ebü’l-hasan ba’kûbî; Evliyadan. İsmi, Ali bin İdrîs Ba’kûbî’dir. Çok kerâ- metleri görüldü. Bağdat ci- vârında yaşadı. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Kerametleri görüldü. Kendisi anlatır: “Allahü teâlâ bana istediğim bütün sırlarını bildiriyor” Sonra yine; “Cennetlik ve Cehennemlik olanları, ka- birdekilerin hallerini Ce- naab-ı Hakkın bildirmesi ile bilirim” buyurdu. Muzaffer bin Mühezzeb anlatır: “Bir gün Ebü’l-Ha- san hazretlerinin dergâhına giderek zulmü herkese dokunan birini şikâyet etmek istedim. Üç gün kadar o dergâhta kaldım. Ebü’l- Hasan hazretlerinin heybetinden dolayı bir türlü bu şikâyeti dile getirmeye kâ- dir olamadım. Dördüncü gün Ebü’l-Hasan hazretleri bir bahçede talebeleri ile akşam namazını kıldılar. Namazdan sonra orada bir ok ve bir yay gördüler “Yayı ve oku bana veriniz” buyurdular. Oradakiler ok ve yayı hemen verdiler. Ebü’l-Hasan oku yaya yerleştirip bana doğru döndüler ve; “Atayım mı?” buyurdular. Ben de; “Siz bilirsiniz” dedim. 0, bu cevâbımdan sonra oku attı. Ok bir ağacın dibine saplandı. O zaman Ebü’l-Hasan hazretleri; “Ey Muzaffer! Doğrusu istediğine kavuştun. O zâlim cezâsını gördü” buyurdu. Ben buna hayret edip; “Allahü ekber” diye tekbir getirdim. Oradakiler de tekbir söylediler. O gecenin sabahı olduğunda bana; “O zâlim kişi akşam namazı sonrasında evinin damında yatarken nereden geldiği bilinmeyen bir ok ile öldü” haberi bildirildi. Ebü’l-Hasan hazretlerinin ziyâretine gelenler pek çoktu. Bunların sayısının yedi bine ulaştığı bildirilmiştir.
1) Menâkıb-ül-Ârifîn Kerâmât-ül- Kâmilîn, Üniversite Kütüphanesi, No: 558 vr, 169
ebü’l-hasan-ı eş’arî; Ehl-i sünnetin îtikâd- daki iki imâmından biri ve büyük velîlerden. İsmi Ali bin İsmâil, künyesi Ebü’l- Hasan’dır. Eshâb-ı kirâm- dan Ebû Mûsâ el- Eş’arî’nin neslinden geldiği için Eş’arî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 874 (H.260) veya 879 (H.266) senesinde Basra’da doğdu. 935 (H.324) veya 941 (H.330) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Kabri Bağdat’ta olup, Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristandadır. İmâm-ı Eş’arî diye de bilinen Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretleri küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline yöneldi. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini zamânı- nın meşhur âlimlerinden Zekeriyyâ bin Yahyâ es- Sâcî, Ebû Halîfe el-Cüme- hî, Sehl bin Serh, Muhammed bin Yâkub el- Mukrî, Abdurrahmân bin Halef ve Ed-Dâbiî’den öğrendi. Ebû İshâk Merve
bağdat zî’nin hadîs derslerine devâm etti. Üvey babası ve Mûtezile kelâmcılarından olan Ebû Ali el-Cübbâî’den kelâm ilmini öğrendi. Kırk yaşına kadar Mûtezile bozuk yolu üzerinde bulundu. Bu fırkanın meşhurları arasında yer aldı. Yazdığı kitaplarında Mûtezile- nin fikirlerini müdâfaa etti. Kırk yaşından sonra bozuk yolda olduğunu anladı. Tövbe edip Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine tâbi oldu. Önceden Mûtezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptâl etti. Ehl-i sünnet îtikâdı üzere kitaplar yazıp, dağıttı. Ömrünün sonuna kadar bu doğru îtikâdın yayılması için uğraştı. Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretleri Ehl-i sünnet mezhebine geçmesi ile, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında büyük bir zafer ol
muştur. O zaman tesirli ve zararlı olan Mûtezile yolu mensupları, İmâm-ı Eş’arî tarafından susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan Mûtezilenin ileri gelenlerinden Ebû Ali Cübbâî ile yaptığı münâ- zarada onu mağlûb etti. Çok meşhûr olmasına rağmen, Eş’arî’nin (rah- metullahi aleyh) karşısında cevap vermekten âciz kaldı. Basra’da bir mecliste Ebü’l-Hasan Eş’arî ile Mû- tezilîler arasında çetin bir münâzara oldu. Mûtezilî- ler çok kalabalıktı. Onunla münâzaraya giren herkes yeniliyor, susmak mecburiyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse karşısına çıkamadı. İkinci defâ böyle bir münâzara için gittiklerinde, Mûtezile- den kimse gelmemiş, münâzaraya cesâret edememişlerdi. Bunun üzerine bir zât, İmâm-ı Eş’arî’ye: “Firâr ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as!” dedi. İmâm-ı Eş’arî’nin za- mânı, Mûtezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hattâ zorbalığa baş vurduğu bir döneme rastlamaktadır. Vâlilik, kâdılık gibi makamlar, Mûtezile fırkasından olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk îtikâdlarını yayıyorlar, insanları saptırıp, îmânları ile oynuyorlardı. Bu sırada İmâm-ı Eş’arî ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitaplar yazarak onları reddediyorlar, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmâm-ı Eş’arî ayrıca, Mûtezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin mü- nâzaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hattâ devlet erkânından olanlarının makâmına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir: “Onlar vâlilik, kâdılık gibi makamlarda bulunuyorlar. Kibirleri
sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?” Ebû Abdullah ibni Ha- fîf şöyle anlatmıştır: “Gençliğimde, İmâm-ı Eş’arî hazretlerini görmek için Basra’ya gitmiştim. Basra’ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zât gördüm. Ona, “Ebü’l-Hasan Eş’arî hazretlerinin evi nerededir?” dedim. “Onu niçin arıyorsun?” dedi. “Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum” dedim. Bana, “Yarın erkenden buraya gel” dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra’nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince, o zâta yer gösterdiler. O da oturdu. Mû- tezilenin meşhûr âlimleri, münâzara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir Mûtezile âlimine çeşitli meseleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam iknâ edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın hâline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine “Bu zat kimdir?” dedim. “Ebü’l- Hasan Eş’arî’dir” dedi. İmâm-ı Eş’arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, “İmâm-ı Eş’arî’yi ve hizmetini nasıl buldun?” buyurdu. “Fevkalâde” dedim. Sonra; “Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mesele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzuya girdiniz?” dedim. Biz, bunlarla konuşmak için söze gir
miyoruz. Ancak Allahü te- âlânın dîninde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbât edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz” buyurdu.” İmâm-ı Eş’arî;. eser yazmak, münâzaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek sûretiyle, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması ve böylece insanların saâdete kavuşması husûsunda büyük hizmetler yaptı ve talebe yetiştirdi. Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebü’l-Hasan Bâhilî, Ebû Abdullah bin Hafîf Şirâzî, Hâfız Ebû Bekr Cürcânî el- İsmâilî, Şeyh Ebû Muhammed Taberî el-lrakî, Zâhir bin Ahmed Serahsî, Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, Dimyânî talebelerinden bâzılarıdır. Bunlardan Ebû Abdullah Tâî, İmâm-ı Ebû Bekir Bâ- killânî’nin hocasıdır. Ebü’l-Hasan Bâhilî de Ebû İshâk İsferânî’nin ve hcası olan Ebû Bekr Fû- rek’in hocasıdır. Bu zât, önceden İmâmiyye fırkasından iken, Ebü’l-Hasan Eş’arî hazretleri ile yaptığı bir münâzara ve İlmî mü- bâhese sonunda hatâsını anlayıp, İmâmiyye fırkasını terkedip, Ehl-i sünnet îtikâdına girdi. İmâm-ı Eş’arî’nin bildirdiği îtikâdı Basra’da yaydı, ibn-i Hafif ise, İmâm-ı Eş’arî’nin en meşhûr talebelerinden olup, (Şeyh-i Şiraziy- yîn) Şirazlıların şeyhi, üs- tâdı ismiyle meşhûr olmuştur. Diğer meşhûr bir talebesi olan Dimyânî ile İbn-i Hafif, İmâm-ı Eş’arî’nin münâzara meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, uzun müddet İmâm-ı Eş’arî’nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Sayraf’a dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmiş; İmâm-ı Eş’arî’nin bildirdiği îtikâd bilgilerini memleketinde
