Avrupa Birliği

1830’da olduğu gibi 1848’de de toplumsal huzursuzluk liberal ve ulusçu ülkülerden olduğu kadar kötü ekonomik koşullardan da kaynaklanıyordu. Devrim kıvılcımları bir kentten öbürüne sıçradı. Ocak 1848’de Napoli’de ayaklanmalar başgösterdi ve bir ay içinde büyük İtalyan kentlerinin tüm ünde ayaklanmalar çıktı. Şubatta Paris’te barikatlar kuruldu ve Louis-Philippe tahttan indirilerek İkinci Cumhuriyet ilan edildi. 1848 boyunca A vrupa’yı, biri yabancı egemenliğine ve M etternich’in baskıcı rejimine karşı, öteki de yetersiz burjuva hüküm etlerine karşı demokratik başkaldırı hareketleri olmak üzere iki ayrı ayaklanma dalgası sardı. Başarılı olsun olmasın A vrupa ülkelerindeki devrimlerin önemli yanı, milliyet­ çiliğin M etternich sistemine son verecek biçimde yükselmesi ve liberalizm ile milliyetçilik arasındaki bölünmenin bu devrimlerle iyice gözler önüne serilmesiydi. İtalya’daki ayaklanmalar, ulusal birlik ve bağımsızlığın sağlanması için gerekli ortak bir heyecanın varlığını, ama bu amaca ulaşmak için seçilecek yollar konusunda görüş birliği olmadığını göstermişti. Tutucu liberaller umutlarını Piemonte ve Sardinya kralı Carlo A lberto’ya bağlamışlardı; K atolik federalistler önderliği papadan bekliyorlardı; Mazzini’nin yandaşları ise demokratik bir cumhuriyet kurm a çabasındaydılar. Bü­ tün bu bölünm eler yüzünden Avusturya İtalya’daki devrimi geç de olsa bastırabildi. Değişik uluslardan oluşan Avusturya içinde ise M ettem ich’in istifası için çıkan ayaklanm alar aynı zamanda yeni bir anayasa iste­ ğinden kaynaklanıyordu. M acaristan’da Lajos Kossuth adlı bir ulusal önder Slavların yer almadığı bir Macar yönetimi istiyordu. A vusturya ve M acaristan’daki bu bölünm eler, bir süre için zayıflamış görünen Habsburg hanedanının 1849’da ordu ve bürokrasiyi yeniden denetim altına almasına yol açtı. A lm anya’da ulusal birlik yanlısı değişik kesimleri barındıran bir meclis Mayıs 1848’de Frankfurt’ta toplandı. Bir yıl süreyle toplanan meclis izlenecek yol konusunda anlaşamadı. Büyük Almanya yanlıları M acaristan dışındaki tüm Avusturya topraklarının birleşmesiyle kurulacak federal bir devlet tasarlıyor, Küçük Almanya yanlıları ise çeşitli Avusturya uluslarının birliğe katılmasının yarardan çok zarar getireceği inancıyla, A vusturya’yı dışlayan ve Prusya önderliğinde kurulacak bir birliği savunuyordu. Katolik Almanlar Avusturya’nın, Protestan Almanlar ise Prusya’nın önderli­ ğini istiyordu. Devrim ler yılı 1848 bittiğinde liberal milliyetçilik A lm anya’da yenilmiş, Avusturya ve Prusya’da askeri yönetimler işbaşına gelmişti. A lm anya’da eski konfederasyon, Fransa’da da Bonapartçılık yeniden canlanmıştı. A m a 1848’de yenilmiş ve 1850’lere değin eskisinden de çok baskı görmüş olmalarına karşın, Avrupalı milliyetçiler artık amaçlarına nasıl ulaşabileceklerini öğrenmişti. Milliyetçilerin neleri göze alabildiğini gören hüküm etler ise onları zor kullanarak ezmek yerine, denetim altında tutabilmenin yollarını arıyordu. M etternich sistemi artık çökmüş, ama 1815’te olduğu gibi 1850’de de krallar ve profesyonel orduları kazanmış, romantikler ve aydınlar kaybetmişti. Katolik Kilisesi de gücünü yeniden kazanmış, özellikle eğitimde ağırlığını duyurmaya başlamıştı. Fransa’da genişletilmiş oy hakkından ve parlamenter kurumlardan vazgeçilmemişti, ama III. Napoleon bunların işlerliğini önemli ölçüde kısıtlamıştı. Parlamenter kurumlar Prusya’da da ortadan kalkmadı. Avusturya’da derebeylerinin ayrıcalıkları geri verilmedi. Artık kralların topluma karşı tutumlan Restorasyon’un geleneksel krallıklarında olduğundan farklıydı. En önemlisi, siyasal ve düşünsel tavırları kaçı­ nılmaz olarak değiştirecek bir ekonomik değişme süreci yaşanıyordu. Balkanlar da yeni ulus devletler. 18. yüzyı­ lın sonlarında OsmanlIların Güneydoğu Avrupa’daki gücü yavaş yavaş çözülüyor, bu bölgeyi nüfuzları altına almak isteyen öteki A vrupa ülkeleri arasında düşmanlıklar bü­ yüyordu. İngiltere ve Fransa, Mısır ve O rtadoğu’ya, Avusturya ve Rusya ise O rtadoğu ve Balkanlar’a göz dikmişti. Bütün bu sorunlar Doğu A vrupa’da, özellikle Polonya ve Y unanistan’da liberal ve milliyetçi akımların gelişmesiyle yeni bir aşamaya girdi. Yunanistan, Osmanlılara karşı İngiltere, Fransa ve Rusya’dan destek görüyordu. Aralık 1832’de Mısır valisi Mehmed A li’nin ayaklanması üzerine, Osmanlı padi­ şahı Rusya’dan yardım istedi. Çar I. Nikolay İstanbul’u savunmak üzere bir ordu ve donanma gönderdi. 8 Temmuz 1833’te OsmanlI Devleti ile Rusya arasında Hünkâr İskelesi Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Boğazlar başka ülkelere kapanıyor ve taraflar saldırı halinde birbirine yardım etmeyi kabul ediyordu. İngiltere ve Fransa bu antlaşmaya karşı çıktılarsa da 13 Tem ­ muz 1841 ’de İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya Osmanlı Devleti ile Boğazlar Sözleşmesi’ni imzaladı. Bu sözleşmenin en önemli yanı Boğazlar’m bütün imzacı devletlerin güvencesi altında savaş gemilerine kapanmasıydı. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti zaten sürdüregeldiği Boğazlar’ı kapalı tutm a politikasından artık gerektiğinde tek başına vazgeçemeyecek ve taraflardan hiç­ biri de Boğazlar konusunda bir başkasıyla ayrı antlaşma yapamayacaktı. Ama bu bölgede her ülkenin ayrı çıkarları vardı; anlaş­ mazlıklar giderek büyüdü, ittifaklar değişti ve sonunda 1854’te İngiltere, Fransa ve Sardinya o sırada Rusya ile Balkanlar’da savaşmakta olan OsmanlIların yanında yer aldı. Kınm Savaşı 1856’da Paris Kongresi’nde imzalanan barış antlaşması ile sona erdi. 1856 Paris Antlaşması ile savaş öncesi sınırlara dönülüyor ve Osmanlı Devleti Avrupa devletler topluluğuna katılıyordu. Toprak bütünlüğünün imzacı devletlerce garanti altına alınması karşılığında padişah ülkede reform yapmaya söz veriyordu. Karadeniz tarafsız hale getiriliyor ve savaş gemilerine kapatılıyordu. Bu antlaşma ile Eflak ve Boğdan da özerklik kazanıyordu. Paris Kongresi’nde varılan anlaşma uzun süreli olmadı. Savaştan en kazançlı çıkan III. Napoleon ve Sardinya kralı olmuştu. 1876’da Sırbistan ve Bulgaristan’da OsmanlIlara karşı ayaklanmalar baş gösterdi. Osmanlı Devleti ayaklanmaları bastırırken öteki devletlerin müdahalesiyle karşılaştı. Rusya OsmanlIlarla savaşa girdi. 1878’de imzalanan Ayastefanos Antlaşması ile Bulgaristan Rusya’nın himayesi altında OsmanlI D evleti’nden ayrılıyordu. Orta Avrupa’daki gelişmeler, 1850-71. Liberalizm ve milliyetçilik arasındaki bölünme ve Avrupa devletleri arasındaki sürtüş­ meler büyük devletler arasındaki ilişkileri yeni bir evreye soktu. Ulus devletleri ve halkların bağımsızlığını savunmak artık bö­ lücü güçlerin değil güçlü devletlerin politikası olmuştu. Diplomasi ve savaş milliyetçiliğin en güçlü silahları haline gelmişti. Ekonomik değişiklikler de bu gelişmeyi güçlendirdi. Özellikle Fransa, İkinci Cumhuriyet döneminde bir yandan yayılıyor, bir yandan da ekonomik açıdan gelişiyordu. Tahiti ve Fildişi Kıyısı’nın ardından Cezayir’i de 1857’de egemenliği altına alan Fransa, Çin’ den Suriye’ye, Batı Afrika’dan Gine kıyılarına kadar keşif seferleri düzenliyordu. 1 Avrupa İçeride ise Bonapartçı gelenek canlanmıştı. Özellikle Paris yeni baştan düzenleniyordu. Bu dönemde Fransa, en güçlü ve en zengin sömürge im paratorluklarından biri oldu. O rta A vrupa’da iki devlet daha Fransa gibi güçlenmekteydi: Kuzey İtalya’daki Piemonte-Sardinya Krallığı ile Avusturya dışında bütün G erm en uluslarının umudu olan Prusya Krallığı. 1852’de Kont Cavour Piem onte’nin, 1862’de de O tto von Bismarck Prusya’nın başbakanı oldu. 1871’e değin bu iki önder O rta A vrupa’nın çehresini değiştirecekti. 1850’de tarım , ticaret ve donanma bakanı olan Cavour, daha sonra maliye bakanlığını da üstlendi ve 1852’de başbakan oldu. Önce ülkenin ekonomik durumunu düzelten Cavour özellikle Kırım Savaşı’ndaki başarısının ardından, askeri harcamaları büyük ölçüde artırdı. 1858’de III. Napoleon’la Avusturya’ya karşı savaşmak üzere anlaştı ve 1859’da A vusturya’yı savaşa kış­ kırttı. Altı hafta süren çatışmadan sonra Avusturya Lom bardiya’yı terk etmek zorunda kaldı. Napoleon Avusturya ile Z ü­ rich’te anlaştı. Cavour Lom bardiya’yı kazanmıştı ama V enedik’i alamamıştı. Fransa’nın Avusturya ile tek yanlı anlaşması, İtalyan devletleri arasında bağımsızlıkları­ nın ve birliklerinin tek güvencesinin gene kendileri olduğu kanısını güçlendirdi. Kuzey İtalya ve papaya bağlı devletler Piemonte’ye katıldılar. Garibaldi ulusal bir kahraman bekleyen halkın desteğiyle Sicilya ve Napoli’yi ele geçirdi. Roma ve Venedik dışında bütün İtalya, Piem onte’nin çevresinde birleşmişti. Şubat 1861’de Torino’da toplanan ilk İtalyan parlamentosu Mart 1861’de Piem onte kralı II. Vittorio Emanuele’yi İtalya kralı ilan etti. Cavour Haziran 1861’de öldüğünde İtalyan birliği Venedik ve Roma dışında tamamlanmıştı. Venedik, 1866’da Prusya’nın Avusturya’yı, Roma ise 1870’te Alm anya’nın Fransa’yı yenmesi üzerine İtalyan birliğine katıldı. Bismarck, Alman birliğine Prusya’nın önderlik etmesi gerektiğini düşünüyordu. Amacına ulaşmak için Avusturya’ya karşı Fransa ve Rusya ile ittifak kurdu. Prusya’nın nüfusu, ekonomik ve siyasal gücü artıyordu. Cavour gibi Bismarck da askeri harcamaları büyük ölçüde artırdı. Parlamenter meclisleri, liberal düşünceleri bir yana bırakarak, düzen, disiplin, hizmet ve görev gibi geleneksel Junker(*) kavramlarını öne çıkardı. Ama işi zordu. 1815’ten beri Almanya büyüklü küçüklü farklı anayasaları olan ve Alman Konfederasyonu’nu oluşturan 38 ayn devlete bölünmüş durumdaydı. Avusturya da konfederasyon içindeydi. Bismarck’ın ilk işi Avusturya’yı konfederasyondan çıkarmak oldu. Bunun için de önce Danimarka’ya karşı Avusturya ile aynı safta savaştı. Daha sonra da İtalya’ya V enedik’i vaat ederek Avusturya’ya karşı İtalya’nın desteğini ve Fransa’nın tarafsızlı­ ğını sağladı. Avusturya yalnız kalmıştı. Haziran 1866’da konfederasyonun feshedilmesini ve yeni anayasayı hazırlamak üzere A vusturya’yı dışlayan yeni bir Alman meclisinin toplanmasını önerdi. 2 Tem m uz’da A vusturya’yı Sadova’da yenen Prusya A ğustos’ta Prag Antlaşması’m imzaladı. Bu antlaşma ile Prusya’nın önderliğinde Kuzey Alman Konfederasyonu kuruldu. Güneydeki Germen ulusları da uluslararası düzeyde bağımsız davranabilme koşuluyla ayrı bir konfederasyon oluşturdular. Avusturya, önderlik savaşından çekildi­ ğini kanıtlar biçimde V enedik’i İtalyanlara verilmek üzere Fransa’ya bıraktı. Savaş Fransa’nın istediği gibi sonuçlanmamıştı, ama Bismarck amacına ulaşmıştı. Avrupa 2 Almanya ve İtalya ulusal birliklerini ger­ çekleştirmeye birer adım daha yaklaşmıştı. Gene bu savaş sonunda Habsburg İm paratorluğu Avusturya – Macaristan İm paratorluğu olarak ikili monarşiye dönüştü. 1870-1871 Fransız – Alman Savaşı Alman Birliği’nin tamamlanmasına yol açtı. Bu sırada III. Napoleon içte ve dışta gücünü yitiriyordu. Fransa, yürürlükteki diplomatik anlaşmalar uyarınca Prusya ve İtalya’dan kaybettiği topraklar karşılığında tazminat istedi. Fransa’nın huzursuzluğunu iyi kullanan Bismarck, Napoleon’u saldıran taraf durumuna düşürerek savaşa girdi. Savaş, İspanya tahtına Hohenzollern hanedanından Leopold’un aday olması üzerine çıktı. İspanya tahtında Alman kökenli bir kralı kabullenemeyen III. N apoleon’un öfkesi, Leopold’un adaylıktan çekilmesinden sonra da sürdü. H er iki ülkede de düşmanlık gelişiyordu. Sonunda Temmuz 1870’te Fransa, Prusya’ya savaş açtı. Fransa yenildi, ama ulusal savunma yanlısı hükümetin Prusya’ya saldırılarını sürdürmesi üzerine savaş Şubat 1871 ’e değin uzadı. Bittiğinde Bismack amacına ulaşmıştı: Ocak 1871’de Prusya kralı I. Wilhelm Versailles’da A lman imparatoru ilan edilirken, güney ve kuzey Germen ulusları da yeni bir anayasa ile birleşiyordu. Fransa’da ise 1871 Paris Komünü’nün ardından ılımlı muhafazakâr Üçüncü Cumhuriyet kuruldu (1875). Rusya, 1856 Paris Antlaşması’nın Karadeniz’in tarafsızlığı hükmünü ihlal ettiğinde, Osmanlı Devleti dışındaki imzacı ülkeler protesto etmekten başka bir şey yapmadılar. A vrupa’ya yeni bir güç dengesi egemen olmaktaydı. Almanya, Fransa’yı, Rusya da Avusturya’yı gölgede bırakarak, en güçlü devletler arasına katılıyorlardı. Sosyalizmin yükselişi. 1850’lerde A vrupa’ da liberalizm ve milliyetçiliğin olduğu gibi sosyalizmin tarihi de yeni bir döneme girdi. 19. yüzyılın ilk yarısında sosyalist düşünceler hem Fransız Devrimi’nin demokratik ülkülerinden, hem de çeşitli idealist ye insancıl akımlardan etkilenmişti. İngiltere’ de Robert Owen, Fransa’da Charles Fourier gibi sosyalist önderleri Sanayi Devrimi’ nin toplumsal adaletsizliklerine, acımasız yaşam koşullarına, örgütsüz emeğin sömü­ rülmesine karşı çıkıyorlardı. İstedikleri, aydın işverenler, kamu bilincinin yükselmesi ve işçi sınıfının maddi çıkarlarını gözetebilecek yeni ekonomik ve siyasal örgütlenme biçimleriydi. En önemlisi, herkes için daha adil bir yaşamın ancak toplumsal düşünce ve alışkanlıkların değişmesiyle gerçekleşebileceğini düşünüyorlardı. Bunun için de umutlarını eğitime ve emeğin özgürce örgütlenebilmesine bağlamışlardı. Yeni bir toplum istiyorlardı. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde sosyalistler devlet müdahalesinden ve yasamadan daha çok medet umar olmuşlardı. Fransa’da Louis Blanc ve İngiltere’de radikal reformcular, işçilerin devletçe korunmalarını öngörüyorlardı. “Çalışma hakkı”nm yanında yoksulluk yardımı, işsizlik sigortası ve işçilere devlet eliyle iş bulunmasını istiyorlardı. Bu önerilerin sahipleri, A m erika’nın sınır boylarına giderek ilkel komünler halinde yaşamayı öneren idealist sosyalistlerden ya da Avrupa başkentlerinde eşitlikçi cumhuriyetler kurmayı amaçlayanlardan ayrılıyorlardı. A ma 1848-49’da hepsi yenildiler. Fransa’ da Auguste Blanqui’nin, Fransa, İtalya ve Belçika’da Filippo Buonarroti’nin ayaklanma girişimleri çok sert bir biçimde bastırıldı. İkinci Cumhuriyet’in 1848 Geçici Hükü- m eti’nde görev alan Louis Blanc’ın çabaları da sonuçsuz kaldı. Başanlı tek sosyalist hareket, Robert Owen’ın önderliğindeki ılımlı sendikacılık ve kooperatifçilik oldu. Bunlar da devrimci ya da siyasal içerikli değildi. Sanayi Devrimi henüz hiçbir yerde geniş ve etkili bir sosyalist devrim için gerekli önkoşulları hazırlamamıştı. Avrupa ülkelerinde oy hakkının genişletilmesiyle, çeşitli ülkelerde oylarıyla gerici güçleri destekleyen köylüler de tutuculuklarını kanıtladılar. Ama bütün bunlara karşın, köyden kente göç sürüyordu ve kentsel nüfusun artması olayların akışını değiştirecekti. 1848’de devrimlerin hemen öncesinde Kari Marx ve Friedrich Engels Manifest der Kommunistischen ParteVi (Komünist Manifesto, 1923, 1979) yayımladılar. Manifesto, önceki sosyalist hareket ve akımların tüm ü­ nü ütopyacı olarak niteliyor ve devrim programını kapitalist toplumun iç çelişkilerinin çözümlenmesi üzerine kuruyordu. Marx ve Engels’e göre, üretim araçlarına sahip olanlarla (burjuvazi) işgücünden baş­ ka satabilecek bir şeyleri olmayanlar (proletarya) arasındaki sınıf savaşının temel nedeni üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetti. Proletaryanın iktidarı devrim yoluyla ele geçirmesi durumunda proletarya diktatörlü­ ğünün kurulacağını, bu diktatörlük altında sınıfsız topluma geçilebileceğini ve belli bir süre içinde devletin sönüp ortadan kalkaca­ ğını ileri sürdüler. Manifesto, 1848’de etkili olmadı. Ama 1850’lerdeki düşkırıklıklarının ardından, Marx ve Engels’in düşünceleri çok daha fazla yandaş bulmaya başladı. 1862’de Londra’da açılan bir sanayi fuarı İngiliz ve Fransız işçi sınıfı önderlerini bir araya getirdi. 1864’e gelindiğinde ise İngiltere, Fransa, Almanya, Polonya, İtalya ve öteki ülkelerin işçi temsilcilerinin katıldığı Uluslararası İşçi Birliği kurulmuştu. Marx’ın tüzüğünü hazırladığı ve düzenli aralıklarla toplanan bu birlik I. Enternasyonalin tem elini oluşturdu. İlk cildi 1867’de çıkan Das Kapitalde, (Kapital, 1975) Marx kapitalizm çözümlemesini derinleştirdi. Birçok ülkelerde, özellikle de anayurdu Almanya’da yandaşlarının sayısı giderek arttı. 1870-71 olaylarının sosyalizm ve komünizmin geleceği üzerinde hem olumlu hem de olumsuz etkileri oldu. Bazı Marksistlerin de katılmış olmasına karşın, 1871 Paris Komü­ nü’nün başlangıçta Marksist olduğu söylenemez. Paris Komünü’nün yenilgisi Fransa’daki tüm sosyalistler ve işçi sınıfı için ağır bir darbe oldu. The Civil W ar in France’da. (Fransa’da İç Savaş) Marx, Paris Komünü’ nü yeni devrimci tekniğin en iyi örneği olarak niteledi ve bir umut belirtisi olarak yüceltti. Öte yandan, İtalya ve Almanya’nın ulusal birliklerini sağlamış devletler olarak belirmesi ve bu ülkelerde sosyalist partilere açık parlamenter kurumların ortaya çıkmasıyla, bir sonraki çeyrek yüzyıl içinde bu iki ülkede güçlü sosyal demokrat partilerin gelişme yolu açıldı. Avrupa dışındaki gelişmeler. Bu dönemde Avrupa dışında da, özellikle uzun dönemdeki etkileri açısından önemli olaylar yaşandı. Japonya 1854’te Kanagava Antlaşması ile dış dünyaya açıldı. Birkaç yıl süren bir kararsızlıktan sonra da 1868’de bağımsızlı­ ğının tek güvencesi olduğu inancıyla Batı tipi bir gelişme modelini benimsedi. Aynı dönemde Çin’de, Osmanlı Devleti’ ninkini andıran bir çöküş ve parçalanma yaşanıyordu. Taiping Ayaklanması sonuçta yabancı devletlerin, özellikle de İngiltere ve Fransa’nın Çin’e müdahalesine yol açtı. Bu müdahaleler sonucunda da ülke ulusal çıkarlara aykırı antlaşmalar yoluyla zorla dışa açıldı. Bu sırada, Ruslar Sibirya’da Amur Irmağını sınır alarak ilerliyorlardı. 1860’ta Büyük Okyanus kıyısında Vladivostok’u kurdular. 1857 Hint A yaklanm asının ardından İngilizlerin Güneydoğu A sya’daki nüfuzu Birmanya ve Siyam’a doğru giderek artıyordu. Bu arada, Mekong Irmağının Çin’e güneydoğudan ulaşabilmek için uygun bir yol olduğunu düşünen Fransa, Koçin ve Kampuçya’da etkinliğini artırmıştı. İngiliz ve Fransızların Am erika kıtasında, özellikle Meksika ve Texas’ta çıkarları vardı. Amerikan İç Savaşı, Fransızların Meksika’ya müdahalesini hızlandırdı. III. Napoleon’un Meksika tahtına AvusturyalI Arşidük Maximilian’ı geçirmesi A B D ’de hoş­ nutsuzluk yarattı. İç Savaş’ın bitmesi ve aynı zamanda birleşmiş bir Almanya’nın Fransa için bir tehdit oluşturması üzerine Napoleon askerlerini M eksika’dan geri çekti. Desteksiz kalan Maximilian yakalanarak idam edildi. III. N apoleon’un müdahalelerinden hoşnut olmayan İngiltere ve ABD, Meksika olayının da etkisiyle 1870-71 Fransız-Alman Savaşı’na kayıtsız kaldılar ve bu savaşta Fransa’yı desteklemediler. SANAYİ DEVRİMİ. Sanayi Devrimi terimi yaygın olarak tarım ve el sanatlanna dayalı geleneksel bir ekonomiden, modern sanayi ve imalat ekonomisine geçişi simgeleyen, üretim sürecine ve üretimin örgütlenmesine ilişkin bir dizi değişimi nitelemek üzere kullanılır. Aynı terim, tarihsel bir dönemi adlandırmak üzere kullanıldığında ise, 18. yüzyıl ortalarında İngiltere’de başlayan ve Ingiltere’nin ardından önce kara A vrupa’ sında sonra da A B D ’de yaşanan ve I. Dünya Savaşı’na değin süren bir ekonomik değişim sürecinin ilk aşamasını niteler. Üretim biçimi ve tekniklerine ilişkin buluş ve yenilikler Sanayi Devrimi’nin gerçekleş­ mesinde en büyük rolü oynadı. Bunlar arasında buhar gücünden yararlanma, makineleşme, maddenin değişik biçimlerine dönüştürülmesini sağlayan yöntemlerin geliştirilmesi ile üretim sürecinin daha kolay denetlenmesine ve daha verimli bir işbölü­ müne olanak sağlayacak büyük işletmeler biçiminde örgütlenme sayılabilir. Bütün bu yenilikler tanm ve ulaşımda da birçok yeniliğe yol açmış, bu alanlardaki gelişmeler gene sanayinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bütün bunların temelinde daha verimli bir üretim için bilgiyi sistemli olarak uygulamaya geçirmek yatıyordu. Sanayi Devrimi’nin ilk döneminde bilgi daha çok deneyimle ediniliyordu. Ama, zamanla saf bilimden yola çıkan uygulamalar başladı. Sanayi Devrimi’nin sonuna gelindiğinde ise birçok alanda kuram, uygulamanın çok ötesine geçmişti. Sanayi Devrimi ilk sanayileşen ülkelerde 19. yüzyılın sonlarında tamamlandı. Sanayi devrimlerini tamamlayan ve yeni teknolojiye geçen ülkeler artık yeni yollar arıyordu. Bazılarına göre ikinci bir Sanayi D evrimi olan bu aşamada da elektrik, içten yanmalı motor, petrol, otomobil, kimyasal ürünler gibi yeni buluşlar önem kazanacaktı. Bütün bu teknolojik ilerlemeler ekonomik büyüme ve gelişmeye katkıda bulundu. Sanayi Devrimi’nin bir sonucu olarak eme­ ğin üretkenliği bazı işkollarında (örn. pamuk eğirme) binlerce, ötekilerde (örn. dokuma, çelik, kimya) yüzlerce kat artarken, üretim maliyeti de aynı ölçülerde düştü. Buna karşılık, yeni buluşların fazla etkilemediği alanlarda (örn. sanat ve zanaat) üretkenlik ya da maliyette bir değişiklik olmadı. Sonuçta, düşük maliyetle daha çok üretilebilen mallara talep ve bu talebi karşılayabilmek için de, o sektörlerde işgücü ve yatırım arttı. Gelir düzeyinin yükselmesi de bu gidişi destekledi. Temel gereksinimler daha ucuza karşılanabildiği için lüks tüketim e daha çok para harcanmaya başlandı. Maliyetlerdeki değişmelerin yol açtığı fiyat değişmeleri, talep esnekliği düşük olan temel gereksinim mallarının dışında kalan malların tüketimini özellikle artırdı. Dolayı­ sıyla tarım dan, yeni teknolojik buluşlardan yararlanarak daha ucuza mal üretebilen sektörlere bir kaynak akımı oldu. Köyden kente göç de böylece hızlandı. İlk sanayileşen ülke olan İngiltere, 18. yüzyılın başlarında 6 milyonluk nüfusuyla orta büyüklükte bir ülkeydi. Ama kendi başına dünyanın en zengin ve en büyük pazarı oluşunun yanı sıra, coğrafi ve yönetsel bütünlüğü ve halkın yüksek satın alma gücü, Sanayi Devrim i’nin ilk bu ülkede gerçekleşmesinde önemli rol oynadı. Daha da önemlisi İngiltere, yeni teknoloji için gereken hamm addeleri denizaşırı topraklarında bulabiliyordu. Hem ülke içinde, hem de dünya pazarlarında İngiliz mallarına duyulan talebin, İngiltere’de üretimin o günkü düzeyi ile karşılanması olanaksızdı. Bu durum madencilikten dokuma sanayisine kadar her alanda teknolojik yeniliklerin itici gücü oldu. Madencilik ya da ağır sanayide gerek duyulan teknolojik gelişmeler büyük yatırım gerektiriyordu. 1698’de Thomas Savery buhar pompasını, 1705’te Thomas Newcomen atmosferik buhar makinesini, 1769’da James W att kondansatörü icat etti. Bütün bunlar ve benzer buluşlar Sanayi Devrim i’ni hızlandırdı. D okum a gibi hafif sanayi dallarında artan talebi karşılayabilmek için gereken yenilikler daha çok üretim sürecinin yeniden örgütlenmesiyle gerçekleşebildi. Fason üretime geçilmesiyle özellikle dokuma sanayisinde üretim artarken maliyetler de düştü. Ama 18. yüzyılın sonlarında artan talep tüccarın verdiği malzemeyi kullanarak mal üreten ve tüccara bitmiş malı geri veren işçilerin üretimiyle de karşılanamaz olunca, teknolojik yeniliklere bu alanda da gerek duyuldu. 1787’de Edm und Cartwright dokuma tezgâhını geliştirdi; 1820’lere gelindi­ ğinde el dokumacılığı artık yok olmaya yüz tutmuştu. Dokuma tezgâhı ile birlikte dokuma fabrikaları kuruldu; köyden kente göç eden nüfusun büyük bölümü bu fabrikalarda çalışmaya başladı. İngiltere’de modern sanayinin hızlı gelişimi karşısında ülkenin o günkü ulaşım sistemi yetersiz kaldı. Kentlerde üretilen çok sayıda malın bütün ülkeye dağıtılabilmesi için yeni yollar yapıldı. Özellikle demiryolu ağının kurulmasıyla işçi dolaşımı da sağlandı. Aynı dönemde, tarımsal üretimi artıran yeni tarım tekniklerinin ve ürün çeşitlerinin geliştirilmesine yol açan bir dizi yenilik oldu. Bunların en önemlisi toplumsal yapıyı da değiştiren çitleme hareketiydi. Kırsal alanda toprakların çitlerle çevrilmesi İngiltere’de ilk kez olmuyordu. 