İslâm akaidine göre mümkünün (varlığı da yokluğu da
imkan çerçevesinde olan yaratılmış varlık, mahluk) vücut
bulmasında yaratıcı, yalnız Cenâb-ı Vâcibu’l-Vücud’dur
(kendi kendine kâim, varlığı zaruri ve şart olan). Fâil-i
hakiki, mutlak olup, ‘tek’tir. O bakımdan Allah’tan (c.c.)
başka fail aramak küfürdür.
Bu temel hükümden sonra bir temel kaide de şudur:
Mümkünün vücud bulmasında fâil-i hakiki olan Cenâb-ı
Hak, zatını gizlemek kastı ile sebepler silsilesini araya koymuştur.
Bu yüzden de ‘esbaba tevessül’ şart olmuştur.
Üçüncü bir esas: Allah’tan ( c.c.) gayri maddî ve mânevî
bütün mevcudât mahluktur. Yani maddî olan mümkün
(mevcud) ve mânevî olan (mümkün). Her iki mümkünün
de vücud bulması Cenâb-ı Hak tarafından bir takım sebeplere
bağlanmıştır. Bu sebeplere sarılmak (esbâba tevessül),
-hâşâ!- Allah’ı inkâr değildir. Ancak, mümküne fâil-i hakiki
nazarı ile bakmak küfürdür.
Şimdi bu tesbitlerden sonra, maddî sahada mümkün
olanın vücut bulmasında, Allah’ı zikretmeden ve de inkâr
-77-
etmeden; “Dünyayı aydınlatan güneştir… Yağmuru yağdıran
buluttur… Nebâtı yeşerten sudur… Zaman, insanı ihtiyarlatır.
Bitkiyi toprak bitirir… Meyveyi ağaç verir…” gibi
cümleler kullanılması küfrü «gerektirir mi? Elbetteki hayır…
Zira, bu hususlar ‘sünnetullah’tır. (Allah’ın değişmez kanunu).
Dünyayı aydınlatmada güneşi halk eden Allah’tır.
Yağmur için bulutu yaratıp hareket ettiren Allah’tır. Meyvenin
zuhurunda ağacı vesile kılan Allah’tır (c.c.).
Yukarıda zikredilen fiilerde fail-i hakiki, Allah’tır. Ancak
sebepler cihetinden sadece vesile olanlar zikredilmiş, Allahü
Teâlâ zımnen ifade edilmiştir. Mü’min, esbâbm fâilinin
(Müsebbibü’l Esbâb) de Allah olduğunu bilir. Bu bilgi
mü’minin kalbinde daima bir tasdik halinde mevcut olduğundan;
o mü’min, esbâbı zikrettiğinde Allah’ı anmış gibi
olur. Bu gerçeği bir misâl daha vererek açalım: Bir şahıs bir
başka şahsa; “Bana şunu ver” diyerek bir eşya istese, bu
talep küfür olmaz. Adet odur ki, “Rabhjm bana şunu ver”
diye ihtiyacını Rabbinden istemez de, sebeplere sarıldıktan
sonra verenin Allah olduğunu bilir. Sebeplere sarılmak o
kadar önemlidir ki, sebeplere tevessül etmeden kulun ‘tevekkül’
etmesi yanlıştır.
Bütün bunlardan çıkardığımız netice şudur: Kâinatta
fail-i hakiki yanlız Cenâb-ı Hak olmasına rağmen sebepler
silsilesini (sünnetullah’ı) zikretmesi küfür olmaz.
Mânevî sahada da durum aynıdır:
Mânevî mümkün veya mevcudun varlığında yine sebepler
silsilesi vardır. Bu sebeplerin zikredilmesi veya kulun
o sebeplere tevessülü asla fail-i hakîkf yi inkâr değil, bilâkis
sünnetullah’a ittibadır. Hem bu kakikat; “Ey inananlar,
Allah’tan korkun, O’na (yaklaşmağa) vesile arayın…”
85 emri ile sabittir. Bu emri yerine getirmek ibadettir.