yaymıştır. Şeyh Ebû Ali Zâhir de, hocası imâm-ı Eş’arî’den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan’da yaydı. Böylece İmâm-ı Eş’arî’nin bildirdiği îtikâd bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicrî 300 senesinden îtibâren Irak havâlisinde, İran’da yayıldı. Selçuklu Devleti hükümdarlarının resmî mezhebi oldu. Daha sonra Atabekler tarafından müdâfaa edilip, Şam ve Bağdat çevresinde yayıldı. Selâhaddîn Eyyû- bî’nin fethinden sonra Mısır’da da yayıldı. Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden sallallahü aleyhi ve sel- lem naklederek bildirdikleri, müctehid imâmların da onlardan naklettikleri Ehl-i sünnet vel-Cemâat îtikâdını anlatmak ve yaymak için gayret sarfeden Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretleri bir sohbeti esnâ- sında buyurdu ki:
“Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi doğru yola ulaştırdı ve sünnet-i se- niyyeye uymayı sevdirdi. Helâke götüren bid’atler- den uzaklaştırdı. Kalbleri- mizi, yakîn denen kat’î ve kuvvetli îmânın hâsıl ettiği serinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz kıldı. Bizi, Re- sûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanlardan, O’nun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid’at- lere dalıp, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı ki- râmın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemâatle berâber olmayı ihsân etti. Resûlullah efendimize salât-ü-selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına dâvet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mûcizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl ulaşılacağını O’nun
ile bildirdi. İçlerinde kendisine delâlet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihâyet bâtıl, sönüp gitti. Hak, gâlip ve muzaffer olarak parladı. Resûlullah efendimiz peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine na- sîhatta bulundu.” Sevdiklerinden bir topluluğa yazdığı mektupta ise şöyle buyurdu: “Ey Bâb-ül-Ebvâb halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile muhâfaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medînet-üs-Se- lâm’da (Bağdat’ta) mektubunuzu aldım. Allahü teâlânın nîmetleri içerisinde olduğunuzu, hâlinizin düzgünlüğünü yazıyorsunuz. Bu sebeple, kederim ve üzüntülerim dağıldı. Allahü teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsâ- nını tamamlaması, size ve bize olan nîmetlerini arttırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duâları kabûl eden O’dur. Büyük lü- tuflarda bulunmak O’na lâyıktır. Allahü teâlâ yardımcınız olsun. Geçen sene bir takım suâller sormuştunuz. Mektubunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabûl ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyenlerden yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz. Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resûlüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi mu- hâfaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamdettim. Yine siz mektubunuzda, benden Selef-i sâlihî- nin asıl kabûl edip, dayandıkları bâzı hususları yazmamı istiyorsunuz. Sonra gelenler de bu asıl- lara (bilgilere) uymak sû- retiyle, bid’at sâhiplerinin düştüğü, Kur’ân-ı kerîm
ve Sünnet-i seniyyeye muhâlefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyâcınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suâllerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim. Size bâzı temel bilgileri, delilleri ile berâber bildirdim. Bu deliller, sizin Selef-i sâlihîne tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehl-i bid’atın ise, Selef-i sâlihîne muhâlefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hatâ ettiklerini, bununla şer’î delillerden, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delilleri reddeden, peygamberlerin aleyhimüsselâm getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâ- dan yardım diliyerek ve O’na güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevâba kavuşacağımı ümid ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfîdir ve O ne güzel vekildir. Allahü teâlâ sizi doğru yola hidâyet eylesin. Biliniz ki, Selef-i sâlihînin ve onların yolunda giden halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur: Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı bütün âlemlere peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı Allahü teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncîl’i değiştirip, kendi uydurdukları şeyler ile insanları Allahü teâlâya dâvet ediyorlardı. Bir kısmı felsefeci idi. Bunların, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış neticelere varmaları sebebiyle, bir çok bâtıl ve
yanlış yollar ortaya çıkmıştı. Bir kısmı, Brehmen idi. Bunlar, Allahü teâlâ- nın peygamberlerini inkâr ediyorlardı. Bir kısmı, Dehrî idi. Bunlar da, kâ- inâtın sonsuz devâm edeceğini, yok olmıyacağını iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı, Mecûsî idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri iddiâ ediyorlardı. Bir kısmı Putperest idi. Bunlar, putlara tapıyorlardı. Peygamber efendimiz ise, insanların, kâinât ve içindekilerin sonradan yaratılmış birer mahlûk olduğu, onların hepsinin yaratıcısı, sâhibi ve mâliki olan Allahü te- âlânın var ve bir olduğu inancına dâvet etti. Onların, üzerinde bulundukları yolun yanlışlığını bildirip, böyle bâtıl yolları terk etmelerini istedi. Resûlullah efendimiz onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâ- dan bildirdiği hususlarda doğru olduğunu, âyetler ve mûcizelerle is- bât etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı bunları insanlara bildirmesi ve izâh etmesi için gönderdi. Resûlullah efendimiz insanlara, kendilerinde dil, sûret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliklerin onların sonradan yaratıldığını göstermesini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde, gerekse onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, irâdesine ve tedbirine delâlet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Arzda da gerçekten tasdik edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerden vücûd yapınıza kadar) birçok alâmetler vardır (ki, hep Allahü teâlâ- nın kudretine, ilmine, aza
met ve irâdesine delâlet ederler). Hâlâ görmeyecek misiniz” buyurdu.” (Zâriyât sûresi: 20-21) Bir sohbeti sırasında insanın yaratılışını ve yaratılış safhalarını açıklayarak şöyle buyurdu: “İnsanın yaratılış safhaları, sûret ve şekillerindeki değişik durumlara; “Biz insanı (Âdem’i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem’in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir” meâlindeki Mü’mi- nûn sûresi 12-14 âyet-i kerimelerinde işâret buyuruldu.apaçık Bunlar, Allahü teâlânın varlığının muhakkak lâzım olduğunu ifâde eden, O’nun irâde ve tedbirine delâlet eden en açık delillerdendir. İnsan, çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kâbiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir sûretle değil de, kendisine has özellikleriyle mâlûm olan ve en güzel sûrette meydana gelmesi, mutlaka bir yaratıcının varlığını göstermektedir. İnsana baktığımızda şunları görüyoruz: 1- İnsanın başka varlıklarda bulunmıyan, kendisine mahsus bir sûreti vardır. 2- İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vâsıtalara (duyu organları) sâhiptir. 3- İhtiyaç hâsıl oldukça, tertib üzere hazırlanmış gı
