ÖMER SEYFETTİN

ÖMER SEYFETTİN
YENi LİSAN

Eski Lisan, nedir? Asla konuşulmayan, Latince ve îbranice gibi mz kendisinle meşgul olanların zevk ve idrakine taalluk eden bir şe Size bunun tarihini çabucak çizelim. Biz Asya’dan Garb’a, Anadol hicret etmişiz. Din ve edebiyat bize Arabî ve Farisî öğretmiş… Hic mizin ilk asırlarında Arabî ve Farisî birçok kelimeler lisanımıza gi Bunun katiyen zaran yok. Lâkin edebiyat, sanat ve dolayısıyle teze fikri Arabî ve Farisî kaideler de getirmiş. Türkçe muvazenesini ka iniş. Tabiata muhalif ve son derece suni bir hal kesp etmiş. Fakat, sa, yine aslını, esas olan fiiller ve sıygaların istiklâlini muhafaza et tir. îşte bu istiklâldir ki bugün bize Türkçeyi tekrar eski safiyet ve huletine, tabiîliğine irca’ etmek ümitlerim veriyor.

Hastalıklar: Eskiler İran’a teveccüh etmiş, yeniler yani dünk kendileri için yeni bir lisan ibda etmeye lüzum görmeyerek ve müm olduğu kadar da bozarak hep eskilerin lisanını kullanmışlardır. Ş yeni bir hayata, bir intibah devresine giren Türklere yeni, tabiî b san, kendi lisanları lâzımdır. Millî bir edebiyat vücuda getirmek içi velâ millî bir lisan ister. Eski lisan hastadır. Hastalıkları, içindeki zumsuz ecnebi kaidelerdir… Bu lisanı kimse anlamaz. Ekseriyet gâne kalır. Kitaplar satılmaz. Vatanda mütalâa ve tetebbü merakı sule getirilemez.

Tasfiye: Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi en tabiî bir dır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla mükâl mize giremez. Yazı lisanıyle, konuşmak lisanını birleştirirsek edebi m i7.ı ihya yahut icat etmiş olacağız. Maharetinim, sanatımızı, zek yalnız beş on kişilik bir edip kümesi takdir etmeyecek, karşımızda yan, takdir eden, alkışlayan ve mükâfatım veren bir ekseriyet bu cak. /

Nasıl? Türkçe kaidelerle her terkip yapılabilir. Arabî ve Farist delerle niçin yapıyoruz Bu bir ihtiyaç mıdır Hayır, biz onları yün için, süs için yapıyoruz. Şüphesiz süs için… îşte bundan vazge Lafza tapmayalım. Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel ol fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarımız sade, beyaz, muhteşem, vi, ebediyete namzet, mermerden âbideler olsun! Bunu ihtiyarlar, dünküler yapamazlar. Hiç bir ölü, mezarını kendisi kazmaz. Onlar yaşamak isterler. Hayatları eskilikle kaimdir, «yeni» onlann en b

Milliyete doğru: Hareket zamanı artık gelmiş ve hatta geçmiştir, iye, düne, zevke, itiyada aldanarak maddî düşünmekten vazgeçme’ z. Düşünmeli, yine düşünmeli, tekrar düşünmeli ve kat’î kararımızı neliyiz. … Bir ihtiyaç neticesi olarak girenler bizim olmuş, imlâlu-muhafaza etmekle beraber «Türk» olmuşlardır. … Arabî ve Faris! îiler,… terkipler yapmak için, sırf süs, sırf ziynet için girenler bu se-ler kalkınca tabatiyle savuşurlar. Bize vâsi bir lisan lâzım, lâkin tazam ve mazbut olmak şartıyle. IHinyanuı en mükemmel, en basit, sade ve tabiî bir sarfı olduğu bütün lisan âlimlerince iddia ve beyan an Türkçe sarfımızı tanımalı, onun üzerine ifsat edici bir leke gibi n ecnebi kaideleri atmalıyız. Arabî ve Farisî edatları asla’kullan-alıyız. Hele terkipleri mutlaka, mutlaka Türkçe kaidesiyle yapma-_. O vakit, lüzumsuz olan bazı Arabî ve Farisî kelimelerin kendi ken-rine savuştuklarını göreceksiniz.