16 ve 17. yüzyıllarda yün elde edilen koyunlara otlak sağlamak amacıyla, ekilebilir alanların neredeyse yansı çitlenmişti. Am a, amacı ve sonuçlan bakımından 18. yüzyıldaki çitleme hareketi öncekilerden farklıydı. Büyük toprak sahipleri dağınık topraklarını ya arada başkalarına ait toprakları satın alarak ya da karşılığında başka yerlerdeki topraklarını vererek birleştirdiler. T anm alanlarının yeniden gruplaştmlması ile dağınık topraklar birleşirken, bu topraklann çitlenmesi ile ortak kullanım hakkı da ortadan kalktı. Kırsal kesimde, sınırlan yalnızca çitlerle değil yasal olarak da belirlenmiş bireysel mülkiyete geçildi. Çitlemenin yüksek maliyetini karşılayamayan küçük toprak sahipleri ile topraksız köylüler ise ya bu yeni büyük alanlarda gündelik tarım işçisi olarak çalışmaya ya da kente göçe zorlandılar. Çitleme hareketi İngiltere’de nüfus patlamasıyla aynı döneme rastladı. Dolayısıyla, çitleme ile tarımsal işgücüne duyulan gereksinim arttığı halde, tarım da iş bulamayan kırsal nüfus fazlası, topraktan ve feodal bağlardan koparak sanayi işçisi olmak üzere kentlere göç etti. 1700’den 1820’ye İngiltere’de tanm üretimi iki katma çıktı, ama iç üretim , talebi karşılayamıyordu. 1770’lerden sonra İngiltere tahıl ithal etmeye başladı. Gene de tüketilen tahılın ancak yüzde beşi ithalat yoluyla sağlanıyordu. İthalatın düşük dü­ zeyde tutulması Tahıl Yasaları olarak bilinen, tahıl ithalatından gümrük alınmasını öngören ve bu yolla İngiliz çiftçisini koruyan yasalarla sağlanmıştı. Tahıl Y asalan 1846’da kaldınldı. 1845-49 arasında serbest ticaret rejimine geçildi. İngiltere’de Sanayi Devrimi tamamlanmış, 19. yüzyılın ortalannda İngiltere ekonomik açıdan en güçlü ülke olmuştu. Öteki ülkeler İngiltere’den sonra başladıklan sanayi devrimlerini daha uzun sürede tamamladılar. İngiltere ile karşılaştırıldığında bu ülkelerin koşulları birçok bakımdan elverişsizdi. Kıtada coğrafi ve siyasal sınırlar işgücü ve mal dolaşımını engelliyordu; orm anlar boldu ama kömür azdı; gelir düzeyi düşüktü; emek ucuz olduğundan emek maliyetini düşürücü önlemler önemli bir değişiklik yaratmadı; toplumsal katm anlar arasında her açıdan olduğu gibi satın alma gücü bakımından da büyük farklılıklar vardı; feodal yapı ve kırsal toplum özellikleri egemendi; geçimlik tanm en yaygın uğraştı; ticaret ve sanayi kırsal alana ulaş­ maya yeni yeni başlıyordu. Bu koşullar altındaki Avrupa ülkelerinde Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesinde devletin katkısı büyük oldu. 18. yüzyıl ortalanndan başlayarak A vrupa’da hükümetler sanayinin gelişmesi için çaba harcadılar, çünkü ekonomik güç ile siyasal güç arasındaki ilişkinin farkındaydılar. Büyüme ve gelişme, yeni iş alanları açılması ve ulusal gelirin artması demekti. Ekonomik güç hem savaş, hem de banş için gerekliydi. Devlet sanayinin gelişmesi için özel giri­ şimcilere para yardımı yapmak, düşük faizli kredi ve borç vermek, vergi muafiyeti sağlamak, kamu yapılarını özel girişimcilerin kullanımına açmak, teknik bilgi yardımı sağlamak, uyulması zorunlu standartlan ve kalite kontrolünü geliştirmek, yeni ürün ya da tekniklerin sahiplerine tekelci ayrıcalıklar vermek, yeterli işgücü ve hazır pazar sağlamak gibi önlemler aldı. Bazı alanlarda (örn. askeri malzeme) devletin kendisi giri­ şimci olurken, çoğu alanda özel girişimi destekledi. O dönemde A vrupa’da burjuvazinin devlet eliyle geliştirildiği söylenemezse de, Avrupa sanayi burjuvazisinin gelişmesinde devlet desteğinin katkısı büyük oldu. Avrupa, fason üretimden makineleşmeye, teknolojik yeniliklerden işin örgütlenmesine kadar birçok alanda Ingiltere örneğini izledi. Ama İngiltere’nin tekelci tutumu ve Fransız Devrim savaşlan sırasında Avrupa ile ticaretinin, Kıta Ablukası yüzünden önemli ölçüde kesilmiş olmasından dolayı İngiltere’deki gelişmeler kara A vrupa’sına geç ulaştı. Yeni teknolojinin kıtada ne ölçüde kabul göreceğini ise ülkelerin kendi ekonomik ve teknolojik düzeyleri, İngiltere ile rekabetleri, göreli maliyetler, ilerici ya da tutucu siyasal baskıların varlığı, hammadde kaynaklan, pazar olanakları ve talebin yapısı gibi öğeler belirliyordu. İngiltere’ nin ardından ilk sanayileşen ülke Belçika oldu. Onu Fransa, İsviçre ve Almanya 3 Avrupa izledi. Belçika ve Almanya köm ür ve m etalürji, Fransa ve İsviçre dokuma ve öteki hafif sanayi dallarındaki üstünlüklerini kullandılar; demiryollan yapımı, her biri için sanayinin gelişimini hızlandıran öğe oldu. 1850’ler ve 1860’larda öteki Avrupa ülkeleri İngiltere’ye yetiştiler. Hızlı ekonomik büyüme ile sıkı korumacılık politikası da terk edilerek serbest ticarete geçildi. Bunda İngiltere’nin serbest ticarete doğru attığı adımlar kadar, 1860 İngiliz-Fransız A ntlaş­ ması gibi ülkeler arasında sermaye dolaşı­ mını ve mali ilişkileri düzenleyen anlaşmalan n da payı büyük oldu. Sanayi Devrimi, başta İngiltere olmak üzere yaşandığı tüm ülkelerde yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal, siyasal ve kültürel yapıyı da değiştirmiştir. Ağır çalışma koşullan, uzun iş saatleri, düşük ücretler, en ağır işlerde bile çocuk emeği kullanımı, yoksulluk ve ölüm, bir yandan teknolojik yeniliklerle beslenen, bir yandan da yoğun emek sömürüsüne dayanan Sanayi Devrimi’nin tanımlayıcı özellikleri olmuş­ tur. Örneğin İngiltere’de kırsal alanlardan kentlere göç eden halkın ücret gelirleri eskisine göre artarken, yüksek fiyatlar ve işsizlikle belirlenen gerçek ücretler (özellikle Fransa ile savaşlar sırasında) çok düşüktü. Kadın ve çocuk işçiler ile küçük işletmelerde ve el dokumacılığı gibi ölmeye yüz tutmuş işlerde çalışanlar en kötü durumdaydılar. Kentlerin alt yapısı kırdan göç karşı­ sında yetersizdi. Büyük bir konut sorunu vardı. Sanayileşme bir sonraki kuşak için daha iyi bir yaşamın koşullannı hazırlarken onu gerçekleştirenleri harcıyordu. İngiliz toplumu Sanayi Devrim i’ne hazırlıksız yakalanmıştı, izlenen laissez-faire politikasının faturasını da gelişen sanayi burjuvazisi değil işçi sınıfı ödemekteydi. Rom antizm ve Gerçekçilik – Fransız Devrimi’nin mirası. Yığınlarca insanın umutları ya da korkulan, 1789 Fransız Devrimi’nin patlak vermesiyle tam bir açıklığa kavuştu. Bu yüzden 19. yüzyıl kültür tarihini Fransız Devrim i’nden başlatm ak uygun sayılır. İnsan hakları, halk egemenliği ve bu iki ilkenin evrensel olarak uygulanabilirliği gibi Fransız Devrim i’nin çağımıza mirası olan düşünceler, modern kültür tarihini de önemli ölçüde belirledi. Halk egemenliği düşüncesinin 19. yüzyıldaki karşılığı kültürel milliyetçilik oldu. İktidarın kaynağının halk olduğu bir kez kabul edildikten sonra, artık kozmopolit bir Avrupa uygarlığı düşünülemezdi. Kültürün yaratıcısı ve biriktiricisi yalnızca eğitim görmüş, seçkin bir zümre değil, o ulusun halkının tümüydü. Devrim sonrasında, Avrupa ülkelerini kapsayan tek bir “yüksek” kültürün yerini, yaygınlığı kadar yalınlığından ötürü de popüler olan bir dizi ulusal kültür aldı. Özellikle Almanya ve İngiltere’ de halk edebiyatı, halk şarkıları, efsaneler, baladlar ye lehçelere karşı büyük bir ilgi uyandı. İngiltere ve A lm anya’nın kendi kaynaklarına dönme isteği, Fransa’nın son bir yüzyıldır kültür alanındaki egemenliğine karşı bir tepkiyi de içeriyordu. Devrimle birlikte, Aydınlanma Usçuluğunun baskı altında tuttuğu duyguları serbest bırakmaya, gerçeğin dile getirilmesine ve yalınlığa karşı içtenlikli bir istek doğdu. Bu duyarlılığı yansıtan iki 18. yüzyıl yazan, Richardson ve Rousseau’dur. Richardson’ m romanları, yüksek kültüre karşı yalın duygulann simgesi olarak kabul edildi ve Fransa’nın en çok okunan kitapları arasına girdi. B unlan Rousseau’nun Julie, ou la nouvelle Heloise’ı (1761; Julie Yahut Yeni Avrupa 4 Heloise, 1943-45), D iderot’nun burjuva oyunları, Beaumarchais’nin Figaro tipini geliştirdiği yergili komedileri ve Restif de la B retonne’un köylüleri konu alan anlatıları izledi. Kent ve saray yaşamıyla bozulmamış basit insanların mutluluklarını ve güçlü duygulannı ele geçirme isteği ile birlikte edebiyat, büyük haksızlıkları, olağanüstü erdemleri,kahramanca özverileri oldukça gözü yaşlı bir duyarlılıkla anlatmaya koyuldu. Devrimin her şeyi basitleştirme eğilimine bağlı olarak popülist bir devrimci üslup gelişti. Eşitlik ilkesinin, yalınlık ve içtenlik kavramlarıyla pekişmesi kardeşlik kavramı­ nı doğurdu. Buna “yurtseverlik” kavramı­ nın eklenmesiyle de, Fransız Devrimi’nin düşünce çemberi tamamlandı. Popülizmi besleyen duygu ve düşüncelerin en önemlilerinden biri de, “birey hakları” ya da “doğal haklar” kavramı ve buna bağlı olarak gelişen bireycilikti. Tüm bu inançlarla birlikte bin yıllık toplumsal düşüncenin ağırlık merkezi kaydı ve geleneğin yerini yenilik aldı. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, yurtseverlik, bireycilik, popülizm, yalınlık ve doğallık gibi güçlü sözcüklerin içeriği, yeni bir çağın eşiğindeki A vrupa’nın kültürel durumunu sergiler. Ama bütün bu düşünceler, hem birbirini etkileyerek değişime uğradı, hem de yayıldıkları ülkelerin koşullarına uyarlandı. Örneğin, Devrimin en etkin evresi olan 1789-1804 arasındaki dönemi belirleyen güçlü kişiler, Roma tarihi ve Plutarkhos’un önemli yer tuttuğu klasik bir eğitim almışlardı. Buna bağlı olarak da, Roma tarihinden alman simge ve mitler siyasal olduğu kadar kültürel bir ifade aracı olarak da kullanılmaya başladı; Roma tarihine dayanan bir simgesellik, resimde yeni bir üslubun gelişmesine yol açtı. Mehul ve Gretry gibi müzikçilerle birlikte resimde David, yeni gelişen popülizmin gereklerine uygun bir sanatın örneklerini verdi; sarayın istekleri aşılarak ulusun isteklerine yanıt verildi. Chenier’nin odları dışında, şiir alanında önemli bir ürün çıkmadı. Edebiyatın öteki alanları ile tiyatro ve müzikte de dönemin gerçekliğini yansıtmak kaygısını güden, ama kalıcı olmayan yapıtlar verildi. Böylece Fransa’da devrimci sanat, birkaç resim ve müzik parçası dışında kendi yüce amaçlarına denk bir sanat yaratamadı. Romantizm sözcüğünün içeriği ve Romantik Akımın gelişimi ülkelere göre farklılıklar gösterir. Örneğin, G oethe’nin olgunluğa eriştiği 1770’ler, İngiliz romantik şairlerinin doğum yıllarıdır. Fransız, İtalyan, Rus, PolonyalI ve İspanyol romantikler ise İngiliz şairlerin meslek yaşamlarının yarısını tamamladıkları 1800’lerde doğdular. Bu farklılıklardan ötürü, Almanya’da Romantismus terimi dar bir şairler topluluğunu belirtir; Goethe ve Schiller ise klasik olarak sınıflandırılır. Polonya ve Rusya’da da, başka ülkelerdeki romantiklere benzerlik gösteren birçok yazar klasik sayılır. Romantik Akım, 1789-1848 arasında ilk evresini tamamladı. Tek tek ülkelerin farklılıkları bir yana, Avrupa kültürü bir bütün olarak düşünüldüğünde, yarım yüzyılı aşan bu zaman dilimi içinde bütün sesler orkestraya katılmıştı. Romantik Akım öncelikle 18. yüzyıl Usçuluğuna bir tepkiydi. Romantizm ile birlikte çok çeşitli görüşler ve tavırlar gelişti; kişinin içe dönmesi, doğa sevgisi, ortaçağın yeniden keşfi, sanat kültü, değişik kültürlere ilgi, dine dönüş, sonsuzluk özlemi, aşırı duygusallık, duygunun yüceltilmesi ile siyaset alanında liberal, tutucu, gerici ve ütopyacı sosyalist görüşler serpildi. Bu çeşitli ve çoğu birbiriyle çelişen eğilimleri birleştiren ve Romantik Akımın temel özelliği sayılan tavır ise bireyciliktir. Yaratıcı düş gücünü harekete geçiren ve bireyci felsefeyi haklı çıkaran insanın simgesi olarak Napoleon, bu dönemde önem kazandı ve yeni insanın modeli oldu. Romantizm, İngiltere ve Almanya’da 1790’larda gelişti ve en önemli yapıtlarını verdi; İngiltere’de Blake, Wordsworth ve Coleridge, Almanya’da da G oethe, Schiller, H erder, Jean Paul (Richter), Beethoven, Tieck, W ackenroder, Hölderlin, Schelling, Schleiermacher ve Shakespeare’- in yapıtlarının Almancaya çevrilmeye baş­ lanması yeni çağın başlangıcını haber verir. İtalya, Fransa ve Rusya’da ise 1820’ler, Romantizmin oluşum yıllarıdır; Rusya’da Puşkin, İtalya’da Manzoni, Leopardi ve edebiyat kuramı alanındaki tartışmalar, Fransa’da Vigny, Victor Hugo, Mme Desbordes-Valmore ve Lamartine’in şiirleri ile Delacroix’nın resimleri, Berlioz’un ilk besteleri ve Balzac’ın Les Chouans\ (1829; Şuanlar, 1977) Romantizmin ilk yapıtlarını oluşturdu. Son olarak da, şair ve yazar Mickiewicz ile Polonya, Rivas, Espronceda, Jose de Larra ve Zorrilla’nm yapıtlarıyla da İspanya 1830’larda Romantizm içindeki yerini aldı. Romantik Akımın temel amacı, Klasikçili- ğin kayıtsız kaldığı ya da stilize ettiği deneyimleri yakalamaktı. Bu, bir anlamda Gerçekçiliğin de ilk yükselişi sayılır. Örneğin Byron ve Scott gibi birbirine çok aykırı iki yazar, ortaçağdan ya da uzak ülkelerden söz ederken olgusal ayrıntıları gerçekçi bir biçimde vermek zorunluluğunu duyuyorlardı. 1830’larda Shakespeare’in yeniden canlanması, Fransa’nın kültür egemenliğine ve tiyatronun saray ile aristokrasinin beğeni kalıpları içinde kalmasına bir tepkiydi. Ama bu canlanmaya ve yenilikçi duygulara kar­ şın, Shelley’nin CencVsi, Byron’ın Manfred’i ve Kleist’ın birkaç oyunu dışında, Romantizm tiyatro alanında önemli yapıtlar vermedi; daha çok tiyatro dışındaki alanlarda gelişti. Görünürdeki gerçekliği sanata dönüştürmek için yeni araçlar bulmak ve yeni ayrıntılar aramak, David’den sonraki bütün ressamların uğraşı oldu. İspanya’da Goya, Fransa ile savaşın korkunçluğunu ve soyluların sıradanlığını yansıttı. İngiltere’de Constable, o dönemin ölçülerine sığmayan bir canlılık ve parlaklıkla kır manzaralarını işledi. Gericault, bir salın üzerinde ölümle pençeleşen kazazedeleri resmettiği “Medusa’nın Salı” adlı tablosuyla Parislileri şaş­ kınlığa uğrattı. Delocroix, çağdaş görüntü­ leri canlı bir gerçekçilikle ele aldı ve İzlenimcilik öncesi bazı teknikleri keşfetti. J. M. W. Turner da, gerçekçilik arayışı içinde İzlenimciliğe yöneldi. Resimde görülen bu değişim, heykelcilik ve mimarlığı etkilemedi. Yalnız Zafer Takı’nın (Paris) üzerindeki Marsilya kabartmasını yapan Rude ile hayvan heykelleri ustası Barye bazı yenilikler getirdiler. Mimarlıkta ise, Pugin ile Viollet-le-Duc yeni üslubun ipuçlarını yakalamış ve demir konstrüksüyonun günün birinde basit işlevselli­ ğin ötesine geçerek yüksek bir sanat oluşturacağını görmüşlerdi. Ama mimarlıkta yeniliğin tohumları demiryolu yapımında atıldı. Brunels ve Robert Stephenson’m tasarladığı tünel, köprü ve terminaller çok başarılı oldu; 20. yüzyıl mimarlığında beton ve çelik kullanımını etkiledi. Romantiklerin keşfettiği yeni yaşantı alanları, şiirle iç içe olduğundan, müziğe de yansıdı. G oethe’nin Beethoven ve Berlioz üzerindeki, Alman halk öykülerinin W eber, Schumann ve Schubert üzerindeki etkileri büyüktü. Öte yandan bu dönemde piyano ve nefesli çalgılarda teknik yönden büyük bir ilerleme oldu. Chopin, Mendelssohn, Glinka ve Liszt gibi rom antik besteciler günümüzdekilere çok yakın çalgılardan ve çağdaş orkestradan yararlandılar. Bireyin araştırılması ve içe bakış, Rom antizmin temel özelliğidir. G eothe’nin Fau s fu, romantik içe bakışın ilk örneğini oluşturur. Bu özelliğiyle Romantizm, modern edebiyat ve düşüncenin hazırlayıcısı olmuştur. Blake, W ordsworth, Keats, Leopardi, Stendhal, Benj amin Constant, SainteBeuve, Heine gibi 19. yüzyıl yazarları olmaksızın Freud ya da Joyce’un ortaya çıkması beklenemezdi. Siyasal tercihlerindeki bütün farklılıklara karşın, Romantik Dönemin yazar ve düşü­ nürlerinin başlıca konusu insanlığın kurtulu­ şuydu. 1790’larda, İngiliz yazar Edmund Burke, Reflections on the Revolution in France’i (Fransız Devrimi Üzerine D üşünceler), Fransız yazar Joseph de Maistre ise Considerations sur la France\ (Fransa Üzerine Düşünceler) yayımladılar. Devrim konusundaki derin görüş ayrılıklarına karşın, her iki yazar da devrimin sürekli olduğunu ve aşağılanan insanların eşitlik ve özgürlük isteklerinin önüne geçilemeyeceğini savunuyordu. 19. yüzyıl başından 20. yüzyıl ortalarına değin İtalya, Almanya, Polonya, Rusya, İspanya, Portekiz ve Güney A m erika’da özgürlük adına savaşlar bir salgın gibi yayıldı. İnsan haklarının genişletilmesi ve yazılı anayasa talepleri yükseldi. Bu sıralarda sabotaj ve grev gibi olaylarla sanayileş­ menin yarattığı ilk huzursuzluklar da görülmeye başladı. Yaşananlara bağlı olarak devrimci kuram da büyük bir ivme kazandı. 1810’da, işçilerin sömürülmesi, sanayi toplumlarında insan yaşamının değerini yitirmesi gibi konular tartışılmaya başlamıştı. 1832’de “sosyalizm” ve “sosyalist” sözcükleri kullanılmaya başladı. Saint-Simon ve Robert Owen gibi ütopyacı sosyalistler, toplumdaki eşitsizlikleri gidermek için reform tasarıları, Leroux, Cabet ve çeşitli görüşlerden komünistler de devlet kuram ları geliştiriyorlardı. Proudhon, devleti ve özel mülkiyeti tümüyle reddediyordu. İngiltere’de Yararcılık felsefesini başlatan Bentham ve Mili hukuk sisteminde reform yapılmasına önayak oldular. Devrim düşüncesi kadar evrime duyulan inanç da, 19. yüzyılın temel özelliklerinden biridir. Biyolojiyi temel alan ve kalıcı toplumsal değişimin devrimle değil, yavaş ve küçük adımlarla gerçekleşeceğini öngö­ ren Evrimcilik, toplumların gelişme ve de­ ğişmesinin canlı varlıklarınki gibi doğal ve organik olduğu görüşünü savunuyordu. 1749’da yayımlanmaya başlayan Historie naturelle, generale et particuliere (44 cilt; Genel ve Özel Doğa Tarihi) adlı yapıtıyla Buffon zooloji alanında evrim kuramını açıklıyordu. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Charles Darvvin’in dedesi Erasmus Darwin ile Lamarck da evrim kuramlarını geliştirmişlerdi. 1830-33 arasında jeolog Lyell, yeryüzündeki oluşum ve değişimleri benzer bir kuramla açıklıyordu. Ayrıca, evrim düşüncesi topluma da uygulanıyor, devlet bir organizmaya benzetiliyordu. Bireycilik, gerçekçilik, tutkulu bir hayal gücü ve içe bakışın egemen olduğu 19. yüzyılda, 17. yüzyıla damgasını vuran mekanik ve matematiğin yerini doğal olarak biyoloji ve canlı organizma modeli almıştı. Ö te yandan bir önceki çağın “ilerleme” kavramı da evrim düşüncesiyle bağdaşıyordu. Romantik çağda fizik alanında da ilerlemeler oldu. Enerjinin biriktirilmesi, ısının mekanik karşılığının gösterilmesi bu yüzyılda gerçekleşti. Fiziksel antrolopoji bilimi doğdu. Am a çağa damgasını vuran, 1838- 39’da Schleiden ve Schwann tarafından geliştirilen hücre kuramlarıydı. Mikroskopik varlıklar, hücrebilimi ve kalıtım gibi konularda da büyük ilerleme kaydedildi. 19. yüzyılda A vrupa, bir yandan bilimde ilerlerken bir yandan da manevi yapısını koruyabilmesini, Kant ve onu izleyen idealist filozoflara borçludur. Bilginin somut ve kanıtlanabilir olduğunu savunan Kant, Aydınlanma Dönemi düşünceleri ve Rousseau ile yaklaşan çağın düşünsel gereksinmelerini bir senteze ulaştırarak yarım yüzyıl boyunca Avrupa felsefesinin temel kaynağı oldu. K ant’ın izleyicileri sayılan Fichte, Hegel ve Schopenhauer onun düşüncesini değiştirerek geliştirdiler. Algılanan nesne ile düşü­ nen özneyi ayıran bu düşünce okulu, Alman İdealizmi adını alır. Büyük tarihsel oluşumu açıklayabilmek için bir değişim mantığı kurmayı amaçlayan Hegel de, evrim ve ilerleme düşüncesine dayanıyor, bütün insanların özgürlüğe kavuştuğu an tarihin nihai hedefine ulaşılacağı­ nı düşünüyordu. Genç Hegelcilerden Kari Marx ise H egel’de örtük olan bu vaadi, bambaşka bir temele oturtacaktı. Fichte, Kantçılığı bireyciliğin en uç noktasına çekti. Schelling ise, bütün yaratıcı enerjinin doğa olduğunu, insan bilinçliliğinin doğadan kaynaklandığını öne sürdü. Fransa’da C hateaubriand ve Lamennais’ nin, Almanya’da Schleiermacher’in yapıtlarıyla ve İngiltere’de Yeni Katolik H areketi ile birlikte 1800’lerde dine karşı ilginin arttığı görülür. Ama bu ilgi, Fransız Devrimi’nin laikliğinden çok 18. yüzyılın tanrıtanımazcılığı ve maddeciliğine karşı bir tepkiydi. Geleneksel dinsel yaşamın sağlayaca­ ğı manevi zenginlikler karşısındaysa iki seçenek vardı: Bilimsel Olguculuk ve sanat kültü. Olguculuğun yaratıcısı Auguste Comte’a göre, fizik bilimlerinden toplum bilimleri doğmuştu; insanlar toplumu anladıkça nasıl yaşamaları gerektiğini öğreneceklerdi. “Toplumbilim” sözcüğünü ilk kullanan da Com te’tu. Batılı aydının iç dünyasına seslenen ikinci bir seçenek olan sanat kültü ise, Olguculuktan daha güçlü bir konumdaydı. 1820’lerin rom antik kuşağı için sanat, gittik­ çe daha toplum karşıtı bir anlam kazanmaya başladı; “sanat sanat içindir” ilkesi, sanatı toplumun ve devletin yargıcı haline getirdi. G auteir’nin Mademoiselle de Maupin (1835) adlı romanı, bu yaklaşımın en iyi örneğidir. Yüzyıl ortalarına doğru A vrupa, büyük siyasal ve toplumsal çalkantılara sahne oldu. 1848 devrimleri, savaş, darbe ve sürgünlerle geçen 1848-52 arasındaki dönem, evrime duyulan inancı derinden sarstı. Rom antizmin yüksek umutları top ateşleri altında sönmüştü. A rtık sonsuzluk ve kahramanlık düşüncelerinin yerini katı bir temkinlilik ve gençlik hülyalarından kurtulm a isteği almış­ tı. Aslında Romantizmin tikel olana yönelmesi ve kesinlik tutkusu da bir gerçekçilikti, ama bir kez daha düş kırıklığına uğram amak için gerçeklik artık yalnızca görülebilir dünyayla, sıradan, olağan şeylerle sınırlanı­ yordu. Marksizm, iradeyi öne çıkaran daha önceki sosyalizm anlayışlarından farklı olarak, sınıf ve üretim ilişkileri gibi kavramları temel alarak “bilimselliği” vurguladı. Kesinlik arayışı, yüzyılın ortalarında M addeciliğe dönüştü. Nesnellik ve bilimselliğin önem kazanmasıyla birlikte Alman düşü­ nürler İdealizmi eleştirerek, bilinçlilikle kimyanın eşdeğer olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Düşünce ve analojinin tek modeli gene makine oldu. Katı bir Realpolitik anlayışın yanı sıra D anvin’in doğal seçme savı da yaygın olarak benimsendi. Darwin’ in kuramının incelikleri bir yana bırakılarak, mekanik bir evrim kuramı bütün düşünce alanlarında egemen oldu. Öte yanda, Maddecilik her şeyin üzerine büyük bir kuşku gölgesi getirmişti: Termodinamiğin ikinci yasası güneşin soğuyacağını ve bütün evrenin hareketsiz madde parçacıkları halinde dağılacağını kanıtlıyordu; Huxley ve Tyndall ise insan ve hayvanların atomlar kadar özerk ve amaçsız devinimlerini anlatıyorlardı. Bilinçlilik, artık bir yanılsama olarak görülüyordu. Kuşkusuz her Avrupalı, dönemin egemen düşüncelerine katılmıyordu. 