dâ âletleri. Meselâ, yeni doğmuş çocuk gıdâsını, önce annesini emmek suretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gı- dâsını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdâ- sını yemekle elde eder. 4- Ağızdan alınan gıdâ- lar, mîdeye gelir. Mîde, kendisine ulaşan gıdâları pişirir. Bu gıdâlara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, sonunda saç ve tırnaklara kadar ulaşır. 5- Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücûdun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hâle getirmek gibi bâzı vazifeler için hazırlanmıştır. 6- Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır 7-Ayrıca alınan gıdâlar- daki fazlalıkların atılması için gerekli âletler (âzâlar). Bunlardan başka, tesâ- düfî olarak düşünülmesi imkânsız olan, mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamıyacak kadar çok şey vardır. Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sâhibi anlar. Aynı şekilde, bir plân dâiresinde düzenleyen, kasdeden bir binâ yapıcısı olmadan, bir binânın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, bütün bu saydığımız hâllerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.” Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretleri Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığını ve her biri sinde çeşitli hikmetler bulunduğunu îzâh etmek için buyurdu ki: “Allahü teâlâ meâlen; “Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sâ- hipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren, kesin deliller vardır” (Âl-i İmrân sûresi: 190) âyet-i kerîmesiyle Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığını, bunları Allahü teâlâ- nın yarattığını ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyâde beyân eyledi. Feleklerin (dünyâ, ay, güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen faydaların büyüklüğüne ve mikdârına işâret buyruldu. Meselâ, gece, insanların istirahatı olduğu gibi, mahsûllerin de fazla gelen güneş harâ- retini (sıcaklığını) serinletmektedir. Gündüz ise, mahlûkâtın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini temin etmeleri için yaratılmıştır.
Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fayda sağlayacak şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmelerine mâni olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek tâkatın (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktârda istirahat etmedikleri için insanlar helâk olurlardı. Bundan dolayı, onlara, çalışmaları için tâkatları- nı geçmeyecek şekilde, za- mânın bir kısmı gündüz, is- tirahatleri için yeterli bir mikdarı da gece kılındı. Böylece, onların hâlleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lüzûm duyulduğu kadarını alacaklardır. Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlûkâtına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsânda bulunmuştur. Yine, mahlûkâtı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münâsip ve muvâfık
gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi âlemi saran renkten olmasaydı, gözleri bozacaktı. Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kânunların) Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, meâlen; “Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zevâl bulurlarsa, onları O’ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, halimdir. Azap için acele etmez, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır)” (Fâtır sûresi: 41) âyet-i kerîmesiyle işâret buyruldu. Bu âyet-i kerîme ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.” Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretleri vahyi kabûl etmeyen ve her şeyi âciz olan akılla îzâh etmeye çalışan felsefecileri iknâ edici delillerle susturdu. Bu hususta da, buyurdu ki: “Felsefecilerin tabiatçı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki iddialarının bozukluğunu bize Allahü teâlâ; “Arzda birbirine komşu kıt’alar (kara parçaları), üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz” (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlardan da düşünen bir topluluk için pek çok ibretler (alâmetler) vardır” meâ- lindeki Râd sûresi 4. âyetinde bildirdi. Daha sonra Allahü teâlâ, her şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip dâiresinde cereyân etmesi
ile delil getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiç bir ortağı bulunmadığını; “Eğer yer ile gökte, Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de fesâda uğrar, yok olurdu” meâlindeki Enbiyâ sûresi 28. âyet-i kerîmesi ile bildirdi. Sonra, önce yaratıldıklarını kabûl ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diril- tilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman, meâlen; “(Ey Resûlüm) de ki: Onları ilkdefâ yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamâmiyle bilir” (Yâsîn sûresi: 79) buyurdu. Sonra bunu onlara meâlen; “O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz” (Yâsîn sûresi: 80) âyet-i kerîmesi ile beyân eyledi. Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgâr sebebiyle biri diğerine sürtü
ebü’llünce tutuşan uşar ve mu- rah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayâtı iâde etmenin câiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile murah, eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)”
Peygamber efendimizin son peygamber olduğunu bildiren ve O’nun peygamberliğini kabûl etmeyen Yahûdi ve Hıristi- yanlara cevap veren Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâ Resûlul- lah’a sallallahü aleyhi ve sellem peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında mûcizelerle yardım eyledi. Resûlullah’a en büyük mûcize olarak Kur’ân-ı kerîm verildi. Müşrikler, Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmıyorlar, Hazreti Muhammed’in sözüdür,
diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasîh ve edebi- yâtta zirveye ulaşmış olanlarından, Kur’ân-ı kerîmin on sûresi veya bir sûresi gibi bir söz söylemelerini istedi. İnsanlar ile cinlerin bir araya gelip çalışsalar, bunu yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim o böyle bir söz söylemekten âciz kaldılar. Böylece onların, Resûlullah’a îman etmeme husûsunda özürleri ortadan kalkmış oldu. Hazreti Mûsâ da Fi- ravn’ın sihirbâzlarını, asâ- sıyla rezîl ve rüsvâ edip, hem sihirbazların, hem de diğer insanların kendisine îman etmeme mâzeretleri- ni ortadan kaldırdı. Mûsâ aleyhisselâmın asâsından meydana gelen hârikulâde hâllerin kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazlar, hem de başkaları kanâat getirdi. (Nihâ- yet, bu mûcize karşısında sihirbazlar, Hazreti Mû- sâ’ya îman ettiler.) Hazreti îsâ da ölüleri ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca, abraş olanları iyileştirmek, o zamanda insanları âciz bırakan şeylerle (mûcizelerle), o devre göretıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine inanmama mâzeretleri- ni ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.) Resûlullah efendimiz, kendi kavminden olan, edebiyâtta yüksek dereceye ulaşan ediblerin, kendisine îman etmeme husûsunda bu mâzeretle- rini bertaraf etti. Çünkü, Kur’ân-ı kerîmin edebî yüksekliğini onlar da kabûl ediyorlardı. İşte Resûlullah efendimiz yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve mûcizelerle, gittikleri yolun bozukluğunu, dâvet ettiği yolun en doğru olduğunu anlatıyordu. Resûlullah efendimiz, onlara dâimâ karşısında duramayacakları deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalâde ihtiraslarından dolayı îman etme şerefine kavuşamadılar.