(Genç Kalemler, Cilt II, No: I, 1911)
Ömer Seyfettin’den okuduğunuz bu makale, İmzasız olarak «GENÇ KALEMLER» dergisinde yayımlanmıştır. Bu dergi, daha önce «Hüsün ve Şiir» adiyle yayımlanıyordu, 1911 yılında, dergi, ad ve yön değiştirerek «GENÇ KA-LER» oldu. Bu dergide Ali Canip, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin başta olmak genç yazarlar toplanmıştı. On beş günde bir yayımlanan dergi, Türk dil) edebiyatının ulusal kaynaklara dönüşünü amaç edinen ve bu düşünceyi savu ilk yaym organıdır. Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti topluluklarından gördükler) İye karşın, dergi yazarları, dil ve edebiyatımızın, artık kesin olarak Arap va etkisinden sıyrılması, kendi kaynaklarına dönmesi, Türk dilinin kendi doğal içinde gelişmesi gerektiğine; ulusal edebiyatın ancak ulusal dilden doğaca inanmış ve bu düşüncelerini savunmuş, yapıtlarım bu anlayış içinde yazmış-r. Ömer Seyfettin, öyküleriyle bunun en güzel örneklerini verdi.

Daha önce, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ali Bey gibi aat yazarları da bu düşünceleri öne sürmüşler, ellerinden geldiğince bu yol çaba harcamışlardı. Daha sonraları, XIX. yüzyılın sonlarına doğru, halk diliy Ve hece ölçüsüyle yazmağa başlayan ve Anadolu’ya eğilen, yerli konulan işle-Mehmet Emin Yurdakul’u görmüştünüz. Bu Ulusal akım, İkinci Meşrutiyetten ) sonra, özellikle «Genç Kalemler» yazarlarınca hızlandırılmış; Türk ulusçu giderek, Ziya Gökalp tarafından, edebiyat ve dil dışında da, sosyal yaşan-bütün kurumlanna uygulanarak sistemleştirilmiştir.

«Genç Kalemlersin, bilinçli olarak başlattıktan bu akım, edebiyatımız için :1u sonuçlar vermiş; şiirde başta «Beş hececiler» diye adlandırılan Faruk Na-Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç, Eni* ‘ç Koryürek olmak üzere genç kuşak bu yolu benimsemiş; hece ölçüsüyle, an ■çeyle yerli konulan işleyen manzumeler, oyunlar yazmışlardır. DUzyazıda, »n, öykü, tiyatro ve öteki yazı türlerinde Fuat Köprülü, Yakup Kadri Kar» aoğlu, Halide Edib Adıvar, Reşat Nuri Günteküı, Refik Halit Karay, Mem-Şevket Esendal gibi yazarlar bu akıma katılmış; dil ve edebiyatımızın bu kil düzeyine ulaşmasında ön ayak olmuşlardır.

Ömer Seyfettin’in, burada ele aldığı temel düşünceler, «Genç Kalemler» der Unln bundan sonraki sayılarında da, «Yeni Lisan» adiyle, itimi Mimn tartı? ph olarak

1 — Okuduğunuz «Yeni Lisan» makalesinin her paragrafında ele alınmış olan temel düşünceleri kısaca söyleyiniz.

2 — Dilimiz neden bozulmuş, o duruma niçin gelmiştir? Makalede bunun nedenleri anlatılmış mıdır?

3 — Dilimize Arapça ve Farsçadan sözcüklerin girmiş olmasını, yazar, o kar dar sakıncalı görmediği halde, yabancı dil kurallarının dilimize sokulmasını bfr ğışlamıyor. Sözgelimi Araplardan mektep, kalem, kâtip, şekil gibi sözcükler almışız. Bunları, Türk dili kurallarına göre değil, Arap dili kurallarına uygulayarak kullanmışız: Mekâtip (mektepler), kalemen (kalemle), eklâm (kalemler) küt-tâb (kâtipler), eşkâl (şekiller) gibi. Yine isim ve sıfat tamlamaları, Türk diline göre değü, Arap ve Fars dillerine göre yapılmış: Mekteb-i Mülkiye, Mekâtib-i iptidaiye (ilkokullar), eşkâl-i zaman gibi. Genç Kalemciler, asü bu davranışa savaş açtılar.