19. yüzyıl ortasında uygarlığı ayakta tutan da Maddecilik ve Gerçekçiliğin yadsıdıklanydı: Dinsel inançlar, toplumsal ve medeni alışkanlıklar, ahlaksal sorumluluk öğretisi, bilinçlilik ve iradenin var olduğu umudu topluca Victoria dönemi ahlakı olarak adlandırılır. Bu dö­ nemde, endüstri makinesinin işlemesi için katı, insanlık dışı bir disiplin gerekiyordu. Bunun için öz saygı kavramı putlaştırılarak başıboşluğun önüne geçilmeye çalışıldı. Güçlü bir ahlakçılıkla hem insanın kendi içinde, hem de edebiyatta cinsellik bastırıldı. Bütün bunlara ikiyüzlülük ve aldatmaca olarak sert bir biçimde karşı çıkıldıysa da, 1848 devrimlerinin sona erdiği bir ortam da geleneğe sarılanlar gene de en güçlü dönem ­ lerini yaşıyorlardı. Darwin aracılığıyla evrimin “kanıtlanm ası” , siyasal ve toplumsal ilerleme için de bir umut ışığı oldu. Evrimciler kadar bilimsel sosyalistler de, doğal yasaların sonucunda ortaya çıkacak gelişmeleri, insan iradesiyle hızlandırmayı amaçladılar. Çalışan kitlelerin hızla örgütlenmesi, oy hakkının genişletilmesi, gizli oy hakkı, sendikaların yasallaşması, Katolik toplumsal hareketin başlaması, parasız ve zorunlu öğrenim, ekonomik liberalizmin kötülüklerini ortadan kaldırmayı amaçlayan Tory demokrasisi, bireysel ve toplumsal refahı güvence altına alan yasalar, devlet eliyle yaşamın laikleşmesi, kilisede liberal akımlar ve basımn yaygınlaş­ ması gibi Gerçekçiliğin ışığında ortaya çıkan gelişim ve istekler, A vrupa’da demokrasinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu. Edebiyattaki Gerçekçiliğin en iyi örnekleri, Flaubert’in yapıtlarıdır. Gerçekçilik kadar onu üzerinde yükseldiği toplumun da hem modeli, hem de eleştirisi olan Madame Bovary’nin (1857, 2 cilt; Madam Bovary, 1956,1960) kişileri sıradan insanlardır, yazar anlattığı olaylara karışmaz ve tıpkı bilimde olduğu gibi nesnel bir gözlemcidir. Resim ve heykeldeki değişim ise daha yavaş oldu. Fransız manzara resminde G er­ çekçiliği hazırlayan Barbizon O kulu’nun “açık-hava” resimleri, kuru, sıradan ve amaçsız oldukları için eleştirildi. Ama asıl gerçekçi resimler için C çurbet ve M anet’yi beklemek gerekiyordu. İngiltere’deyse ger­ çekçi eğilimli ressamlar kendilerine OnRafaellocular adını verdiler. Rafaello öncesi ustalara dönerek resimde biçimsel sağ­ lamlığa, parlak renklere, doğal pozlar ya da gruplamalara ağırlık verdiler. Yenilik, konuda değil resmin işlenişindeydi. O kur kitlesinin ve izleyicilerin sayısının artmasına bağlı olarak yeni bir sanat türü gelişti. Gelişen istekleri, kitaplıklardan ödünç alman birkaç ciltlik romanlar ya da dergilerde çıkan tefrikalar karşılamaya baş­ ladı. Edebiyatta eski ya da yeni ne varsa basitleştirilerek bu alıcı kitlesinin önüne sürüldü. Yaşama ilişkin gerçekleri açıklayan sayısız roman yayımlandı. Bunların resimdeki karşılığı da renkli taşbaskılanydı. Gerçekçilik çağında müzik opera demekti. Yüzyılın ortalarında M eyerbeer ve başkala- 5 Avrupa n , gerçekçi sahneleme anlayışına uygun bir müzik ürettiler. Bazen rom antik bir besteci olarak da değerlendirilen Richard W agner, bir nesneyi, kişiyi ya da düşünceyi belirten laytmotifleri kullanışıyla Gerçekçiliği operaya uygulayan kişi oldu. Ayrıca bak. Gerçekçilik, Romantizm. ÇAĞDAŞ DÖNEM. 19. yüzyıl boyunca ekonomik değişimin uluslararası olaylar üzerinde belirleyici bir etkisi oldu. Yüzyıl başlarken dünya ticaretini eline geçirerek Avrup a’nın önderi haline gelen Ingiltere, Sanayi Devrim i’nden geçen ilk ülke olarak, büyük im paratorluğundan da yararlanıp egemenli­ ğini dünyaya yaydı. Ama 1870’ten sonra İngiltere’nin üstünlü­ ğünü tehdit eden yeni güçler A BD , Japonya ve Almanya sahnede belirdiler. Özellikle deniz kuvvetlerini büyük bir hızla geliştiren Almanya, uluslararası siyasetin merkezine yerleşti. Bu yüzyılda Avrupa nüfusunun önceki yüzyıla oranla üç katm a çıkmasına karşın, sanayileşmede gerçekleşen büyük gelişmeden ötürü kitlelerin refah düzeyi de yükseldi. Gelişen teknolojiyle birlikte yaşam standartları yükseldi. Genel eğitim yaygınlaştı. Basın-yayın ucuzladı. Devlet yönetimi ayrı­ calıklı bir azınlığın işi olm aktan çıktı. Ancak demokratik bir ortam da dış politikanın yürütülmesi de giderek, kitlelerin milliyetçi önyargıları ve coşkularıyla oynayan demagogların eline kaldı. Ağustos 1914’te patlak veren I. Dünya Savaşı bunun çarpıcı bir örneğidir. ABD ve Japonya dışında Avrupa kültürü­ nün hem bilimsel, hem sanat alanında sağladığı egemenlik, Avrupa’nın uygarlık demek olduğunu ileri sürenlerin savlannı güçlendirdi. Sağladığı “dehşet dengesi” nedeniyle silahlanma barışın güvencesi olarak gösterilmeye başladı. 1914’te savaşa katılırken Avrupa halkları ve hükümetleri Avrupa Çağı’mn sonunu başlatmakta olduklarını akıllarından bile geçirmiyorlardı. Bismarck dönemi (1870-90). Alman şansölyesi Otto von Bismarck soyut ilkelere aldırmayan pratik bir devlet adamı olarak, PrusyalI Hohenzollern hanedanı egemenliği altında birleştirdiği Almanya’nın bu konumuyla yetinmek amacındaydı. Tutucu bir insan olmasına karşın, Almanya’nın ilerlemesinin saldırgan politikalarla değil, barış ve statükonun korunmasıyla gerçekleşeceğine inanı­ yordu. Almanya’nın Fransa’dan başka düşmanı yoktu. Bismarck ise yalıtılmış durumda bırakıldığı sürece Fransa’dan korkulması gerekmediğini düşünüyordu. Fransa’da cumhuriyetçi bir hüküm eti, hatta bu ülkenin denizaşırı emellerini destekliyor, böylelikle düş­ manının dikkatini R en’den uzak tutmayı umuyordu. İngiltere’nin imparatorluk tekeline ise ses çıkartm amaktan yanaydı. Bismarck’ın Rusya’yla ilişkileri iyiydi. Avusturya-M acaristan İm paratorluğu’nun Macaristan kesiminin Balkanlar’la ilgilenmesi Avusturya-Rusya arasındaki bir rekabete yol açmıştı. Bismarck, Sırbistan’ın Avusturya’ya, Bulgaristan’ın da Rusya’ya bırakılarak bu sorunun çözülmesini istiyordu. 1873’te Almanya, Rusya ve AvusturyaMacaristan arasında bu düşüncelerle gerçekleştirilen Dreikaiserbund’un (Üç İmparator Birliği) vardığı uzlaşma uzun ömürlü olmadı. 1876’da Osmanlı egemenliği altındaki Balkanlar’da patlak veren Bosna ve Bulgaristan ayaklanmaları hem Avusturya ile Rusya’nın anlaşmazlığa düşmesine, hem de 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na (93 Harbi) Avrupa 6 yol açtı. Savaşı kazanan Rusya, Ayastefanos Antlaşması’yla (1878) Balkanlar’da bü­ yük kazançlar sağladı. Özellikle İngiltere’ nin kararlı muhalefeti üzerine, bütün Avrupa ülkelerinin katıldığı 1878 Berlin Konferansında antlaşmanın yeniden gözden geçirilmesi sonucunda, ilk antlaşma ile Rusya’ nın kurduğu Bulgaristan Devleti’nin sınırları daraltıldı. Bosna ve Hersek Avusturya’ ya, Kıbrıs “geçici” olarak İngilizlerin işgaline bırakıldı. 1879’da kurulan Almanya-Avusturya ittifakı Alman dış politikasının temel taşı haline geldi. Dreikaiserbund, Bismarck’ın çabalarıyla iki yıl sonra canlandırıldıysa da, bu kez de Bulgaristan’la Sırbistan arasında çıkan savaş nedeniyle dağıldı. Avusturya’ nın Sırbistan’ı diplomatik bir müdahale ile kurtardığı bu savaş, Avusturya’yı dış politakasının temel taşı yapan Bismarck’ı Rusya ile olan ilişkileri bakımından güç durumda bıraktı. Ama bir Fransız-Rus ittifakından korkan Bismarck, 1887’de Rusya’yla G ü­ venlik Antlaşması’m imzaladı. Bismarck İtalya’ya fazla önem vermiyordu. Ama İtalya’nın Fransa’yla birleşmesini önleyerek Avusturya’nın ardını sağlama almak için İtalya ve Avusturya ile 1882’de Üçlü İttifak’ı kurdu. Yeni emperyalizm. 1878’de Berlin’de, Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Tunus’un Fransızlara bırakılması öngörülmüş olmakla birlikte, İtalya da bu ülkeyle ilgileniyordu. 1881’de Fransa Tunus’u koruması altına alınca bundan tedirgin olan İtalya, ertesi yıl Üçlü İttifak’a katılmıştı. 1870’lerde hem Fransızlar hem İngilizler Mısır’la ilgilenmeye başlamışlar ve kötüye giden Mısır mâliyesi üzerinde ortak bir gözetim kurmuşlardı. Mısır’daki yerel ko­ şulları elverişli bulan İngilizler, 1882’de askeri bir harekâta giriştiler. Bu, Mısır’daki İngiliz varlığının başlangıcı oldu. Tunus ve Mısır olayları yeni emperyalizm çığırını başlattı. Başlangıçta sömürgeciliğe karşı olan Bismarck bile 1880’lerin ortalarında Almanya’nın ekonomik büyümesinin baskısı altında Afrika’da hak ileri sürmeye başladı. Sömürgeler üzerindeki çatışmaları önlemek amacıyla Berlin’de toplanan Batı Afrika Konferansı (1884-85) Kongo ve Nijer ırmakları havzalarında ulaşım ve ticaretin serbest olmasını kararlaştırdı. Asya’da da emperyalist müdahaleler baş- gösterdi. Rusların O rta Asya’da, İngilizlerin Hindistan’daki yayılmaları, Afganistan’ da karşı karşıya gelmelerine yol açtı. Çin ise Fransızlarla, Kuzey Vietnam’daki girişimleri nedeniyle savaşa tutuştu. Bu sömürgecilik girişimleri az sayıda askerle ve kamuoyununun gözünden uzakta yapıldığından, Avrupa halkları bunların savaşa yol açacağından habersiz görünü­ yordu. Uygarlaştırma (mission civilisatrice) adının gerisine saklanan ekonomik çıkarların pe­ şindeki Avrupalı emperyalist önderler hırslı tasarılar geliştirdiler. İşadamı ve politikacı Cecil Rhodes, Ümit Burnundan K ahire’ye kadar A frika’nın bütün doğu yarısını İngiliz denetimi altına sokacak Cape Town-Kahire demiryolu projesini ortaya attı. Fransızlar da benzer biçimde bütün Akdeniz kıyısı üzerinden Kongo’ya kadar sarkma peşindeydiler. Nil kaynakları çevresinde İngiliz, Fransız ve Belçika çıkarları çatışmaya başladı. Bismarck’ın kurduğu sistem dağılma belirtileri göstermeye başlamıştı. Üçlü İttifak, Bismarck’ın Rusya ile ittifakı ve Akdeniz anlaşmaları, iç çelişmeler nedeniyle zorlanıyordu. Bismarck’ın M art 1890’da görevinden alınması Avrupalı devletler arasındaki rahatsızlıkları artırdı. Sonuçta Rusya, A lman sermayesi yerine Fransız sermayesiyle beslenmeye başladı. Aralarında pek fazla çıkar bağı bulunm amakla birlikte, Almanya’dan duydukları korku, Fransa ile Rusya’yı birbirine bağladı. Fransızların 1888’de Rusya’ya açtığı kredileri 1889 silah satışları izledi ve ardından askeri görüşmeler geldi. Tam olarak 1893’ten sonra başladığı söylenebilecek Fransa-Rusya ittifakı, Bismarck sisteminde açılan ilk gedik oldu. Bu süre içinde Japonlar A vrupa’yı taklit etmede yeterince başarı kazanıp kendi emperyalist amaçları peşinde koşmaya başlamışlardı. 1895 Şimonoseki Antlaşması ko­ şullarının yerine gelmesi için Çin’i zorladı­ lar. Japonların kazandığı başarı beklenm edik bir ittifaka yol açtı. Önce Almanya, ardından da Fransa Japonya’ya karşı Rusya’yı destekledi. İngiltere’yi dışarıda bırakan bu ittifak, Alman kayserine bir kara K U Z R Y j& m jJ E N IZ İ ‘Obdorsk •Kola SİBİRYA BEYAZ • Artıan9îfek FİNLANDİYA’ *V Dİogda ıristiania* rSjockholı , Kazan KUZEY *7 1/ j DENİZİ f c HBdÇT/ HOLLANDA V > »Hamburg \ts>r”’^anZ’® Orenburg* Moskova BÜYÜK BRİTANYA Tambov, , Varşcva POLONYA MACARİSTAN ,pt şte • Oebrecen MACARİSTA1 Azak Denizi1 , Milano *Torino f i c KUBAN ,Toulouse Rhdne / ROMANYA eflak • Bük tBİSTAM Sofya ‘ W\DAĞ ^BULGARİSTAN •HSivastopol KARADENİZ İSPANYA ° AN bor ra’ v, »Madrid Korsika Roma# Sardinya. ) İTALYA C a m J KRALLIĞI Foggia, N Urmiye Tahran, V rinhı Ankara’ BaleP^ Diyarbakır . (İngiltere) Almeria OSMANLI İMPARATORLUĞU ^ ^ (İspanya, 1912)_- • Fez “îPa$T\ *Oran ANADOLU Rabat CEZAYİR Malta (İngiltere) TUNUS e i s t e r i d Kıbrıs (İngiltere, 1878) Girit (Yunanistan, 1908) / ARABİSTAN Reykjavik* İZLANDA t (Danimarka) aroe Adaları ATLAS (Danimarka) OKYANUSU Shetland Adalar? f Belfast jlILANDA^ „ f Dublin* A m ste rd a m \ ^ .Brem en .Stettin – – Londra Lab ^ / .HanW % B er|irı P< L,lle’^ . ”V.Düsseldorf ALMANYA ‘ Brükşel ^ • Köln ‘ «Leipzig c * d • y f i LÜKS. Dresden* Pnric Reims w Nantes Uersaılles*”BELÇlKA(Me„e ” j ‘ “,’kfur’ ‘l • * * ^ s,f*7 ^ 0,l“ ns •’vrSSSı* ^ vustusva a y Tours • ./Strasbourg . X { !Zİ 1 FRANSA / f e n ^ « f v i y a n a ^ j , ,Limoges / • t, f * Bordeau*# Lyons. O İSVİÇRE A\/ı itSTı it SAV0 IE taşan İRAN 1 8 7 1 -1 9 1 4 A rasında Avrupa A vrupa’sı birliği tasarısını yeniden ortaya atm a fırsatı sağladı. A frika’da 1894’te İngilizlerin Belçika Kongosu’ndan toprak satın alma girişimini durduran Fransız-Alman ortak baskısı CapeKahire tasarısını boşa çıkardı. Ama İngiltere Nil boyunca kendi denetiminin zayıflatılmasına izin vermedi. 1898’de Nil kaynağına ulaşan bir Fransız keşif kolu, Lord Kitchen er’ın birlikleri tarafından durduruldu. İki ülke arasında başlayan gerginliğin Fransızların geri çekilmesiyle sona ermesi, Fransa’ mn saygınlığını zedeledi. Güney A frika’da altın bulunması üzerine dikkatini buraya toplayan İngiltere, küçük Boer Cumhuriyeti’yle çatışma içine girdi. Boerlerin yürüttüğü gerilla savaşı Ingilizlere ummadıkları kadar kayıp verdirdikten sonra 1902’de Boerlerin C ape’i ilhakıyla sona erdi. Bu olayın önemli sonuçlan oldu. Boerlere duyulan sempati, İngilizlerin bir kez daha yalnız kalmasına yol açtı; o güne değin bağlantısız kalmayı yeğleyen İngiltere ’yi, dünya çapındaki siyasetlerini yeniden gözden geçirmeye yöneltti. Ö teki ülkelerden daha hızlı gelişen A BD , Japonya ve Almanya, İngiltere açısından sorun yaratıyordu. Ama bunlardan en önemlisi Alm anya’nın gelişmesiydi. Çünkü İngiltere geleneksel rakipleri Fransa ve Rusya’ya bir de A lm anya’nın eklenmesini istemiyordu. Kayserin oluşturmayı tasarladığı bir kara A vrupa’sı birliğine karşılık İngilizler var olan bölünmelerin sürmesinden yanaydılar. Almanya bir yandan ticari olarak gösterdi­ ği gelişmeyle, bir yandan siyasal olarak büyük güçler arasına katılma isteğiyle, iki yanlı bir meydan okuma içine girmişti. Weltpolitik (dünya politikası) ve kayserin “geleceğimiz sulardadır” diye dile getirdiği anlayış, bu meydan okumayı en iyi biçimde açığa vuruyordu. Bunun sonucunda Alm anya 1898’de büyük bir donanm a inşa etmeye girişti. Bu gelişmelere ilgisiz kalamayan Ingiltere, Rusya’yla olan anlaşmazlıklarını göz önünde tutarak A lmanlarla iyi ilişkiler kurmaya yöneldi. Am a Almanların, Joseph Chamberlain’in 1899 ve 1901’de yaptığı girişimlere karşın İngiltere’nin kara A vrupa’sından elini çekmesi isteğini ileri sürmeleri, görüşmeleri çıkmaza soktu. Yeni ittifaklar aramaya başlayan İngiltere 1902’de Japonya ile bir antlaşma yaptı. 20. yüzyılın ilk yıllannda A vrupa’daki güç ilişkilerinde büyük değişiklikler görüldü. Yaklaşık 10 yıl süren düşmanlığın ardından İtalya, Fransa ile gümrük sorunlan konusunda anlaşmaya vardı. Kendisinin Libya üzerindeki haklannm tanınması karşılığında Fransa’nın Fas üzerinde hak ilen sürmesini kabul etti. 1902’de yenilenen Üçlü İttifak, İtalya’nın bu davranışlan yüzünden anlamsız hale geldi. Avusturya yanlısı Kral Obrenovic’in öldü­ rülmesinden sonra Sırbistan, Avusturya ile ittifakına son vererek Rusya’ya yöneldi. Ama en önemli diplomatik değişiklik Fransız-İngiliz ilişkilerinde oldu. Fransızlar İngiltere’den, Almanlar gibi siyasal yükümlümlülükler altına girmesini istemediler. Görüşmeler sonunda 1904’te kurulan Entente Cordiale uyannca Fransa Mısır’daki savlanndan vazgeçerken, İngiltere Fransa’ mn Fas üzerindeki emellerini kabul etti. İngiltere’yle Fransa arasında sorunlar sürü­ yordu, ama yeni ortaya çıkmakta olan güçler karşısında bu ülkeler ortak savunmaya yönelmişti. Barışın son on yılı (1904-14). Alman dış politikası Fransız-Rus ve Fransız-İngiliz ittifaklannın olanaksızlığı varsayımına dayanı­ yordu, ama bu varsayımın yanlış olduğu artık ortaya çıkmıştı. Şubat 1904’te İngiltere’nin müttefiki Japonya Port A rthur’a saldırarak Fransa’nın müttefiki Rusya’yla savaşa tutuştu. İngiliz-Japon ittifakından ötürü Fransa, Rusya’nın yardımına koşamadı. Japonlar, lojistik alandaki zayıflıklarından yararlanarak Ruslara boyun eğdirdiler. 1905 Devrimi’nin de patlak vermesi üzerine Ruslar yenilgiyi kabul ettiler. Fransa gibi Almanya’nın da Fas üzerinde hak iddia etmeye başlaması üzerine çıkan Fas Bunalımı, savaş olasılığını artırmaya başladı. 1906’da toplanan Algeciras Konferansı sonunda Fransa’nın Fas üzerindeki haklan güvenceye alınırken, Almanya bir anda kendisini yalnız başına buldu. 1911’de bir Alman hücumbotunun Agadir’e gönderilmesi ise Fas Bunalımı’m yeniden alevlendirdi. Sonunda Fas’ın Fransa’ya, Fransız Kongosu’nun Almanya’ya bırakılmasıyla bunalım aşıldıysa da, Fransız-Alman ilişkileri ciddi olarak bozuldu. Milliyetçi ayaklanmalar Balkanlar’da OsmanlI ve Habsburg egemenliklerini sarsı­ yordu. Japon yenilgisi üzerine Rusya yeniden Balkanlar’a yönelirken, Avusturya da Bosna-Hersek’i ilhak etti. Almanya’nın baskısıyla Sırbistan bu ilhakı onayladı. İtalya, Trablus ve Kyrenaika vilayetlerini ele geçirmek için Osmanlı D evleti’ne savaş açtığında henüz Fransız-Alman anlaşması yapılmamıştı. Savaş Osmanlılann Libya’yı 1912’de İtalya’ya teslim etmesiyle sonuç­ landı. Sırbistan-Bulgaristan ittifakına Yunanlılar a da katılmasıyla çıkan Balkan Savaşı, Osmanlılann Balkanlar’da neredeyse bütün topraklarını kaybetmesine yol açtı. Rusya’nın gözetimi altında Balkanlar’da ortaya çıkan bu yeni durum, öbür devletlerin müdahalesiyle bozuldu. İtalya, Sırplann Adriyatik’e sarkmasına karşı çıktı. Bulgaristan ise Sırbistan ve Y unanistan’a saldırdı ve yenildi. 1913’teki Bükreş Antlaşması, Bulgaristan’ın istediği sonuçları vermekle birlikte, büyük devletler de A rnavutluk’u kurdurarak Batı Balkanlar üzerinde kendi iradelerini kabul ettirdiler. Bu sırada egemenliği altındaki Güney Slavlara güç gösterisinde bulunmak üzere 28 Haziran 1914’te Sarajevo’ya (Saraybosna) giden Avusturya veliahdı Arşidük Franz Ferdinand, genç Sırp milliyetçiler tarafından öldürülünce, bir ikisi dışında A vrupa’ mn bütün büyük devletleri ağustosun ilk haftasında savaşa tutuştular. 1. Dünya Savaşı ve Sovyet Devrimi. 1914’te çıkan savaş, insanlann kitleler halinde savaştığı ve devletlerin bütün insan güçlerini, bütün sanayi ve teknolojilerini dünya ekonomisini sarsacak ölçüde harekete geçirdikleri ilk savaştı. İtilaf (A ntant) Devletleri 5 Eylül 1914’te ayrı banş yapmayacaklarını kayıt altına aldıkları Londra Bildirisi’ni yayımladılar. Bir yandan da bir Alman-Osmanlı ittifakını önlemeye çalışıyorlardı. Osmanlılann satın aldığı, ama hâlâ Alman m ürettebat taşıyan Alman savaş gemileri Goeben ve Breslau’ nun (Yavuz ve Midilli) Odessa’yı topa tutmasına karşılık olarak İtilaf Devletleri kasım başlannda Osmanlı D evleti’ne savaş açtılar. Osmanlılann Üçlü İttifak’a katılarak Almanya ve Avusturya-M acaristan’la birlikte savaşa girmesi Boğazlar’ı Ruslara kapadığından, İtilaf Devletleri Çanakkale’ yi zorla açmaya karar verdiler. Ama Çanakkale seferi başarısızlığa uğradı ve sonunda İngiliz donanması 1918’de İstanbul’a girdi­ ğinde, Rusya çoktan İtilaf D evletleri’nin düşmanı olmuştu. Boğazlar’ın 1914’te kapatılması, Rusların yenilmesinin başlıca ne­ 7 Avrupa denlerinden biri oldu. İtalya işe İtilaf Devletlerinin Güney Tiroller’i, İtria’yı, Dalmaçya ve A rnavutluk’un belli bölümlerini vaat etmesi üzerine 23 Mayıs 1915’te Avusturya’ya savaş açtı. Balkanlar’da İtilaf Devletlerinin Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’la yaptığı görüşmelerden bir sonuç elde edilemedi. Almanların girişimiyle OsmanlIlar Bulgaristan’a Meriç Irmağı boyundaki topraklan bırakırken, Yunanistan ikili oynayarak İngiliz-Fransız güçlerini Bulgar saldırısı altındaki Sırbistan’a yardımcı olmak için Selânik’e girmekten alıkoydu. Bir tam pon devlet olmayı kabul etmeyen Polonya, İtilaf D evletleri’nin koruması altında bir ulusal komite kurdu. 14 Mart 1917’de Romanov hanedanının devrilmesiyle kurulan geçici Rus hükümeti Polonya’nın ba­ ğımsızlığını tanıdı. H er iki tarafın da karşı­ sındakine boyun eğdiremediği savaşta A B D ’nin arabuluculuk yapma girişimleri, Almanların Fransa, Belçika ve Rusya’ya karşı ileri sürdüğü banş koşulları yüzünden başarıya ulaşamadı. Rusya’daki yeni hükü­ met ise savaşı sürdürdü. İtilaf Devletleri yenilmeye yüz tutmuşken, Almanya A B D ’ye karşı Meksika ve Japonya’ya ittifak önerdi; M eksika’ya eski topraklannın geri verileceğini vaat etti. Bunun üzerine A BD , 6 Nisan 1917’de A lm anya’ya savaş ilan etti. İtilaf Devletleri, önderliğini A B D ’nin hızla ele geçirmekte olduğu bir tür milletler cemiyetine dönüşmekteydi. Rus geçici hükümeti kitle halinde askerden kaçışlar, açlık, kıtlık, yönetim boşluğu ve siyasal kışkırtmalarla başa çıkamadı, giderek güçten düştü ve 7 Kasım 1917’de Lenin’in önderliğindeki Bolşevik ayaklanmasıyla devrildi. Bolşevik hükümetinin İtilaf Devletleri arasındaki anlaşmalan açıklaması, ABD başkanı W oodrow Wilson’ın gizli anlaşmalan kınayan On D ört Maddelik Konuşma’sını yapmasına yol açtı. Üçlü İttifak Devletleri Bolşeviklerin banş çağnsmı kabul ederek 15 Aralık 1917’de silah bırakışması imzaladılarsa da, henüz zaferden umut kesmeyen Almanlar, Rusya’ ya ağır koşullar ileri sürdüler. Ama Üçlü Ittifak’ın bu kez, Bolşeviklere karşı olan iç güçleri desteklemesi üzerine Lenin, Mart 1918’deki Brest-Litovsk Antlaşm ası’nın ko­ şullarını kabul etm ek zorunda kaldı. Kurland, Litvanya ve Polonya’dan vazgeçen Rusya, Filandiya, Estonya, Livonya ve U krayna’nın da bağımsızlığını tanıdı. Kars, A rdahan ve Batum OsmanlIlara geri verildi. Almanların 1918 bahar ve yazında giriştikleri başarısız saldınlar son güçlerini de tüketti. ABD ordusu Fransa’ya çıktı. A lmanya ve Avusturya savaşı yitirdiklerini anlamışlardı. 29 Eylül 1918’de Alman generalleri H indenburg ve Ludendorff silah bırakışması önerdiler. Çekoslovakya, Yugoslavya ve Macaristan bağımsızlıklarını ilan etti. 30 Ekim ’de imzalanan M ondros M ütarekesi’yle Osmanlı Devleti savaştan çekildi. Avusturya ordusu 3 Kasım’da İtalyan sınırında dağıldı ve silah bıraktı. Kayser II. W ilhelm’in H ollanda’ya kaçmasından sonra Alman ordusu daha elverişli koşullar altında silah bırakışması sağlamak umuduyla W eimar Cumhuriyeti’ nin kurulmasına yardımcı oldu. 11 K asım’ da çarpışmalar bitti. 28 Haziran 1919’da imzalanan Versailles Antlaşması’yla da I. Dünya Savaşı resmen sona erdi. Savaştan sonra İngiliz, Fransız, Japon ve ABD birlikleri Bolşeviklere karşı Alek- Avrupa 8 sandr Kolçak önderliğindeki karşı-devrim güçlerini desteklemeye giriştiler. İngiliz kuvvetleri Bakû ve Batum’u işgal ederken, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ba­ ğımsızlıklarını ilan etti; ama Almanların Sovyet topraklarından çekilirken bıraktıkları silahlan devralan Bolşevikler, yorgun İttifak Devletleri’nin yalnız bıraktığı Beyaz Rusları saf dışı ettiler. I. Dünya Savaşı A vrupa’nın çehresini de­ ğiştirdi. Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları ortadan kalktı. Almanya yenilmesine karşın temel gücünü korurken, komünist yönetimindeki SSCB kargaşa ve dağınıklıktan kurtulmaya ve Batı Avrupa karşısında en büyük gücü oluşturmaya başladı. İki savaş arası dönem. İtilaf D evletleri’nin koşullarını belirlediği barış antlaşmasının yarattığı beklentilerin çoğu gerçekleşmedi. Çekoslovakya, Polonya, Estonya, Letonya, Litvanya ve Finlandiya yeni devletler olarak ortaya çıktılar. Sırbistan’a Hırvatistan ve Slovenya’nın katılmasıyla Yugoslavya kuruldu. Öteki devletlerin sınırları genişledi ya da daraldı. Ama sonuçta bütün bu düzenlemeler birçok ulusal azınlığı sınırın öbür tarafında bırakarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının bozulmasına yol açtı. Savaştan sonra demokrasinin yayılmasına karşın, 1926 sonuna doğru İtalya, Macaristan, Portekiz, Polonya ve Litvanya otoriter ve diktacı yönetimler altına girdi. Başka yerlerde de militarist güçler demokratik hükümetlerin karşısına dikildiler. Milletler Cemiyeti ise ülkeler arasında bir işbirliği ortamı yaratmayı başaramadı. ABD hiçbir zaman Milletler Cemiyeti’ne katılmadığı gibi, SSCB de 1934’e değin üye yapılmadı. Japonya ve Almanya ise 1933’te cemiyetten çekildiler. Cemiyet ancak İngiltere ve Fransa’nın çabasıyla ayakta duruyordu. Kuruluşun istikrarsızlığı, üyeleri kendi aralarında cemiyet ilkelerini bozar nitelikte antlaşmalar yapmaya sürükledi. Ama 1925’e değin geçerli olan iyi niyet ve iyimserlik havası A vrupa’nın yatışmasına katkıda bulundu. Ekonomik çöküntü ise 1920’lerin istikrar ve barış eğilimini ortadan kaldırdı. Ekim-Kasım 1929’da New York Borsası’nm iflasıyla başlayan Büyük Bunalım’ın başlıca nedenlerinden biri ulusal siyasetler ve uluslararası işbirliğinin bir türlü üstesinden gelemediği bitmez kargaşa, ötekiyse temel malların fiyatlarındaki sürekli düşüştü. Hükümetlerse ya gelişmeler karşı­ sında önlem almakta geciktiler ya da aldıkları yanlış önlemlerle çöküntüyü derinleştirdiler. Büyük Bunalım’ın toplumsal ve siyasal sonuçları, savaşın ekonomik sonuçları kadar yıkıcı oldu. İşsizlik, toplumsal huzursuzluklara yol açarak aşın siyasal eğilimlere güç kattı. Almanya’da 1930 parlamento (Reichstag) seçimlerinde komünistler ve Naziler büyük başarı sağladı. 