İslam

AMEL İLE İMAN ARASINDAKİ MÜNASEBETLER

AMEL İLE İMAN ARASINDAKİ MÜNASEBETLER :
Amel ile inwr arasında çok yakın bir münasebet vardır. İman, dinî hükümlerin itikad bölümünü; amel ise: Allah Teâlâ’ya ibadet ve insanlar aracındaki muamelât kısmını içine alır, imanı olmıyan bir kimsenin ameli caiz değildir. Çünkü inanmayan kim§£ ibadet etmeye kalksa amel yapmış sayılmaz. Zira inanmadığı şeye ibadet yapmak münafıklıktır. Bunun zıddı, iman sahibi bir kimsede amel yapmıyabilir. Tenbellikle, nefsâni arzular peşinde koşmak suretiyle ibadetleri bırakan kimseler günah işlemiş sayılırlar. Bu yüzden Allah Teâlâ’nın arzularını da hak etmiş olurlar. Bununla beraber o kimsenin imanı yine sahihtir. Ameller, yani, namaz, oruç, -zekât ve hacc gibi Allah Teâlâ’nın emir buyurduğu güzel işler ve ibadetler imandan bir cüz’ sayılmaz. Yalnız, imanın kemale erişmesi, olgun bir hale gelmesi ve Allah Teâlâ’nın vaad ettiği nimetlerden bir insanın faydalanabilmesi için ibadet ve amel-i salih yapmak lâzımdır. Kalbde parlayan iman ışığının daimî olabilmesi, insanın imanda sebatına bağlıdırv Böyle bir ışığın her an biraz daha kuvvetini artırması ve etrafını aydınlatması için ibadet muhakkak lâzımdır. Bunun aksi yâni, inanılması gereken şeyleri tasdik ettikten sonra Allah Teâlâ’nın yasak etmiş olduğu işleri yapan bir kimsenin dine ve Allah’a olan kalbî bağlılığı yavaş yavaş zayıflar. Böyle hareket edenler Allah Teâlâ’- nın gazabını üzerlerine çekmekten başka bir iş yapmış olmazlar. Binaenaleyh amel imandan ayrı olmasına rağmen hem imanı kuvvetleştirir ve hem de mü’mini âhiret azabından koruyarak Zülcelâl hazretlerinin nimetlerine eriştirmeye vesile olur.’ İslâmiyetin emretmiş olduğu farzları yerine getirmek her mü’min için bir vecibedir. Bu vecibelerden namaz, oruç gibi farz olduğunu kesin olarak kabul ve tasdik eden bir kimse, bunları yapmaz da harama irtikâp ederse, imandan çıkmış sayılmaz, yine mü’mindir. Fakat imanı kemal bakımından noksandır. Dalları ve yaprakları herhangi bir vesile ile yokedilmiş ağaç yine ağaçtır amma güzelliğinden ve görünüşünden çok şey kaybetmiştir. O haliyle daima kurumaya mahkûmdur. İman da aynen böyledir. Şu halde iman ve amel birbirini tamamlıyan fakat birbirinden ayrı iki unsurdur. Bu iki unsur bir arada bir inaanda bulunduğu takdirde o insan kâmil bir mü’min ve müslim olur. İMANIN SIHHATİNİN ŞARTLARI: Bir insan için kuvvetli bir iman kadar kıymetli hiç bir şey yoktur. İnsanı gerek bu dünyada ve gerekse âhirette saadete götürecek ancak böyle bir imandır. Fakat imanın insanı saadete ulaştırabilmesi* için ömrünün son dakikasına kadar onu elden kaçırmaması lâzımdır. Aksi takdirde âhiret sa- detinden nasibini alamaz. Bunun içindir ki, insan nasıl temiz bîr müslüman olarak doğuyorsa, öyle yaşamalı ve öyle ölmelidir. Hayatta iken gerek dinine ve gerekse imanına zarar verecek her türlü kötü söz ve fiillerden korunması lâzımdır^. Bazı cahil kimselerin yaptığı gibi, dine imana söğmemeli, haramı helâl ittihaz etmemelidir. Yaratılış icabı ağzından veya elinden kötü bir söz veya iş çıkmış ise hemen tevbe ve istiğfar edip Zülcelâl hazretlerinden af dilemelidir. Fıtratı üzere İslâm olarak yaratılan bir kimsenin imanını muhafaza etmesi ve Allah Teâlâ indinde muhafaza ettiği imanının kabule şayan olması için aşağıdaki husulara riayet etmesi lâzımdır. Bu hususları sırasıyle gözden geçirelim: 1 — İman esaslarını Islâm dininden almalıdır: Malûm olduğu üzere Allah Teâlâ indinde yegâne din, İslâm dinidir. Bu itibarla insanın Islâm dininin zarurî kıldığı iman esaslarına inanması şarttır. Geçmiş dinlerden ve bazı felsefî düşüncelerden arî olması lâzımdır. Zira bu gibi düşünceler insana gerek dünyada ve gerekse âhiret hayatında saadet temin edemezler.

2 _ Ehl-i Sünnet itikadına bağlı olmak: İslâm dini, iieriki bahislerimizde görüldüğü gibi birçok fırkalara ayrılmış olup bunların içinden yalnız bir tanesi insanı hidayete götürecek olanıdır ki biz buna fırka-i Naciye veya Ehl-i Sünnet adını veririz. Bu fırka, hakikate ve oluşa en uygun olan inançları ihtiva eder. Her türlü bâtıl ve sapık fikirlerden arınmıştır. Bu yol, Peygamber Efendimizin ve ashabının tâkip ettiği yo!dur. Biz de imanın hakikatlerini bu yola uygun şekilde kabul edersek bu* imanın Allah Teâlâ indinde makbul olmasında hiç bir mahzur kalmaz. 4 — İmanın bütünlüğünü korumak; iman bir bütündür, parçalanamaz. Bu itibarla inanılacak şeylerin hepsine birden iman etmek lâzımdır. Farz olduğunu kesin olarak bildiğimiz hükümlerden bir tanesini inkâr etmek kişiyi imandan mahrum eder. Allah teâlânın ve resûlünün haram kılmış olduğu bir hususu haram kılmayan küfretmiş bir kimse kabul edilir. Zira bu hususta Kur’an-ı Azîmüşşân: «Allah ve peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle ………….. (muhasebe edin.) » (10) buyurmuştur.
4 — İmanda sebat etmek: iman eden bir kimsenin ölünceye kadar mü’min olarak yaşamaya niyet etmesi lâzımdır. Her mü’min kelime-i şehadeti söylemekle Allah Teâlâ’nın emrettiklerini ve peygamberlerin buyurduklarını yapacağına dair söz vermiş sayılır. Binaenaleyh sözünde durması ve sebat etmesi gerekir. «Şimdi inanayım, sonra icabederse dönerim» şeklindeki niyet, makbul ve muteber sayılmaz. Böyle bir düşünce ile hareket eden kimsenin şehadeti kendini kurtaramaz. Bu yolda cennet bulunamaz. Böyle bir iman yavaş yavaş kalbden silinmeğe mahkûmdur. Binaenaleyh yaratana kulluk dinî, aklî ve vicdanî bir borçtur. Allah Teâlâ bizim ancak kalblerimize ve işlerimize bakar. 5 — Cezm-ü yakîn üzere olmak: İman eden bir kimse, kalbinde şüpho ve tereddüde asla yer vermemelidir. İman mes’elelerinde zihninin takıldığı herhangi bir husus olursa, uzun boylu araştırmalara ihtiyaç duyulur durumda olan bu mes’elede «hak ne ise ona inanıyorum» deyip kalbi boşluk ve cehalet içinde bırakmamak lâzımdır. Zira şüphe, insanı yakînden uzaklaştırdığı gibi imanı da bozar. Bilhassa henüz müşahade edemediğimiz ve fakat mevcudiyetini kabul ettiğimiz mes’elelerde imanı sarsacak durumların meydana gelmesi her zaman mümkündür. Halbuki, Cenab-ı Hak’tan bsşka hiçbir kimse gaybı bilemez. Ancak, Allah Teâlâ bazı konularda peygamberine

gaybe ait bazı şeyler bildirmiştir ki, peygamberler dahi bu bildirilenden başkasını bilemezler. Bir insanın gaibden bir şeyler söylemesi veya bir şeyler bildiğini iddia etmesi ve buna inanması insanı küfre götürür. Hemen imanı tazelemek icabeder. Bu hususta Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerîmde:
«Gaybın anahtarları O’nun yanındadır, onları ancak O bilir..» (11) buyurmuştur.
6 — Ye’se düşmemek: İman eden bir kimsenin Allah Teâlâ’ya karşı olan ibadet ve tâatında ümid ile korku arasında ölçülü bir şekilde hareket etmesi lâzımdır. Binaenaleyh, Allah Teâlâ’ya karşı yapmış olduğu ibadet ve yararlı işlerden dolayı muhakkak saadete ereceğine inanmak vfcya bunun aksi, günahlarına bakarak kat’iyyen af olunmıyacağını düşünmek insanı’küfre götürür. Çünkü, bu iki düşünüşten herhangi birinp sımsıkı sanlmakla Allah Te- âlâ’yı mecbur duruma koymak gibi bir hal meydana gelir. Bu ise muhaldir.
Bir insanın korkuya kapılarak ye’se düşmesi ile yaptığı işierden ümide kapılarak azaptan emin bir hale geçmesi iman ve kalb âleminde bir durgunluk meydana getirir. Bu da iman hayatının dengesini bozar. Hareket noktamız daima, ümide kapılırken korkuyu; korkuya düşerken ümidi elden bırakmamak olmalıdır.
Allah Teâlâ, rahmetinden ümidi kesmemeleri hakkında Kur’an-ı Kerîm
de:
«Allah’ın rahmetinden ümidi kesmeyin. Hak Teâlâ bütün kusurları bağışlar. Çünkü O, gafûr ve rahîmdir.» (12) buyurmuştur. / * Ayrıca, mü’min olmıyan bir kimse, son nefesinde azâbı görür ve ondan sonra iman etmeğe kalkışırsa bu da Allah indinde makbul bir iman olamaz. Bu hal imanı darlık lâhzalarına bırakmak sayılır. Büyük kıyâmetin ilk alâmetini görüp de iman etmek aynı şekilde muteber sayılmaz.

Zira o andan itibaren iman kapıları bir daha açılmamak üzre kapanacaktır. 7 — İmandan çıkmayı icap ettirecek bir harekette bulunmamak: Hulûs-i kalb ile imana gelen bir kimsenin-herhangi bir fevrî hareketle imandan çıkar duruma düşmesi iyi karşılanmaz. Bu itibarla gerek haliyle ve gerekse diliyle küfrü icap ettirecek bir harekette bulunmaması lâzımdır. Küfrü icap ettirecek haller o kadar önemlidir ki fıkıh ve ahlâk kitaplarında bunları birer birer tesbit etmek lüzumu hâsıl olmuştur. Başlıcaları şunlardır?: a – Dine, imana, peygambere, kitaba, mezhebe ve mukaddes varlıklara söğmek, b – Dinî hükümlerin hepsinin güzel olduğunu kabul edip yalnız bir tanesini inat ve kibirlilik dolayısiyle yapmamak veya inkâr etmek, yahut da alaya almak, c – Haram olan şeyleri helâl^sayıp yapmak veya helâl olan şeyleri haram olarak tanımak, d – Kötülük niyetiyle sihir yapmak, (iyilik niyetiyle yapılırsa sadece haram olur.) e – Kâhinlere ve falcılara inanmak ve söylediklerini doğrudur diye kabul etmek. Bütün bu hususlarda Allah Teâlâ:
«Ayetlerimizi inkâr ederek yalan sayanlara gelince, onlar cehennemliktirler ve orada daim kalacaklardır.» (13) buyurmuştur. Yukarıda zikrettiğimiz bütün hususlar yani, imandan çıkmayı icap ettirecek hareketler âyetlerle tesbit edilmiştir. Bu âyetlerin zıddına bilerek ve kasden hareket, onları inkâr etmekten sayılır.
TASDİK VE İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR :
Kur’an-ı Kerîm’in ikinci sûresi olan Bakara sûresinin başından yirmi yedinci âyetine kadar zikredilen âyetlerin tedkikinden, iman bakımından insanların üç kısma ayrıldığını anlamaktayız*. Ayrıca tasdik ve inkâr bakımından üçe ayrılan bu insanların durumları uzun uzun izah edilmiştir. Kur’- ân-ı Kerîme göre insanlar: A) Mü’min,

B) Münâfık, C) Kâfir gruplarına ayrılır. A) Mü’min: İslâm dininin iman ve itikad esaslarını gerçekten kabul ve tasdik edenlere mü’min adı verilir. Bu gibi insanlar, Allah Teâlâ’nın:
«Ey nâs, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki sakınanlardan olasınız.» (14) emrine‘uyan kimselerdir. Bu gibi kimseler imanın sıhhatine aykırı bir harekette bulunmadığı müddetçe kâfir sayılmazlar. Re- sûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz:
«İkrar ettiği şeyleri diİi ile inkâr etmeden, kimse kâfir olamaz.» (15) buyurmuştur. Mü’minler, Allah indinde en makbul sayılan İnsanlardır. Allah Teâlâ, onlar hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de:
«Allah’a ve âhiret gününe iman edenlerin, Allah’a ve resûlüne muhalefet eden kimselerle velev ki bu kimseler, onların babaları yahut oğulları, yahut kardeşleri, yahut aşiretleri dahi olsa dostluk ettiklerini göremezsin. Onlar, o kimselerdir ki Allah, imanı onların kalblerine yazmış, onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları altlarından ırmaklar akan cennete sokacaktır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte AHah’ın fırkası bu fırkadır. İyi bilin ki umduğuna erecek, muvaffak olacak fırka Allah’ın fırkasıdır.» (16) buyurmuştur.

B) Münafık: Allah’ın birliğini ve Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) peygamberliğini kabul ettiklerini dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmiyen kimselere münafık adı verilir. Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslü- manlara en fazla fenalığı dokunanlar bunlardır. Ara bozmak ve fesat çıkarmak için müslümanız sözünü kalkan gibi kullanırlar. Bu bakımdan kâfirlerden de kötüdürler.
Allah Teâlâ, Kur’an-ı KerînVinde münâfıklar için:

«İnsanlardan öyle kimseler vardır ki kendileri iman etmiş olmadıkları halde, «Allaha ve âhiret gününe inandık.» derler. Allahı da, iman edenleri de (güyâ) aldatırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatmazlar da yine farkına varmazlar.» (17) buyurmaktadır.
Münâfıklar zâhiren müslüman gibi görünürlerse de kalben eski inançları üzerinde sebat ederler. Bu itibarla Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerîm’de her fırsatta münâfıkları lânetlemiş ve onların durumundan mü’minleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resûlüllaha dahi emir buyurmuştur.
AMah Teâlâ, münâfıklar üzerinde o kadar geniş ve açık bilgiler vermiştir ki bu hususta Münâfıkun sûresini inzal etmiştir. Bu sûre-i celîlede münafıkların sahtekârlıklarından, onların müslümanlığı çiğnemiş olarak görmek için duydukları arzulardan bahseder. Ve:«Onlardan sakın, Allah belâlarını versin…» (18) buyurur. C) Kâfir: Allah Teâlâ’nın birliğine, varlığına ve Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) peygamberliğine inanmıyanlara kâfir denir. Diğer bir târifle Allah’a şirk koşanlara kâfir denir. Kur’ân-ı Kerîm’de müstakil olarak kâfirler

için bir sûre-i celîle vardır. Ayrıca birçok sûrelerde kâfirlerin durumu geniş ve açık olarak belirtilmiştir.
Kâfirler için Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde:

«Allah onların kalblerıne mühür vurdu. Kulaklarına da.. Gözleri de perdelidir. Ve onlar için büyük bir azap vardır.» (19) buyurarak durumlarını açıklığa çıkarmıştır. Ayrıca, imanı küfür ile değiştirenlere acı bir azabın olduğunu ve kâfirlerin günahlarının artması için onlara uzun bir ömrün verildiğini görmekteyiz. Bu hususta Kur’an-ı Kerîm«Sakınf kâfir olanlar kendilerine verdiğimiz mühleti ve ömrü, haklarında hayırlı sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz günahlarını arttırmaları içindir. Onlar için rüsvay edici azap vardır.» (20) buyurmuştur. Böylece kâfirlerin akıbeti gittikçe belirmektedir ki kesin olarak cehennemde ebedî kalacakları:«Onlar cehennem dostudurlar ve ebedî orada kalacaklardır.» (21) âyet-i kerîmesi (19) Kur’an-ı Kerim, Bakara Sûresi, âyet: 7 (20) Kur’an-ı Kerîm, Al-i tmran Sûresi, âyet: 178. (21) Kuram-ı Kerim, Al-i Imran Sûresi, âyet: 116. 1(22) Bu üç tip insandan ba$ka>, bâzı kimseler hakkında fâsık ve fâcir tâbirleri de kullanılır. Bunlardan fâsık kelimesi fısk, füsuk kelimesinden isnı-i faildir. Fısk ve fiisuk kelimeleri lügatte: Mutlaka çıkmak anlamına gelir. Şer’İ ıstılahda ise: Allah Teâlâ’- nııı emrini terk ye O’na isyan etmek, doğru yoldan sapıp çıkmak mânalarına gelir. öyle olanlara da fâsık denir. Fısk iki şekilde olur: 1 — Fiili, 2 — Hem fiilî, hem itlkadi. Fâsık kelimesi kâfirden daha umumidir. Fâcir ise, hem kâfire, hem de fâsıka ıtlak olunur. (Müellif

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir