Hz. Peygamber’in sıfat ve davranışlarında hâkim olan peygamberlik ve örneklik vasfıdır; bu sebeple sayısız âyet ve ha- dîsterO’na uyulması, itaat edilmesi, örnek alınması, sünnetine dört elle sanlınması istenmiştir. Ancak yukarıda sunulan birçok örnek O’nun, başka sıfat ve özelliklere da sahip olduğunu, bunlara dayalı ve bunlardan kaynaklanan birçok davranışının da bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu sebeple gerek islâmm yorumcuları ve gerekse uygulayıcılar hadîslerin hangi sıfattan kaynaklandığını ve bu bakımdan bütün müslümanlar için bağlayıcı olup olmadığını araştırmak ve gözönüne almak durumundadırlar. Bu konuda inceleme ve araştırma yapanlar mezkûr sıfat ve durumları onikiye kadar çıkarmışlardır: 1. Dini tebliğ etmek ve tamamlamak (teşrî’), 2. Fetva vermek (iftâ), 3. Dâvaları hükme bağlamak (kazâ), 4. Devlet başkanlığı (imâmet, imâret), 5. Daha iyiye teşvik (irşâd), 6. Arabulmak, anlaştırmak (sulh), 7. Danışmada bulunana yol göstermek (istişarî rey), 8. Öğüt vermek (nasihat), 9. Kemâl ve takvâ eğitimi vermek, 10. İnce ve yüce gerçekleri öğretmek, 11. Eğiterek sakındırmak (te’dîb), 12. Başkalarına yol göstermekle ilgisi bulunmayan beşerî, tabiî davranışlarda bulunmak.
- Dini tebliğ etmek ve tamamlamak:
Rasûl, kendisine gelen vahyi hem uygulamak, hem de tebliğ etmekle görevli insan demek olduğuna göre O’nun önde gelen vazifesi tebliğdir ve davranışlarının çoğu tebliğ mahiyetindedir. Peygamber, sözlü vahyin gelmediği konularda da yine Allah’ın irşadı ile (sözlü olmayan bir nevi vahiy ile), dini tamamlayan bilgi ve hükümler getirir. Rasûl-i Ekrem (s.a.) şu hadîslerinde bu sıfat ve selâhiyetlerini anlatmaktadır: «Gafil olmayın! Bana Kur’ân verildiği gibi, onun yanında, onun kadar
daha (bigli ve hüküm) verilmiştir! Bilin ki yakın bir gelecekte kamı tok, koltuğuna gömülmüş biri çıkıp şöyle diyecektir: ‘Siz. şu Kur’ân’dan ayrılmayın, onda helâl bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu da haram bilin…» (Ebû-Dâvûd, Sünnet, 5). Peygamberimizin bu sıfatına bağlı fiil ve sözlerini diğerlerinden, ayırmak için bazı ipuçları vardır: Meselâ vedâ hutbesini okurken herkes duysun diye uygun aralıklarla yüksek sesli tebliğdiler koymuştur, «burada bulunanlar, bulunmayanlara duyursun» demiştir, vedâ haccını İfa ederken «yaptıklarıma bakarak, hac ibâdetini öğrenin» buyurmuştur.
- Fetvâ vermek (iftâ):
Dini tebliğ ve tamamlama mahiyetinde olan fetvânın farkı,, hükmün soru üzerine açıklanması, bu açıklamada soru soramn. hali ve çevre şartlarının gözönüne alınmasıdır. îbn Abbâfln nakline göre vedâ haccında Rasûlullah (s.a.) Mina’da, devesinin üzerinde birçok soruya muhatap olmuş ve bunlan cevaplandırmıştır. Bu cümleden olarak birisi «kurbanı kesmeden taraş oldum, ne yapayım?» diye sormuş, «zaran yok, şimdi kes» buyurmuş, diğer birisi «şeytan taşlamadan önce kurbanımı kestim, şimdi ne yapayım?» diye sormuş, «şimdi kes, zaran yok» cevabını vermişler, bir üçüncüsü gelerek «şeytan, taşlamadan» önce gidip Kâbe’yi tavaf ettim, ne yapayım?» diye sormuş, «zaran yok, şimdi şeytanı taşla» buyurmuşlar; hasılı bilgisizlik veya unutma yüzünden ihsanlann önce veya sonra yaptıklan her iş için «zaran yok, yap» cevabını vermişlerdir (Ebû-Dâvûd, Me- nâsik, 87; Nesâi, Hacç, 224). Amellerin en iyisi, insanlann en hayırlısı hakkında sorulan sorulara, soranın durumuna göre farklı cevaplar vermiştir (Bu cildin 477. sayfasından başlayan makaleye bak). Cahiliye devrinde içince şarap yapılan bazı kaplarda —haram olmayan— nebiz (bir nevi şerbet) yapmak isteyenleri bundan menetmiştir; çünkü hem bu kapların kötü; hatıralan vardır, hem de Arabistan sıcağında bunlara konulan nebiz kısa zamanda şaraba dönüşmektedir. İbnu’l-Kayyim,, Î’lâmu’l-muvakkı’în isimli eserinin dördüncü cildinin sonunda,. Rasûlullah’ın fetvalarını 147 sayfada toplamıştır. - Dâvaları hükme bağlamak (kazâ):
Kazanın iki yönü vardır: a) Muhakeme sonunda ortaya çıkan duruma göre verilen hüküm bakımından kazâ, fetvâ gibi bir tebliğ ve teşrîdir; aynı durumlarda aynı hükmün verilece