1932 başlarında Almanya’da 6 milyon, İngiltere’de 2 milyon işsiz vardı. Planlı ekonomisi nedeniyle ekonomik bunalımdan kısmen uzak kalan SSCB’de bile kendine özgü bir bunalım doğdu. Tarımın kolektifleştirilmesi üretimde düzensizliğe, açlığa ve başkaldırmalara yol açtı. A vrupa’da ekonomik bunalımın ardından siyasal kargaşa geldi. 30 Ocak 1933’te Nasyonal Sosyalist Parti’nin önderi Adolf H itler, Almanya başbakanı oldu. I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan W eimar Cumhuriyeti’nin karşılaştığı güçlükleri kullanarak ordunun ve tutucuların bağnazlığını ve milliyetçiliğini kışkırtan, çöken orta sınıflara ve işsiz işçilere seslenen Nazi hereketi antiparlamenter, antidemokratik, antisosyalist ve antikomünistti. Versailles Antlaşması’nın iptalini ve Almanya’nın Avrupa’nın en bü­ yük gücü olması isteğini bayrak yapan Naziler Almanya’nın yönetimini ele geçirirken, savaş sonrası dönem savaş öncesi döneme dönüşmeye başladı. 1931’de Man- çurya’ya saldıran Japonya, 1933’te Almanya ile birlikte Milletler Cemiyeti’nden çıktı. Avusturya’yla birleşme çabaları boşa çıkan Hitler, 16 Mart 1935’te Versailles Antlaş­ m asının askeri maddeleriyle bağlı olmadı­ ğını ilan etti ve açıkça silahlanmaya başladı. 1935’te İtalya, Milletler Cemiyeti’nin üyesi olan Etiyopya’ya saldırdı. Milletler Cemiyeti’nin uyguladığı ekonomik yaptırımlarsa 1936’da Roma-Berlin Mihveri’ne yol açtı. Hitler ve Mussolini’nin yan yana gelişleri ile, 1936’da başlayan İspanya İç Savaşı’nda General Francisco Franco’nun durumu güç­ lendi. Birçok Avrupa ülkesinde militan faşist güçler ortaya çıkmaya başladı. Avrupa’nın içine düştüğü kargaşadan yararlanan Hitler 1938’de Avusturya’yı ilhak etti (Anschluss). Çekoslovakya’ya karşı başlattığı seferi 1938’de Münih Antlaşmasıyla İngiltere, Fransa ve İtalya’ya da kabul ettirdi. Verdiği garantileri bozarak 1939’da bütün Çekoslovakya’yı işgal etti. Hitler Ağustos’ta SSCB ile bir pakt imzaladı. 1 Eylül 1939’da da Polonya’ya saldırdı. İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş ilan ettiler. 3 Eylül’de de SSCB Polonya’nın doğu illerini işgal etti. İtalya tarafsızlığını bildirdi. II. Dünya Savaşı. İkinci savaş, dünya savaşı tanımına birincisinden daha uygun oldu. Atlas Okyanusunun yanı sıra Büyük Okyanusta da, Avrupa’da olduğu kadar Asya ve Afrika’da da süren savaş, Almanya’yla birlikte Japonya’nın da yenilgisini getirdi. Polonya 27 Eylül 1939’da teslim oldu. SSCB, Finlandiya ile arasında kısa süren savaş (Kasım 1939-Mart 1940) nedeniyle Aralık 1939’da Milletler Cemiyeti’nden çı­ kartıldı. Nisan 1940’a değin savaşta pek fazla bir gelişme olmadı. Bu tarihten sonra Alman kuvvetleri Norveç ve Danimarka’yı işgal ederek mayısta Hollanda ve Fransa’ya saldırdılar. 17 Haziran’da Alman ordusu Fransa içlerine girdi. 22 Haziran’da yaşlı M are­ şal Philippe Petain’in Vichy Hükümeti Almanlarla mütareke imzaladı. Almanya denizden istilaya hazırlık olarak İngiltere üzerine yoğun hava bombardımanları başlattı. İngiltere üzerinde haya üstünlüğü kurma çabalan boşa çıkınca İngiltere’ den barış isteyen Hitler’in bu isteği kabul edilmedi. Yenik Fransa’ya savaş ilan eden İtalya, 28 Ekim 1940’ta Yunanistan’a saldırdı. Ama Yunanlıların İtalyan kuvvetlerini yenmesi üzerine Almanya Nisan 1941’de hem Yunanistan’a, hem Yugoslavya’ya savaş ilan etti. Alman işgali altındaki bütün ülkelerde iç direniş baş gösterdi. Londra’da General De Gaulle, Vichy H ükümeti’ne karşı Özgür Fransa hareketini başlattı. 1941’in ikinci yarısında savaş yeni bir evreye girdi. 22 Haziran’da Almanya SSCB’ye saldırarak istilaya girişti. 7 A ralık’ ta Japon uçaklan Hawaii’deki Pearl H arbor limanında ABD savaş gemilerine saldırdılar. 8 A ralık’ta ABD Japonya’ya, üç gün sonra da Almanya ve İtalya A B D ’ye savaş ilan ettiler. Kasım 1942’de ABD generalleri komutasındaki Müttefik kuvvetleri Fransız Kuzey Afrikası’m işgal etti; İngiliz kuvvetleri de Mısır’da zaferler kazandı. Batıda Fransa’nın tümünü işgalleri altına alan Almanlar, doğu cephesinde Stalingrad’da o güne değin yaşadıkları en büyük yenilgiye uğradılar. Bundan sonra savaşın gidişi Müttefiklerin lehine döndü. İtalya’da Mussolini devrildi ve Fa­ şist Parti dağıtıldı. Başa geçen Mareşel Pietro Badoglio 8 Eylül 1943’te M üttefiklere teslim oldu ve 13 Ekim ’de Kuzey İtalya’ yı işgal eden Almanya’ya savaş açtı. Almanya üzerinde süren yoğun hava bombardımanlarının ardından M üttefik kuvvetleri 6 Haziran 1944’te Norm andiya’ya çı­ kartma yaptılar. 25 Ağustos’ta Paris’i kurtararak batıdan ve güneyden Alm anya’ya doğru ilerlediler. Aynı günlerde Almanları topraklarından atarak Varşova kapılarına dayanan SSCB de Ağustos’ta Rom anya’ya ve Eylül’de Bulgaristan’a girdi. Polonya Almanya’ya kaptırdığı topraklarını geri aldı; Şubat 1945’te toplanan Yalta Konferansı kararlan uyarınca doğudaki topraklannı SSCB’ye bırakarak onun denetimi altına girdi. Yugoslavya’da Tito’nun önderliğindeki komünistler iktidara gelirken, Macaristan’da SSCB yandaşı bir hükümet kuruldu. 2 Mayıs 1945’te İtalya’da savaş durdu. 7 Mayıs’ta da Alman yüksek komuta kurulu koşulsuz teslim oldu. Hitler, Sovyet ordulan Berlin’e girerken intihar etti. Büyük Okyanusta ise Japonya’ya karşı harekât sürüyordu. A BD ’nin 6 Ağustos’ta Hiroşim a’ya atom bombasını atmasından iki gün sonra SSCB Japonya’ya savaş ilan ederek Mançurya’ya girdi. 14 Ağustos’ta Japonya teslim oldu. Savaş sonrası düzenlemeler de savaşın kendisi gibi dünya ölçeğindeydi. Haziran 1945’te San Francisco’da toplanan konferansta Birleşmiş M illetler’in kuruluş hazırlıkları yapıldı. Kuruluş bildirgesi 50 ulusal devlet tarafından imzalandı. Komünizm ve Avrupa. Savaştan sonraki düzenlemeler ilk elde devlet sınırlarını belirledi. Şubat 1947’de Paris’te imzalanan barış antlaşmalarıyla Finlandiya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve İtalya ile olan sorunlar çözüldü. Almanya’yla Potsdam’da yapı­ lan geçici antlaşma sonunda SSCB, Petsamo ve Doğu Karelia bataklıkları, Doğu Prusya’nın kuzeyi, Polonya’nın doğusu, Çekoslovakya’nın Karpatlar-Ukrayna bölgesi, Besarabya ve Kuzey Bukovina üzerinde dolaysız denetim sağladı. Almanya başlangıçta İngiltere, Fransa, ABD ve SSCB arasında dört işgal bölgesine ayrıldı. 1949’da batıda Almanya Federal Cumhuriyeti (AFC), doğuda Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC) kuruldu. İkinci düzenleme ise A vrupa’daki savaş sonrası rejimlerinin belirlenmesi oldu. Kurtarılan ya da işgal edilen ülkelerin çoğunda komünistler, sosyalistler, Hıristiyan dem okratlar ve köylü partilerinden oluşan koalisyon hükümetleri kuruldu. Bu yıllarda refah devleti, A vrupa’daki geçerli düzen oldu. 1947’den sonra ise Doğu ve Batı arasındaki karşıtlıklar içeride olduğu kadar dış politikada da belirginleşti. Türkiye ve Yunanistan dışında bütün Doğu ülkeleri kom ü­ nist partilerin denetimi altına girdi. Batıda ise bunun tersi oldu, komünist partiler hükümetlerden uzaklaştırıldı. İçteki ekonomi politikalan da değişikliğe uğradı. D oğu’ da devrimci politikalar izlenirken, B atı’da giderek ılımlı ve onanmcı politikalar uygulanır oldu. 1949’da da Doğu ve Batı arasındaki Soğuk Savaş dönemi açıldı. Nisan 1949’da NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı), Mayıs 1955’te ise Varşova Paktı karşılıklı askeri dayanışma örgütleri olarak kuruldu. Savaştan büyük ölçüde zarar gören Avrupa ekonomisi de bölünmeye uğradı. A B D ’ nin 1947’de A vrupa’ya yaptığı ekonomik yardım (Marshall Planı), Avrupa Kalkınma Programı (ERP) ve Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (O EEC ) gibi örgütlerin kurulmasına yol açarken, SSCB yandaşı olan ülkeler de 1949’da Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi’nde (Comecon) birleş­ tiler. A vrupa’nın dünyada azalan önemi, yeni oluşan A frika ve Asya devletlerinin dünya olaylarındaki rollerinin artmasıyla daha da belirginleşti. Hem komünizmden duyulan endişe, hem dünyadaki güçler dengesinin değişmesi 1950’lerde daha sıkı bir Avrupa birliğini amaçlayan hareketleri güçlendirdi. 1949’da kurulan Avrupa Konseyi’ni izleyen bir dizi ekonomik işbirliği örgütünden sonra, 1957’de Avrupa Ekonom ik Topluluğu (A £T ) oluşturuldu. Avrupa ülkeleri ekonomik, askeri ve toplumsal işbirliği sonucunda makine ve donanımlarını yenileyerek ekonomik kalkınmalarını 1960’lann başlannda büyük ölçüde tamamladılar. Ekonomik verimlilik görülmedik ölçüde arttı. Silahlanma ve savunma harcamalarının olağanüstü artmasına karşın, Batı Avrupa halkları önemli ölçüde maddi refaha eriştiler. 20. yüzyılın sonlarında ABD ve SSCB’nin Avrupa üzerindeki üstünlüğü, uzay yarışı, A B D ’nin A vrupa’daki ekonomik yayılması, 1968’de Çekoslovakya’nın SSCB birlikleri tarafından istila edilmesi gibi olaylarla iyice belirginleşti. A rtık Avrupa dünyada 1939’dan önceki önemli bir güç olmaktan çıkmıştı. Ama bu iki süper devletin karşı­ sında yer alan güçler de vardı. Çin Halk Cumhuriyeti hem A B D ’ye hem de SSCB’ye karşı çıkıyor, çeşitli ülkeler komünist dünyadaki ve A B D ’deki gerilim ve çekişmeleri kendi ulusal çıkarları için kullanmaya çalışı­ yorlardı. Çağdaş dönemde ekonom ik büyüme ve gelişme. 19. yüzyıl sonlan Sanayi Devrimi’ nin A vrupa’nın çevre ülkelerine ve ilk kez Batılı olmayan bir ülkeye, Japonya’ya yayılmasına tanık oldu. Bu yayılmayla birlikte üretkenlikte ve sanayinin büyümesinde uluslar arasında görülen farklılıklar ekonomik ve siyasal güç dengesinde çarpıcı deği­ şikliklere yol açtı. Atlas Okyanusunun ötesinde yeni bir sanayi devi ortaya çıktı. Doğal kaynaklar ve iklim çeşitliliği bakımından zengin, nüfus yoğunluğu düşük, işgücünün verimi yüksek olan A BD , ekonomik büyüme açısından son derece elverişli koşullara sahipti. Açık bir sınınn varlığı da uzun dönemde ekonomi için bir itici güç oluşturuyordu. Avrupa içinde Almanya, Fransa ve Belçika’nın sanayi devrimlerini tamamlaması, İsveç, İtalya, Hollanda ve M acaristan’ın da sahneye çıkmasıyla ekonomik güç sıralaması değişti. İlk sanayileşen ülke olan İngiltere, rakiplerinden daha yavaş da olsa, geliş­ me ve büyümesini sürdürdü. 1890’lara gelindiğinde Almanya demir ve çelik üretim inde İngiltere’yi geçmişti. O tarihten başlayarak iki ülke arasındaki uçurum gittikçe derinleşti. Bunun sonucu olarak siyasal güç dengesinde ortaya çıkan kayma, uluslararası huzursuzluk ve çatışmaya yol açtı ve I. Dünya Savaşı’nm nedenlerinden biri oldu. Uluslararası rekabetin baskısı en ağır biçimiyle İngiltere’de duyuldu. Bu yıllar, üretimdeki büyümenin yavaşladığı (yılda yüzde 1,8), fiyatlann düştüğü (1873’te 127 olan toptan eşya indeksi 1894’te 71’e düşmüştü), kârlann azaldığı, kısaca büyük bir bunalı­ mın yaşandığı yıllardı. Sanayi Devrimi yeni sanayileşen ülkelere yayılırken, ana çizgileri değişmeksizin kaldı, ilk adımlar tipik bir biçimde gıda sanayisi ve dokum ada (özellikle pamuk) atıldı, daha sonra metalürji, makine imalatı ve kimyasal madde üretim ine geçildi. Bu dallarda kullanılan teknikler ve donanımlar büyük ölçüde aynıydı. Ama donanım daha büyük, daha hızlı ve daha güvenilir hale gelirken, kullanılan tekniklerin sağladığı verim yükseldi. Böylelikle yeni sanayileşen ülkeler klasik donanım ve tekniklerin yanı sıra yeni yöntemleri ve makineleri de benimsediler. Bu arada ileri ülkelerin teknolojisi de aynı doğrultuda gelişiyordu, ama eski sanayi kollanndaki ilerlemeler önceki dönemde olduğu gibi köklü değişiklikler ve yüksek kâr oranlan sağlamıyordu. Belirli bir ekonominin büyüme hızı yeni üretim dallan yaratabilmesine bağlıydı. Bu gereksinmeler 19. yüzyıl sonlarında ikinci bir Sanayi Devrimi’ne yol açtı. Elektrik enerjisi güç kaynağı olarak, içten yanmalı motorun icadı da ilk hareket kaynağı olarak önemli bir ilerleme sağladı. Elektrik enerjisi yalnızca daha güvenli oluşuyla de­ ğil, üretiminin merkezîleştirilebilmesi ve küçük birimlere dağıtılabilmesi bakımından da hem sanayi yaşamında, hem gündelik yaşamda devrim yarattı. Yalnızca hareket değil ısı, ışık ve ses de üretebilmesi ve iletişimde bir devrimi olanaklı kılmasıyla elektrik enerjisi yüzyıl sonlarına doğru ABD fabrikalannm üçte ikisinde kullanılır oldu. A vrupa’da ise Almanya hem elektrik, hem elektrik donanımı üretiminde birinci sıraya yerleşti. İçten yanmalı motor ise aralıklı olarak ya da tam kapasitenin altında çalıştığında buhar makinesine göre çok daha verimliydi. Bu niteliğiyle de küçük sanayilerin ve ulaşımın temel gereksinimlerine daha uygundu. Gemi, uçak ve otomobil motorlannın yapımıyla ulaşım artık demiryollan ve toplu taşımacılıkla sınırlı olmaktan kurtulduğu gibi, tek başına otomobil yapımı da petrol ürünleri, kauçuk, çimento, asfalt, çelik, cam, hatta tekstil sanayileri için talep ve yatınm alanı yarattı. Otomobil üretimi aynı zamanda, öteki sanayilerde de kullanım alanı bulan yeni malzeme ve tekniklerin geliştirilmesini sağladı. Otomobil sanayisi kadar önemli sayılabilecek iki yeni sanayi kolu da organik kimyasal m addeler ve elektronik sanayisiydi. Birinci sanayi kolunun ürünleri selüloit, sentetik ipek, sentetik reçine, selofan gibi yapay lifler ve plastikti. Elektroniğin yarattığı başlıca yenilikse karmaşık devreler üretimini olanaklı kılan elektron tüpünün icadı oldu. Bütün bu yeniliklerin yanı sıra sanayi ve iş örgütlenmesinde de yenilikler doğdu. D aha iyi ve daha pahalı üretim donanımı girdilerin fiyatını yükseltirken, işletme ölçekleri büyüdü ve iletişimdeki gelişmeler de merkezîleşmeyi kolaylaştırdı. Bunlar kadar önemli bir başka gelişme de kârları istikrarlı kılmak ve rekabeti en aza indirmek amacıyla ticareti kısıtlayan karteller, tröstler ya da başka birliklerin kurulmasıydı. A vrupa’da bu alanda başı çeken Almanya’da 1905’te 366 sanayi karteli vardı. Büyüme ve birleş­ me eğilimlerinin böylesine artması ve bankalann rollerinin görülmedik ölçüde büyü­ mesi, finans kapital çağma girildiği görüşü­ nü doğurdu. Bu toplumsal ve ekonomik dönüşüm sürecinde farklı ülkelerin konum lan, sanayinin tarım karşısındaki durumu ve kent nüfusunun kır nüfusuna oranı göz önünde tutularak saptanabilir. Sanayi ile tanm ın ilişkisi bakımından ülkeler dört grupta toplanabilir. Birinci sırada, sanayide işgücünün çoktandır tanm dakinden fazla olduğu İngiltere’nin yanı sıra Belçika ve tanm da sahip olduklan büyük avantajlara karşın çoktandır bu gruba girmiş bulunan ABD ve Almanya vardı. Fransa II. Dünya Savaşı sonrasına değin bu gruba giremedi. Bu ülkelerin her birinde kişi başına üretim, önceki yüzyıla oranla üç ya da beş kat artmıştı. İkinci grupta, tanm sal nüfusu hâlâ sanayideki nüfusun iki katı olan İsveç, İtalya ve Avusturya bulunuyordu. Bu ülke­ 9 Avrupa lerde geniş ve çağdaş bir sanayi kesimi vardı; isveçliler ve Çekler A vrupa’daki en ileri teknolojinin kullanıldığı işletmeler kurmuşlardı. Üçüncü sırada, Rusya gibi Sanayi Devrimi’ni başlatmış, ama hâlâ sanayi öncesi dönemden çıkamamış ülkeler yer alıyordu. Rusya, D on Havzasında kurduğu çağdaş demir-çelik işletmelerine, Macaristan da A vrupa’da en ileri sanayilerden olan Ganz’ daki elektrik fabrikalarına karşın, temel olarak köylü ülkeleriydiler. Dördüncü grupta ise, bütünüyle tarım a dayalı Yunanistan ve Bulgaristan gibi Balkan ülkeleri, Asya ve A frika’nın sömürge ülkeleri ve Latin Amerika ülkeleri yer alıyordu. Kaynakların sanayiye kaymasıyla birlikte kentlerde büyük bir nüfus toplandı ve sağlık hizmetleri gelişti. Üretim ve refah artışının yanı sıra kentleşme, bilgi üretim ve değiş tokuşunu hızlandırdığı gibi, aile ölçeklerine ve nüfus kontroluna yeni yaklaşımlar getirilmesini sağladı. Bu durum un önemli sonuçlan oldu ve gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasındaki uçurumu daha da büyüttü. Çünkü yeni teknolojilerin uygulanmasının giderek güçleşmesinden başka, ileri ülkelerde artık tamamlanmış olan nüfus patlaması dönemi, sanayileşmemiş ülkelerde daha yeni başlıyordu. 1914’te çıkan savaş, ekonomi tarihinde belirgin bir çağı sona erdirdi. Üretim geniş ölçekli birimlerde toplanır ve rekabet azalırken, ekonomiye devlet müdahalesi belirli ve kalıcı bir özellik kazandı. Teknolojik değişim, fiziksel bilimlerdeki dev boyutlu ilerlemelere daha da bağımlı hale geldi. İki dünya savaşında da Almanya’nın uzun süre direnebilmesi, askeri ustalığı kadar sanayisinin gücüne de bağlıydı. Fransa ise, I. Dünya Savaşı’nda ancak müttefiklerinin ekonomik desteğiyle ayakta kalabilirken, II. Dünya Savaşı’nda hem askeri, hem de ekonomik çöküntü içindeydi. Savaş aynı zamanda üretimin en çoğa çıkartılmasını ve bilimsel bilginin tam olarak kullanılmasını sağladı. Savaş koşullarında yapılan üretim, makineleşme, rasyonalleşme ve standartlaşmayı zorunlu kıldı. Savaştan sonra dünya en derin değişimlere ekonomi alanında uğradı. Bunlann en önemlileri A B D ’deki sanayi patlaması ile A vrupa’nın borç veren durum undan borç alan durum una düşmesiydi. A vrupa’da yo­ ğunlaşmış bulunan dünya para ve ticaret sistemi ciddi biçimde bozulmuştu. Bolşevik Devrimi Rusya’yı dünya kapitalizminin dışı­ na çekmiş, savaş sonrasının hoşnutsuzluk dolu havası içinde batıya doğru yayılma eğilimi göstermeye başlamıştı. Savaştan sonraki 10 yılda eski ticaret ve ödemeler düzeninin onarılması büyük ve acil önem taşıyordu. Bu, savaş öncesi dönemin para istikrannın ve konvertibilitesinin dayandığı altın standardının geri getirilmesi demekti. Am a enflasyon sona erip para istikrara kavuşmadıkça altın standardı­ na dönülemezdi. Ö te yandan, savaş öncesindeki borç veren durum unu yeniden elde edemeyen A vrupa’nın im annda, buraya akan ABD sermayesi yaşamsal bir rol oynadı. 1920’lerdeki istikrar ve genişleme büyük ölçüde A B D ’den gelen fonlara dayandığından, 1929 Büyük Bunalımı baş gösterdiğinde Avrupa bankacılık yapısının temel dayanaklan yerinden oynadı ve 1931’deki mali çöküntüyü hazırladı. Doğası gereği enflasyonist olan savaş mâliyesi üzerinden denetim kaldırıldığında fiyatlar yükselmeye başladı. Ruhr bölgesinin 1923’te Fransız birlikleri tarafından işgalinin Avrupa 10 ardından Almanya’da eşi görülmedik bir aşın enflasyon başladı. Son evrelerde A lmanya’da banknot basımı öylesine artmıştı ki, işçiler ücretlerini bavullarla taşıyıp hemen harcamak zorunda kalıyordu. 1923’te yapılan kararlı ve başanlı bir girişimle Almanya parasına istikrar kazandırmayı ve yeni bir döneme girmeyi başardı. Enflasyon yıllan ortaya “yeni zengin”lerin çıkmasına yol açtı. Bunların, yoksullaşmakta olan orta sınıflarla oluşturduklan karşıtlık, daha sonra görülen toplumsal kargaşalı­ ğı açıklamayı kolaylaştmr. Temel mallan üreten ülkeler savaş sonrasında üretim kapasitelerini artırarak bu alanda bir patlama yarattılar. Çoğu sömürge ya da bağımlı ülkeler olan temel mal üreticilerinin, Hindistan gibi belli bir sanayi gelişmesi göstermiş olanlan, iç pazarı korumak ve sanayiyi özendirmek için önlemler aldılar. 1920’lerde toplumsal refahın sağlanması için devletin önlemler alması yaygınlaştı ve sistemleşti. Kapitalizmin kusurlannı gidermek için yeterli çaba gösterilmezse özel mülkiyetin kutsallığının ve kâr peşinde koş­ manın tehdit altına gireceği anlaşıldı. Savaş sırasında kazanılan dayanışma deneyimi, toplumsal güvenlik sistemlerinin gelişmesini büyük ölçüde etkiledi. Devletin toplumsal güvenlik sorumluluğu üstlenmesi eğilimi, Uluslararası Çalışma Ö rgütü’nün (ILO) kurularak ülkeler arasında bu konuda tek tip standartlann kabulüyle sürdü. İnsana yatınm yapma düşüncesi gittikçe daha ciddiye alınır oldu. Ama bu eğilim her yerde aynı ölçüde güçlü değildi. En zengin ülke olan ABD bu konuda en geriden geliyordu. 1920’ler boyunca ekonomi canlanır ve enflasyon ortaya çıkarken, ileri ülkelerde üretim ve üretkenlik artmaya başladı, gelirler artış gösterdi. Ulaşımı kolaylaştırıp geliş­ tiren, tarımsal alanlarda elektrik kullanımı yoluyla sanayide yeni iş olanaklan yaratan yeni teknolojiler, toplumsal yaşamı etkiledi. Sinema, radyo, profesyonel sporlar kitleleri daha çok çeker oldu. Bu dönemin en belirtilmeye değer eğilimlerinden biri “üçüncü sektör” denen hizmetlerin yayılması oldu. Gelirleri artan tüketiciler eskiden evde görülen hizmetleri artık hizmet kuruluşlanndan sağlarlarken, karmaşıklaşan devlet etkinlikleri için çalıştınlan personel sayısı arttı, özel sektörün kendi bürokrasisi doğdu. Özetle, “beyaz yakalı­ lar” emek pazarında daha önemli bir rol oynarken toplum lann yaşam tarzındaki de­ ğişimin de simgesi haline geldiler. İşçiler daha örgütlü ve daha çok talep yaratır oldular. U mutlar olanaklan, harcamalar gelirleri aşmaya başladı. Kapitalizmin I. Dünya Savaşı sonrasında kazandığı istikrar kısa ömürlü oldu. 1929 sonbahanndaki Wall Street iflasından önce sıradan bir gerileme olmadığının belirtileri görülen Büyük Bunalım, bütün kapitalist ülkeleri bugün bile tam olarak açıklanamamış bir derinlik ve genişlikte etkiledi. Bunalımın merkezi ABD idi. A B D ’nin I. Dünya Savaşı sonrasında öteki kapitalist ülkelerle kurduğu yakın ve iç içe ilişkinin, bunalımın bu kadar hızla yayılmasının ve bu kadar ağır sonuçlar yaratmasının nedeni olduğu genellikle kabul edilmektedir. Dünya ticaretindeki daralma, bunalımın en genel dışavurumuydu. Bundan en çok hammadde üreticileri ve ihracata dayanan sanayiler etkilendi. İç pazara yönelik etkinlikler daha az zarar gördü. 1929 öncesinde daha rahat koşullar içinde bulunan ülkelerde düşüş daha belirginken, Fransa gibi geniş bir tarım sektörü olan ülkeler felaketten biraz olsun korunabildiler. Almanya, A vrupa ülkeleri içinde en ağır darbe yiyen oldu; bunalım burada, A BD ’de olduğu gibi toplumsal ve siyasal bir felakete yol açtı. Devletin müdahale etmeyişinin devrime, devlet müdahalesinin ise, Nazi örneğinde olduğu gibi, karşı-devrime yol açması olası­ lığı vardı. Bu yüzden devlet müdahaleleri daha çok gümrük tarifelerinin yükseltilmesi gibi alışılagelmiş yollardan gerçekleşti. Korumacılık, öteki ülkelerle pazarlık ve dış pazarlara sızma için kullanıldı; ticaret anlaş- m alan çok yönlü değil, ikili anlaşmalar biçiminde yapılır oldu. Bunun sonucunda uluslararası ticaret daraldı ve ticaret savaşı başladı. 