Nitekim; Cehennem’de azap, Cennet’te nimet vardır.
Aslında, azap da nimet de Allah’tandır. Ama Cennet nimete
Cehennem de azaba vesiledir.
-78-
Kulların hayır ve şerrini tesbit eden Allah’tır. Bu işe de
Cenab-ı Hak, ‘Kirâmen Kâtibin’i vesile kılmıştır. “Kulların
üstünde galip O’dur ve üzerinize, amellerinizi yazan
‘Hafeze’ melekleri gönderir…”86, Ayrıca inSanı koruyan
Allah (c.c.) olduğu halde bunda da melekleri vesile
kılmıştır: “Her insan için önünden ve arkasından takip
eden melekler vardır; onu Allah’ın emriyle korarlar…”
87
Keza; Allah (c.c.), Bedir’de Peygamber ordusuna melekleri
vasıtasıyla yardım etmiştir.Bu hususta Cenab-ı Hak
şöyle buyurur: “O vakit Rabb’inizden yardım ve zafer
istiyordunuz da O size : ‘Gerçekten ben arka arkaya
bin melâike ile imdat ediyorum’ diye duanızı kabul
buyurmuştu”88, “Allah size bu meleklerle yardımı
sırf bir müjde olsun ve bununla kalbleriniz korkudan
yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer ancak Allah’
ın zatmdandır…”8
Bunlardan çıkardığımız netice şudur:
Cenab-ı Hak, maddî ve mânevî işleri sebeplerle halkederken,
acaba kullarının hidayetinde maddî ve mânevî
vesileler (sebepler) koymuş mudur?
Şüphesiz ki, hidayet Allah’tandır; ancak resuller, nebiler
ve veliler bu hidayete vesiledir. Aksi takdirde Cenâb-ı
Hakk’m peygamberleri göndermesine lüzum yoktu…
Bu noktaya gelmişken, bir yanlış itikada dikkat çekmeden
de geçemeyeceğiz: Bu, “Allah ile kul arasına kimse
giremez” şeklindeki itikattır.
Hiç şüphesiz ki, Allah ile kul arasına kimse giremez.
Yalnız herşeyde olduğu gibi kulun hidayet ve irşadında da
mutlaka bir sebebe ihtiyaç vardır. İrşad ve hidayetin sebepsiz
olacağını düşünmek, İslâm’ın ve imanın mantalitesinden
mahrumiyetin ifadesidir. Maddî ve mânevî bir işte bir vasıta
gerekir de, dünya ve ahiret hayatının akibetini belirleyecek
derecede mühim olan ‘hidayet’ ve ‘irşad’ meselesinde nasıl
-79-
olur da bir vasıta gerekmezr Yoksa; elbette Allah ile kul
arasına kimse giremez.
Bu noktada şöyle bir soru gelebilir: “Acaba rabıta, kul
ile Allah (c.c.) arasına girmek midir?” Bu sorunun cevabı
iki nükteyi açıklamakla verilebilir:
Birinci nükte: Rabıtada kul kendi varlığını terkedip insan-
ı kâmilin varlığına bürünerek, sanki ortada olan kendi
değil de, ‘O’ dur diye düşünerek, onun eli ve dili ile Hakk’a
yalvarmakta ve müracaat etmektedir. Bu varlıktan soyunma
hali, nefsin terbiyesinde ‘ben’ davasından vazgeçmede
en müessir yoldur.
İkinci nükte: Allah (c.c.), nebilerin ve velilerin gönüllerine
tecelli eder. Tabii hepsinin derece ve mertebesine
göre… Cenâb-ı Hak eşyada da tecelli eder. Bunun mümkün
olabileceğini Musa (a.s.) ile ilgili şu hadise bize göstermektedir:
“…(Musa) şöyle dedi:
-Rabbim; cemalini bana göster, sana bakayım.