ğini, İlâhî iradenin böyle olduğunu gösterir, b) îsbat delillerine göre adaletin tevzii bakımından kazâ isabetli de, hatalı da olabilir. îsbat delilleri hakkın yerini bulmasmı sağlamış ise hem hâkim isabet etmiş ve ecir almıştır, hem de hükme muhatap olanlar sorumluluktan kurtulmuşlardır. Hak sahibi dâvasını isbat edememiş, karşı taraf isbatta daha başarılı olmuş, hüküm de buna göre verilmiş ise hâkim hata etmiş, fakat elinden geleni yaptığı için yine ecir almış, adâleti yanıltan taraf ise manevî sorumluluk ile başbaşa kalmıştır. Rasûlullah (s.a.) kazanın bu yönünü şöyle anlatıyor: «Bana dâvanızı getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim, (kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmemiştir, vahiy gelmeyen konularda ben ancak reyimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu zannederek lehine hükmederim, her kime, kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem sakın onu almasın, ben ona bir parça ateş vermiş olurum…» (Ahmed, Müsned, C. VI, s. 307, 320; Buhârî, Ahkâm, 20, Hiyel, 15). Hz. Peygamber’in kazâî hükümlerini diğerlerinden ayırmak oldukça kolaydır; çünkü bu hükümler genellikle açılan bir dâvayı takip etmekte, şahit ve delil istenmekte, hükmediyorum (aqdi) vb. ifadeler kullanılmaktadır. Bu nevi hükümleri toplayan hususi kitaplar yanında hadîs kitaplarının kazâ bölümleri de birçok örnek ihtiva etmektedir.
- Devlet başkanlığı (imaret, imâmet) : Rasûlullah’m devlet başkanlığı, peygamberlik, iftâ ve kazâ selâhiyetlerinden farklı ve bunlara ek bir sıfat ve selâhiyet- tir. Devlet başkanına toplumu idare etmek, onun menfaatini gözetmek, sosyal adâleti sağlamak, zararlı oluşum ve cereyanlarla mücadele etmek, ülkeyi dışa karşı savunmak vb. görevler verilmiştir. Bu görevler her peygambere verilmemiştir, bazı peygamberler yalnızca teblîğ vazifesi almışlardır. Peygamberimizin risâlet ve iftâ selahiyetine dayanan davranışları bütün ümmet için geçerli ve bağlayıcıdır; bunların icrası ve bağlayıcılığı başka bir makamın iznine veya hükmüne bağh değildir. Devlet başkanı sıfatiyle yaptıkları ise hem diğer başkanlan bağlamaz, hem de devrin devlet başkanı izin vermedikçe benzeri haklar, müminler tarafından re’sen elde edilemez. Ganimetin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının en uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezalarm infâzı, orduların tertibi ve şevki, isyan ve terör hareketlerinin bastırılması, toprak, maden, su
gibi kaynakların özel şahıslar veya kamu kuruluşlarınca işletilmesi… devlet başkanının selâhiyeti altodadır. Başkan veya onun temsilcileri hüküm ve izin vermedikçe bunların alınması, yapılması, icra edilmesi caiz değildir. Bu konularda bir önceki başkanın yaptıklarını, sonra gelen başkan -amme menfaatini .gözeterek- değiştirebilir; meselâ Hz. Ömer, müellefe-i kulûba zekâttan pay vermeyi terketmiştir, maaşlarda kıdem ve fazilete itibar etmemiş, eşitlik esasım getirmiştir, Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmemiş, Hz. Ali sevketmiştir… Hukukçular, yukarıda zikredilen hususların devlet başkanlığı selâhi- yetine dahil olduğunda birleşmekle beraber bazı konularda farklı anlayışları olmuştur:
a) Peygamberimiz «Bir toprağı işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur» buyurmuştur (Buhârî, Hars, 15). Buna göre bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan toprağı imar ve ıslâh ederek verimli hale getiren şahıs toprağın sahibi olmaktadır. Ancak bu ifade Rasûlullah’m hangi sıfatına bağlıdır? Eğer devlet başkanı sıfatı ile söylemiş iseler bu hüküm, diğer başkanları bağlamaz; her biri kendi çağ ve ülkelerinde emme menfaatini gözönüne alarak devlete ait topraklar üzerinde tasarrufta bulunurlar ve toprak imârının mülkiyet sebebi olması daima devletin iznine bağh bulunur; Ebû-Hanîfe’nin içtihadı işte bu istikamettedir. Çünkü toprak üzerinde ıktâ vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir, îmam Şâfii bu hadîsi fetvâ ve tebliğ sıfatına bağlamış, «çünkü Rasûlullah’ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkça hadîsleri buna göre yorumlamak gerekir» demiştir. Hadîsin tebliğ (dini kaidenin açıklanması) mahiyetinde olduğu kabul edilirse bu hakkı kullanmak, hiçbir kimsenin iznine tabi olmaz, her vatandaş toprağı kendiliğinden ıslâh ederek ona sahip olur. îmam Mâlik bu konuda şehir ve mücavir alan topraklan ile yerleşim bölgesinden uzak yerlerdeki topraklan birbirinden ayırmış, birincisini devlet başkanlığı sıfatına bağlamıştır; çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaatlerini korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır.
b) Ebû-Süfyân’m karısı Hind b. Utbe Rasûlullah’a başvurarak «kocası Ebû-Süfyân’m cimri bir adam olduğunu, kendisine ve çocuğuna yetecek nafakayı vermediğini» söyledi, peygamberimiz ona «normal ölçülerde sana ve çocuğuna yetecek kadarım bizzat al» buyurdu (Buhârî, Buyû’, 95; Nesâî, Kazâ, 31). Bu hadis-i şerîfi tebliğ ve fetvâ telakki eden müctehidler
(Şâfiîler ve kısmen hanefîler) bundan şöyle bir kaide çıkarmışlardır: Bir kimsenin sübut bulmuş alacağını borçlu ödemekten imtina ederse alacaklı ,icra safhasında hâkime başvurmadan ve hattâ borçlunun haberi olmadan alacağına tekabül eden malı bulduğu yerde alabilir (hanefîlere göre alacağı cinsinden malını alabilir). Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi müctehidler hadîsi kazâ selahiyetine bağladıkları için «hâkim izin vermedikçe alacağını karşılayan malı bizzat alamaz» demişlerdir, (îbn Hacer, Feth, Kahire, 1959, C. XI, s. 435-440).
c) Hz. Peygamber «Savaşta düşmanı öldüren onun üzerinden çıkan eşyaya sahip olur» buyurmuştur (Buhârî, Humus, 18, Meğâzî, 54, Müslim, Cihad, 42). Şâfiî gibi bazı müctehidler bu hadîs-i şerifi tebliğ saydıkları için «her zaman, her savaşta, düşmanını öldüren asker onun üzerindekilere sahip olur, bu onun mükâfatıdır» demişlerdir. Ebû-Hanîfe ve Şâfiî gibi düşünen müctehidler bunu, devlet başkanlığı sıaftma bağladıkları için başkan ve komutanların iradesine bırakmışlar, onlar izin vermedikçe kimsenin ganimetten bir şey alamıyacağma hükmetmişlerdir. (Karâfî, Ihkâm, s. 96-108).
- Daha iyiye teşvik (irşâd) : Âyet ve hadîslerin ifade şekilleri ile uygulama vb. karineleri değerlendiren müctehidler, bazı talebleri kesin olarak bağlayıcı (farz, vacib, haram) saymışlar, bazılarını ise teşvik kabul etmişlerdir. Güzel ahlâkı teşvik eden hadîsler, cennetliklerin vasıflarım anlatan hadîsler, nâfile ibâdetlerin sevabını dile getiren hadîsler böyle yorumlanmıştır. Sahâbî Ebû-Zerr’i, takım elbise giymiş kölesi ile birlikte gören birisi «bu ne haldir?» diye sormuş, Ebû-Zer de şöyle anlatmıştır: Birgün köleme kızmış ve anasının durumunu zikrederek ona hakaret etmiştim, Köle beni Allah Rasûlüne şikâyet etti. O da «doğru mu, ona annesi sebebiyle hakaret ettin mi?» diye sordu, «evet» dedim, şöyle buyurdu: «Sen hâlâ cahiliyye devri izleri taşıyan bir adamsın! Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir, Allah onları sizin himayenize vermiş, elinizin altında kılmıştır, kimin böyle elinin altında bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin, gücünün yetmeyeceği bir işi ona yüklemesin, yüklerse yardım etsin!» (Buhârî, îman, 22, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40). Bu hadîste geçen yedirme, giydirme ve ağır iş buyurmama, köleye yardımcı olma» emirleri bağlayıcı (farz kılan) emirler olarak anlaşılmamıştır; bu sebeple köle ile sahibinin farklı şeylsr yemesi ve giymesi caiz görülmüştür.