Ömer Seyfettin’in bu düşüncesini eleştiriniz ve dilimizin neden bozulduğunu anlatınız.

4 — «Bir dilin temeli fiiller ve sıygalar (kipler, çekimler) dır», diyor yazar, Bu sözü değerlendiriniz.

5 — «Millî bir edebiyat vücuda getirmek için evvelâ milli bir lisan ister»

sözünden ne anladınız? Millî lisan, millî edebiyat ne demektir?

6 — Yazara göre, eski dilimiz «hasta»dır. Niçin? Yazarın, bunu böyle düşünmesi nedendir?

7 — Yazı diliyle konuşma dilinin birleşmesi, aradaki ikiliğin kalkması neyo bağlıdır? Bügün bu ikilik var mıdır?

8 — «Eserlerimiz, yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim» sözünü açıklayınız. Düşünceye, duyguya önem veren yapıtlarla, yaldızlı, süslü olanlara örnekler gösteriniz.
Metin Üzerinde İnceleme:
Dil:
1 — Okuduğunuz makalenin yarım yüzyıllık bir geçmişi var. Yazar, gördüğünüz gibi, dilimizden yabancı sözcüklerin de «savuşup gitmelerini» istiyor. Oysaki yazarın kendi dilinde de, bugün, sizin için yabancı olan sözcükler var: Taalluk (ilgi), tezeyyün (süslenme), muvazene (denge), sühulet (kolaylık), irca (geri çevirme, döndürme), ibdâ (yaratma), ziynet (süs), ihya (canlandırma), cemlı cem (çoğul), tetebbu (etraflıca inceleme), sarf (harcama, dilbilgisi) gibi. Dilimizin sadeleşmesini savunan Ömer Seyfettin’in bu sözcükleri böylesine rahatlıkla kullanmasını; buna karşılık yabancı dil kurallanyle yapılmış hiç bir tamlama kullanmamış olmasım yorumlayınız.
2 — «Eskiler, İran’a teveccüh etmiş» tümcesindeki «teveccüh» sözcüğünün, sözlükte anlamlarına bakınız ve bugün hangi anlamda kullanıldığım, bu tümceda ne anlama geldiğini söyleyiniz.
3 — Ömer Seyfettin’in bu makalesinin «Milliyete Doğru» bölümünde geçeni «Dünyanın en mükemmel, en basit, en sade ve tabiî bir sarfı (dilbilgisi) oldugı* bütün lisan âlimlerince iddia ve beyan olunan Türkçe sarfımızı tanımalı», sözünil, Alman asıllı Ingiliz mitoloji ve dil bilgini, müsteşrik Max Muller (Maks Mülleri (1823 – 1900)’in aşağıdaki düşünceleriyle karşılaştırınız.

«Türkçenin, bir gramerini okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olmayanlar için bile bir zevktir. Türlü gramatikal şekillerin belirtilmesindeki ustalık, isim va fiil çekimi, sistemindeki üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır. Alet olarak, Türk dilindeki duygu ve düşüncenin en ince ayrımlarını bellrtebllen *ea ve şekil öğelerini baştan sona dek düzenli ve uygulu olan bir ıtateme göre blrbU rlyla bağdaştırıp dizinleme gücü, insan zekâlının, dilde garçaklafan bir bafanaı

ez kayalar gibi karşımızda durur. Ancak, dilcinin mikroskopu ile, dil yapısın» organik öğeler ortaya çıkarılır. Türk dilinde ise her şey saydamdır. Apaçık-Dilin iç ve dış yapısı billur bir an kovam yapışım seyrediyormuşuz gibi orta-■. Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun uzun bir çalışma ve oylaşmasıylo mış sayılacak düzenliktedir.» (Çev. A. Dilaçar, «Devlet Dili olarak Türkçe». TÜRK ve Türk Dili, 1963).