1931 sonbahannda altın standartından aynlan sterlin bir devalüasyonlar zincirini başlattı. Ülkeler paralannın değerini düşü­ rerek pazar kavgasında geçici avantajlar sağlama peşine düştü. On yıl boyunca milyonlarca insanın dünyanın en ileri ülkelerinde işsiz gezinmesine ve Almanya’da Nazizmin zaferine karşın, 1930’larda düşük düzeyli bir canlanma göze çarptı. II. Dünya Savaşı başlayıncaya değin temel malların üreticileri gelirlerini artırm ayı başaramadılar. Oysa İngiltere ve Almanya gibi ihracata dayanan ülkelerde bile ihracatın yerini tutacak bir uğraş bulunabiliyordu. Almanya’da silahlanma, İngiltere’de ise önce iç pazarın genişletilmesi ve hizmetlerin yayılması, ardından da silahlanma canlanmanın başlıca iticileri oldu. Temel m allann ithalatının görece ucuzlamasının teknolojik yenilenme ile birleşmesi, İngiltere’de sınırlı bir canlanmaya yol açtı. Temel malların büyük ölçüde ülke içinde üretildiği Fransa’da ise canlanmanın koşullan doğmadı. Bir ulusal felaket halini alan gelişmeler karşısında önlem alma gereğini duyan bü­ tün hükümetler, SSCB’nin deneyimini göz önüne alarak kapitalizm koşulları altında bile planlama yapılabileceği düşüncesine yönelmeye başlamışlardı. Oysa bunalımın ilk yıllarında siyaset adamları, her yerde bütçe açıklarına yol açılmamasını ve serbest pazara müdahalelerden kaçınılmasını savunuyordu. SSCB’de devrimden sonraki ilk yıllarda salt yeni rejimin varlığı bile kapitalizmi zayıflatıcı bir etki yaptı. Daha sonraki yıllarsa, millileştirilmiş mülkiyet ilişkileri yoluyla geniş ölçekli planlı üretimi gerçekleştirerek, alternatif sistemin uygulanabilir olduğunu gösterdi. Devrimin ilk yıllannda Bolşevikler beşten fazla işçi çalıştıran bütün sanayileri, bankalan, dış ticareti ve toprakları millileştirdiler. Ama ülkenin geniş bir kesimini Sovyetler’in denetiminin dışına çıkaran iç savaş yıllarında işletmelerin önemli bir bölümünün kapanmasının yol açtığı çöküntü, “savaş komünizmi” olarak adlandınlan ve cephe gereksinmelerine öncelik tanıyan bir uygulama getirdi. Üretimin sürekli düşüşü, nü­ fusun kırlara geri dönüşü, hoşnutsuzluklar ve sonunda 1921’deki Kronstadt Ayaklanması, savaş komünizminin bir yana bırakılarak Yeni Ekonomi Politikası’na (NEP) geçilmesine yol açtı. Genelde bir geri çekilme olarak kabul edilen NEP, iç ticarete ve bir dereceye kadar sanayide özel girişime izin verilmesine dayanıyordu. Özel girişimciler (nepmen) ve kulaklar sermaye biriktirmeye başladılar. Komünist Partisi buna ne kadar izin verileceğini ve sanayileşme hızının nasıl artınlacağını tartışıyordu. SSCB’nin tarihsel geriliğini sanayileşme yoluyla aşabileceği ve bunu millileştirilmiş bir ekonomi temeli üzerinde merkezî planlama örgütünün denetimi altında yapabileceği tartışma götürmüyordu. 1921’de Devlet Planlama Komitesi (Gosplan) kuruldu. Lenin 1924’te ölünce, parti üzerinde denetimi ele geçiren Stalin, komünizmin uluslararası amaçları pahasına tek ülkede sosyalizm kuramını ortaya atarak Sovyet ekonomisinin inşasına girişti. Kendisini destekleyen Nikolay İvanoviç Buharin ve partinin sağ kanadı, N EP’in belli bir süre daha devam etmesini savunuyorlardı. Leon Troç- ki’nin önderliğindeki sol muhalefet buna karşı çıktı. Sonunda muhalefet saf dışı edilirken, Stalin partiye egemen oldu. NEP hem sanayide, hem de daha hızlı olmak üzere tarımda canlanma sağlamıştı. 1925’te üretim savaş öncesi düzeye çıktı. Ama köylülerden alınacak tahıl fazlası karşılığında tüketim malları üretiminin artınlması, sanayi üretiminin ağır bir tem poda gelişmesine yol açacaktı. Bu, SSCB’nin kapitalist saldırılara açık bırakılması anlamına gelece­ ğinden ve bu arada özel girişimcilerle kulaklann artan zenginliğinin ekonominin tem elindeki millileştirilmiş mülkiyet ilişkilerini zedelemesi olasılığı ortaya çıktığından, Stalin keskin bir dönüş yaptı. 1928’den başlayarak sol muhalefetin politikalannı devralıp iç savaşın eşiğine kadar varan zorlayıcı koşullar altında tanm ın kolektifleştirilmesini sağ­ ladı. Böylece SSCB 1941’deki Alman saldı- nsına çok daha güçlü bir sanayi ile göğüs gerebildi. 1 Ekim 1927’de yürürlüğe sokulan, ama tam anlamıyla ancak 1929’dan sonra etkili olan Birinci Beş Yıllık Plan’la girişilen kolektifleştirme Sovyet kırsal kesimini alt­ üst etti. Yeterli araç gereç ve teknik donanım olmaksızın başlanan çalışmalar, tarımda üretim düşüşüne yol açtı; köylülerin tepkisi hayvanlarını kitle halinde boğazlamalarına kadar vardı. Ama sanayide tüketim m allanna değil, üretim araçları üretimine öncelik veren düzenlemelerle sürekli yeni yatırım yapıldı­ ğından, işçilerin özverisi pahasına da olsa, çok yüksek büyüme hızları sağlandı. Birinci Beş Yıllık Plan’ı 1933’te İkincisi izledi; savaş geldiğinde ise üçüncüsü henüz tamamlanmamıştı. Kapitalist dünya bunalı­ mın pençesinde kıvranırken, SSCB hızla büyüdü. Toplumsal hizmetlerin gelişmesi gerçek ücretleri artırdı. Büyük kitleler yeni beceriler kazanır ve cehalet ortadan kalkarken, yeni bir seçkin yönetici ve teknisyenler topluluğu yetişti. Bütün bu gelişmelerin yanı sıra ağır sanayi ve silahlanmaya verilen önem, tüketicilerin sıkıntıya düşmesine, Stahanov hareketi de ücret eşitsizliklerine yol açtı. Üretim kapasiteleri ve malzeme savurganca kullanıldı; önderlerin kendileri bile kötü yönetim ve yolsuzluklara bulaştı. Bürokratik hantallık, üretim ve çalışma yüklerinin eşitsiz dağılımı ve farklı işletmeler arasında eşgüdüm sağ­ lanmasının güçlüğü de Sovyet plancılığının eleştiri çeken yanlarıydı. Almanya 1941’de saldırdığında SSCB beş yıllık planlarla güçlü bir sanayi temeli edinmiş olmasına karşın, kişi başına üretim ­ de hâlâ ileri kapitalist ülkelerin gerisinde bulunuyordu. Savaş sona erdiğinde ülkenin girişmek zorunda kaldığı imar etkinlikleri, tüketim mallan üretimini bir kez daha erteledi. Ancak planlama ve savaşın yol açtığı teknolojik gelişmeyle savaş sonrası sorunların üstesinden gelinebildi. Tüketim malları üretiminin hâlâ önceliği almamış olmasına, büyük miktar ve çeşitlilikte tüketim malı üretilmemesine, dünya pazarından kopuk olmak gibi sorunların sürmesine karşın SSCB 1950’lerde nükleer silahlar geliştirerek ve bir uzay uydusunu yörüngeye yerleştirerek gücünü başka alanlarda ortaya koydu. Savaş sonrası yıllar Doğu A vrupa’da da milli ve planlı ekonomilerin doğuşuna tanık oldu. A DC ve Çekoslovakya’dan başka hepsinin ekonomisi tarım a dayalı olan bu ülkelerde (Arnavutluk dışında) gene de belli sanayi alanları bulunuyordu. Yugoslavya 1949’da SSCB’den koptu. Romanya kendi yolunda ilerlerken, A rnavutluk 1960’larda Çin yanlısı bir tutum benim sedi. Ama bütün bu ülkeler Stalinci “tek ülkede sosyalizm” modelini benimseyerek SSCB’nin “halk dem okrasileri”ndeki tekrarı halini aldılar. Yüksek büyüme hızları tutturm alarına ve eski az gelişmişliklerini yenmelerine karşın Çekoslovakya, Polonya, M acaristan, R omanya ve Bulgaristan’ın gelişmeleri birbirinden kopuk ve eşitsiz oldu. SSCB’nin ve Doğu A vrupa ülkelerinin ekonomik tarihleri kapitalist dünyadaki olaylara bakılarak ele alınmayı gerektirir. Soğuk Savaş, kapitalist ülkelerle olan ticaret hacmini düşürerek açıkları bu yolla kapatm a olanağını ortadan kaldırdığı gibi, ABD sosyalist ülkelere yapılan stratejik mal ihracı üzerine ambargo koyarak durumu daha da güçleştirdi. Üstelik kısıtlı kaynaklar ve yüksek nitelikli insan gücü silahlanma tarafından emildi. 20. yüzyıl sonlarında uluslararası gerginliğin azalması daha geniş ticaret bağlantılarına olanak vermekle birlikte, dışarıda büyüyen enflasyon ve gerileme, aranan ithal mallarının fiyatlarını yükselterek bunların karşılığı olan ihracatı da zorlaştırdı. Fiyat artışlarının bir bölümü tüketicilere de yansıdı ve ticaret açıklarını kapatm ak için uluslararası sermaye piyasasından kredi alınması gerekti. Bütün bu güçlükler 20. yüzyılın sonlarında da sürdü ve büyüme hızları eskisinin altına düştü. Başka yerlerdeki teknolojik ilerlemeler bilgisayar, elektronik, plastik ve petrokimya ürünleri alanında ciddi sanayi açıklan bulunduğunu ortaya çıkardı. Bunlann üstesinden gelebilmek için Avrupa ve A B D ’den hazır sanayi işletmeleri satın alınması yoluna bile gidildi. Tüketim mallarının kıtlığından doğan sorunlarsa bugün de sürmekte ve tüketicilere verilecek ödünler silahlanma harcam alannın yüksekliği ve yüksek yatınm hızı zorunluluğu nedeniyle sınırlı kalm aktadır. Bununla birlikte zorunlu gereksinmeler yeterli ölçüde sağlanabilmekte, toplumsal hizmetler yeterli olm akta, kültürel ürünler ve konutlar çok ucuza elde edilebilmektedir. Kapitalist ülkelerde ekonomik hareketlenme daha önce görülmedik ölçüde merkezî denetim ve planlamayı gerektirdi. Üretim bir öncelikler sistemine göre yürütülürken, emek yönlendirildi ve zor bulunan mallar vesikayla dağıtıldı. Pazar mekanizması bü­ yük ölçüde bir yana bırakılmakla birlikte, özel mülkiyet korundu ve askeri ihaleler özel sektöre ait, kâr amacı güden sanayilere verilerek savaş ekonomisi bir kapitalist ekonomi olarak sürdürüldü. Avrupa ülkeleri ve SSCB savaştan görülmemiş bir yıkıma uğramış olarak çıktılar. Ama makineler ve sanayi donanımı bu yıkımda konutlar ve öteki yapılardan çok daha az zarar gördüğünden, yetenekli insan gücü ve yeniden inşa isteğiyle sanayi ve toplumsal altyapı oldukça kısa bir zamanda onarıldı. A vrupa ülkelerinin savaştan sonraki ilk yıllarda içine düştükleri sefalet ve sıkıntılan n toplum lan yıkımın eşiğine getirmesi, ancak ABD kredileri ve yardımlanyla önlenebildi. Özellikle A D C ve Çekoslovakya’ dan gelen büyük nüfus akutlarının yarattığı işsiz ve parasız insan yığınları sorunlara yol açtıysa da, bunlann hareketli bir işgücü sağlaması özellikle Alman sanayisinin canlanmasına yardımcı oldu. Japonya’nın teslim olmasından hemen sonra sona eren ABD kredileri, Soğuk Savaş’ın etkisi altında yeniden devreye girdi. 1947’de yürürlüğe sokulan Marshall Planiyla Batı A vrupa’da kapitalizmin yeniden inşası sürdürüldü. Müttefik ülkelerin hükümetleri 1930’larm para kargaşasından ve komşudan para dilenme siyasetlerinden kaçınmak için dünya para sistemini yeniden düzenlemeye giriştiler. Temmuz 1944’te Bretton W oods’da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Maliye Konferansı, Uluslararası Para Fonu’yla (IMF) Uluslararası İmar ve Gelişme Bankası’m (Dünya Bankası) kurarak sorunu çözme yoluna gitti. Bu düzenlemelerin tem elinde her ulusal paranın altınla ifade edilmesine karşın, altının dolar olarak fiyatının ve doların konvertibilitesinin temel alınması yatıyordu. Bretton W oods’un savaş sonrası para sistemini düzene sokmasının ardından, dünya pazarında görülen hızlı canlanma sonunda uluslararası ticaretin liberalizasyonu için Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaş­ ması (GATT) oluşturuldu. A vrupa’nın ekonomik bütünleşmesine giden yolda ise 1957’de yapılan Roma Antlaşması’yla kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (A ET ya da O rtak Pazar) önemli rol oynadı. 1950’lerin başlanndan sonra sanayileşmiş ülkelerde görülen uzun vadeli genişlemenin yanı sıra, tam olarak sanayileşmeyen ülkelerde de yüksek büyüme hızlan tutturuldu. AFC, Kuzeybatı A vrupa’daki sanayi patlaması içinde yerini alırken, Japonya bir sanayi devi haline geldi. İskandinav ülkeleriyse sarsılmayan refah düzeylerini geliştirmeyi sürdürdüler. İleri sanayi ülkelerinde 1950’ler ve 1960’larda görülen, kökleri savaşa, hatta Büyük Bunalım’a değin giden gelişme sırasında ortaya çıkan çeşitli alanlardaki ilerlemeler, sanayiyi (daha önce karşılaşılmadık ölçüde) bilime bağımlı hale getirdi. Bu durum, sanayi sisteminin mantığının daha da yetkinleştirilmesini gerekli kılarak tam otom atik bilgisayar kontrollü yöntemlere geçilmesini sağladı. Ama sanayi ürünlerinin artışını sağlayan, karmaşık makinelerden çok, bütün sanayide görülen sürekli verimlilik artışı oldu. Durmaksızın artan üretim ve yatınm AFC ve Fransa’nın sürekli işgücü açıklarını kapatabilmek için üçer milyon yabancı işçi çağırmalannı gerektirdi. Tam istihdam ise sendikaların gücünü artırdı. Bazı iktisatçılann “ücretlerin itişi”nin 20. yüzyıl sonlarında görülen enflasyon sürecini uyardığını ileri sürmelerine karşın, durum kendi doğası gereği enflasyonistti. Bunun üstesinden gelmeye kalkışan hükümetlerse büyümeyi aksatarak gerilemeye yol açtılar. Sonuçta büyüme ve tam istihdam isteniyorsa, bir miktar enflasyonun kaçınılmaz olduğu görü­ şüne ulaşıldı. Aslında özellikle silahlanmaya giden yüksek hükümet harcamaları enflasyonist eğilimi besleyen, belki de onun temel kaynağı olan etkendi. A vrupa Ekonomik Topluluğu ya da öteki adıyla O rtak Pazar, öncelikle bir gümrük birliği olarak, Roma Antlaşması’m imzalayan Fransa, Batı Almanya, İtalya, H ollanda, Belçika ve Lüksemburg tarafından kurulmuştu. O rtak Pazar’a 1973’te İngiltere, Danimarka ve İrlanda, 1981’de Yunanistan, 1986’da da İspanya ve Portekiz katıldı. Kamuoyunun ilgisini üzerine çeken bir başka konu da merkezleri çoğunlukla A B D ’de bulunan “çokuluslu şirketler”in 11 Avrupa İngiliz, Fransız ve Alman şirketlerini bünyesine almasıydı. Bu firmalar çoğunlukla bilgisayar, motorlu araçlar ve elektronik gibi ileri teknoloji gerektiren sanayilerde yo­ ğunlaştılar. A vrupa’da gelirler yükseldikçe lüks tüketime ayrılan harcam alar arttı. Dayanıklı tüketim m allanna duyulan talep çoğaldıkça bu alana yapılan yatırımlar ABD sermayesi öncülüğünde büyük sıçramalar gösterdi ve sonuçta Avrupa ülkelerinin tüketim alışkanlıklan giderek A B D ’ninkine yaklaştı. 1970’lerin başlannda artık savaş sonrası büyümenin sonuna varıldığı anlaşılmıştı. Ü lkelerin çoğu stagflation denilen, yüksek enflasyona karşın düşük büyüme hızı ile karşı karşıyaydı. İşsizlik yeniden bir sorun haline gelmeye başladı. Bir “bunalım ” olarak belirmeye başlayan bu durum , Petrol İhraç Eden Ü lkeler Ö rgütü’nün (O PEC) 1973 Arap-İsrail Savaşı sırasında petrol fiyatlannı dört katma çıkartma karanyla daha da derinleşti. Petrol ithal eden ülkeler arasında ekonomileri zayıf olanlar, ödemeler dengesinde açıklar verir ve paralanmn alım gücünü düşürerek borçlanmaya yönelirlerken, petrol ihraç eden ülkeler de ithal mallanmn yükselen fiyatlan karşısında kazandıklarını ithalata yatırmak zorunda kaldılar. ABD dünyanın en güçlü ülkesi konumunu korumasına karşın, Almanya ve Japonya karşısında bir ölçüde geriledi. Uluslararası alışverişlerde hâlâ ana para olma özelliğini koruyan ABD Doları ise döviz rezervi olarak sahip olduğu yeri yitirdi. 1978’de kurulan Avrupa Para Sistemi (EMS) bir bakıma dolara karşı duyulan güvensizliğin ifadesi oldu. ^ 20. yüzyıl sonlarında ekonomik bakımdan ileri ülkelerin hükümetleri enflasyonla m ü ­ cadelenin tam istihdama öncelik vermeyi gerektirdiği üzerinde birleştiler. Açık seçik çözümler bulunmamış olmakla birlikte Keynesçi iktisadın etkisi ve gerilemeye karşı sunduğu reçeteler önemini yitirdi. Genelde hüküm etler gerilemeyle başa çıkmada yeni m üdahale önlemleri alm aktan kaçınıp, yalnızca var olan denetimleri artırm a yoluna gittiler. Bu politikalar, pazarlık güçleri tehdit altına giren sendikalardan tepki gördü. Enflasyon ve işsizlikle iç içe durum daki ekonomik konular, 20. yüzyılın sonlannda da siyasal tartışmanın odağında kalmayı sürdürecek gibi görünm ektedir. Çağdaş kültür. 19. yüzyılın son çeyreğinde A vrupa düşünce ve sanatına kuşku ve yozlaşma egemen oldu. Baudelaire ve Matthew A rnold’dan H enry Adams ve Flaubert’e, Ruskin ve Nietzsche’ye kadar birbirlerinden farklı birçok yazar, insanlığı kuşatan bayağılık ve gösteriş merakı karşısında öfkeye kapılmışlardı. Bu sanatçılar yalnızca edebiyat alanında değil, kültürü etkilem ek bakımından da saf dışı edilmiş gibiydiler. Milyonlarca insana klişeleri, rom an dizileri ve resimleriyle ula­ şan gazeteler, insanlan, gerçek kültüre erişme yollarını tıkayarak “eğitiyorlardı” . 1848’lerin gerçekçiliği sıradan insanlan yaratmıştı; sanayi demokrasisinin evrimiyse kitle insanını doğurdu. Önceki Gerçekçilik döneminden duyulan tiksinti birçok biçime bürünm üş olmakla birlikte, bunlar beş-altı grupta toplanabilir. Bazı sanatçılar dünyanın çirkinliklerinden bir tür Yeni-Klasikçiliğe sığınarak kaçtılar. Parnasçılar olarak bilinen Fransız şairlerinin yanı sıra, ressam Puvis de Chavannes’ın resimleri bunlann örneğidir. Müzikte Brahms’ın başı çektiği W agner ve Liszt’e karşı isyan da önceki dönemin “daha Avrupa 12 a n ” biçimlerine dönüş özlemlerini yansıtır. Katolik düşünüşünde Tommasoculuğun canlanışı, Becque ve Ibsen’in oyunlarındaki yansızlık, Tennyson, A m old ve G autier’nin sonraki şiirlerinde görülen yeni hava, hep çağdaş “ilerleme”yi yargılamak ve mahkûm etmek için sağlam bir tutam ak arayışı olarak anlaşılabilir. Bilinçli bir çabayla günlük yaşamın bayağı­ lıklarından uzaklaşıldıktan sonra sanatın bağımsız ve yaşanabilir bir güzellik dünyası olarak görülmeye başlaması kaçınılmazdı. Güzelliğe tapınma, ifadesini Simgecilik ve İzlenimcilikte buldu. İzlenimciler, insanları bunaltan görüntüleri alarak parlak, titreşen renklerle yeniden kuruyor ve ferahlatıcı bir duyumlar dünyası yaratıyorlardı. M onet’nin dediği gibi, “bir resmin başlıca öznesi ışık”tı. Edebiyatta ise sözcüklerin günlük dildeki kullanımı, simgecilerin işini zorlaştırıyordu. Bütün kurallar yıkıldı; alışılmadık sözcükler canlandırıldı ya da yaratıldı; alışılagelmiş söylemlerden ve ritimlerden kaçınılarak şiirde ve düzyazıda “yeni bir dünya” oluşturulması amaçlandı. Müzikte ise romantiklerin mirası zaten hazırdı. Bunları üslup olarak yeniden işleyecek dehaya gereksinim vardı. Debussy beklenen deha olarak ortaya çıktıktan sonra Ravel, Delius, Hugo Wolf ve başkaları onu izedi. Estetik sorunlarının, 1870’ten başlayarak yüzyılın sonuna değin şair, yazar ve eleştirmenlerin başlıca konusu haline gelmesinden ötürü simgeci edebiyatçı ve eleştirmenler “estetikçiler” olarak adlandırıldılar. Romantiklerin “sanat sanat içindir” ilkesinin canlandığı bu dönemin en önemli yazarı Oscar W ilde’dı. Wilde, İngiliz edebiyatını önceki kuşaklardan kalma önyargılardan kurtararak Avrupa kıtasındaki edebiyatla bağlantısını kurdu. Sanatın ancak ahlakçı olmaktan vazgeçme yoluyla ahlaki sorumluluğunu yerine getirebileceğini kanıtladı. 1890’larda, G autier’nin 1835’te Fransa’da oynamış olduğu rolü yineledi. Bu dönemin havasını en iyi yansıtan kaynak Goncourt Kardeşler’in yayımladıkları dergidir. Ama bu yayında Simgecilik ve İzlenimciliğin yanında Doğalcılık adlı yeni bir akımdan da söz ediliyordu. G oncourt’lar bazı doğalcı romanlar yazmışlardı, ama Doğalcılığın kuramcısı ve ve baş ustası arkadaşları Zola’ydı. Şiirde ise Rimbaud ve Verlaine’ de, daha sonra da Y eats’te her iki akımın izleri görülüyordu. Doğalcılığın bilim felsefesiyle gerçek bağ­ lan vardı. Örneğin Zola, Les Rougorı- Macquart adlı roman dizisinde bir ailenin III. Napoleon zamanındaki “doğal ve toplumsal tarihi”ni istatistiklere başvurarak topladığı veriler temelinde inceliyordu. D o­ ğalcılık, Gerçekçiliğin yoğunlaşması olarak görülebilirse de, gene de ondan farklı özellikler taşıyordu. Gerçekçiler yapıtlannda rastgele seçilmiş sıradanhklan bir fotoğ­ raf üslubuyla yansıttıkları halde, doğalcılar, Zola’nın yapıtlarında görüldüğü gibi, en kötüler arasından seçtikleri toplumsal varoluşun kasvetli gerçekliklerini inceleyip yargılıyorlardı. Plastik sanatlar alanında Doğalcılığa, resimde Cezanne ve van Gogh’un, heykelde Rodin ve Maillol’un yapıtlarında ifadesini bulan A rd İzlenimcilik eşlik ediyordu. İzlenimciliğin akıcılığından ve ışığından sonra bu akım görsel nesnelere yeniden katılık ve “ağırlık”lannı kazandırdı. Müzikte Doğalcı­ lığın baş temsilcisi Richard Strauss’du. D ramatik gerçekçiliğe verdiği önemle, mü­ zikle bir çorba kaşığını bile canlandırabileceğini söylüyordu. Ama örneğin ünlü yapıtı Don Quixote’de klarnetler koyun melemelerini seslendirdiklerinde, ancak bir süs işlevi görüyor, akla hiç de koyun postlannı getirmiyorlardı. Strauss’u doğalcı öğretiyle bir araya getiren şey daha çok yoğun orkestrasyonu ve kromatik armonisiydi. Bütün bunlar bir araya geldiğinde 19. yüzyıl sonlarının kültürel ortamını YeniRomantizm olarak adlandırmak yerinde olur. Aslında “sanat sanat içindir” ilkesi ve Doğalcılık, “sanat yaşam içindir” öğretisinin iki dalı olarak kabul edilebilir. 1900’lere gelindiğinde bütün Avrupa’da sosyalizm artık bir tür çılgınca düş olmaktan çıkmış, kitleler ve aydınlar arasında birçok kişinin paylaştığı bir ideal haline gelmişti. Herhangi bir partiye bağlı olmayan sosyalistler arasında Ruskin ve William Morris, çevrelerinde dolayımsız değişiklikler yaratabilmek için giriştikleri işlerle Arts and Crafts hareketini yarattılar. Amaçları nesneleri yeniden güzel kılmaktı. Makine sanayisi yalnızca ucuz ve çirkin şeyler ortaya çıkardığından, el emeğiyle ucuz ve şık olanı yaratmak çabası içinde iyi mobilyalar, ev eşyalan, mücevher ve takılar yaparak el becerisi kadar görsel çekicilik de sağlıyorlardı. Bu hareket, tasanm idealini yeniden ortaya çıkartarak makine sanayisine kendisini kabul ettirdi. 20 yıl geçmeden fabrikalarda tasarımcı olarak sanatçılar çalışmaya başladı. 1910’a varmadan kumaştan ambalaj kâğıdına kadar tasanm bütün sanayi ürünlerine egemen oldu. Bu hareketin yanı sıra 1900’lerin yeni teknolojisi de daha iyi yaşam koşullan için umutlar doğurdu. Elektrik enerjisinin kullanımı ve aktarılması temiz fabrikalan olanaklı kıldı. Bilimin tıbba uygulanması, insanlığın fiziksel acılannın azalacağı umudunu getirdi. Aynı bakış doğa ve toplumbilimleriyle uğraşanlara da egemen oldu. 1880’lerden başlayarak “ölü” maddeye dayalı basit mekanik açıklamalann yetersiz olduğu ortaya çıkmış, 1887’deki Michelson-Morley deneyi, ışığın dalga yapısında olduğunu ve “esir” (eter) diye bir şeyin bulunmadığını göstererek itme-çekme ilkesini gereksiz kılmıştı. Felsefe alanındaysa Poincare, Boutroux, Ernst Mach, Bergson ve William James doğal “yasalar” anlayışını köklü değişikliklere uğratıyordu. Bütün bunlar, 20. yüzyılın bilimsel düzeninin üzerine kurulduğu görelilik ve kuantum kuram lannm yarattığı devrime temel hazırladı. Makine benzetmelerinden kopuş, biyolojik bilimlerde de etkisini gösterdi. D ar Danvinci öğretiler bir yana bırakılarak, Gregor M endel’in genetik kuramı yeniden keşfedildi. Türlerin değişmezliği kuramı Bateson’la yeniden gündeme gelirken, yavaş ve küçük değişiklikler yerine büyük ve hızlı değişinimler olgusu (De Vries) kamuoyunun ilgisini çekmeye başladı. Toplumbilimlerinde de yeni öncüler, yeni başlangıçlar yaptılar. Antropolojide bilimsel incelemenin dayanağı olarak fiziksel yapı ve ırkın yerini kültür aldı. Durkheim ve izleyicileri Tönnies, Tarde ve Le Bon bir fiziksel veri gibi ölçülebilen ve bağımsız olan “toplumsal olgu” üzerinde durmaya başladılar. William Jam es’in öncülüğündeki psikolojinin temel öğesi de artık “bilinç akışı” olmuştu. Bilimlerdeki bu yenilikler özgürleştirici sonuçlar yarattı. Önceden sonsuza değin kapanmış gibi görünen evren yeniden açıldı ve yeni araştırmalar evrenin ölü değil, canlı olduğuna ilişkin kanıtlar getirdi. Gerçeklik, Tanrı ve ölümsüzlük yeniden inceleme konusu haline geldi. Felsefe, siyaset ve eleştiride bu yeniden inceleme, pragmatik devrime yol açarak, toplumsal ve ahlaksal yaşamda Victoria dönemi değerlerini ortadan kadirdi. Günümüz Varoluşçuluğunun kaynaklarını oluşturan Nietzsche, Samuel Butler, Shaw, Bergson ve ötekiler de Pragmatizmin etkisi altında kaldılar. Tümünün ortak özelliği mutlak olandan kaçınm alan, çoğulculuğa ve sonuçlara bakarak sınamaya yönelmeleriydi. Yeni dönemin değer ölçüleri, yeni duygu biçimleri H auptmann ve Brieux’nün oyunlannda, Tolstoy, Peguy, Georges Sorel, Ellen Key, Havelock Ellis, U nam uno, Ortega y Gasset ve Shaw’un yazılannda dile geldi. Eyleme geçmek için bütün bu kitaplann yazılması beklenmedi. 1890’lardan başlayarak insanlar boşanmaya, evlenmeksizin birlikte yaşamaya başladılar, gebelikten korunmanın sözünü etmeye ve bunu uygulamaya giriştiler, cinsellik psikolojisini inceleyip eşcinselliği savunur oldular. Zenginlerin oğullan sosyalizmi benimseyip işçi önderleri olarak grevler örgütlerlerken, kızlan kadın haklan savunuculuğuna başladılar. Okullarda öğrenciler hareketlendi, birbiri ardına yeni kültler ortaya çıktı. Açık hava sporlan, teosofi, gizemli Budacılık gibi akımlann birçok yandaşı oldu. Bir ideale bağlanmaya susamış insanlar yeni umutlar peşinde koşarken, yeni ütopyalara, çeşitli siyasal akımlara bağlandılar. Dreyfus olayı bir yanda bireye saygıyı, öbür yanda ordu ve millette ifadesini bulan toplumsal ve kolektif ideali savunanları karşı karşıya getirdi. 1905-14 arası dönem Kübizmin 10 yılı oldu. Kübizm resimde kendisini Yeni-Klasikçilik olarak adlandm yordu, ama yeniklasik olmadığı açıktı. Resim, heykel, m ü­ zik ve şiirde görülen yeni nitelikler yalınlık, soyutlama ve kitleye verilen önemdi. Ressamlar esin kanaklannı öncelleri olan A rd İzlenimcilikten alırlarken, mimarlar yeni malzemeden yola çıkıyor, mühendislerin betonarme ve çelik yapılannı örnek alıyorlardı. Kimi şairler toplumbilimsel kuramlara yöneliyor, kimileriyse yeni ruhbilimci ve felsefecileri okuyor, heykelciler Afrika ve Cava elişlerine başvuruyorlardı. Kübizmin ürünleri bu döneme yol açan sonsuz çeşitliliği ve derinliği yansıtıyordu. Bilim ve sezgi yaratıcı dehanın ufkunu alabildiğine genişletmişti. Sorun, yalnızca uygun biçimleri arayıp bulm akta ve yaratmaktaydı. Bu çok yönlü yaratıcılık, savaş yüzünden birden kesintiye uğradı. Kültürel etkinliklere ara verilmesi, bunlann yerini her yerde nefret propagandasının alması, yetenek ve dehanın savaşın vahşiliği içinde harcanması, silah bırakışmasını izleyen aç­ lık, hastalık ve kıyımlar Rönesans’la doğan ve ulu devlet temeli üzerine kurulan yüksek uygarlığı kökünden sarstı. iki savaş arası dönem olan 1920-39, artık ileriye bakmanın olanaksızlaştığına ilişkin yeterince belirtiyle doludur. H ayatta kalan sanatçılar, hiçbir şeye bıraktıklan yerden başlayamadılar. Çoğu tanık oldukları felaketlerden sonra sanatla uğraşmaktan utanç duydu. H er şey önemini yitirmiş gibiydi, her şey saçmaydı. Bunun sonucunda D adacılık doğdu. D aha ciddi olanlar (örn. Stravinski) yeni modeller sağlamak için gözlerini savaş öncesi dönemden daha gerilere, 18. yüzyıl ya da ortaçağ sonlanna çevirdiler. Görüp yaşadıklarından duyduğu tiksintiyi dile getiren T. S. Elliot bir kralcı, İngiliz-Katolik ve yeni-klasikçi olduğunu açıkladı. Bütün sanatlarda seçmecilik, ve simge kullanımı yaygınlaştı. Bilinçli zihnin kısıtlaması olmaksızın kendi kendine yazmaya dayanan Gerçeküstücülük, sanatın kendisini yadsı­ ması olarak ortaya çıktı. En büyük yaratıcı­ nın, insanın ortak doğasının bilinmeyen yanı olduğu savunulmaya başladı. “K ültürel gecikme” adıyla anılan olgu 1920 sonrasında büyük önem kazandı. Bu terimin anlamı çok basittir: Kültür bir yerlerde yaratılmakta ve öğrenilip yayılması 5, 10, hatta 20 yıl alm aktadır. Örneğin daha 1905’te bilinmelerine karşın Freud ve Einstein’ın katkılarının kamuoyunun ilgi alanı­ na girmesi için 1920’ye gelinmesi gerekmiş­ ti. Bunun yam sıra Amerika ve Avrupa arasındaki bir kültürel gecikmeden de söz edilebilir. Avrupa kültürünü 20 yıl kadar geriden izleyen Amerika ancak I. Dünya Savaşı dolayısıyla Avrupa’ya giden gençlerin ülkelerine dönmesiyle bu açığı kapatmıştı. Toplumsal evrim yeni katm anları kültürel konularla ilişkiye geçirdi. Kitle iletişim araçları milyonlarca insana yazı ve resimle “sanata ilişkin her şeyi” popülarize ederek anlattı. Çağdaş edebiyat ve resim teknikleri, insanları çekmek ve yanıltmak için reklam aracı olarak kullanıldı. Seksen yılı aşan bir zaman boyunca Rönesans insanının aristokratik, seçkinci kültürünün dem okratikleştirilmesine uğraşıldı, ama eşitlik, özgürlük, toplumsal sorumluluk, insanlık ve evrensel kardeşlik düşünceleri bu kültürü kurtarmaya yetmedi. Bu durum da ancak tek bir varsayımda bulunulabilir. A vrupa insanı 500 yıl boyunca bireycilik ilkesi ile uğraşmış ve bütün olanaklarını tüketmiştir. Önceki kuşakların yarattığı koşullarla baş edebilmek için farklı bir ilkeden yola çıkan yeni bir insan gerekmektedir. Eğer bu insan ortaya çıkacak olursa, sanatı, bilimi, felsefesi, toplumsal ve ahlaksal ilişkileri ve devletiyle onu yeni bir kültür izleyecektir. Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom), atom enerjisinin barışçı kullanımını geliştirmek için bir ortak pazar oluşturmak üzere 1958’de kurulan uluslararası örgüt. Kurucu üyeler Belçika, Fransa, A FC, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda idi. Topluluğa 1973’te Danimarka, İrlanda ve İngiltere, 1981’de Yunanistan, 1986’da Portekiz ve İspanya Katıldı. Euratom ’un oluşturulmasında temel amaç­ lardan biri, ulusal ölçek yerine Avrupa ölçeğinde bir nükleer enerji endüstrisi kurulmasını kolaylaştırmaktı. Topluluğun öbür amaçlan atom enerjisi araştırm alarında eşgüdüm sağlamak, nükleer enerji tesisleri yapımını desteklem ek, güvenlik ve sağ­ lık düzenlemeleri getirm ek, serbest bilgi akışı ve serbest personel değişimini özendirmek, nükleer donanım ve malzeme alışveri­ şi için ortak bir pazar kurm ak idi. E uratom ’­ un kontrol alanı askeri amaçlı malzemeleri kapsamıyordu. Topluluğu resmileştiren anlaşma 1955 Messina Konferansı’nda geliştirildi, 25 M art 1957’de R om a’da imzalandı ve 1 Ocak 1958’de yürürlüğe girdi. Aynı yıl toplulukla Birleşmiş Milletler arasında bir teknik işbirliği anlaşması imzalandı. Topluluk içinde ithalat ve ihracat gümrüklerini kaldıran Nükleer Malzeme Ticareti İçin O rtak Pazar, Ocak 1959’da doğdu. Euratom , başlangıcından beri Avrupa Ekonomik Topluluğu ÇAET) ve Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (ECSC) ile aynı Parlamento’yu ve Adalet Divam’m paylaştı. 1 Temmuz 1967’de her üç topluluğun yönetim organları (Komisyon ve Bakanlar Konseyi) birleştirildi. Topluluğun araştırmaları, kendi Birleşik Araştırm a M erkezi’nin yanı sıra, üye ülkelerin çeşitli araştırma kurum lanyla yapılan sözleşmelerle ve başka ülke ya da uluslararası örgütlerle anlaşmalı olarak yürütülür. Ayrıca topluluk içinde tüzel kişiliği olan bir acentalık örgütü kurulmuştur. Avrupa Toplulukları Komisyonu’nun gözetimi altında çalışan bu acentalık örgütü, topluluğa üye devletlerde üretilen işlenmemiş madenleri ve ayrışabilen maddeleri öncelikle satın alma hakkına sahiptir. Avrupa bizonu bak. bizon Avrupa ceza hukuku sözleşmeleri, Avrupa Konseyi üyesi devletler arasında, ceza hukuku alanında yapılan sözleşmeler. T ürkiye’nin de birçoğuna taraf olduğu bu sözleşmeler şunlardır: Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi (13 Aralık 1957, Paris): Sanık ve hüküm ­ lülerin, yargılanmaları ya da cezalarının yerine getirilmesi için bir üye devlete geri verilmesi kabul edilmiştir. Türkiye bu sözleşmeyi 18 Kasım 1959’da onaylamıştır. Ceza İşlerinde Karşılıklı A dli Yardım A v ­ rupa Sözleşmesi (20 Nisan 1959, Strasbourg): Üye devletlerden birinde yapılmakta olan bir ceza muhakemesi sırasında tanık dinlenmesi, sanık ifadesi alınması ya da bir delil saptanması gerektiğinde, başka bir üye devlet ona yardım eder. Türkiye bu sözleş­ meyi 14 Ağustos 1968 tarihli bakanlar kurulu kararnamesi ile onaylamıştır. Şartla Salıverilen ya da H üküm Giyen Kişilerin Gözlenmesine İlişkin Avrupa S özleşmesi (1964): Şartla salıvermedeki deneme süresinde başka bir üye devlette işlenen suç, şartla salıverme kararının kaldırılması­ na neden olur. Türkiye bu sözleşmeyi 13 Eylül 1965’te imzalamış, ama henüz onaylamamıştır. Ceza Yargılarının Milletlerarası Değeri K onusunda Avrupa Sözleşmesi (28 Mayıs 1970, Lahey): Üye devletlerden birinde verilen ceza mahkemesi hükümlerinin, öbür üye devletlerde de sonuç doğurması, yani yerine getirilmesi ve kesin hüküm etkisi oluşturması kabul edilmiştir. Türkiye bu sözleşmeyi 27 Ekim 1978 tarihli yasayla onaylamıştır. Ceza Kovuşturmalarının Aktarılması K onusunda Avrupa Sözleşmesi (15 Mayıs 1972, Strasbourg): Üye devletlerden birinde başlamış bulunan ceza kovuşturması başka bir üye devlette devam edebilir. Türkiye bu sözleşmeyi 27 Ekim 1978’de onaylamıştır. Tedhişçiliğin Önlenmesine İlişkin Avrupa Sözleşmesi (27 Ocak 1977, Strasbourg): Üye devlette işlenen tedhiş fiillerinin yargı­ lanmasına ilişkin hükümler içeren bu sözleş­ me, bombalı vb biçimde yapılan tedhiş fiillerini siyasal suç kapsamı dışında tutar. Türkiye bu sözleşmeyi 19 Mayıs 1981 ’de onaylamıştır. Hükümlülerin Transferi Konusunda Avrupa Sözleşmesi (1983): Bir üye devlet vatandaşı­ nın cezası bir başka üye devlette yerine getirilirken, bu kişinin ülkesine gönderilerek cezanın orada tamamlanması sağlanmıştır. Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (Organisation for European Economic Cooperation – O EE C ), 3 Nisan 1948’de Paris’ te imzalanan bir anlaşmayla Avrupa ekonomisini, Avrupa Kalkınma Programı (Marshall Planı) uyarınca yeniden toparlama çabalarını eşgüdüm içinde yürütmek amacıyla kurulan örgüt. Örgütü kuran 16 A vrupa devleti arasında Türkiye de bulunmaktaydı. O E E C ’nin birçok işlevi arasında, üye ülkeler arasındaki ticaret sınırlamalarını kaldırmaya yardımcı olmak, kıt kaynakları paylaştırmak ve ortak ekonomik çıkarlarla ilgili konularda düzenli bir danışmanlık sistemi kurmak da vardı. O E E C ’nin yerini 1961’de ABD ve Kanada gibi Avrupa dışı üyeleri de kapsayan Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü(*) (O ECD ) aldı. 13 Avrupa Ekonomik Topluluğu Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) (European Economic Comm unity-EEC), o r t a k p a z a r olarak da bilinir, Batı Avrupa ülkelerinin 1957’de Roma Antlaşması ile kurduğu ekonomik birlik. Bu antlaşma 248 madde ile ekler ve protokollerden oluşmuş­ tur. Kuruluşun amacı üye ülkeler arasında bir O rtak Pazar kurularak ekonomi politikalarının zaman içinde birbirlerine yaklaştı- nlması yoluyla pazar içinde ekonomik etkinliklerin uyumlu geliştirilmesi, istikrarlı büyüme ile yaşam düzeyinin yükseltilmesi ve üye ülkelerin daha sıkı ilişki kurm aları­ nın sağlanmasıdır. Bu amacı gerçekleştirebilmek için kullanılacak ekonomi politikası araçları: 1) Üye ülkelerin kendi aralarındaki gümrük vergilerini ve m iktar kısıtlamalarını kaldırıp üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi uygulamak; 2) üye ülkeler arasında sermaye ve işgücü dolaşımını serbestleştirmek; 3) ortak tarım ve ulaştırma politikaları uygulamak; 4) üye ülkelerin ödemeler bilançolarındaki dengesizlikleri giderecek önlemleri almak; 5) işçilerin istihdam olanaklarını artırm ak ve yaşam düzeylerini yükseltmek için Avrupa Sosyal Fonu kurm ak; 6) yeni kaynakları harekete geçirerek ekonomik gelişmeyi hızlandırmak için Avrupa Y atınm Bankası kurm ak; 7) ticareti artırm ak için denizaşırı ülkelerin topluluğa katılmasını gerçekleştirmektir. Fransa, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, İtalya ve AFC topluluğun ilk üyeleriydi. İngiltere, D anim arka ve İrlanda 1973’te, Yunanistan 1981’de, Portekiz ve İspanya 1986’da topluluğa katıldılar. D anim arka’ya bağımlı bir eyalet olan ve tümüyle D anim arka’nın yönetimi altındayken topluluğa giren G rönland 1985’te A E T ’den çekildi. O rtak bir pazar ile ilgili planlar 1955’te Sicilya’da Messina kentindeki bir toplantıda tartışıldı. A ntlaşm a 25 M art 1957’de Roma’ da imzalandı ve topluluk 1 Ocak 1958’de çalışmalarına başladı. Başlıca organları Komisyon, Bakanlar Konseyi, Adalet Divanı ve Avrupa Parlam entosu’dur. Son iki organ, ayrıca A vrupa Topluluklarının öbür iki örgütü olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (ECSC) ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’na (Euratom ) da hizmet etmek üzere oluşturulmuştu. 1965’te Komisyon ve Bakanlar Konseyi’ni de A ET ve ECSC ile E uratom ’un ortak organları haline getirmek amacıyla bir antlaşma imzalandı ve birleşme 1967’de gerçekleşti. Toplulu­ ğun ayrıca, özel konularda çalışmak üzere oluşturulmuş komite ve fonları vardır. Avrupa Y atınm Bankası da A E T ’ye bağlıdır. A E T ’nin geçiş döneminin sonu geniş kapsamlı bir ekonomik birliğin sağlandığı 31 Aralık 1969’dur. Üye ülkelerin gümrük tarifelerindeki ilk yüzde 10’luk indirim, Ocak 1959’da gerçekleştirildi. Temmuz 1968’de üye ülkeler arasındaki gümrükler kaldırıldı ve topluluk dışı ülkelere uygulanacak ortak gümrük tarifesi kabul edildi. Öteki alanlardaki gelişmeler daha yavaş oldu. Başlıca tanm ürünlerinde, A E T dışındaki fiyatlar ile A E T fiyatları arasındaki farka eşit değişken bir vergi uygulamasına geçildi. 1962’de, düşük maliyetli ülkelerden ithalata karşı korunmayı sağlayan ve dolar cinsinden ifade edilen asgari fiyatlara dayalı ortak bir tarım politikası oluşturuldu. Tanm destekleme maliyetlerinin yüksek oluşu ve verimsiz tarımı desteklemeye zorlandıkları­ nı düşünen üretici ülkelerin hoşnutsuzluğu nedeniyle topluluk, 1979’da sübvansiyonlan aşamalı olarak kaldırmayı ve bunların yerine, tanm ürünü fiyatlarının saptanmış Avrupa Ekonomik Topluluğu 14 düzeylerin altına düşmesini önleyecek bi­ çimde belirlenmiş, müdahale fiyatları oluş­ turmayı kabul etti. Bu karar, A ET bütçesi ve bu bütçenin en önemli bölümünü oluşturan tarım politikası ile ilgili anlaşmazlıkların sürmesini engelleyemedi, tartışmalar 1980’lerde de gündemde kaldı. Ekonomi politikalarının uyumu konusunda önemli bir gelişme 1979’da Avrupa Para Sistemi’nin kurulması oldu. Bu sistem, bugüne değin katılmayan İngiltere ve Yunanistan dışındaki A ET üyesi ülkelerin para birimlerini birbirine bağladı. Kurların belirli aralıklarla yeniden düzenlenmesine olanak veren bu sistemle kurlardaki günlük büyük dalgalanmalar önlenmeye çalışıldı. İşgücü ve sermayenin hareketliliğini özendirmek amacıyla işgücünün serbest dolaşımı üzerindeki kısıtlamalar kaldırıldı. Sermaye piyasalarının bütünleşmesi, bu alandaki çeşitli kurumsal kısıtlamalar nedeniyle daha yavaş ilerledi. A ET, 1977’de A vrupa Serbest Mübadele Birliği (EFTA) ile ticaret anlaş­ maları yaptı. Türkiye-AET ilişkileri. Türkiye ilk kez 31 Temmuz 1959’da bir ortaklık anlaşması yapmak için topluluğa başvurdu. Bu isteğe olumlu yanıt veren AET Bakanlar Konseyi, ön çalışma yapmak üzere Komisyon’u gö­ revlendirdi. 27 Eylül 1959’da başlayan gö­ rüşmeler dört yıl sürdü. 12 Eylül 1963’te imzalanarak 1 Aralık 1964’te yürürlüğe giren A nkara Anlaşması ile ortaklık konusunda somut bir adım atılmış oldu. Anlaşma Türkiye’nin kalkınmasını hızlandırmaya, Türk halkının istihdam düzeyinin yükseltilmesine ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine yönelik olarak taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi öngörüyordu. Anlaş­ manın 28. maddesine göre, topluluğu kuran Roma A ntlaşm asından doğan yükümlülükleri üstlenebilecek bir duruma gelince, Türkiye’nin A E T ’ye tam üye olarak katılma olanağı incelenebilecekti. A nkara Anlaş­ ması bir çerçeve anlaşması niteliğindedir. Ortaklığın hedeflerini ve aşamalarını belirleyerek bir görüşme ve pazarlık çerçevesi yaratmıştır. Ortaklığın gerçekleşeceği geçiş döneminin koşullarının ise daha ileri tarihte imzalanacak bir katma protokol ile saptanması öngörülmüştür. Ortaklığın temel amacı, taraflar arasında bir gümrük birliğinin aşamalı olarak gerçekleştirilmesi ve buna paralel olarak ekonomi politikalarının giderek birbirine yaklaştınlmasıdır. Ankara Anlaşması’nda bu amaca üç dönemden geçerek ulaşılması öngörülmüştür: Hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönem. Hazırlık döneminin normal süresi beş yıldır. Bununla birlikte, 11 yılı aşmamak üzere, uzatılması da olanaklıdır. Türkiye bu dönemde ileride kendisine dü­ şecek yükümlülükleri üstlenebilecek duruma gelmek için, topluluğun da yardımıyla ekonomisini güçlendirmeye çalışacaktır. Geçiş döneminde, gümrük birliğinin aşamalı olarak gerçekleştirilmesi ve tarafların ekonomi politikalarını yakınlaştırmaları öngörülmüştür. Gümrük birliğini izleyen son dönemde, tarafların ekonomi politikaları arasındaki uyum sağlanacaktır. A nkara Anlaşması’yla oluşturulan kurumsal yapının temelinde ortaklık ilişkilerinin uygulanmasını ve giderek gelişmesini sağlamakla görevli en yetkili organ olan Ortaklık Konseyi bulunur. Türkiye ile A ET üyesi ülkelerin ve A ET Komisyonu’nun temsilcilerinden oluşan bu konseyde Türkiye ile A E T ’nin birer oyu vardır ve kararlar oybirliğiyle alınır. -Konsey başkanlığı, altışar aylık süreler için, Türkiye ile üye ülkelerin temsilcilerinden biri tarafından sıra ile yürü­ tülür. Ortaklık Komitesi ise Ortaklık Konseyi’nin çalışmaları için gerekli hazırlıkları yapmak ve öneriler sunmakla görevlendirilmiştir. A nkara Anlaşması’nda, TBMM ile Avrupa Parlamentosu arasında işbirliği ve temasların sıklaştırılması da öngörülmüş ve O rtaklık Konseyi’nin 27 Temmuz 1965 tarihli bir kararıyla Türkiye-AET Karma Parlamento Komisyonu kurulmuştur. Ortaklığın demokratik denetim organı olan Karma Parlamento Komisyonu, TBMM ve Avrupa Parlamentosu’nun 18’er üyesinden oluşur ve yılda en az iki kez toplanır. A ET Komisyonu, ortaklıkla ilgili bütün sorunlara eğilerek Ortaklık Konseyi’nin kendisine sunduğu raporları inceler. Yalnızca tavsiye kararlan alabilen komisyonun karar yetkisi yoktur. Hazırlık döneminde, A ET Türkiye’nin dört ana ihraç maddesi olan ve toplam ihracatının yüzde 40’ını oluşturan tütün, kuru üzüm, kuru incir ve fındık için gümrük indirimi sağladı. Bunun yanı sıra mali protokoller ile Türkiye’ye mali yardımda bulundu. Hazırlık döneminin süresi sona ermeden, Türkiye’nin isteği üzerine 1967’de geçiş döneminin gerçekleşme koşullarını, yöntemlerini ve süresini belirlemek için görüş­ meler başladı ve 23 Kasım 1970’te katma protokol imzalandı. Bu protokolün 1 Ocak 1973’te yürürlüğe girmesiyle de geçiş dönemi başladı. Geçiş döneminin süresi, tarafların birlikte öngörecekleri istisnalar saklı kalmak üzere, 12 yıldır; istisnai alanlarda ise 22 yıla uzamaktadır. Katma protokol karşılıklı ve dengeli yükümlülükler temeline dayanmakta ve malların serbest dolaşımı, kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımı ve ekonomi politikalarının yaklaştırılması bö­ lümlerini içermekteydi. Malların serbest dolaşımı açısından tarım ve sanayi sektörleri arasında farklılık vardır. Katma protokolde tarım ürünlerinde serbest dolaşımın nasıl sağlanacağı saptanmamış, bu konuyla ilgili hükümlerin 22 yıllık dönemin sonunda Ortaklık Konseyi’nce belirlenmesi öngörülmüştür. Bu süre içinde Türkiye A E T ’nin ortak tarım politikasına uyum için gerekli önlemleri alacaktır. Geçiş dönemi boyunca tarım ürünleri ticareti tercihli bir rejim uyarınca gerçekleş­ tirilecektir. A ET tarım ürünlerinde Türkiye’ye tek taraflı ödünler vermiş, Türkiye herhangi bir yükümlülük üstlenmemiştir. 1987’den başlamak üzere A ET (fark giderici vergi konusu olanlar dışında) Türk tarım ürünlerine uygulanan vergileri tümüyle kaldırmıştır. Sanayi ürünlerinde ise ilke olarak 12 yılda, istisna olarak 22 yılda gümrük birliği kurulması öngörülmüştür. A ET, Türkiye’nin sanayi ürünlerine uyguladığı gümrük vergi ve resimleri ile miktar kısıtlamalarını üç istisna dışında bir defada kaldırmayı ve bu durumu sürekli kılmayı kabul etmiştir. Söz konusu üç istisna şunlardır: 1) Pamuk ipliği, pamuklu dokuma ve makine halılarında yüzde 25’lik bir gümrük indirimi yapılarak 12 yılda tümüyle gümrük vergisi bağışıklığı sağlanması; 2) petrol ürünlerinde gümrük vergisi bağışıklıklarının belli kontenjanlarla sınırlı olarak tanınması; 3) ipekböceği kozası ve ham ipekte, toplulu­ ğa ileride miktar kısıtlaması koyma hakkı tanınması. Türkiye ise A ET çıkışlı mallara uyguladığı gümrük vergi ve resimlerini 12 yılda kaldırmayı kabul etmiştir. Ancak, özel bir koruma gerektiren ya da Türkiye’nin gelecekte üretimini geliştirmeyi planladığı bazı sanayi dallarında 22 yıllık bir süre öngörülmüştür. Katma protokolde kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımı bölüm ünde, Türkiye ile topluluk üyesi ülkeler arasında işçilerin serbest dolaşımının, A nkara Anlaşması’nın ilkelerine uygun olarak, anlaşmanın yürürlüğe girişinden sonraki 12. yılın sonu ile 22. yılın sonu arasında aşamalı olarak gerçekleştirilmesi hükme bağlanmıştır. Ayrıca, taraflar, yerleşme hakkına ve hizmetlerin serbest edimine yeni kısıtlamalar koymaktan kaçınma ve Ortaklık Konseyi’nin saptayacağı sıra, süre ve yöntemlere göre, var olan kısıtlamaları giderek kaldırma yükümlülüğü altına da girmişlerdir. Ekonomi politikalarının uyumu konusunda rekabet, vergileme ve mevzuatın birbirine paklaştırılmasına, ekonomi ve ticaret politikalarının eşgüdümüne ilişkin hüküm ­ ler yer almaktadır. Katma protokolde, Türkiye – A ET ortaklığının işleyişinde karşılaşı­ lacak güçlükler ve aykırı davranışlara karşı tarafların ekonomilerinin korunması için çeşitli önlemler de kabul edilmiştir. Başlangıçta, Türkiye ile topluluk arasındaki ilişkiler A nkara Anlaşması ve katma protokolde öngörüldüğü biçimde gelişti. Türkiye, gümrük birliğini sağlamaya yönelik olarak 1973 ve 1976’da gümrük vergilerinde iki indirimi gerçekleştirdi, ama daha sonraki yıllarda yapılması gereken indirimler, Türkiye’nin ekonomik sorunları nedeniyle ertelendi. Topluluk, sanayi sektörüne ilişkin olarak vergi indirimi yükümlülüğünü yerine getirdi, ama kendi tekstil sektörünün içinde bulunduğu güçlükleri öne sürerek ve katma protokolün ilgili maddelerine aykırı olarak, Türkiye’den tekstil ürünleri ithalatı­ na miktar kısıtlamaları koydu. Ayrıca, katma protokolün 1 Aralık 1986’dan başlayarak işçilerin A ET içinde serbest dolaşımını öngörmüş olmasına karşın, Ortaklık Konseyi konuya ilişkin yöntemleri kararlaştırmadığından işçilerin serbest dolaşımı gerçekleşmedi. 1970’lerin ikinci yarısında Türkiye içinde bulunduğu ekonomik bunalım nedeniyle A ET ile ilişkilerini askıya almıştı. 12 Eylül 1980’den sonra ise ilişkiler bu kez Türkiye’ de demokratik parlam enter rejim olmadığı gerekçesiyle A ET tarafından donduruldu. Türkiye – A ET ilişkileri 1983 sonrasında yeniden normalleşme sürecine girdi. TC hükümeti, 1987 içinde A E T ’ye tam üyelik başvurusunun yapılacağını açıkladı. Türkiye’nin A ET ile ilişkileri 1960’lardan bu yana değişik yönleriyle tartışılagelmiştir. A E T ’ye tam üye olmayı savunanlar, böylece Türkiye’nin siyasal ve ekonomik ufkunun genişleyeceğini, Batı ile bütünleşmenin ilerleyeceğini, dış yatırımların artacağını ve dış ticaretin gelişeceğini ileri sürmüşlerdir. A ynca, Türlaye’nin bugünkü sanayi yapı­ sıyla tam rekabet ortamına ayak uydurabileceği ve böylelikle daha sağlıklı bir yapıya kavuşabileceği de savunulmuştur. Üstelik A ET ’ye katılma, tüketicilerin de yararına olacaktır; çünkü dışa kapalı ve korumacılığa dayalı bir ekonomi politikası, maliyetleri ve yurt içi fiyatları artırıcı bir etki yapmaktadır. A E T ’ye katılmaya karşı olanlara göre ise A ET üyeliği Türk ekonomisinin gelişme biçimini değiştirecektir. Buna göre, hızlı gelişme gösteren sanayi dallan rekabet edemeyerek tasfiye edilecek, Türkiye A E T ’nin terk ettiği geleneksel sektörlerde uzmanlaşmış bir ülke olacaktır. Sanayi yapı­ sındaki bu değişikliğin sonucu olarak ekonominin gelişme hızının düşeceği de A ET üyeliğine karşı olanlarca ileri sürülmüştür. Bu görüşe göre sanayinin mülkiyet yapısında da bir değişiklik ortaya çıkacak ve Türk sanayisinin önemli bölümü yabancı sermayenin eline geçecektir. Türkiye’nin tam üyelik için 1987’de A E T ’ye başvuracağının açıklanmasından sonra bu konudaki tartış­ malar yeniden yoğunlaşmıştır. Avrupa Güney Gözlemevi, 1962’de kurulan ve altı Avrupa ülkesinin (Belçika, D anim arka, Fransa, A FC, Hollanda ve İsveç) oluşturduğu bir konsorsiyum tarafından yönetilip finanse edilen astrofizik örgü­ tü. Örgütün yaklaşık 270 kişilik sürekli teknik ve idari kadrosunun yansına yakını, Münih yakınlarındaki Garching’de bulunan Avrupa merkez bürosunda çalışır. Avrupa Güney Gözlemevi, 1965’te Şili’de, Santiago’nun 600 km kadar kuzeyinde ve deniz düzeyinden 2.400 m yükseklikte La Silla Gözlemevi’ni kurdu. Açıklıkları 3,66 m ’yi bulan 10 teleskopla donatılmış olan bu gözlemevinde, gökyüzünün güney yarıküresi üzerinde geniş kapsamlı çalışmalar yürü­ tülmektedir. Gözlem araçları ilkesel olarak örgüte üye olan ülkelerin astronomlarınca kullanılır. Avrupa Güvenliği ve İşbirliği Konferansı , bağlayıcı nitelikte olmayan bir Nihai Senet’in imzalanmasıyla {bak. Helsinki A nlaşmaları) sonuçlanan bir dizi uluslararası toplantı (1973-75). Bu senet A vrupa’da II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan sınırlan dokunulmaz olarak kabul etm ekte ve anlaş­ maya imza atan ülkelerin insan haklanna ve temel özgürlüklere saygı göstermelerini, bilim, kültür ve başka alanlarda işbirliği yapmalannı öngörmekteydi. Konferansa A rnavutluk dışındaki bütün Avrupa ülkelerinin yanı sıra ABD ve Kanada da katıldı. SSCB daha 1950’lerden başlayarak, Doğu A vrupa’da egemen bir konum elde etmesini sağlayan savaş sonrası düzenlemeleri meş­ rulaştırmanın aracı olarak bir Avrupa G ü­ venlik Konferansı’nm toplanması için uğra­ şıyordu. A m a Doğu ile Batı arasında bir yumuşama sürecinin yaşandığı 1970’lerin başına değin bu yönde herhangi bir somut adım atılamadı. D aha sonra Kasım 1972 ile Haziran 1973 arasında H elsinki’de gündem belirlemek üzere büyükelçiler düzeyinde hazırlık görüşmeleri yapıldı. Konferans üç aşam ada gerçekleşti. 