Allahü teâlânın Resûlullah efendimize verdiği mûcizelerden bâzısı şöy- ledir: Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık cemâati, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübârek parmakları arasında fışkıran sudan hayvanlar ile sâhiple- rinin kanıncaya kadar içmeleri, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun zehirli olduğunu haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın köklerini sürüyerek huzurlarına gelip, emri üzerine tekrar yerine gitmesi, insanların kalplerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri sırları haber vermesi.” “İnsanlar Allahü teâlâyı görecekler midir?” diye soran birisine buyurdu ki: “Âhirette mü’minler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyâ- mette) güzelliği ile parıl dar. (O yüzler) Rablerine bakar” (Kıyâme sûresi: 22- 23) buyurmaktadır. Resûlullah efendimiz de; “Ayı gördüğünüz gibi, kıyâmet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. O’nu görmekte güçlük çekmeyeceksiniz” buyurmaktadır.” Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretleri insanların âhi- retteki hallerini soran bir kimseye de buyurdu ki: Allahü teâlâ mahlûkâtı- nı iki kısma ayırdı. Birisini Cennet’i için yarattı. Onları, isimleri ve babalarının isimleri ile berâber yazdı. Diğer kısmını Cehennem için yarattı. Onların isimlerini de yazdı. Resûlullah efendimizle Hazreti Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazreti Ömer Peygamber efendimize; “Yâ Resûlallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş midir, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş midir?” diye sorunca, Resûlullah efendimiz; “Bunlar, hesâbı ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir” buyurdu. Bunun üzerine Hazreti Ömer; “Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) yâ Resû- lallah?” diye sorunca, Peygamber efendimiz; “İbâdet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur” buyurdu. Bir kimse Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretlerine gelerek ehl-i kıble olan bid’at ehlinin îmânıyla ilgili olarak sordu. Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî buyurdu ki: “Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin îman etmeye dâvet ettiği şeylere îman eden kimseleri, küfürden başka hiç bir günah îmandan çıkarmaz, îmânlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları sebebiyle îmandan çıkmayıp, dînin bütün emirleriyle mükelleftirler, yapmaları gerekir. Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Allahü teâlâ; “Ey îman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle berâber) yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın” meâlindeki Mâide sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile mü’min diye isimlendirmiştir. Eğer akîdesi (inanışı) bozuk olan Kaderiyye- nin dediği gibi, günahkârlar, günahları sebebiyle îmandan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitâbı da bütün mü’minlere değil, yalnız itâat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ Cumâ sûresi 9. âyetinde meâlen; “Ey îman edenler! Cumâ günü namaz için ezân okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya), koşun! Alış-verişi bırakın” buyurdu. Bu hitâbı yalnız itâat edenlere tahsis buyurmadı. Bu hitâb aynı zamanda günahkârları da içerisine almaktadır.
Bid’atten başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiç bir kimse hakkında, Cehennemliktir diye hükme- dilemez. Resûlullah efendimizin Cennet’le müjdelediklerinden başka Ehl-i tâattan kimse hakkında Cennetliktir denilemez. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği kimseden mağfiret buyurur (affeder)” meâlin- deki Nisâ sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile delâlet ediyor. Çünkü Allahü teâlâ kendisi haber vermedikçe, âsîler hakkındaki irâdesinin ne olduğunu bilmeye kimse için yol yoktur. Peygamber efendimiz; “Ehl-i kıbleden hiç kimseyi, kendi kendinize Cennete, yâhut Cehennem’e koymayınız” buyurdu. İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu husûsa; “Halbuki üzerinde gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerîm olan kâtib melekler var” meâ- lindeki İnfitar sûresi 10. ve 11. âyet-i kerîmeleri ile delâlet buyurdu.” Kabir hayâtı ve âhiret halleriyle ilgili olarak buyurdu ki: “Kabir azâbı haktır. İnsanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihân edilecek. Kabirde suâl sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır. Kıyâmet günü ilk sûr üfü- rülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri bayılıp düşecek (ölecekler). İkinci sûrun üfü- rülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek. (Dünyâda iken) Allahü teâlâya itâat eden ve isyân eden bedenler, kıyâmet günü diriltilecektir. Yine dünyâda iken sevap ve günah işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sâhipleri hakkında şâhid- lik edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için terâzi koyacak. Kimin sevâbı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevâbı hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyâmet gününde insanlara, amel defterleri verilecek ve amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesâbı kolay görülecektir. Amel defterini sol elinden alanlar ise azap göreceklerdir. Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür. İnsanlar oradan amellerine göre süratli veya yavaş olarak geçecekler. (Yalnız kıyâmette köprü, terazi vardır denince, dünyâdaki köprü ve terâziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Ahirette amellerin tartılması için terâzi kurulacağı
na inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde olduğunu düşünmemelidir.) Kalbinde zerre mikdarı îmanı olan, günahı kadar yandıktan sonra, Cehen- nem’den çıkarılacaktır.” Peygamber efendimizin şefâatinin hak olduğunu bildiren Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî hazretleri buyurdu: “Resûlullah efendimizin şefâatı, ümmetinden büyük günah sâhipleri için olacaktır. Ümmetinden bir topluluk yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücutları hiç azap görmemiş gibi taptâze olacak. Kıyâ- met gününde Resûlullah efendimizin havzı bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan içen, bir daha susamaya- caktır. Tuttukları doğru yolu; Peygamber efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar.
İyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak husûsunda buyurdu ki: “Mü’minlerin üzerine, emr-i ma’rûf ve nehy-i ani’lmünker, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak vâcibtir. Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil ile mâni olurlar. Güçleri yetmezse kalpleri ile o işi kötü görürler.” Sevgili Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmının üstünlüğü ve bunlar arasındaki derece farklarını da şöyle bildirdi: “Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfi gereğince, asırların hayırlısı, Eshâb-ı kirâmın (r.anhüm) zamânı- dır (asrıdır). Sonra Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin asırlarıdır. Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Bedir muhârebesi- ne katılanlardır. Bunların en üstünü, Aşere-i mübeş- şeredir (Cennet’le müjdelenen on Sahâbî). Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halîfedir. (Hazreti Ebû
Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali.) Bunların halîfelikleri, o zamandaki Müslümanların rızâsı ile olmuştur. Müslü- manlar bu tertîbe göre ittifak edip, birleştiler. Muhâcir ve Ensârdan ibâret olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşe- reden sonra efdaliyet, hicret ve önce Müslüman olmaya göredir. Peygamber efendimizin dâvet ettiği şeylere îman ederek, bir saat olsun kendisi ile görüşen yâhut onu bir defâ gören Eshâb-ı kirâm, Tâbiînden üstündür. Eshâb-ı kirâm için, haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahîh ve doğru te’vîl yolları aramalı, tâkib ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsn-i zân etmeli, iyi düşüncelere sâhib olmalıdır.” Ehl-i sünnet vel-cemâ- at mezhebinin îtikâddaki iki imâmından biri olarr Ebü’l-Hasan-ı Eş’arî, zâhi- rî ilimlerde yüksek âlim olduğu gibi, tasavvuf yolunda da yüksek bir velî idi. İnsanlara karşı gâyet tatlı, açık ve iknâ edici konuşurdu. Güzel ahlâkıyla insanlara örnek olurdu. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için münâzarayı sever; yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdâfaadan çekinmezdi. Eserleri: İmâm-ı Eş’arî’nin eserleri, beş grupta toplanır: 1- Kırk yaşından önce Mûtezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptâl etmiştir. 2- Felsefecilere, Yahû- di, Hıristiyan ve Mecûsîle- re yazdığı reddiyeler. 3- Hâriciye, Mûtezile, Şia ve Zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler. 4- Makâleler 5- Kendisine sorulan suâllere cevap olarak yazdığı risâleler ve diğerleri.
El-Umed adlı eserde bildirilen kitaplardan bâzıları şunlardır: 1) Kitab-ül-Füsûl: Mül- hidler (dinsizler), tabiatçı felsefeciler, Dehrîler, zamanın ve âlemin kadîm olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapda; Breh- menler, Yahûdiler, Hıristi- yanlar ve Mecûsîlere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir. 2) El-Mûcez: On iki kitaptan ibârettir. 3) Halk-ül-Efâl 4) İstitâa hakkındaki kitap 5) Sıfâtlar hakkındaki kitap 6) El-Luma’ fi’r-Reddi alâ Ehli’z-Zeygi ve’l Bid’a: Kur’ân-ı kerîm, Allahü te- âlânın irâdesi, Allahü te- âlânın görülmesi, kader, istitâa, va’d ve va’îd ve imâmet meselelerinden bahseden on bölüm ihti- vâ eden kıymetli bir kitaptır. İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin bu mevzularda söyBağdat’ın büyük velîlerinden. Onuncu yüzyılda yaşadı. İsmi, Ahmed bin Muhammed’dir. Babası Horasan’ın Bagşûr veya Bag şehrinden olduğu için “İbn-i Bagavî” diye anıldı. Ebü’l-Hüseyin künyesiyle meşhur oldu. Karanlık gecede odasında söz söylese mübârek ağzından nûr çıkar ve oda aydınlanırdı. Dişlerinin arasından nûr çıktığı, firâ- set nûrunun fazlalığı sebebiyle bâtın hallerinden haberler verdiği için, Nûrî nisbesiyle şöhret buldu. Tasavvufta kurduğu yola da Nûriyye dendi. Sonra gelen âlim ve velîler onun üstünlüğünü kabûl ettikleri için Emîrü’l-Kulûb (kalplerin pâdişâhı) lakabı verildi. Doğum târihi bilinmemektedir. Bağdat’ta doğdu. 908 (H.295) senesinde orada vefât etti. Kabri Bağdat’tadır. Küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline başlayıp za
mânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Birçok zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi. Zünnûn-i Mısrî, Ahmed bin Ebi’l- Havârî, Muhammed bin Ali Kassâb gibi velîlerin sohbetlerinde bulundu. Büyük velî Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin uzun müddet sohbetlerinde ve hizmetinde yetişip tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Zâhirî ilimlerde derin bir âlim, tasavvufta yüksek bir velî oldu. İbrâhim-i Havvâs, Hay- ru’n-Nessâc, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri gibi velîlerle aynı zamanda yaşayıp onlarla sohbette bulundu. Ebû Bekir Kettânî, Vâsıtî, Ebû Saîd bin Arabî gibi zâtlar da onun sohbetinde bulunup ondan ilim öğrenip feyz aldılar. Zâhid, dünyâdan ta- mâmen uzak bir hayat yaşardı. Peygamber efendimizin; “İki yüz yılından sonra sizin en iyiniz hafî- fülhâz (zevcesi ve çocuğuolmayan) olandır” hadîs-i şerifine uyarak hiç evlenmemişti. Allahü teâlâya kavuşturan yolda ilerliyebilmek için, nefs engelini aşmak lâzım olduğunu düşünüp, kendi nefsine şöyle derdi: “Ey nefsim! Senelerdir, hevâ ve hevesine uygun olarak yiyip-içtin, yatıp uyudun, gezip-gördün, dilediğin gibi yaşayıp, her arzunu tatmin ettin. Ama bundan sonra hevâ, boş faydasız şeylerin hepsini terkedip, hep ibâdet ile meşgûl olacaksın ve bu zamâna kadar, hevâ ve hevesine uyarak, yaptığın şeylerin ve arzu ettiklerinin hiç birisine kavuşamı- yacaksın. Bunları yaparken, sabredip tahammül gösterebilirsen çok büyük saâdete kavuşursun. Eğer tahammül edemeyip he- lâk olursan hiç değilse bu yolda ölürsün.” Ebü’l-Hüseyin Nûrî hazretleri Bağdat’ta yaptığı nasîhatlarla insanların
dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için çalıştı. Sonra Mısır’a gitti. Mısır’a varınca, kendisinden nasîhat etmesini istediklerinde; “Kim yaptığı işlerde Allahü teâlânın rızâsını gözetmezse, hallerinde Allahü teâlâyı göremez. Kim Allahü teâlânın kendisini dâimâ bildiğini ve gördüğünü düşünmezse, Allahü teâlâ da ona rahmet nazarıyla bakmaz” buyurdu. İlmiyle âmil olduğu gibi, ilmiyle amel eden âlimleri çok severdi. Za- mânının insanlarına bakarak; “Zamânımızda yok denecek kadar az, fakat değeri fazla olan iki zümre vardır. Birincisi ilmiyle amel eden âlimler, İkincisi hakîkatı söyleyen ârif- lerdir” buyurdu. Ebü’l-Hüseyin Nûrî hazretlerinin büyüklüğünü bilen İsfehanlı bir genç, kendisini ziyâret için Bağdat’a gitmek istedi. İsfehan hükümdârı bu gence, oraya gitmemesini, o zâtla görüşmemesini söyledi. Bu arzusundan vaz geçmesi hâlinde kendisine bir köşk, bin altın kıymetinde eşyâ ile, bir câriye ve ayrıca bin altın vereceğini bildirdi. Fakat genç, muhabbetinin çokluğu sebebiyle, yalın ayak yola çıktı. Bağdat’a yaklaştığı sırada, Ebü’l-Hüse
yin Nûrî talebelerine emredip gencin geçeceği yolun bir kısmının süpürülerek temizlenmesini istedi ve; “Bu yolun büyüklerinin muhabbeti ile yanan bir genç, yalın ayak buraya geliyor” buyurdu. Genç geldiğinde; “Nereden geliyorsun?” diye sordu. O da; “İsfe- han’dan” deyince; “Şâyetİsfehan hükümdârı; “Eğer oraya gitmekten vaz geçersen sana, içinde bin altın kıymetinde eşyâ ve bir câriye bulunan çok güzel bir köşkü, içindekilerle birlikte vereceğim. Ayrıca bin altın da hediye edeceğim” deseydi ne yapardın?” dedi. Bunu duyan gencin muhabbeti daha da fazlalaştı. Kendini tutamayıp ağladı ve; “Hepsini terkedip geldim efendim” diyebildi. Hazreti Nûrî; “On sekiz bin âlemi bir tepsinin üzerine koyup, bu yolda yürümek arzusunda olan bir talebenin önüne sunsalar, bu kimse de, o tepsiye göz ucuyla bir baksa, ona, bu yolda ilerlemek nasîb olmaz” buyurdu. Ebü’l-Hüseyin Nûrî hazretleri kendisine yapılmasını istemediği bir şeyin başkasına yapılmasını istemezdi. Hatta îsâr sâhi- bi olup kendine çok lâzım bir şeyi başkasına lâyık görürdü. Ona göre gerçek
îsâr, arkadaşın rahatı için güçlüğü tercih etmekti. Tasavvufun ince rûh dünyâsını kavrayamayan devrin vezîri Gulam Halil, zamânın halifesine gidip, tasavvuf ehli hakkında çirkin sözler sarfedip, ce- zâlandırılmaları gerektiğini söyledi. Öyle ki, tasavvuf ehli olanların hâllerini, halîfeye hâşâ küfür üzere bulunuyorlar diye anlattı. Halîfe bunları duyunca, bahsedilen zâtların îdâm edilmesi için ferman çıkardı. Bunlar; Ebü’l-Hüseyin Nûrî, Cü- neyd, Şiblî, Ebû Hamza ve Rakkâm idi. Cellâd, önce Rakkâm’ı îdâm edecek iken Hazreti Nûrî fırlayıp, îdâm sehbâsına geldi ve; “Önce beni idâm et” dedi. Cellâd; “Kılınç, kendisine koşulacak bir şey değildir. Niçin acele ediyorsun? Sana henüz sıra gelmedi” deyince, Ebü’l- Hüseyin Nûrî; “Bizim yolumuz îsâr yâni arkadaşını, kendine tercih etme, fedâkârlık yoludur. En kıymetli ve tatlı şey candır. Ben kendimi fedâ edip, bir kaç sâniye de olsa bu kardeşlerimin yaşamasını arzu ediyorum..” buyurdu. Bunlar halîfeye arzedilince halîfe şaşırıp; “Bunların hâllerini kâdı (hâkim) incelesin” dedi. Kâdı, Nûrî’nin bu sözleri
ni duymuştu ve Hazreti Cüneyd’in ilminin yüksekliğini biliyordu. Kâdı, Şiblî’ye; “Yirmi altının zekâtı nedir?” dedi. Şiblî; “Yirmi buçuk altın” deyince, kâdı; “Böyle yapan bir kimse var mı?” diye sordu. Hazreti Şiblî; “Evet, Ebû Bekr-i Sıddîk, elinde bulunan kırk bin altının hepsini vermiş idi” buyurdu. Kâdı; “Peki, yirmi buçuk altın dediniz. Elinde bulunan yirmi altının hepsini verdikten sonra, bu yarım altın ne demek oluyor?” deyince, Hazreti Şiblî; “O, altınları elinde biriktirmiş olmanın cezâsıdır” buyurdu. Kâdı, Hazreti Nûrî’ye de bir suâl sorup, hemen cevâbını aldı. Nûrî rahmetullahi aleyh; “Ey kâdı! Bu suâlleri soruyorsun ama, Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, onların oturması, kalkması, durması, yürümesi, uyuması, dinlenmesi, hâsılı bütün hayatları, bir an kesintiye uğramadan hep Allahü teâlâ iledir. Sen niçin bunları sormuyorsun. Esas ilim bu âlimlerdedir..” buyurdu. Kâdı bunları dinleyince, derhal halîfeye haber gönderip; “Eğer bu zâtlar zararlı ve kötü kimseler ise, ben, yeryüzünde iyi bir kimsenin bulunduğunu kabûl etmem. Bunlar
çok yüksek kimselerdir. Kendilerinden devlete hiçbir zarar gelmez” dedi. Halîfe bu haberi alınca, hepsini çağırarak bir arzuları olup olmadığını sordu. Onlar; “Bizim arzumuz, bizi unutmandır. Biz, senin bizi kabûl etmen ile şeref kazanmayız, buradan kovman ile de hakîr olmayız. Bizi kabûl etmen veya kovman bizim için aynıdır. En iyisi sen bizi unut ve kendi hâlimize bırak” dediler. Halîfe çok ağlayıp, izzet, ikrâm ve hürmet ile kendilerini uğurladı. Kendisine mârifetle ilgili olarak soranlara; “Mârifet iki türlüdür. Hakkı bilmek, hakîkatı bilmek. Hakk’ı bilmek en bâriz sıfatlarla vahdâniyeti yâni Allahü teâlânın tek olduğunu isbattır. Hakîkatı bilmenin yolu yoktur. Çünkü semedâniyyete ermek, Rablığın hakîkatını anlamak mümkün değildir” buyurdu Buyurdu ki: “Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya yaklaşmaktır.” “Allahü teâlâ bütün kalplere nazar kıldı. Kendisini görmeye Muhammed aleyhisselâmın kalbinden daha şevk ve iştiyak duyan bir kalp bulmadı. O sebeple Allahü teâlâyı görme ve O’nunla konuşma hâlini çabuklaştırmak için kendisine mî- râcı nasîb eyledi.” Ebü’l-Hüseyin Nûrî hazretleri güzel ahlâkı yanında, kerâmet sâhibi bir velîydi. Bir defâ sahrâda yürürken ayağına diken battı ve ayağı kanadı. Akan her damla kan yerde “Allah” yazıyordu. Bir defâ hamama gitmişti. Bir kimse, elbiselerini alıp gitti. “Yâ Rabbîl Elbisesiz ne yaparım? Bana elbiselerimi iâde eyle” diye duâ etti. Biraz sonra çaldığı elbiseyi geri getiren hırsızın eli kurumuş ve felce uğramıştı. Hırsızın durumunu görüp acıyan Ebü’l-Hüseyin Nûrî; “Yâ Rabbî! Elbisemiz iâde edildi. Şu halde bu kulunun kolunu da iâde et” diye duâ etti. Hırsız eski hâline gelip sıhhate kavuştu. Yaptıklarına tövbe etti. Nûriyye adıyla anılan yolun kurucusu olan Ebü’l-Hüseyin Nûrî 908 (H.295) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Orada defnedildi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri onun vefâtı üzerine; “Nûrî zamânın sıddîki idi. Onun vefâtı ile ilmin yarısı gitti” buyurdu. Ebû Ahmed el-Mağâzilî de; “Ebü’l-Hüseyin Nûrî’den daha çok ibâdet eden bir kimse görmedim. Belki Cüneyd’den daha çok âbiddi. Yakınlarından bile hiç kimse onun oruç tuttuğunu bilmeden yirmi sene müddetle oruç tutmuştu” buyurdu: Ebû Bekir Şiblî de onun cenâze- sinin ardından; “Minberleri yere vurunuz, yâni minberleri dolduracak kimse kalmadığı için kıymeti kalmamıştır. Çünkü ilim yeryüzünden gitti” buyurmuştu.
1) Tabakât-üs-Sûfiyye <Sülemî); s.164 2) Hilyetü’l-Evliya; c.10, s.239, 249,255 3) Nefehâtü’I-Üns; s.130 4) Risâle-i Kuşeyrî; s.112 5) Câmiu Kerâmâti’l-Evliya; c.l, s.291 6) Tezkiretü’l-Evliya; c.2, s.39 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1071 8) Dirâsât fit-Tasawufi’l-İslâmî; s.195-213 9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.154, c.5, s.115
feth-i mûsulî; Musul âlimlerinden ve evliyanın büyüklerinden. Künyesi Ebû Muhammed, ismi Feth bin Saîd el-Mûsulî’dir. 835 (H. 220) senesinde vefât etti. Bişr-i
Hafî’nin arkadaşıdır. Bişr-i Hâfî gibi yüksek dereceler sâhibiydi. Haram ve şüphelilerden kaçması kuvvetli, nefisle mücâdelesi çoktu. Devamlı hüzün ve Allah korkusu içinde bulunurdu. Halktan kopup bir köşeye çekilmişti. Halktan devamlı kaçardı. Hattâ kendini tanımasınlar diye, tüccarmış gibi yanında bir deste anahtar taşırdı. Her gittiği yerde bunları seccâdenin önüne koyardı. Bir âlim ona; “Bu anahtarlarla heybet gösterme kapısına kilit vurmuş oluyorsun” dedi. Evliyadan birine; “Feth-i Mûsulî’nin hiç ilmi var mı?” diye sorduklarında, “Dünyâdan tamamiyle el- etek çekmiş olması, ona ilim olarak yeterlidir” dedi. Bir gün Feth-i Mûsu- lî’yi gözlerinden sicim gibi yaş akarken gördüler: “Ey Feth! Neden böyle ağlıyorsun?” dediklerinde; “Günahlarımı hatırla dıkça, gözlerimden yaş akmakta, ağlamam ihlâs- sız ve riyâ ile olmasın diye de böyle ağlamaktayım!” cevâbını verdi. Dedi ki:”Büyük velîlerden otuzu ile sohbet ettim. Hepsi de bu yolun büyüklerindendi. Hepsi halkla sohbetten kaçın dediler ve hepsi az yemeği emir buyurdular.” Feth-i Mûsulî bir gün Bişr-i Hafî’nin evine misâ- fir gitti. Bişr-i Hafî, talebelerinden birine bir mikdâr para vererek; “İyi ve tatlı bir şeyler alıp gel!” buyurdu. Bişr-i Hafî’nin o zamana kadar böyle şeyler aldırdığı görülmemişti. Berâberce talebenin getirdiklerini yediler. Feth-i Mûsulî giderken artan yemekleri aldı. Talebeleri bu duruma şaştıfar. Bişr-i Hafî talebelerine; “Feth-i Mûsulî bize, tevekkülü sağlam olana, gıdâ saklamanın zarar vermeyeceğini gösterdi” buyurdu.
Bir gün Feth-i Mûsu- lî’ye; “Sıdk nedir?” diye sorulunca, içinde demir bulunan bir ocağa elini sokup, kızgın bir demir parçasını çıkarıp elinde tuttu ve; “İşte sıdk budur” dedi. Şöyle anlatır: “Bir gün Emîr-ül-mü’minîn Hazreti Ali’yi rüyâmda görüp, bana nasîhat et, dedim. Te- vâzudan daha iyi bir şey görmedim. Yalnız Allahü teâlâdan sevap umarak, zenginin yoksula gösterdiği tevâzudan daha güzel ne olabilir, dedi. Biraz daha nasîhat edin, dedim. Buyurdu ki: Ondan daha güzel olanı, Allahü teâlâya gâyet fazla güven duyan fakirin, zengine karşı kibirli ve gururlu davranmasıdır.” Ebû Abdullah bin Cellâ anlatır: “Sırrî-yi Sekatî’nin evindeydim. Gece yarısından sonra giyinip, ri- dâsını (cübbesini) üzerine aldıktan sonra dışarı çıktı. “Nereye gidiyorsun?”
yince; “Feth-i Mûsulî’yi zi- yârete” dedi. Evden dışarı çıkar çıkmaz zaptiye çavuşu kendisini yakalayıp hapse attı. Gündüz, gece yakalanan bütün tutuklu- ların kırbaçlanması emredildi. Sırrî-yi Sekatî’yi kırbaçlamak için elini kaldıran celladın eli havada kaldı. “Niçin vurmuyorsun?” diye sorduklarında; “Bir şahıs karşımda durup; “Sakın vurma!” diyor. Bu yüzden elime hâkim değilim” dedi. Baktıkları zaman bu şahsın Feth-i Mûsulî olduğunu gördüler. Sırrî-yi Sekatî’yi onun yanına götürüp salıverdiler.” Hacca giderken yolda henüz mükellef olmamış bir çocuk gördü. Devamlı bir şey okuduğunu görüp; “Ne okuyorsun?” dedi. “Kur’ân-ı kerîm okuyorum” dedi. “Nereye gidiyorsun?” deyince, Hicaz’a gittiğini söyledi. Daha küçük olduğu halde neden gittiğini sordu. Çocuk;
“Allahü teâlânın rızâsına kavuşamadan bu dünyâdan ayrılırsam hâlim nice olur?” diye cevap verdi. “Adımların küçük, yaya nasıl Hicaz’a ulaşacaksın?” dedi. “Gerçi adımlarım küçük, fakat gönderen büyüktür” dedi. “Ne azığın, ne rehberin, ne de arkadaşın var” deyince; “Bir kimseyi bir zât, hâne- sine dâvet etse, o kimsenin yiyeceğini götürmesi ayıp olmaz mı? Rabbim beni dâvet buyurmuştur. Benim yardımcım O’dur” dedi. Görüşme bitince çocuktan ayrıldı. Kâbe’ye varınca, onu tavâf sırasında gördü. Çocuk ona bakıp; “Nasıl, şimdi şüpheden kurtulup yakîne ulaştın mı?” dedi. Bir gün Feth-i Mûsu- lî’ye elli altın getirilince, buyurdu ki: “Her kim dilenmeksi- zin kendisine verilen bir şeyi reddederse; onu Alahü teâlâya karşı reddetmiş olur.” Bu yüzden bir akçe alıp gerisini iâde etti. Vefâtından sonra Feth-i Mûsulî’yi rüyâda görenler; “Allahü teâlâ sana ne yaptı?” dediler. Dedi ki: Allahü teâlâ bana; “Niçin o kadar ağladın?” buyurdu. “Günahlarım ve kusurlarım sebebiyle yüzüm olmadığından ağlıyorum” dedim. “Ey Feth! Bu çok ağlaman sebebiyle, günahını yazan meleğe sana günah yazmamasını emretmiştim” buyurdu. Buyurdu ki: “Yemek yemekten ve ilaçtan kesilen hasta misâli ilim ve hikmetten mahrûm kalan kalp de ölüme mahkûmdur.” “Kendi arzularından ziyâde Allahü teâlâyı isteyenin kalbinde Allah sevgisi doğar.” “Allahü teâlâyı arzu eden, O’ndan gayri her şeyden yüzünü çevirir.”