II

PEMBE İNCİLİ KAFTAN

Büyülk kubbeli serin divan bugün daha sâkin, daha gölgeliydi. Pen-lerinden süzülen mavi, mor, sincabi bahar ziyaİan, çinilerinin yeşil iriliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çök-ş yorgun vezirler önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, ı beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri, t uzak, gayet karanlık şeyler düşünüyor gibi, mevcut olmayan nokra dalıyordu.

; — Cesur bir adam lâzım, paşalar… dedi, biz onun sırmalara, altın-, elmaslara gark ederek gönderdiği elçisine padişahımızın elini öp-ledik, ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da muka-etmeğe kalkacak, s — Hiç şüphesiz.

— Mutlaka…

; Kubbealtı vezirlerinin tamamıyle kendi fikrinde olduğunu anlayan :am düşündüğünü daha açık söyledi:

— O halde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lâzım! öy-ir adam ki, ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak harelere karşı koysun. Ölüm korkusu ile, uğrayacağı hareketlere boyun

isin…

— Evet!

r; — Hay, hay.

; — Çok doğru…

( Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını irdi. Parlak tuğlan ürperen vezirlere ayn ayrı baktı.

— Haydi öyleyse… Bir cesur adam bulun, dedi. Hâcegândan, En* ıdan, Divandan benim aklıma böyle gözü pek bir adam gelmiyor.

de düşünün bakalım.
Sofu, sulhperver, sâkin padişahın koca devletine sessiz, küçük bit ağ olan divan düşünmeye başladı.

fevî’ye gönderilecekti! Kendini Osmanlı hakanıyle bir tutan, hatta bütün şarkta cihangirliği kuran bu serseri karşısında devleti temsil edecek adama karşı şüphesiz birçok münasebetsizlikler edecek; münasebet” sizliklerine mukabele edeni ihtimal kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, de* mindenberi, bir mezar taşı gibi hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavu yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:

— Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum, dedi, babas benim yoldaşımdı. Ama, devlet memuriyeti kabul etmez.

— Kim?

— Muhsin Çelebi.

Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu :

— Burada mı oturuyor?

— Evet.

— Ne iş yapıyor?

— Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efe dim. Hiç büyüklerle ülfet etmez. îkbal istemez.

— Neye

— Bilmem ama, belki «vezaîi var» diye.

— Tuhaf…

— Fakat çok cesurdur. Doğruıdan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. B çok defa gaza etmiştir. Yüzünde kılıç yaralan vardır.

— Bize elçi olmaz mı?

—• Bilmem.

— Bir kere kendisini görsek…

— Bilmem, çağırınca ayağmıza gelir mi?

—’ Nasıl gelmez?

— Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla geda nazan birdir.

— Devletini sevmez mi?

—■ Sever sanırım.

— O halde biz de kendimiz için dıeğil, devletine hizmet için ç rırız.

—■ Tecrübe buyurun efendim.

Sadrazam o akşam kethüdasını Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki ne gönderdi. Devlete, millete dair bir maslahat için kendisiyle kon cağını, yarm mutlaka tereddüt etmeyip gelmesini yazıyordu.

Sabah namazımdan sonra sarayının selâmlığında, Hint kumaşıı ağır perdeli küçük loş, bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtlan okur Sadrazam’a, Muhsin Çelebi’nin geldiğini haber verdiler.

eri parlıyordu. Belindeki silâhlık boştu. Bütün kullarının teknpusıu-secdesine alışan sadrazam, bir an, eteğine kapanılmasın! bekledi, rduğu mor çuha kaplı sedirin daima öpülen ağır sırma saçağındaki ağı altından içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadra-söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yu-kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile ıranda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi gayet tabiî bir sesle ‘u:

— Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?

— Şey…

, —■ Buyurun efendim.