Allah:
-Beni hiçbir zaman göremezsin, fakat şu dağa
bak… Nihayet Rabb’i, o dağa tecelli edince, onu
(dağı) yerle bir etti…”
İtikatta mezhep imamımız İmam-ı Ebu Mansur Maturidi
bu âyeti, tecellinin hak olduğuna ve Cemalullah’ı müşahedenin
mümkün olduğuna delil göstermiştir.
Ve yine Mukaddes Vadi’de Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya
bir ağaçtan hitap etti: “Ey Musa! Pabuçlarını çıkar.
Çünkü sen, Mukaddes Vadi’de, Tuva’dasın”.
Bu delillerden çıkan netice şudur: Allah, dağa ve ağaca
tecelli eder de insan ağacına ve dağına tecelli etmez mi?
Elbette Allah, insanın kalbine de nazar eder. Nitekim bir
hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz: “Allah, sîzlerin cisimlerinize
ve suretlerinize bakmaz, bilakis kalblerinize
nazar eder” buyurmuştur.
-80-
Cenâb-ı Hakk’m nazar ettiği kalb nurlanır. Nitekim
Resul-i Ekrem (s.a.v), duasında bu nuru istemişti: u Allah’
ım, bana nur ver, nurumu arttır. Kalbimi nurlandır,
kabrimi nurlandır, kulağımı nurlandır, gözümü nurlandır,
hatta saçımı, tenimi, etimi, kanımı ve kemiğimi
nurlandır”.
İnsan-ı kâmil, Allah’ın kalbine nazar edip nurlandırdığı .
bahtiyar insandır. Bir başka ifade ile insan-ı kâmil, Allah’ın
tecelli ettiği ve Hz. Musa’nın teveccüh ettiği dağ ve ağaç
gibidir.
O halde, insan-ı kâmile rabıta, onun etine kemiğine
değil; onda tecelli eden Hakk’adır. Acınır o kimselere ki,
böyle ulu’l-azim Hak dostlarından mahrumdurlar da, bu
mahrumiyet onları rabıta konusunda şaşırtmıştır; onlar insan-
ı kâmile teveccühü, o kâmile uluhiyet izafe etmek şeklinde
zannetmişler ve böylece büyük bir fesada sürüklenmişlerdir.
İnsan-ı kâmil, nazargâh-ı İlâhî olduğuna göre onlara
teveccüh, onların şahsına değil; onlara tecelli eden Cenâb-ı
Hakk’adır. Yukarıdan beri izah ettiğimiz gibi Cenâb-ı Hak
sebepleri halketmiştir. O’na vuslat da ancak sebeplere tevessül
ile mümkündür. Peygamberimiz dahi Mi’râc’da
Cenâb-ı Hak ile görüşmeden evvel Sidre-i Müntehâ’ya
kadar Hz. Cebrail (a.s.) ile gitmiştir.Oradan öteye ‘Refref
(aşk) ile seyrine devam etmiştir.
Ve yine Hz. Musa, ‘İlm-i Ledün nü öğrenmek, istediği
zaman ona muallim olarak Hz. Hızır (a.s.) tayin edildi.Bu
hususta Cenâb-ı Hak buyurur: “Nihayet kullarımızdan
bir kul (olan Hızır’ı) buldular ki, biz ona, katımızdan
bir vahy vermiş ve etrafımızdan (gayblara dair özel) bir
ilim öğretmiştik. Musa, Hızır’a:
-Sana öğretilen ilimden bana öğretmek şartı ile
sana uyayım ini? dedi”.
-81-
4ji
Bu kıssada, İlm-i Ledün sırlarıyla ilgili birçok hakikatler
anlatılmaktadır.