“Kalbine dikkat ve teveccüh edenin kalbinde, Allahü teâlânın sevgisi meydana gelir.” “Konuşunca Allahü teâlâdan konuşanlar, amel edince Allah için amel edenler, bir şey isteyince de Allahü teâlâdan isteyenler gerçek mârifet sâ- hipleridir.
1) Hilyet-ül-Evliya; c.8, s.292 2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1078 3) Tezkiret-ül-Evliya; s.182 4) Tabakât-ül-Kübrâ; c.l, s.80 5) Câmiu Kerâmât-il-Evliya; c.2, s .233 6) Nefehât-ül-Üns; s.157 7) Sıfât-üs-Safve; c.4, s.189 8) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.101 9) Tabakât-ül-Evliya; s.276 10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.172
habfb-i râf; Sekizinci yüzyılda Bağdat’ta yaşayan büyük velîlerden ve Tâbiînden. Koyun otlattığı için Râ- î diye tanınmıştır. Râî, çoban demektir. Doğum târihi bilinmemektedir. Bahreyn’de doğdu. 748 (H.130) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Kabri Bağdat’tadır. Çocukluğu ve tahsil çağı Bağdat’ta geçen Ha- bîb-i Râî, zamânının âlimlerinden ilim tahsil etti. Eshâb-ı kirâmdan (aleyhi- mürrıdvân) Selmân-ı Fârisî’nin sohbetinde bulunmakla şereflendi. Zâhirî ve mânevî ilimlerde yetiştikten sonra, uzleti, yâni insanlardan uzak yaşamayı tercih etti. Nehir kenarında dağlarda ve çöllerde koyun- larını otlatırdı. Görünüşte çobanlık yapmasına rağmen, bir an olsun Allahü teâlâyı anmaktan gâfil olmazdı. Farzları, vâcipleri, sünnetleri ve edepleri yerine getirerek, kelime-i tevhîdle zikre devâm ederek Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Cumâ namazlarından başka zamanlarda şehre inmeyen ve insanlardan uzak
yaşayan Habîb-i Râî hazretleri, mânevî yönden yükselerek büyük bir velî oldu. Birçok halleri ve ke- râmetleri görüldü. Emevîler zamânında, yaşadığı beldenin hâkimlerinden birisi Habîb-i Râ- î’yi haksız yere hapse attırdı. Sağlam kapılarla ve yüksek duvarlarla çevrili olan hapishânenin vazifelileri sabah olunca, Habîb-i Râî’nin bulunduğu kısma gittiklerinde, orada bulunmadığını gördüler. Bütün kapılar kilitli olduğu halde, Habîb-i Râî’nin içeride bulunmadığını gören vazifeliler hayret ettiler. Onun büyük bir velî olduğunu kabûl ettiler. Çobanken bir ağaç çanağı vardı. Birgün bu çanağı bir taşın altına tuttu, biri bal, biri süt olmak üzere iki çeşme akmaya başladı. Yanındakilerden biri onun yüksek kerâme- tini görerek; “Efendim! Bu dereceye ne ile tunuz?” diye sordu. Habîb-i Râî; “Muhammed Mustafa’ya (sallallahü aleyhi ve sellem) uymakla” buyurdu. Devâm ederek; “Mûsâ aleyhisselâ- mın kavmi kendisine karşı oldukları halde hâre taşı (granit veya sert mermer) onlara su verdi. Derecesi Mûsâ aleyhisselâmdan yüksek olan Resûlullah efendimize uyduktan sonra taş bana süt ve bal ver
mez mi?” buyurdu. Soran kimse; “Bana nasîhat et” dedi. Habîb-i Râî; “Kalbini hırs kutusu ve mîdeni haram kabı etme. Bunlara dikkat eden kurtulur” buyurdu. Allahü teâlâ, Habîb-i Râî hazretlerine öyle ke- râmetler ihsân etmişti ki, otlattığı koyunlara kurtlar hiç zarar vermezdi. Hattâ koyunları kurtlar otlatırdı. Namaz vakitleri güttüğü koyunları bir yere toplar, koyunların bulunduğu yerin etrâfına asâsiyle bir dâire çizerek namazını kılar veya Cumâ namazını kılmak için şehre gidip halkla birlikte bulunurdu. Evliyadan birisi Habîb-i Râî’yi ziyârete gitmişti. Habîb-i Râî hazretleri namaz kılıyordu. Koyunları- nı ise kurtlar otlatıyordu. Namazını bitirdikten sonra o zât, Habîb-i Râî’ye selâm verdi. Habîb-i Râî selâma cevap verdikten sonra o zâta; “Ey oğul! Ne için geldin?” diye sordu. O da; “Efendim ziyâ- retinize geldim. Allahü teâlâ size hayırlar versin. Kurtlarla koyunları bir arada görüyorum” dedi. Habîb-i Râî hazretleri; “Koyunları güden Hak’la berâberdir de onun için böyledir” buyurdu. Pek çok yüksek halleri ve kerâmetleri görülmüş olan ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için çırpı
nan Habîb-i Râî hazretleri 748 (H.130) senesinde vefât etti. Halîfe Mervân bin Muhammed bin Mervân el-Hakem devrinde Bağdat’ta defnedildi. Kabri, sevenleri tarafından ziyâ- ret edilmektedir.
1) Lemezât; c.2, s.201 2) Şevâhid-ün Nübüvve Tercümesi; s.281 3) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s. 323