— Buyur oğlum, şöyle otur da…

Muhsin Çelebi çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden, gayet tabir hareketle kendisine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ elle-‘e tuttuğu kıvrık kâğıtlara bakarak içinden: Ne biçim adam? Acaba mi? diyordu. Halbuki… hayır. Bu çelebi gayet akıllı bir insandı! Je, namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca or-nm arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namu-le yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere ba-, sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Ama mutaassıp de-” . Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı. Devletinin bü-uğünü, kudsîliğini anlardı. Yegâne mefkûresi: «Allah’tan başka kim-secde etmemek, kula kul olmamak»tı… îlmi, kemali herkesçe ma-‘u. îbni Kemal ondan bahsederken «Beni okutur!» derdi. Şairdi. La-, ömründe daha bir kaside yazmamıştı. Hatta böyle methiyeleri oku-dı bile… Yaşı kırkı geçiyordu. Ömründe açılan ikbal yollarından » hiç birine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mina çiçekli cenneti ran nuranî yolların nihayetinde daima «kirli bir etek mihrabı» bucuğunu bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çök büyüktü, a arzın üzerine Allah’ın bir halefiydi. Allah insana kendi ahlâkını ıek istemişti. İnsan her mevcudun fevkinde idi. Kuyruğunu sallaya ya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus pek yakışırdı; , insana… Muhsin Çelebi her türlü zilleti hazmederek ikbal tepele’ iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzetinefissiz kölelerden, ‘feler gibi yerlerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi. Hat’ bunları görmemek -için merdümgiriz olmuştu. Yalnız muharebe za-lan gureba bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı. Huzur-serbest, tabiî oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama, kızdırmadı:

— Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider rııi-oğlum?

— Ben mi?

— Evet.

‘ — Ne münasebet?

— Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…

— Ben şimdiye kadar devlet mansıbına girmedim.

— Niçin girmedin?

Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:

— Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi, halbuki zamanın devletlileri mevkilerine hep ‘boyun1 eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü tabasbusla, riyayla tekâpuyla çıktıklarından etraflarına daima hep bu zelil mazilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himaye ettikleri hep denî riyakârlar, ahlâksız mü-dahinler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır. Mert, doğru, izzetinefis sahibi, hür, viodanımn sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen garez olur, mahvına çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, paşam?
Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama, hiddetlendiği zamanlarda olduğu gibi yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında akranlarından kimse böyle dümdüz laf söyleyememişlerdi. Tekrar acaba deli mi? diye düşündü. Deli değilse… bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık nizam-ı âleme muhalif değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden: «Şunun başını vurdursam…» dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzım açacaktı. Ansızın vicdanının —neresi olduğu bilinmeyen’ bir yerden gelen— derin sesini işitti: «işte sen de tabasbus, riya tekâpu yollarından yükselenler gibi, serbest, düz bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarım yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!» Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanma koydu. Tekrar Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… al yanakları… yeni tıraşlı, beyaz, kalın boynu… biraz büyücek, eğri burnu… ince sarığı… tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanın ruhuna akseden sesini, gururunun karanlığı ilo boğmadı. «Tam bizim aradığımız adam işte…» dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğunu hafifçe salladı:

— Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz.

Muhsin Çelebi sordu:

— Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin o rıhı r-dan intihap etmiyorsunuz?

—■ Sen Şah İsmail denen habisin kim olduğunu biliyor musun?

— Biliyorum.

— Devletini seviyor musun?

— Seviyorum.

Hakim sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:

— Pekâlâ öyleyse… dedi, bu bahis «elçiye zeval yok» kaidesini ku-etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda ya-adıklarmı bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işken-

le idam eder. Çünkü Allah’tan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yatacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam lâzım ki ha-et görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynıyle o habise iade in… Devletini seversen sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!

Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:

— Ettim efendim, fakat bir şartla… dedi.

:—■ Ne gibi?..

— Mademki bu bir fedakârlıktır, fedakârlık ücretle olmaz. Hasbi r. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, ha-atte şahsî bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp, et filân istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!

— Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. At-, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atlan, hademeleri, esvabı a muhteşem, daha ağır olmak icap eder… Bunlar için mutlaka hazi-en sana birkaç bin altın vereceğiz.

Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başım kaldırdı:

— Hayır, dedi, hâzineden bir pul almam. İcap eden muhteşem tali atlan, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim. Hatta…
Sadrazam gözlerini açtı.

— Hatta sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey ceğim.

— Ne giyeceksin?

— Sırmakeş Tur oğlundaki, dibası Hint’ten, harcı Venedik’ten gel-«pembe İncili kaftan»ı alacağım.

— Ne… O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum?

Sadrazamın şaşmağa hakkı vardı. Bir ay evvel tamamlanan, üzeri

nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanın namını İstanbul’da duy-yan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha hediye etmek için Tur oğluna racaat ettikçe o, fiatını arttmyordu. Muhsin Çelebi de meşhur kaf-nasıl alacağım anlattı:

— Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehine vereceğim; Tüccarlardan bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarfe-

ğim. Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım. Sadrazam bu hareketi makul bulmadı:

— Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir dobde-âletidir. Mallannı elinden çıkaracaksın. Fakir düşcceksin.

— Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Tur oğlu den yedi bin altına geri alır. Yedi bin altmla ben çiftliğimi rehinden

gâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!

*

**

……Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını,’ bahçesini, bostanım rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzdü. Bunların hepsi hakikaten emsali görülmedik derecede muhteşemdi. Dönüşte yedi bin liraya iade etmek şartıyle Tur oğlundan meşhur pembe İncili kaftanı da aldı. Genç karisiyle iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın namesini koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin debdebesi, dârâtı, hele İncili kaftanının şöhreti bütün Anadolu’dan geçerek Şah İsmail’in diyarma taşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz kalesine büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük payitahtın süse, dârâta, renge, ziynete meftun halkı İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail «pembe inci »yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı nefsinde derin bir garez duydu. Onu hakareti altında ezmeğe karar verdi. Huzuruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına cellâtlarını hazırlattırdı. Tahtın önündeki diba, şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyorlardı.

…Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açik kapıdan serbest adım* larla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi yukarda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Koynumdan çıkardığı name-i hümayunu öptü. Başına koydu, Sonra altın tahtın üstüne —allı yeşilli, mavili morlu ipek yığınlarına sarılmış, sırmalarla, tuğlarla, sancaklarla bağlanmış gibi— garip bir yırtıcı kuş sükûnetiyle tüneyen Şah’a uzattı. Ayağı öpülmeyen Şah gazabından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazlan kayboldu. Nameyi aldı. Muhsin Çelebi tahtın önünden çekilince şöyle bir etrafına baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden: «Beni mecburen ayakta,,hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba…» dedi. Bir an düşündü. Bu hakarete nasıl mukabele etmeliydi? Hemen sırtından pembe İncili kaftanı çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar, hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu. înoe dev, ejderha resimleri naklolunmuş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sedasıyle:

— Namesini verdiğim büyük padişahım Oğuz Kara Han neslinden-diri diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun ecdadından

van durmaz. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asîl bir padişah r. Çünkü…

uhsin Çelebi Ikaba Türkçe nutkunu bağırdıkça, farisî bilmeyen ızanyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı name titriyordu. Tahtının arkasındaki cellâtlar kılıçlarını çekmişlerdi, ı Çelebi bağırdı, çağırdı. Mukarripler, vezirler, cellâtlar, muharip-ükümdarlarının sabrına, tahammülüne şaşıyorlardı. Hatta içlerin-r kaçı mırıldanmağa başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince mü-filân istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, silmişti. Çaldıran’da kırılacak gururu bugün, bu tek Türk’ün ateş lan altında erimişti. Muhsin Çelebi dışan çıkarken kendi gibi hay-donan nedimlerine:

Şunun’ kaftanım veriniz, dedi.

Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk e yetişti:

Buyrun. Kaftanınızı unutuyorsunuz, uhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek Şah’ın ği yüksek bir sesle :

Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük dişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türik ~'”diği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu biliyor musunuz? de-
*

.Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdi-an, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü elerine dedi ki:

Evlâtlanm! Bindiğiniz atlan, haşalan, takımlan, üstünüzdeki esil, belinizdeki murassa hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkını-

1 ediyor musunuz?

Ediyoruz.

Ediyoruz.

Ananızın ak sütü gibi.

vabmı alınca onlan başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evino adan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağı-ti. Nameyi Şah’a verdiğini, hiç bir hakarete uğramadığım, Şah’ın ’esine tenezzül etmeden habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü !. Zaten sadrazam onun vazifesini hakkıyle ifa edeceğinden son emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sondu, kalkıp çekileceği zaman:

Ben satın almak istiyorum, oğlum, kaftanın burada mı? dedi, Hayır, getirmedim.

Accmistan’da mı sattın?

— Çaldırdın mı?

— Hayır.

— Ya ne yaptm?

— Hiç!

Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu b| türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığı ile iftihar edecek kadar küçil ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi günü yedi bin altıd geri almak için kendisini bulan Sırmakeş Tur oğluna da kaftanı ne yal tığım söylemedi. Meraklı İstanbul’da hiç kimse meşhur pembe incf kaftanın «nasıl, nerede, niçin» bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayı) daki macera tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Mu sin Çelebi bu kaftan’ için girdiği borçlan verip çiftliğini, mandırasın iratlannı rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atı ile mura sa takımını satıp Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçtj Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar paz nnda sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bîr hayat çirdi. Ama «yine» ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir and yere atmakla gösterdiği fedakârlığa dair gevezelikler yaparak boşu şuna pohpohlandı.

(Bomba 19jj
Yazarın tarihsel öykülerinden olan «Pembe İncili Kafta ilkin «Yeni Mecmua»nın 17. sayısında (yıl 1917) yayımll mıştır. Ölümünden sonra, yazarın öyküleri toplanarak yımlandı. Pembe İncili Kaftan, buraya, «Bomba» adlı
tabından, biraz kısaltılarak, alınmıştır.
1 — Muhsin Çelebi’nin, sadrazamla böylesine pervasu konuşması nedendir?

2 — Sadrazam, bu konuşma ve davranışlar karşısında gibi bir duygu ve düşünce çatışması geçiriyor? Onu,

sız bir davranıştan alıkoyan nedir?

3 — Bilgisine, yürekliliğine, eşi az bulunur bir insan oluşuna, yurtseverli ne karşın Muhsin Çelebi’nin devlet işlerinde görev almak istememesi, büyüklo «ülfet» etmemesi, «ikbal» istememesi nedendir? Çelebi, kendine, nasıl bir yol miş, nasıl bir «mefkûre»ye bağlanmış?

4 — Muhsin Çelebi, insanın değerini nerede arıyor? Ne ile ölçüyor?

5 — «Şairdi, lâkin ömründe bir kaside yazmamıştı. Hatta böyle methi yak okumazdı bile…» sözleriyle ne denmek isteniyor? Bu, öykü kahramanının liğiyle ilgili midir? Bu noktayı belirtiniz.

6 — Muhsin Çelebi’nin kaftanını bırakmasını yerinde buldunuz mu? Nlç

7 — Muhsin Çelebi’nin karakterim kısaca anlatınız.

8 — Şu sözleri açıklayınız: «Vicdanının ruhuna akseden sesini, gururunun ranhğı ile boğmadı. Bu altm kaldırımlı, mina çiçekli, cenneti andıran nurant ların nihayetinde daima kirli bir etek mihrabı bulunduğunu bllird}. İkbal tap rina iki bUkltlm tırmanan maskara hartalar».
Yardımcı

Bilgiler:
Metin Üzerinde İnceleme:

1 — Ömer Seyfettin’in Yeni Lisan makalesindeki düşün-x çelerini okudunuz. Pembe İncili Kaftan’m dilini o düşünceler açısından inceleyip değerlendiriniz ve bugünkü yazı dilimizle karşılaştırınız.

