu adam, o güne kadar tanıdığım insanların en bilgilisiydi. Her şeyi bildiğine inanabilecek kadar zavallı bir hale düşmüş olan ben, bilgisizliğimin sonsuzluğunu ondan öğrendim. Bilgisizliğimi her fırsatta yüzüme vurur, hattâ bunun için sık sık fırsat yaratırdı. Bu duruma düşmenin acı utancım ikide bir duyuşum sayesindedir ki «İLİM» haline kavuşturduğumu sandığım derme çatma bilgimin boşluğunu, hiçliğini anladım. Yine bu sayededir ki, içine gömüldüğümü anladığım «cehalet deryası» nda boğulmaktan kurtulmak için gözlerimi yeniden birer cankurtaran gibi görünen kitaplara sarıldım. O sıralar, okunacak kitapların kıtlığı, beni, Fransızcaya daha fazla çalışmaya zorladı. Bir taraftan Fransızcaya çalışıyor, bir taraftan kitap okuyordum. Yaman bir açlık hisseden insanın eline geçen her şeyi midesine indirmesi gibi, elime geçen her kitabı okuyordum. Bereket ki, beyin mide gibi çabucak fesada uğrayacak bir uzuv değildi. Eğer böyle olsaydı, o sıralarda, beyin fesadından öleceğim muhakkaktı. Fakat, hem Arapça, hem Farsça, hem akşama kadar dairede çalışmak, hem Fransızca ders almak, hem bol bol kitap okumak, hem de bu arada da sefaheti bırakmamak bünyemi sarsmıştı.» Ahmet Mithat, doktorların isteği, M ithat Paşa’nm da uygun görmesiyle Ziştoy adlı sayfiyede bir müddet dinlendi. Kitaplardan, işten, dersten kurtulmuş, fakat kendini yine sefahete kaptırmıştı. Tam bu sıralar Sofya’da bir «Islahhane» ve fabrika yapılması kararlaşmıştı. Bu inşaat işi, Mithat Paşa’nm güvenini kazanmış Hafız İbrahim’e verilmişti. İnşaatta ecnebi mühendis çalışacaktı. İbrahim Efendi yabancı dil bilmediğinden Ahmet Mithat’ı da onun yanında Sofya’ya gönderdiler. Ahmet Mithat, Sofya’da kendini yeniden sefahete kaptırdı. Çılgınca sefahet içinde geçen bir zamandan sonra yüzü, kendini görenleri endişelendirecek bir hale girmişti. Verdiği öğütlerin netice vermemesi üzerine kardeşi onu bir gün tehlikesizce vurdurttu. Bu da uslanmasını sağlamadığından son çare olarak onu Servet Hanımla evlendirdiler. Evlendiği halde kendini alıştığı eski hayattan bir türlü kurtaramıyordu. Bu durum ağabeysiyle çok şiddetli bir kavga doğurdu. Ahmet Mithat anlatır :

— «Eğer aramıza girmeselerdi, bugün, adım namuslu vatandaşların adları arasında değil, katiller arasında lanetle anılacaktı. Bana babalık etmiş bir kardeşe o ağır kabalığı yapmanın acısı, içimi dişli bir kurt gibi kemirdi. Hattâ, bu olayın olduğu gece canıma kıymağı bile düşündüm. Fakat bu karar, bana âdeta ümit, hattâ tuhaf bir sevinç vermesin mi? Rahat bir nefes aldım. Kendi kendime : — «Eh artık kararı verdim ya… Sabah olsun da gereğini yaparım!» dedim, ve derin bir uykuya daldım. Uyumadan önce, nasıl öleceğimi de kararlaştırmıştım: Niyetim Tuna kıyısına inip kendimi nehre atmaktı. Nitekim ertesi gün, öğ­leye doğru nehir kenarına indim. Bir kaya üzerine oturdum. Mevsim kıştı. Tuna buzlarla doluydu. Ve buzların birbirine çarparak kırılmasından çıkan ses, bana aç bir sırtlanın korkunç dişlerini çatırdatmasını hatırlatıyor, içime soğuk bir ürperti veriyordu. Tunanm yüreğimi üşüten ve bana korkunç gelen gürültülü akışını bir müddet seyrettim. O sırada kendi kendime : — «Ölmek diyordum, üstün bir marifet değil. Bugün olmasa yarın, ben de herkes gibi öleceğim. Fakat arkamda hiçbir iyi iz bırakmadan mı öleyim? Şu anda ölürsem, arkamda kalacak eser, kırılmış bir kardeş kalbinden ve yıkılmış bir aile yüreğinden ibaret. Halbuki ben hakettiğim ölüm cezasını çekmeden önce onları tamir etmeliyim. Ancak o takdirde uykuya dalar gibi rahat rahat ölebilirim!»

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir