Logostan dil’e

LOGOSTAN DİL’E

Yunan kökenleriyle iyice damgalanmış olan Batı felsefesi, söylem ve akıl olması bakımından kendini her zaman logos’un bir uygulanması olarak gördü. Platon, hem felsefî söylemin özgüllüğü (bu söylem, sofistlerin yaptığı gibi güç edinmeye değil, bunun tam tersine, hakikatin rasyonel bir biçimde araştırılmasına yöneliyordu -Sofist diyalogu), hem de dilin statüsü, yani doğal veya uzlaşımsal karakteri üzerinde düşündü (Kmtilcs diyalogu). Daha sonra dil konusundaki bilgilerin gelişimi (özellikle dilbilgisi, retorik ve mantıktan oluşan skolastik trivium) ve dilin doğası üzerindeki felsefî düşünüş, her zaman atbaşı birlikte gitti.

Dolayısıyla, bugünkü bilgileri, ağır bir olgunlaşma sürecinin sonucu olarak görebiliriz. Gerçekten de Stoacılar, daha kendi dönemlerinde, göstergenin; gösteren (ses), gösterilen (anlam) ve kendisine gönderim yapılan nesne olmak üzere üç bölümlü bir tanımını ileri sürmüşlerdi. Aynı şekilde, Megara okulu filozofları da, paradoksları (özellikle yalancı paradoksunu) ciddiye alarak, dilin rasyonel bir biçimde kullanımının sınırlarım vurgulamışlar ve böylece mantıksal-matematik çelişkilerin bulunması ve diyalogdaki pragmatik kısıtlamaların çözümlemesi konusunda ilk adımı atmışlardı.

Ama tarihe bu şekilde sadece doğrusal ve tematik bir biçimde yaklaşırsak, temel olanı gözden kaçırabiliriz. Yani, dile verilmiş olan felsefî statünün, Michel Foucault’un gösterdiği gibi (Kelimeler ve Şeyler, Les Mots et Les Choses, 1966), ortak paydası bulunmayan bilgi biçimleri (eyisteme’let) doğurarak büyük ölçüde çeşitlilik gösterdiğini kavramayabiliriz. Descartes’ın başlattığı klasik dönemde bir tasarım eyistemesi, düşüncenin öncelliğini kabul ettiği ölçüde dilin unutulmasıyla ayırt edici özelliklerini kazanmıştır. Burada, düşünen şeyin, kendini düşünmesi ve fikirlerinin yardımıyla da dünyayı düşünmesi söz konusudur.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*