«Dindardı. Ama mutaassıp değildi.» sözlerindeki dindar ve mutaassıp ieri arasmda ne gibi bir anlam ilişkisi ve ayrılığı vardır?

— Gözü pek. Kimseye eyvallah etmemek. Boyun eğmek. Pohpohlanmak de-~’ni açıklayınız.
ÖMER SEYFETTİN (1884 – 1920)

“nen’de doğmuştur. Ömer Şevki adında bir subayın oğludur. Çocukluğu Gö-geçti. Oranın mahalle mektebinde okudu. İstanbul’a geldiklerinde (1891), ■’ay’da Mekteb-i Osmanîde, Eyüp Baytar Rüştiyesinde; daha sonra Edime idadisinde öğrenim gördü. İstanbul’da Mekteb-i Harbiyeyi bitirerek subay ,(1903). İzmir Kuşadası Redif Taburunda görev aldı. İzmir Jandarma ve Za-ve^ Efrat Mektebinde öğretmenlik; Selânik, Makedonya sınırlarında bölük tanlığı yaptı. Kendini tamamıyle edebiyata vermek, kalemiyle geçinmek is-ı. Bu düşünceyle askerlikten ayrıldı.

:r Seyfettin’in edebiyata düşkünlüğü okul sıralarında ve şiir yazmakla tik manzumeleri, İstanbul’da çıkan «Mecmua-i Edebiyye»de yayımlanır Ömer Seyfettin, bu manzumelerinde Servet-i Fünun şairlerine benzer. Su-ktıktan sonra dergi ve gazetelere, özellikle «Genç Kalemler» dergisine yazı-:derir. Admı, daha çok, bu dergideki yazüanyle duyurur. «Yeni Lisan», «Ye. biyat» sorunlarını ele alır; yazılanyle, öyküleriyle bu akınım güzel örnek-, Verir.

kan Savaşmda yeniden orduya alman Ömer Seyfettin, Sırp ve Yunan sa-katılmıştır. Yanya kuşatması sonunda tutsak düşmüştü. Bir yıl kadar, istan’da tutsak kaldıktan sonra serbest bırakılınca yurda döndü (1913). As-ayrıldı. Kabataş Lisesine edebiyat öğretmem oldu (1914) ve ölümüne bu görevde kaldı.

USçu düşüncelere bağlı bir yazardı. Ününü genişleten öyküleri, Ziya Gökalp’-ardığı «Yeni Mecmua»da; «Tanin», «Vakit», «Türk Yurdu», «İnci», «Diken», Mecmua» gibi gazete ve’ dergilerde yayımlanıyordu, lllî bir edebiyat için millî dil», temel düşüncesini ortaya koyan Ömer Sey* kısa yaşamı boyunca, öyküleri ve makaleleriyle bunu gerçekleştirmeğe ça-işünce arkadaşı Ziya Gökalp ve Ali Canip’le birlikte Servet-i Fünunculann sanat anlayışlarının karşısına çıktı. An dilin ve halkçı bir sanat anlayışı-‘vunucusu oldu. Süssüz, gösterişsiz «edebiyatsız bir edebiyat» yapıyordu. BU-icünü buradan aldı. Ona, bu bakımdan saldıranlar bile öykülerinin hayranı lârdır.

«er Seyfettin, öykü, makale ve şür türlerinde ürünler vermiştir.

■kü kitapları;

em (1918), Yüksek Ökçeler (1926), Gizli Mabet (1926), Bahar ve Kelebek* 927), İlk Düşen Ak (1938), Bomba (1938), Asilzadeler (1938), Beyaz Lâle (1938), pluk İmtihanı (bu isimdeki komedisiyle birlikte, 1938), Tarih Ezeli Bir Türdür (1938) vb.

İtaplarının daha sonra birçok baskıları yapılmıştır. «Asilzadeler» adiyle yalım «Efruz Bey», fantazî roman tülündedir. «Yalnız Efe* romanı tamtımlmı-■tı

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*