Ve yine Sahabe, Peygamberimiz i vesile ederek Cenâb-
ı Hakk’a iltica ederlerdi. Peygamberimiz’in rıhletinden
sonra amcası Hz. Abbas’ı (r.a.) vesile ederlerdi. Bu hususta
şu hadis çok manidardır:
“Enes ibn-i Malik’den (r.a.) (şöyle demiştir): Halk kıtlığa
düçar olduklarında, Ömer İbn-i Hattab (r.a.) Nebiyy-i Ekrem’in
(s.a.v.) amm-i mükerremi Abbas ibn-i Abdi’l-Muttalib
(r.a.) ile (tevessül ederek) istiska eder ve : İlâhî bizler
(eyyâm-ı hayatında) Peygamberimiz (s.a.v.) ile tevessül
ederek Sen’den niyazda bulunurduk da bize yağmur(lar)
ihsan ederdin. (Şimdi de) Peygamberimiz’in amm(-i muhterem)
i ile tevessül ederek Sen’den niyaz ediyoruz: Bize
(yine) yağmur ihsan et, diye dua eylerdi”. Ravi Enes (r.a.)
der ki: “Bu duayı edince iskâ olunurlardı”.89’0
Keza Hz. Ebubekir (r.a.) harbe çıkacağı zaman Hz.
Abbas’la (r.a.) Medine’nin dışına çıkar ve ona: “Yâ Abbas,
sen nusret duasında bulun, ben de ‘âmin’ diyeyim. Ben
umarım ki, Nebiyy-i Ekrem’e (s.a.v.) yakınlığın dolayısıyla
duan boşa çıkmaz” derdi.89’b
Bu âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, kulun Allah’a
takarrup etmesi mutlaka bir vasıta ile mümkündür. Bu
vasıtalar sırası ile resuller, nebiler, velilerdir. Kâinat ve onu
tasarrufa yetkili kılınan insanlığın sebeb-i vücudu olması
bakımından tavassut müessesesi, Hz. Peygamber (s.a.v.)
ile başlar, Hz. Adem (a.s.) ile dünya sahnesine çıkar ve yine
Hz. Muhammed (s.a.v.) ile sona erer. Peygamberimiz Hz.
Muhammed’den (s.a.v.) sonra ulvî vazifeyi ümmetinden
insan-ı kâmil dediğimiz zevat yerine getirmiştir. Kıyamete
kadar da bu mânevî vazife devam edecektir. Kulun Allah’a
(c.c.) takarrubunda (yaklaşmasında) bu husus, Allah’ın
kanunudur. Nasıl ki, dünyayı aydınlatmada Allah (c.c.)
güneşi; yağmuru yağdırmada bulutu; bitkiyi bitirmede toprağı
sebep olarak yaratmışsa, kulun vuslatında da insan-ı
-82-
kâmili vasıta olarak beşeriyete ikram etmiştir.
Bu konuda son söz İmam-ı Rabbânî’nin (k.s.) olsun:
“İnsanları Allah’a ulaştıran yol ikidir. Birinci yol, kurb-u
nübüvvet’e taalluk eden yoldur. Asâleten by yoldan ulaşanlar
enbiyâdır. Onlara salât ve selâm. Bir de onların
ashab-ı kiramı… İkinci yol, kurb-u velâyet’tir… Allahü Teâlânm
umum veli kulları bu yoldan ulaşırlar. Bu yolun
muktezası ve reisi Hz. Ali Murtaza’dır. Allah (c.c.) ondan
razı olsun. Resulüllah’m (s.a.v.) mübarek ayağı onun mübarek
başı üzerinde gibidir. Hz. Haşan, Hz. Hüseyin ve Hz.
Faüma bu makamda onunla ortaktırlar. Onlardan sonra bu
ulvi vazife Abdulkadir Geylânf ye verilmiştir. Şu anlaşılmıştır
ki, her kime bir feyz gelirse Hz. Şeyh Abdukadir Geylânî’
nin tasavvutu ile gelir. Kıyamete kadar bu vazife Hz.
Şeyh Abdulkadir Geylânî’ye verilmiştir. Kutuplardan olsun,
nücebâ’dan olsun, aktâb olsun hepsi onun tavassutu
ile Allah’a ulaşırlar…”8 “c •
-83-
VESİLE
11
Mar