Doğumu ve çocukluğu : XVI. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğunun, en yüksek mimarı olan Mimar Sinan, kafasında tasarladığı büyük mimarî eserleri bina ederek yurduna ve tarihe hediye etmiş, yaratıcı bir sanatkârdır. Sinan, 1490 yılı Mayıs ayının güneşli, ılık bir gününde Orta Anadolu’da Kayseri sancağının, Kesi nahiyesine bağlı Ağrınaz köyünde doğdu. Babası Abdülmennan adında bir köylü, dedesi ise marangoz Doğan Yusuf Ağa’dır. Ağrmaz o sıralar da bir köydü. Erciyeş dağına, Kayseriden daha uzak ve daha yüksekçe kayalık bir tepe üzerine kurulmuştu. İnişli yokuşlu kayalık bir yerde bulunan köyün, gür ve duru sularının şarıl şarıl aktığı çeşmeleri, yazın en sıcak günlerinde bile sanki Ercıyeş’in karlarının soğukluğunu akıtırlardı. iCüçük Sinan böyle bir çevrede büyümeğe başlamıştı. Onun evinden dışarıya, gün ışığına çıktığı zaman gözünü dolduran şeyler, yaz kış daima karlı duran ve gökyüzü ile boy ölçüşen Erciyeş dağının ufukları dolduran ululuğuydu. Sinan bu dağın büyüleyici görünüşüyle gözleri, ruhu, fikri dolarak gittikçe serpiliyor ve büyüyordu. Köydeki toprakları aileyi iyice geçindirmeğe yetmediğinden dedesi marangozluk işleri de yapıyordu. Bir yaz günü Sinan, dedesi Doğan Yusuf Ağa ile ahşap kısımlarını tamir edecekleri Selçuklulardan kalma Karatay kervansarayına gitmişti. Delikanlı, bu çorak ovada göklere yükselen bu taş anıt karşısında kendinden geçmişti. Sanki koşan, hareket edefı, iş gören çocuk yerine, düşünen ve dalgın gözlerle sadece bakmak isteyen bir çocuk koymuşlardı. Dedesi torununa : — «Bu yapı Selçukluların eseridir. Onlar da bizim gibi Doğudan gelip, burada yerleştiler. Bunları yapıp bizlere bıraktılar» diyordu. Karatay, kervanlara durak ve dinlenme yeri olarak yapılan, kalın yontma taşlarla örülmüş aşılmaz kale duvarları içinde, bir avlu etrafında sıralanmış her ihtiyacı karşılayan bir saraydı. Burası, cami, hamam, insanların yatacakları yerler, eşyaların konulacağı kısımlar, hayvanların barınacağı taş sütunlu, yüksek tavanlı kısımları ile plânlı, tertipli, ve muntazam yapılmış bir binalar topluluğuydu. Büyük ve göz alıcı kapısı Selçuk mimarîsinin paha biçilmez bir örneğiydi. Şimdi de yol üzerindeki Melik Gazi türbesine ve camiine gitmek için yol almışlardı. Dedesi türbe ve cami hakkında bildiklerini torununa tekrarlıyordu. Sinan, yolda rastladığı yeşilliklere, çağlayanlara hayran hayran bakıyor, tabiatın yarattığı güzellikler karşısında anlatılması güç bir ferahlık duyuyordu. Türbe ve camie geldiklerinde, küçük delikanlı kendini başka bir dünyada sandı. Çevik adımlarla yapının dört bir tarafını gezdi. Türbenin duvarlarındaki çini ve tuğla ile yapılmış güzel şekilleri çizdi. Bir taraftan da dedesine yardım etti. Ağrınaz’a döndüklerinde Sinan, daima gördüğü Selçuk eserlerinden söz açıyordu. Bir ara en sevdiği arkadaşı Tanrıverdi’ye yüksek sesle : — «Dedemle gördüğüm mimarî eserleri bizler de yapamaz mıyız? dersin Ağrınaz’lı dostum» dedi.
MİMAR SİNAN
29
Oca