3-7 Temmuz 1973’te H elsinki’de düzenlenen ilk toplantı, dışişleri bakanlan düzeyinde yapıldı. Uzmanlık komitelerinin konferans belgelerinin taslağını hazırladığı ikinci toplantı Cenevre’de yapıldı ve 18 Eylül 1973’ten 7 Temmuz 1975’e değin sürdü. Son olarak 31 Temmuz – 1 Ağustos 1975’te Helsinki’de düzenlenen doruk toplantısında bir araya gelen 35 ülkenin devlet başkanlan Nihai Senet olarak bilinen belgeyi imzaladılar. Nihai Senet’te öngörülen anlaşmanın uygulanışını gözden geçirmeye yönelik ilk izleme konferansı, 1977-78’de Belgrad’da toplandı. İkinci bir gözden geçirme konferansı ise Kasım 1980’de M adrit’te yapıldı. Avrupa İnsan Hakları Divanı, A vrupa İnsan H aklan Sözleşmesi ile kurulan uluslararası yargı yeri. Avrupa Konseyi’ne üye olan devletlerin sayısı kadar yargıçtan olu­ şur. Konseyin Danışm a Meclisi, bu yargıçlan üye devletlerce sunulan listelerdeki adlar arasından dokuz yıl süreyle görev yapmak üzere seçer. Divana yalnız devletler başvurabilir. Başvuru yolu bireylere açık tutulmamıştır. Divan ancak, yetkesini ayn bir bildiriyle kabul etmiş olan devletler arasındaki uyuşmazlıklara bakar. A ynca, Avrupa İnsan H aklan Komisyonu’na üye devletlerin yurttaşlannca yapılmış olan bir başvuru, komisyonca divana götürülebileceğinden (Avrupa İnsan H aklan Sözleşmesi m. 32, 48, 54), bireysel başvuru konusu olan olaylann da divanca (dolaylı biçimde de olsa) karara bağlanma olanağı vardır. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, divan kararlannın uygulanmasını gözetir. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Avrupa insan Hakları Sözleşmesi ile kurulmuş yan yargısal nitelikte organ. Komisyonun, sözleşmeye taraf olan devletlerin sayısı kadar üyesi vardır. Bu üyeler, Avrupa Konseyi’nin parlam enter organı olan D anışma Meclisi’nin hazırladığı listeye göre, Bakanlar Komitesi’nce altı yıllık bir dönem için seçilirler. Üyeler, komisyonda kişisel nitelikleriyle ve yurttaşı bulundukları devlete karşı da bağımsız olarak görev yaparlar. Komisyona hem sözleşmeye taraf devletler, hem de bireyler başvurabilir. Sözleşmeye taraf her devlet başvurusunda, taraf olan başka bir devleti sözleşmeye aykın davranmakla suçlayabilir. Bireylerin başvurabilmesi için iki ana koşul öngörülmüştür: 1) Aleyhine başvurulan devlet, bireylerine bu hakkı tanımış olmalıdır, 2) komisyona başvurmak isteyen kişi, kendi ülkesindeki yargı yollarının tümüne başvurmasına kar­ şın, hakkını elde edememiş olmalıdır. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun tam bir yargı organı olup olmadığı tartışmalıysa da, komisyon üyeleri bireysel başvurunun kabul edilebilirliği konusunda kesin karar verirken birer yargıçtan başka bir şey değildir. Komisyon, 1958’de ünlü Lavvless Olayı’nda verdiği kararda da kendisini “uluslararası bir mahkem e” olarak nitelemiştir. Bununla birlikte komisyon bireysel başvuruları inceledikten sonra, önce dostça çö­ züm (banşçı çözüm) bulmaya çalışır. Böyle bir çözüm bulunamazsa, sorun Avrupa İnsan H aklan Divam’na götürülür. Komisyona yapılan başvuru divanın yargı yetkisini kabul etmiş olmayan bir üye devlet aleyhine yapılmışsa, bu durumda komisyon, dostça çözüm bulunamadığı hallerde görüşünü bir raporla Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne bildirir. Komisyon, sözü edilen son kararlarının bir hüküm gibi kesin ve bağlayıcı olmaması nedeniyle, yargısal değil, yan yargısal bir organ sayılmaktadır. Türkiye 1987’de, Türk yurttaşlarının komisyona bireysel başvuruda bulunma hakkını kabul etmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, tam adi İNSAN HAKLARINI VE TEMEL ÖZGÜRLÜKLERİ k o r u m a y a İlİş k İn s ö z l e ş m e , Avrupa Konseyi üyesi devletler arasında 4 Kasım 1950’de R om a’da imzalanan sözleşme. Bu uluslararası anlaşma 3 Eylül 1953’te beş ek protokolle birlikte yürürlüğe girmiş ve Türkiye bunu 10 M art 1954’te bir yasayla (RG. 19.3.1954, N o:8662) onaylamıştır. Bu sözleşme, kişinin bellibaşlı medeni ve siyasal haklannı ilk kez geniş kapsamlı bir güvence altına alan anlaşmadır. Şu anda Avrupa Konseyi’ne üye olan 21 ülkeden 20’si sözleşmeyle katılmıştır. Konseyin yeni üyelerinden Liechtenstein ise henüz sözleş­ meye taraf değildir. Sözleşmenin birinci bölümünde korunması öngörülen hak ve özgürlükler şunlardır: Yaşama hakkı ve beden bütünlüğünün korunması hakkı; özgürlük ve güvenlik hakkı; adalete uygun biçimde yargılanma hakkı; özel yaşamın ve aile yaşamının korunması hakkı; konutun ve haberleşmenin gizliliğinin korunması hakkı; düşünce, vicdan ve din özgürlüğü; ifade özgürlüğü; toplantı, dernek ve sendika kurma özgürlüğü; sözleşmede tanınan haklan ihlal edilen herkesin ulusal yargı yerlerine başvurma hakkı; mülkiyet hakkı. Aynca sözleşmeye taraf olan devletler, makul zaman aralıklanyla ve gizli oyla, serbest siyasal seçimler yapmayı kabul ve taahhüt etmişlerdir. Sözleşme işkence, insanlığa aykırı ve onur kırıcı muamele ya da ceza uygulamasını, aynca köleliği ve ceza 15 Avrupa komünizmi yasalannın geçmişe etkili olarak uygulanmasını da yasaklamıştır. Bir ek protokol başka hakları da düzenlemiş ve yasaklar koymuştur. Buna göre, hiç kimse hukuka uygun olmayan bir yükümlü­ lüğü yerine getirmediği için özgürlüğünden yoksun bırakılamaz; herkes serbest dolaşım ve konutunu seçme hakkına sahiptir; hiç kimse kendi yurdundan zorla dışan çıkarılamaz; yabancı asıllı olanları kitle halinde göçe zorlamak yasaktır. Sözleşmede ve ek protokolde sayılan hak ve özgürlükler açık seçik tanımlanmış olmadığı halde, bunların hangi koşullar altında sınırlanabileceği ve hangi durum larda askı­ ya alınabileceği kesin bir biçimde belirlenmiştir. Sözleşmenin bu konuda kullandığı formül şöyledir: “Bir hakkın kullanılması demokratik bir toplumda zorunlu önlem olarak, ulusal güvenliğin, kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, başkalannın hak ve özgürlüklerinin … korunması için, ancak yasayla kısıtlanabilir.” Sözleşmenin 15-18. maddelerinde aynca özel sınırlama nedenleri de gösterilmiştir. Bu yüzden sözleşmenin, A vrupa’nın demokratik rejimlerinin korunması, birlik ve bütünlüğünün sağlam tem eller üstüne oturtulması amacının yanı sıra, devletlerin egemenliğinin pek fazla kısıtlanmamasını sağlama amacına da yer verdiği söylenebilir. Sözleşmenin uluslararası hukuk alanında getirdiği en önemli yenilik, kişilerin, bireysel başvuru hakkını tanımış olan devlet aleyhine, Avrupa İnsan H aklan Komisyonu’na dilekçe verebilmesidir. Avrupa komünizmi, bazı komünist partiler içinde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) çizgisinden bağımsızlaşma yö­ nünde ortaya çıkan eğilim. Terim ilk kez 1970’lerin ortasında kullanıldı ve İspanyol Komünist Partisi önderi (1960-82) Santiago Carrillo’nun Eurocomurıismo y estado (1977; A vrupa Komünizmi ve Devlet) adlı kitabının yayımlanmasından sonra yaygın kullanım alanı buldu. II. Dünya Savaşı’ndan kısa süre önce sosyalist siyaset alanında halk cephelerinin önem kazanması ile birlikte, iktidarda olmayan komünist partiler içinde ortaya çıkan bağımsızlık anlayışı, 1948’den sonra T ito’nun önderliğindeki Yugoslavya örneğinden büyük cesaret aldı. Bu arada Stalin yönetiminin aşınlıkları ve SSCB’nin 1968’de Çekoslovakya’nın işgali gibi sindirme hareketleri, B atı’daki pek çok komünistin tepkisini çekerek bağımsız siyasetlere ve özerkliğe yönelik hareketi hızlandırdı. Avrupa komünizmi, özellikle İtalyan Komünist Partisi önderi Enrico Berlinguer’in (1922-84) döneminde en çok İtalya’da, ayrı­ ca İspanya, Fransa, Japonya, Avustralya ve Venezuela gibi ülkelerde anlatımını buldu. Avrupa komünizmini benimseyen partiler, tek bir öğretiye bağlı olmamakla birlikte, birçok ortak ilkeyi paylaşırlar. Avrupa komünizmi, bütün komünist partilerin dünya ölçeğinde tek komünist harekete uyum göstermesini öngören Sovyet öğretisini açıkça reddeder. Bunun yerine her partinin, politikalarını kendi ülkesindeki geleneklere ve gereksinmelere dayandırmasını öngörür. Sosyalizmin yalnız meşru siyasal araçlarla ve serbest seçimler yoiuyia kurulmasından yana olduğunu belirtir. Siyasal bir ayaklanma gereğini açık ya da örtük biçimde yadsır; Batılı anlamda demokrasiyi gerçek bir sosyalist yönetimin temel koşulu olarak benimser. Benzer toplumsal ve ekonomik programlardan yana olan öteki partilerle çoğulcu ittifaklar kurmayı savunur. Aynca Ateizmi Avrupa Konseyi 16 komünizmin temel öğelerinden biri saymayı ve Marksizm-Leninizmin Sovyet yorumunu reddeder. Avrupa komünizmi kavramı, farklı değerlendirmelere yol açmıştır. Bazı siyasal gözlemciler, bu hareketin II. Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa ülkelerinde oldu­ ğu gibi seçimler yoluyla iktidarı ele geçirmeye, ardından tek partili bir yönetim kurmaya yönelik bir taktik olduğu görüşündedir. Öteki gözlemcilere göre ise, Avrupa komünizmi, Batı’daki komünist partiler ile SSCB arasındaki bölünmenin ilk işaretidir. Avrupa Konseyi, 21 Batı Avrupa devletinin temsilcilerinden oluşan ve Avrupa birli­ ğini geliştirmeyi, insan haklarını korumayı, sosyal ve ekonomik kalkınmaya yardımcı olmayı amaçlayan örgüt. 5 Mayıs 1949’da 10 kurucu devlet (Belçika, İngiltere, D anim arka, Fransa, Hollanda, İrlanda, İsveç, İtalya, Lüksemburg ve Norveç) tarafından oluşturuldu. Sonradan Avusturya, AFC, İspanya, İsviçre, İzlanda, Kıbrıs Rum Kesimi, Liechtenstein, Malta, Portekiz, Türkiye ve Yunanistan’dan oluşan 11 ülke daha katıldı. Konsey’in merkezi Fransa’nın Strasbourg kentindedir. Farklı etkinliklerini yü­ rütmek ve denetlemek için Konsey, zaman içinde çeşitli özel kurullar ve uzmanlık komiteleri oluşturdu. Bunlar arasında Avrupa Suç Sorunları Komitesi, Avrupa İnsan H aklan Komisyonu, Avrupa İnsan Hakları Divanı, Avrupa Yerel Yönetimler Konferansı, Kültürel İşbirliği Konseyi, Avrupa Hukuki İşbirliği Komitesi, Avrupa Kodeks Komisyonu ve Avrupa İskân Fonu sayılabilir. Konsey’in ana organları Bakanlar Komitesi, Danışma Meclisi ve Genel Sekreterlik’ tir. Danışma Meclisi’nce gönderilen tavsiye kararlarını inceleyerek bunların gereğini yerine getirmek, hükümetlerce yapılan önerileri, yönetsel ve bütçeye ilişkin sorunları görüşüp karara bağlamak gibi görevleri üstlenmiş olan Bakanlar Komitesi, üye ülkelerin dışişleri bakanlarından oluşur. Komite ilkbaharda ve aralık ayında olmak üzere yılda iki kez toplanır. Komite’nin başkanı her toplantı döneminde değişir. Danışma Meclisi, üye ülkelerin parlamentolarınca seçilen 170 temsilci üyeden oluşur. H er üye ülkenin temsilci sayısı nüfusuna bağlı olarak farklıdır. Temel kuruluş antlaş­ masına (statü) göre yılda dört hafta süreyle toplanması gereken Danışma Meclisi, genellikle ilkbahar, sonbahar ve kış mevsimlerinde birer hafta süren toplantılar yapmaktadır. H er toplantı döneminin başlangıcında meclis üyeleri bir başkan ve sekiz başkan yardımcısından oluşan başkanlık divanını seçer. Meclis oturumları halka açıktır. Üyeler, geldikleri ülkenin hükümet temsilcisi sayılmazlar, kendi adlarına konuşurlar. D anışma Meclisi, Konsey’in görüşme organı­ dır. Tavsiye niteliğinde olan kararlarını Bakanlar Komitesi’ne bildirir. Meclis, kurulduğu günden bu yana, Batı Avrupa ülkelerinin dünyanın öteki ülkeleri karşı­ sındaki durumunu ve sorumluluklarını belirlemek için çaba harcamaktadır. Genel Sekreterlik, Konsey’in iç yönetimine ilişkin sorunlarla uğraşan 800’ün üzerinde memurun çalıştığı bir yönetim organıdır. Bu organın başında Bakanlar Komitesi’nin saptadığı adaylar arasından Danışma Meclisi’nce seçilen bir genel sekreter, bir de genel sekreter yardımcısı bulunur. Avrupa Konseyi üyesi devletlerce 4 Kasım 1950’de Rom a’da imzalanan Avrupa İnsan H aklan Sözleşmesi’nde öngörülen hak ve özgürlüklerin güvencesi olmak üzere kurulan Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan H aklan Divanı, Konsey’in bağımsız görev yapan yan örgütleridir. Avrupa Konseyi kuruluşundan bu yana Avrupa birliğinin sağlanması doğrultusunda önemli çalışmalar yapmıştır. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (European Coal and Steel CommunityECSC), Fransa, AFC, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un kömür ve çelik sanayilerini bütünleştirmek amacıyla 1952 tarihli bir anlaşmayla oluşturulan yönetsel örgüt. Danimarka, İrlanda ve Ingiltere 1973’te, Yunanistan 1981 ’de, Portekiz ve İspanya da 1986’da örgüte katıldı. Merkezi Brüksel’dedir. ECSC’nin oluşturulması yönündeki ilk adım, Fransız dışişleri bakanı Robert Schuman’ın Mayıs 1950’de ortaya attığı öneri oldu. Buna göre ekonominin kömür ve çelik sektörlerine ilişkin yetkilerini bağımsız bir kuruluşta toplamayı kabul eden ülkelerce bu alanda bir ortak pazar kurulacaktı. Taslağını o sırada Fransa’nın planlama örgütünün başında bulunan Jean Monnet hazırlamış olmakla birlikte Schuman’ın adıyla anılan bu planın temelinde, ileride bir Fransa-Almanya çatışmasından kaçınmak için yeni bir ekonomik ve siyasal çerçevenin gerektiği düşüncesi yatmaktaydı. İlk başta sınırlı bazı adımlar atılmakla birlikte, nihai hedef bir Avrupa Birleşik Devletleri kurmak olacaktı. AFC, İtalya ve üç Benelüks ülkesinden oluşan beş ülkenin bu plan temelinde görüşmelere oturmayı kabul etmesinden sonra, Nisan 1951’de Paris’te ECSC’yi kurmak üzere taraflarca bir anlaşma imzalandı. Örgüt 25 Temmuz 1952’de işlerlik kazandı. 1954’e değin geçen sürede kömür, kok kömürü, pik demir ve hurda demir ticareti önündeki engellerin hemen hemen tümü kaldınldı. Kartelleri denetlemek ve şirket birleşmelerini düzenlemek amacıyla bir dizi ortak kural geliştirildi. Fiyatları belirleyen ve üretim sınırlan ya da kotalan saptayan örgütün ana kuruluşu olan Yüksek Yetkili Organ’a anlaşma hükümlerini bozan ticari firmalara para cezası verme yetkisi de tanındı. 1977’de ECSC’nin koruyucu şemsiyesi altında demir-çelik sanayisini modernleştirmek üzere uluslararası bir çelik üreticileri topluluğu olan Avrupa Demir ve Çelik Sanayileri Federasyonu (Eurofer) kuruldu. 1981’de Avrupa’daki çelik talep ve fiyatlannda hızlı bir düşüşün ortaya çıkması üzerine, Avrupa Toplulukları Komisyonu, ECSC’nin kuruluşundan bu yana ilk kez bir “açık bunalım” hali ilan ederek, Komisyon’a ECSC ülkelerindeki bütün çelik şirketleri için zorunlu üretim kotalan yayınlama yetkisi verdi. Avrupa Kültür Antlaşması, Avrupa Konseyi üyesi hükümetlerce, Avrupa’nın ortak kültür varlığındaki ulusal payların korunması ve geliştirilmesi amacıyla 19 Aralık 1954’te Paris’te imzalanan antlaşma. Sözleşmeye taraf olan her devlet, yurttaş- lannı öteki üye ülkelerin uygarlık, tarih ve dillerini öğrenmeye özendirmeyi, kendi ülkesinde öteki üye ülkelerin yurttaşlarına bu alanlarda araştırma yapma olanağını sağlamayı ve Avrupa kültürü bakımından değer taşıyan ve kendi denetimi altında bulunan eşyanın korunması için gerekli önlemleri almayı taahhüt etmiştir. Antlaşmanın 6. maddesine göre, bu antlaşma hükümlerinin uygulanmasıyla ilgili öneriler ve yorumlanmasına ilişkin sorunlar Avrupa Konseyi Kültür Eksperleri Komitesi’nce incelenir. Bu komitenin toplantılanna, Avrupa Konseyi üyesi olmamasına karşın söz konusu antlaşmaya 9. maddeye göre sonradan imza koyan ülkelerin temsilcileri de katılabilir. Avrupa Ödemeler Birliği, Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (O EEC ) üyesi- hükü­ metlerce, Avrupa ülkeleri arasındaki ödemeleri kolaylaştırmak için 19 Eylül 1950’de Paris’te imzalanan sözleşmeyle kurulan birlik. Bu birlikle, devletler arasındaki alacak ve borç hesaplarının bir denge içinde tutulması zorunluluğu kaldınldı. A ynca ulusal paralann değiştirilme yeteneğinin (konvertibilite) birbirinden farklı olması yüzünden ekonomik ilişkilerde karşılaşılan güçlükler büyük ölçüde önlenmiş oldu. Avrupa Ö demeler Birliği 27 Aralık 1958’de dağıtıldı ve yerine Avrupa Para Antlaşması geçti. Avrupa Para Sistemi, Avrupa Topluluklan ’na üye devletlerin paralannın birbiri karşısındaki kurlannı kararlı bir denge içerisinde tutabilmek amacıyla, Avrupa Topluluklan Bakanlar Konseyi’nin 19 Aralık 1978 tarihli kararnamesine dayanılarak kurulan sistem. Sistem iki bölümden oluşmaktadır: 1) İlgili devletin gerekli durumlarda döviz piyasasına müdahalesini öngören sabit döviz kuru sistemi, 2) üye devletlerin ödeme bilançolarında ortaya çıkan güçlüklerin finansman yoluyla giderilmesini öngö­ ren bir kredi mekanizması sistemi. Avrupa Para Sistemi üye devletlerin döviz kurlannın hiç değişmemesi gibi katı bir çözümü öngörmemekle birlikte, bu kurların değer kazanma ya da yitirme oranının yüzde 2,25 düzeyinde tutulmasını amaçlamaktadır. Kararnameye göre, üye devletler, döviz kurunun değer kazanma ya da yitirme oranının bu sınırı aşması durum unda kendi merkez bankalan aracılığıyla döviz piyasasına müdahale ederek değeri değişen dövizi, duruma göre, piyasaya sürmek ya da piyasadan çekmek zorundadır. Bu müdahale önlemlerinin özellikle topluluğun ekonomik bakımdan güçsüz olan üyelerine getireceği mali yüklerin, topluluk bütçesinden verilecek ucuz kredilerle hafifletilmesi de öngörülmüştür. Bundan başka ulusal paralann değerinin ilgili hükümetlerce resmen (devalüasyon ya da revalüasyon yoluyla) değiştirilmesi, üye ülkelerin tümünün rızasına ve topluluk komisyonunun karanna bağlıdır. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Topluluklan ’na üye ülke yurttaşlanmn katıldığı, doğrudan genel seçimlerle oluşturulan yasama meclisi. İlk seçimi 1979’da yapılmıştır. Avrupa Parlamentosu üyeleri, ulusal kimliklerine göre değil, siyasal eğilimlerine göre gruplara aynlır. Fransa, AFC ve İngiltere’nin öteki üye ülkelerden daha çok üyesi vardır. Strasbourg ya da Lüksemburg’da birer haftalık “dönem oturum lan” biçiminde yılda yaklaşık 12 kez toplanılır. Parlamentonun en yüksek organı, üyeleri arasından 30 aylık bir süre için seçilen bir başkan ile 12 başkan yardımcısının oluşturduğu bir divandır. 15 uzmanlık komitesi vardır. Ayrıca bak. Avrupa Toplulukları. Avrupa Savunma Topluluğu, (European Defense Community-EDC), Batı Avrupa devletlerinin, A B D ’nin desteğinde devletlerüstü bir Avrupa ordusu oluşturarak SSCB’nin Avrupa’daki ezici konvansiyonel askeri üstünlüğünü dengelemeyi amaçlayan sonuçsuz girişimi. Bu düşünce ilk olarak 1948 Lahey Banş Konferansı’nda tartışıldı. 1946’ya değin de Gaulle’cü saflarda yer alan ve iki kez Fransa başbakanlığı yapan Rene Pleven, Kore Savaşı’nın da etkisiyle bu doğrultuda bir plan geliştirdi. Fransız dışiş­ leri bakanı Robert Schuman, Avrupa Konseyi’nin 1951’de yaptığı bir toplantıda bu planı savundu. Kuzey A tlantik Antlaşması Teşkilatinın (NATO) daha zayıf ülkeleri bu düşünceye büyük ilgi gösterirken, İskandinav ülkeleri kayıtsız kaldılar. İtalya ve Fransa’da ise kamuoyu bu konuda ikiye bölündü. 1952’de Paris’te Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg arasında bu düşünce doğrultusunda bir antlaşma yapılmakla birlikte, Doğu ve Batı Avrupa arasındaki gerginliğin azalmasıyla 1954’te böyle bir topluluğa duyulan gereksinim de önemini yitirdi. Bunun yerine 6 Mayıs 1955’te Batı Avrupa Birlik Antlaşması imzalanarak Batı Avrupa Birliği oluşturuldu. Avrupa Serbest Mübadele Birliği (European Free Trade Association-EFTA), Avusturya, Norveç, Portekiz, İsveç, İsviçre (Liechtenstein ile birlikte), Finlandiya ve İzlanda’nın aralarındaki sanayi malları ticaretine ilişkin engelleri kaldırarak sanayide verimliliği artırm ak amacıyla oluşturdukları topluluk. H er ülkenin topluluk dışındaki ülkelere yönelik ticari politikalarını sürdürmesine olanak tanıyan birlik, herhangi bir Avrupa siyasal birliğini amaçlamaz. M erkezi C enevre’dedir. Bu konuda ilk olarak Avrupa Ekonomik İşbirliği Ö rgütü’ne (O EEC ) üye ülkeler, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (A ET ya da O rtak Pazar) katılmak istemeyen ülkelerin yer alabileceği ve içinde A E T ’nin tek bir birim olarak davranacağı O EEC çapında bir serbest ticaret bölgesi kurulmasını önerdiler. Bu doğrultudaki görüşmeler Kasım 1958’de çıkmaza girdi. Avusturya, D anim arka, Norveç, Portekiz, İsveç, İsviçre ve İngiltere’nin oluşturduğu “dışarıda kalan” (sonradan “Dışarıdaki Y ediler” olarak tanı­ nan) grup, ileride daha geniş bir serbest ticaret bölgesi kurulduğunda pazarlık güçlerini artıracakları düşüncesiyle EFTA çatısı altında birleşmeye karar verdiler. Yedi ülkenin Kasım 1959’da imzaladığı Stockholm Sözleşmesi ile temeli atılan EFTA , Mayıs 1960’ta işlerlik kazandı. Finlandiya Temmuz 1961 ’de ortak üyeliğe, İzlanda da Mart 1970’te tam üyeliğe kabul edildi. Buna karşılık İngiltere ile D anim arka Ocak 1973’te A E T ’ye girerek E F T A ’dan ayrıldılar. E FTA ’nın ana sözleşmesine göre üye ülkeler sanayi malları için gümrük indirimlerine ve kotaların liberasyonuna ilişkin bir listeye uymak zorundaydılar. Sözleşme, bunun ülke ekonomisine getireceği yükün çok ağır olması durum unda sorumluluğu azaltıcı hü­ kümler de içermekteydi. D aha sonraları sözleşmeye tarımsal ürünlere ilişkin ticaret liberasyonu konusunda ikili anlaşmalar yapılmasına olanak tanıyan hükümler kondu. A ynca EFTA dışı malların önce en düşük gümrük tarifeleriyle bir EFTA ülkesine ihraç edilerek bu ülke üzerinden öteki EFTA ülkelerine gönderilmesini ve bu yoldan daha yüksek gümrük tarifelerinden kaçınılmasını önlemek amacıyla, malların asıl çıktığı ülkeyi belirlemeye yönelik bir sistem geliştirildi. 1967’de çoğu sanayi mallarına ilişkin ithal gümrük resimleri kaldırıldıysa da, Portekiz 1980’e değin bu gümrük resmi bağışıklığının dışında kalmayı yeğledi. EFTA 1977’de A ET ile, iki örgüte üye ülkeler arasında sanayi ürünlerinde ticaret serbestliği sağlayan çeşitli anlaşmalara girerek etkinlik alanını daha da genişletti. 1980’lerde bu düzenlemeleri, EFTA -A ET ilişkilerini daha yakınlaştırma ve aralarındaki işbirliği alanını daha genişletme konusunda giderek güçlenen karşılıklı bir istek izledi. E FT A ’nın en önemli organı Konsey’dir. Örgütün karar organı olan Konsey’in ana sözleşmenin uygulanmasına ilişkin olarak aldığı kararlar üye devletler için bağlayıcı­ dır. A na sözleşmeyle EFTA içinde alt düzeyde basit bir yönetim yapısı oluşturuldu. Buna göre bakanlık düzeyindeki toplantılar genellikle yılda iki kez, resmî düzeydeki toplantılar ise her hafta düzenli olarak yapılır. Alman kararları her hükümet kendi başına yürütür. E FTA ’nm devletlerüstü hiçbir yetkisi yoktur. Avrupa Sosyal Güvenlik Kodu, 16 Nisan 1964 tarihinde Strasbourg’da imzalanmış ve Uluslararası Çalışma O rgütü’nün (ILO) işbirliğiyle hazırlanmış sözleşme. Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin sosyal güvenliği daha yüksek bir düzeye ulaştırmalarını özendirmek amacıyla yapılan Avrupa Sosyal Güvenlik Kodu 17 Mart 1968’de yürürlüğe girmiştir. Başlangıçta Avusturya, Bel­ çika, D animarka, AFC, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İsveç, İsviçre, İtalya, Kıbrıs, Norveç ve Türkiye tarafından imzalanmıştır. Genel kapsamı bakımından hastalık, analık, iş kazası, meslek hastalığı, sakatlık, yaşlılık ve ölüm gibi tehlikeler karşısında kişilere sosyal güvence sağlamaya yöneliktir. Türkiye, 7 M art 1980’den başlayarak bu sözleşmeye taraf olmuştur. Avrupa Sosyal Güvenlik Sözleşmesi, 14 Aralık 1972’de Paris’te imzalanan ve 1 Mart 1977’de yürürlüğe giren sözleşme. Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin sosyal gelişmelerini kolaylaştırmanın, bunlar arasında daha sıkı bir birliğin kurulmasından geçtiği ve sosyal güvenlik mevzuatındaki çok yanlı uyuşumun da bunu gerçekleştirmede bir araç olduğu göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır. Bu sözleşmenin hazırlanmasında özellikle, yurttaşlara, göçmenlere ve vatansız kişilere eşit işlem yapılması ilkesi benimsenmiştir. Korunacak kişilerin üye devletlerin ülkeleri arasında yer değiştirmelerine karşın, sosyal güvenlik mevzuatına göre sağlanan yardımlardan yararlanmaları esası gözetilmiştir. Bu konuda Avrupa Sosyal Şartı’mn bazı hükümleriyle Uluslararası Çalışma Ö rgütü’nce (ILO) düzenlenen bir­ çok sözleşmedeki temel düşüncelere de güç kazandırılmıştır. Avrupa Sosyal Güvenlik Sözleşmesi hastalık, analık, iş kazası, meslek hastalığı, sakatlık, yaşlılık, ölüm ve işsizlik durumlarında yapılan yardımlarla, aile yardımları ve ölüm ödeneklerine ait mevzuat konusunda uygulanır. Türkiye, 2 Aralık 1976’dan başlayarak bu sözleşmeye taraf olmuştur. Avrupa Toplulukları, Almanca e u r o p â ISCHE GEMEINSCHAFTEN, FranSIZCa COMMUn a u t Es e u r o p Ee n n e s , İngilizce e u r o p e a n c o m m u n it ie s , İtalyanca c o m u n it â e u r o p e e , 1 Temmuz 1967’de, Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (ECSC) ve A vrupa Atom Enerjisi Toplulu- ğu’nun yönetim organlarının birleşmesiyle kurulan örgütsel birlik. Birleşmeden önce bu üç topluluğun her birinin kendi komisyonu (ECSC’nin komisyonuna Yükek Yetki Organı adı verilirdi) ve konseyi vardı. Daha sonra birleşik bir Avrupa Toplulukları Komisyonu ve tek bir Avrupa Toplulukları Bakanlar Konseyi oluştu. Sonraki yıllar içinde başka yürütme, yasama, ve yargı organları da Avrupa Topluluklarinın çatısı altında toplandı. Toplulukların ilk üyeleri Belçika, Fransa, A FC, İtalya, Lüksemburg ye Hollanda idi. Danimarka, İrlanda ve İngiltere 1973’te, Yunanistan 1981’de, Portekiz ve İspanya ise 1986’da katıldılar. Komisyon, üye devletlerin hükümetlerince dört yıl için seçilen 14 üye ve bunların arasından iki yıl için seçilen bir başkan ve beş başkan yardımcısından oluşur. Temel olarak toplulukların yaptığı çeşitli anlaşma- 17 Avrupa Uzay Ajansı lann ve Bakanlar Konseyi’nce alman genel kararların pratik uygulamalarıyla görevlendirilmiştir. Avrupa Parlam entosu’na ve Bakanlar Konseyi’nin oyuna sunulan önerilerin hazırlanmasına da yardımcı olur. Bir yürütme organı olarak komisyon, hem karar verici, hem de uygulayıcıdır. Üye ülkelerin hükümetlerinin birer temsilcisi tarafından oluşturulan Bakanlar Konseyi, topluluklar içinde karar gücünü elinde bulunduran ana organdır. Anlaşmaların amaçlarına yönelik olarak nasıl uygulanacaklarına ve üye devletlerin, birbirlerinden ayrı olan ekonomik politikalarını bu amaç doğrultusunda nasıl koordine edeceklerine Bakanlar Konseyi karar verir. Üye ulusların devlet ya da hüküm et baş- kanlan tarafından oluşturulan A vrupa Konseyi, en üst düzeyde politika oluşturm ak amacıyla 1974’ten beri düzenli olarak yılda üç kez toplanmaktadır. 1958’de Avrupa Parlam entosu Asamblesi olarak kurulan A vrupa Parlam entosu, önceleri her ulusun kendi parlamentosunun seçtiği üyeler tarafından oluşturuldu. 1979’dan sonra üyeliklerin, üye devletler arasında orantılı olarak dağıtıldığı ve doğrudan seçimlerle işbaşına gelen 434 üyeli bir yasama organı haline getirildi. Anlaşmalara göre Bakanlar Konseyi, yasamayla ilgili çeşitli konularda Avrupa Parlamentosu’na danışmak zorundadır. Parlamento, kendi iç tüzüğüyle, genel anlaşmalarla ilgili olsun olmasın her türlü konuda görüşmeler yapmaya yetkili kılınmıştır. Parlam ento’nun bir başkanı ve birçok konuda sürekli çalışan komiteleri vardır. Bu kom iteler, siyasal konular, topluluk bütçesinin kabulü ve uygulanmasının denetimi, tarım , ekonomik ve mali konular, enerji ve araştırma, dış ekonomik ilişkiler, yasal konular, sosyal konular ve istihdam, bölgesel politika ve planlama, ulaştırma, çevre, toplum sağlığı ve tüketicinin korunm ası, gençlik, kültür, eğitim, iletişim ve spor, gelişme ve işbirliği, kişisel başvuru ve işlem kuralları ile ilgili çalışmalar yaparlar. 1958’de kurulan Avrupa A dalet Divanı, Komisyon’un ve Bakanlar Konseyi’nin kararlarının yasallığını denetler ve anlaşmaya dahil olan üye devletler arasındaki sorunlar, topluluklarda çalışanların ileri sürdüğü istekler, zararlar için ödenmesi gereken tazminatlar gibi çeşitli davalara bakar. M ahkeme heyeti, üye hükümetlerin atadığı 11 yargıç ve dört savcıdan oluşur. Avrupa tüccarı bak. Hayriye tüccarı Avrupa Uyumu, a v r u p a a h e n g î olarak da bilinir, Napoleon sonrası dönem de, var olan sınırları ve siyasal statükoyu korumak amacıyla Avrupa krallıklarınca benimsenen üstü kapalı oydaşma. Buna göre büyük devletlerin, iç ayaklanma tehdidi altındaki devletlerin içişlerine karışma ve ortak iradelerini onlara dayatma sorumluluğu ve hakkı vardı. Özellikle İtalya (1820) ve Ispanya’daki (1822) ayaklanmalar bu oybirliğine dayanarak bastırıldı. Ama ilgili devletler, Belçika’nın ayaklanıp bağımsızlığını ilan etmesine (1830) göz yumdular. 1830 ve 1848 devrimlerinin patlak vermesinin ardından İtalya ve A lm anya’da siyasal birliğin sağlanması ile eski işlerliğini yitiren Avrupa Oybirliği, 19. yüzyıl sonlarına de­ ğin, büyük devletlerin toprak sorunlarında birbirine danışması kuralı biçiminde varlığı­ nı sürdürdü. Avrupa Uzay Ajansı, A vrupa’da ortak bir uzay politikasının ve uzay araştırmaları kesiminde, adatepe(*) denen, alçak tekil granit kütlelerine sık rastlanır. Güney Avustralya’nın kuzeybatı kesiminde, Musgrave, Everard, Birksgate, Mann ve Tompkinson sıradağlarındaki birçok tekil yükselti de aslında birer adatepedir. Bu yükselmiş kütlelerin arasında yer alan düzlükler değişken bir topografya gösterir. Örneğin Barkly Platosu, aslında yüksek ve son derece düz bir ovadır. Nullarbor Ovası, kabaca Eucla Havzasını kaplar. Batı Avustralya’nın güneybatı kesimindeki geniş bir alan ise, Salinaland denen ve tuz ile kaplanmış eski ırmak yataklarınca kesilen, geniş ve yüksek bir düzlüktür. Gibson Çölünün büyük bölümü, lateritle örtülü bir ovadır. Avustralya’nın orta ve kuzey kesimindeki geniş ovalar devingen kum tepeleri, Güney ve Batı Avustralya’daki geniş alanlar ise durağan kum tepeleriyle kaplıdır. Canning Havzasının (Çöl Artezyen Havzası), Büyük Victoria Çölünün, Amadeus çöküntüsünün ve Arunta-Sturt kompleksinin büyük bölümünü, oluşum halindeki kum tepeleri kaplar. Doğudaki Büyük Artezyen Havzasına doğru ilerleyen kum tepeleri, burada ünlü Simpson Çölünü oluşturur. En kurak alanlara bile zaman zaman yağmur düşer ve arada bir akarsular oluşur. Koruyucu bitki örtüsünün azlığı ve Kayaç katmanlarının geçirimsiz oluşu nedeniyle, su akışı oldukça hızlıdır. Akarsular çeşitli yarıntılar oluşturarak yüksek kesimlerden ovalara doğru büyük tortu kitleleri taşır. Rüzgârın etkisiyle çöl tepelerine dönüşen kumların kaynağı bu birikintilerdir. Batı Avustralya kalkanının en güneybatısı, bir bitki örtüsü ve mevsimlik akarsular oluşmasına yetecek ölçüde yeterli ve düzenli yağış alır. Burada akarsuların yüzey şekilleri üzerindeki etkisi daha belirgindir. Vadiler yerel koşullara göre değişik biçimler alan su bölüm çizgileriyle birbirinden ayrılır. Batı Avustralya kalkanındaki yüzey şekillerinin çoğu geçmişteki değişik iklim koşullarının bir sonucudur. Darling Sıradağları, Salinaland, Isa Platoları, Mueller Platosu, Darvvin bölgesi ve Eyre Yarımadasının güney kesimlerinde bulunan laterit kalıntıları, buraların Tersiyer Dönemde aşınmaya uğrayarak alçaldığını ve yine o dönemlerde nemli tropik iklimin egemen olduğunu göstermektedir. Salinaland’de olduğu gibi, Amadeus çöküntüsünde, Nullarbor Ovasında ve Büyük Victoria Çölünde de, eski akarsu yatakları görülür. Barkly Platosunun güneyinin bir zamanlar büyük bir bataklıkla kaplı olduğu bilinmektedir. Önceleri 1.760 km2’lik bir alanı kapladığı anlaşılan Woods Gölü de, günümüzde kurumuştur. Bulunan fosillerden, Avustralya’da, geçmiş­ te günümüze göre daha nemli bir iklimin egemen olduğu anlaşılmaktadır. Güneyde .-wjtAteââ Kurumuş bir akarsu yatağı, Doğu Finniss Irmağı, Avustralya ABC Ajansı bitki örtüsü oluşumu sonucu durağanlaşan kum tepelerinin varlığı, burada iklimin sonradan nemli bir özellik kazandığını göstermektedir. Flinders ve Lofty sıradağları, Batı Avustralya kalkanının güneydoğu uzantısına bitişiktir. Adelaide jeosenkHnalmin bulunduğu yeri kaplayan bu dağlar, Alt Paleozoyik Zamanda başlayan ve sonra da devam eden kıvrılma ve kırılmalar sonucu oluşmuştur. Flinders Sıradağları, kumtaşı sırt ve vadi oluşumları ile belirlenen son derece aşınmış bir kıvamlar dizisidir. Willoçhra Ovası, dağlar arasına sıkışmış uzun bir havzayı kaplar; yükselmiş bir ana kütledeki yaklaşık 6.100 m’lik bir tortul tabakanın aşınması sonucu oluşmuş­ tur. Özellikle kuzeyinde, yüzeye çıkmış kayalar, son derece engebeli bir yapı ortaya koyar. Daha güneydeki Lofty Sıradağları, eskiden yükselmiş yapısal bir bloktur; çok parçalı ve karmaşık bir yapısı vardır. Doğuda ve batıda, Alt Paleozoyik Zamanda başlayan hareketler sonucu ortaya çıkmış olan boylam doğrultulu basamaklar ile çevrilidir. Pek çok yerde laterit ovaların kalıntıları ile kaplıdır. Bu sert kayaç örtüsü, öteki kesimlerde genellikle erozyon sonucu ortadan kalkmıştır. Lofty Tepesi’nin ve sıradağların öteki önemli sırt ve tepeleri büyük ölçüde kumtaşından oluşmuştur. Küçük granit çı­ kıntılar dağınık kayaların yer aldığı bir yüzeyin oluşmasına yol açmıştır; yüzeye çıkmış gnays kayaçlar “mezartaşlan” ya da “keşiş taşları” diye bilinen kütük biçimli bloklar meydana getirmiştir. Lofty Tepesi ve Flinders Sıradağları arasında, karmaşık olmayan geniş bir kıvrımlar fct-jM •*«. tv ~ ~— __ .. . :…….. V Avustralya’nın iç kesimlerinde bir çöl alanı ABC Ajansı 27 Avustralya bölgesi bulunur. Buradaki kuzey-güney doğrultulu kumtaşı sırtlar arasında Tersiyer Dönemde göllerle kaplı olduğu bilinen geniş ve açık vadiler vardır. Kuzeydoğuya doğru geniş bir eğri çizerek uzanan ve az engebeli yükseltilerle belirlenen Olary Yayı’nın genel yayvanlığını kristalli kayaç kubbeleri bozar. Büyük Artezyen Havzası denen geniş platform alanı, Carpentaria, Eyre ve Murray adlı üç ana havzadan oluşur. Carpentaria ve Eyre havzalan arasındaki Euroka-Kynuna Platosu üzerinde Brown Tepesi ve Fort Bowen Tepesi gibi alçak engebeler vardır. Eyre ve Murray havzaları Wilcannia eşiği ile birbirinden ayrılır. Murray Havzası ile Otway Havzası ve Antarktika Okyanusu arasında Padthaway sırtlan yer alır. Güneydeki iki havza bütünüyle karasal bir özellik gösterir; buna karşılık Carpentaria Havzası kısmen deniz suları altında kalmıştır. Carpentaria Havzasında yer alan ve aynı adı taşıyan ovalar, Isa Platoları ile Einasleigh yükseltileri arasında dar ve alçak bir koridor oluşturur. Leichhardt, Flinders ve Gilbert ırmaklarınca akaçlanan bu ovalar, güneyde, kireççe zengin topraklarla kaplı geniş dalgalı düzlükler biçimini alır. Kuzeyde ise, Pleyistosen yaşlı bataklıklardan ya da şimdiki taşkın ovalardan oluşan geniş ve yayvan çökelti ovalan yer alır. Bu ovaların üst kesiminde, örneğin Normanton çevresinde, Tersiyer Dönem lateritleri ile kaplı pek çok plato ve masadağı kalıntısı vardır. Laterit kalıntıları ile kaplı benzer dalgalı ovalara Eyre Havzasında, özellikle Kynuna yakınındaki Diamantina kaynaklarında da rastlanır. Ancak güneye, daha kıraç iç kesimlere gidildikçe, ovalar daha yayvanlaşır ve üzeri taşlarla kaplı kaya çölü (hammada) ya da yanova denen düzlüklere geçilir. Queensland’in güneybatı, Güney Avustralya’nın kuzeydoğu ve Yeni Güney Galler’in kuzeybatı kesiminde silisli bir kabukla kaplanmış platolar ve engebeler vardır. Bu kesimler yer yer kıvnlmış ve kıvnlmayı izleyen aşınma sonucu, silisli kabuk parçalamp dağılmıştır. Bu süreç, Avustralya’nın orta kesiminde yaygın biçimde görülen kaya çöllerinin ve özellikle de Eyre Gölü çöküntüsünün taş molozlan için de geçerlidir. Avustralya’nın orta ve kuzey kesiminde 800.000 km2’lik bir alanı kaplayan ve deniz düzeyinin 14 m altında olan Eyre Gölü havzası, kıtanın en alçak yeridir. Kıtanın en kurak bölümlerinin suyunu toplayan birçok büyük ırmak bu göle dökülür. Eyre Gölü­ nün yatağı bir yüzyıl içinde iki kez sel sulan ile dolar. Hem bu sel sulannın, hem de Georgina, Diamantina, Thomson ve Barcoo gibi ırmakların taşıdığı büyük miktarda tortu ve tuz, iç akaçlama havzasına birikir. Bu süreç Simpson Çölündeki kumullan beslemenin yanı sıra, birçok kurumuş göl yatağını da tuzlaya dönüştürmüştür. Bu yoldan çökmüş bloklardan oluşan büyük tuzlaların çoğunun çevresinde geniş alüvyon ovaları yer alır. Avustralya’da kum fırtınalan sık görülür. Tortul kayaçlann yüzeyindeki ince kum, rüzgârla çok uzaklara, hatta zaman zaman Yeni Zelanda’ya kadar taşınır. Murray Havzasının büyük bölümü, durağan kum tepeleri ile kaplıdır. Havzanın doğu kesiminde, özellikle Doğu Dağlannın (Avustralya Cordillerası) eteklerinde, birçok eski ırmak yatağı vardır; batı kesiminde ise çöl iklimi ile birlikte taş ovalanna rastlanır. Başka bir yöreden doğan Murray Irmağı, bu ovalardaki kalker ve kireçtaşı oluşumlanmn arasından giderek incelerek akar. Murray’in başlıca Avustralya 28 kollan havzanın doğusundaki geniş alüvyon ovalarından doğar. Irmak, Echuca yakınlarında, Cadell Fay bloğu olarak bilinen yükselmiş kütle nedeniyle yolunu değiştirir. Doğu Dağları (Avustralya Cordillerası) yüksek sırtlar, ovalar, platolar ve havzalardan oluşmuş bir dizidir. Kuzeydeki York Yarımadasından güneydeki Tasmanya ve batıdaki Victoria’ya doğru da birer çıkıntı yapar. Doğu Dağları, yaşlı bir dağ dizisinde yakın zamanlarda meydana gelen kmlmala- çok yüksektir. Sıcaklığın genellikle 38° C’nin üstüne çıktığı iç kesimlerde ise gece-gündüz sıcaklıkları çok farklıdır. Genel olarak, Tasmanya dışında tüm Avustralya’da yazlar çok sıcak geçer. En yüksek sıcaklıklar ve en uzun sıcak dalgalan, Batı Avustralya’nın kuzeydoğusunda kaydedilmiştir. Örneğin Marble Bar’da sıcaklık 162 gün boyunca 38° C’nin altına hiç inmemiş­ tir. Kar yağışının sık görüldüğü Tasmanya yükseltileri ve Avustralya’nın güneydoğu kesimi dışında, kışlar genellikle yumuşak geçer. Güney ve iç kesimlerde kış geceleri sık sık don olayı görülür. Gün batımında Ayers Kayası, Kuzey Toprakları ABC Ajansı nn aşınmış kalıntılandır; Tasman jeosenklinal kuşağının bulunduğu yeri kaplar. Lav alanlan, taşlık yükseltiler, toprakla dolmuş çöküntüler, lav mağaralan bu yörenin karakteristik özellikleridir. Queensland’in gü­ neyinde, Yeni Güney Galler’in Monaro kesiminde ve Victoria’nın batısında sönmüş volkan konileri ve kraterlere rastlanır. Yeni Güney Galler’in Kosciusko bölgesi ile Orta Tasmanya Platosunun, 2 milyon yıl kadar önce, buzlarla kaplı olduğu bilinmektedir. Bu bölgeler günümüzde de kış aylannda yoğun bir kar örtüsü altında kalır; bu mevsimde Kosciusko’daki kar kalınlığı İsviçre’dekinden bile daha fazladır. Büyük Set Resifleri, birçok bakımdan Doğu Dağları ile bağlantılıdır. Queensland açıklanndaki bu dev mercan atol ve resif sistemi, varlığını bir ölçüde, Pleyistosen Dönemde meydana gelen deniz düzeyi de­ ğişikliklerine borçlu olmakla birlikte, daha çok kıyı açığındaki bölgenin kırılmasıyla ortaya çıkmıştır. Uzun bir sürede gerçekle­ şen bu kmlmalar, kalın mercan tabakaları oluşturmuş, bu temelin üzerinde de Mercan Denizinin resif ve atolleri birikmiştir. İKLİM. Kurak Avustralya kıtasının üçte ikisinden fazlası, yılda ancak 500 mm kadar yağış alır; geri kalan kesimde ise yıllık yağış 250 mm’yi bile bulmaz. Yıllık yağış ortalamasının 1.000 mm’yi geçtiği yerler, kıtanın ancak yüzde 10’unu oluşturur. Yoğun kar yağışı alan kimi yerler olmasına karşın, genelde kıta çok sıcaktır; sık sık görülen sıcak dalgalan, yüksek buharlaşmayla birlikte, yağışların etkisini iyice azaltır. Avustralya iküminin temel özelliklerini, kıtanın konumu, biçimi ve boyutları belirler. Tropik ve astropik bölgede yer alan anakara, denizin içerilere sokulamadığı bü­ yük bir kütledir. Doğu kıyısındaki tek geniş dağlık kütle bile fazla yüksek sayılmaz. Yaz aylarında güneşi tam tepeden alan Avustralya’nın kuzey bölgesinde, sıcaklık Avustralya, coğrafi konumu nedeniyle, kuzeyden güneydoğu alizelerine, güneyden de batı rüzgârlarına açıktır. Kuzey musonlan Avustralya’nın kuzey kıyılanna ve iç kesimlerine yaz yağmurlan getirirken, Queensland’in ve Yeni Güney Galler’in Büyük Okyanus kıyıları da, alizeler nedeniyle yoğun yağış alır. Tropik siklonların da etkilediği bu alanlar, kıtanın en yağışlı alanlarıdır; Queensland’in kuzeyindeki Cairns, kıyı şeridinin en çok yağış alan bölgesidir. Avustralya’nın güneyinde kışlar, batı rüzgâr kuşağının etkisiyle, yağışlı geçer. Yüksek kesimler ovalara göre daha çok yağış alır. Lofty sıradağlannın güney kesimlerinde yıllık yağış ortalaması 1.000 mm iken, Adelaide’de 500 mm’ye, Murray Ovalannda ise 250 mm’ye düşer. Avustralya’nın iç kesimindeki büyük kütlede, yıllık yağış ortalaması 500 mm’den azdır; birçok yerde ise 250 mm’yi bile bulmaz. Örneğin Eyre Gölü çevresinde yıllık yağış 125 mm’de kalır. Yağışlann azlığının yanında düzensizliği de bir başka sorundur. Uzun süren kuraklıkları, sellere ve su baskınlanna yol açan ani yağışlar izler. Yağışlann düzensizliği, bütün Avustralya için geçerli bir olgudur. AKAÇLAMA. Sürekli akan ırmaklar Avustralya’nın doğusunda ve Tasmanya’da toplanmıştır. Bu kuralın dışına çıkan tek örnek, Doğu Dağlannın karları ile beslenen Murray Irmağıdır. Öteki tüm akarsular mevsimlik, hatta kurak iç kesimlerde daha da kısa sürelidir. Avustralya’da birçok alan yüzey akaçlamasından yoksundur. Haritalara göl olarak geçen ve iç kesimde yer alan bazı alanlar, artık birer tuz gölüdür. TOPRAK DOKUSU. Avustralya’nın toprak dokusu iklim özellikleri ile yakından ilgilidir. Kıtanın büyük bölümü organik madde içermeyen ve derinliği olmayan mineral topraklar ile kaplıdır. Bu topraklann çoğu ufalanmış kayalardan ibarettir. Çöllerde ve kıraç kırmızı topraklann çoğunda alçıtaşı bulunur. Yan kıraç alanlann topraklan da alkali özelliği gösterir. Tuz açısından zengin kahverengi topraklar ile gri-kahverengi topraklar da organik madde açısından pek zengin değildir. Gerek kıraç, gerek yankıraç alanlarda, killi topraklann nemlenip kuruması, dolayısıyla şişip daralması sonucu oluşmuş gilgai denen peteğimsi tepecik ve çöküntülere rastlanır. Yıllık yağışın 380 mm ile 635 mm arasında olduğu yerlerde, kara, kahverengi ve kırmızı-kahverengi topraklar tipiktir. Podzoller nemli yörelerin karakteristik toprağıdır. Alp tipi alanlarda ise humuslu topraklara rastlanır. Toprak dokusunu, iklim özellikleri yanında, topografya, yeraltı sulanmn varlığı ve toprağın üzerinde oluştuğu zemin de belirler. Avustralya’nın doğusunda yaygın olarak görülen bazalt kaya çıkıntılannda krasnozem, kalker yapılı alanlarda ise terra rossa ve rendzina kırmızı toprak türleri oluşmuştur. Çok eski jeolojik dönemlerden kalan laterit örtüsüne, Tasmanya dahil kıtanın her yerinde rastlanır. Silis kabuk ise, yalnızca kıraç bölge ile Batı Avustralya, Güney Avustralya ve Queensland’in yan nemli kesimlerine özgüdür. BİTKİ ÖRTÜSÜ. Avustralya’nın bitki örtüsü iki yüzyıl kadar önce, daha gelişmesinin ilk evresinde bulunuyordu. Bugünkü ağaçlık bölgeler ve ormanlardaki en yaşlı ağaçlar kıtanın Avrupalılarca istila edilmesinden kısa süre önce gelişmeye başlamıştı. Kıtanın tarihöncesi dönemleri öylesine yakın bir geçmişte yaşanmıştır ki, pek çok okaliptüs ağacında Yerlilerin kano ya da kalkan yapmak için ağaçlan keserken açtıkları izler ya da Avrupalılann kıtaya ilk yerleştikleri yıllarda ağaç gövdelerine kazılmış işaretler ve yazılar bulunur. Avustralya’nın kısa tarihi boyunca bitki örtüsü önemli değişiklikler geçirdi. Tanm alanlarının genişlemesi sonucu, var olan doğal doku yerini yeni tanm ürünlerine, geniş otlak ve plantasyon alanlanna bıraktı; kereste elde etmek için en sık ormanlardan, bozkırlardaki ağaçlıklara kadar her yerde ağaçlar kesildi. Ayrıca, yeni yabani otlar, tavşan gibi zararlı otçullar ve çalılıklarda sık sık çıkan yangınlar da bitki örtüsündeki yıkımı daha ileri boyutlara götürdü. Koruma bölgeleri kurulmasına ve yabanıl alanlann varlığına karşın yerli bitki örtüsü yeterince korunamamaktadır. Avustralya’daki tohumlu bitkiler 15-20 bin türü içerir. Bu floranın uzun bir dönem içinde, değişik bölgelerden gelen bitkilerden oluştuğu sanılmaktadır. Var olan bitki örtüsünü belirleyen en önemli etkenlerden biri, eskiden güney yanküredeki kıtalan birleştiren kara bağlantısıdır. Avustralya’ da, Güney Afrika, Madagaskar, Yeni Zelanda ve Güney Amerika’da da bulunan yalancı kayın (Nothofagus) gibi bitki cinslerinin olması bu varsayımı desteklemektedir. Kıtanın kuzey komşulanyla paylaştığı bitki türleri de vardır: İğneyapraklı cinsi Callitris, herdemyeşil ağaç ve çalılan banndıran Banksia cinsi ve okaliptüs (Eucalypîus) Endonezya, Malezya ve Selebes’te de bulunur. Avustralya’da doğal olarak yetişen bitki türlerinin (endemik türler) başlıca özelliği, kalın, dayanıklı ve sert yaprak oluşumu ve kıtaya yayılmış çok çeşitli yaşam ortamlanna uyum sağlama yeteneğidir. 600’ü aşkın okaliptüs türüne yağmur ormanlanndan, kar örtüsüne ve çöl sınırlanna kadar her yerde rastlanır. Akasya türleri de benzer biçimde değişik alanlara yayılmıştır. Banksia cinsi, Proteaceae familyasından herdemyeşil çalılar ve küçük ağaçlar, Zambakgiller (Liliceae) familyasından çiçekli bitkiler, ayakotu benzeri bitkileri barındıran Haemodoraceae familyası ve Xanthorrhoeaceae familyasından bitkiler Avustralya’nın endemik bitkileri arasındadır. Kıtada bulunan bitki türlerinden bağımsız olarak ele alınması gereken orman, otlak ya da otlu bataklık gibi, çevreyle yapısal ilişki içindeki bitki örtüsünü öteki kıtalara uygulanan ölçütlere göre sınıflandırma çabalan sonuç vermemiştir. Bitki örtüsünün bölgelere göre dağılımında, iklim koşullarından çok toprak dokusu ve jeolojik tarih belirleyici olmaktadır. Aynı biçimde, kuzey yarıküreye özgü iğneyapraklı ve yaprakdöken ağaçlar gibi tanımlamalar, Avustralya’nın oldukça geniş herdemyeşil florasını tanımlamaya yeterli olmamaktadır. Avustralya’nın bitki örtüsü üç iklim kuşağı içinde ele alınabilir: Tropik ve ılıman ku­ şaklar ile çöl kuşağı. Kıtanın kuzey kıyısı üzerinden bir yay çizerek doğu-batı doğrultusunda uzanan tropik kuşak, yer yer çok yağışlı, genelde kuru bir muson ikliminin etkisi altındadır. Ilıman kuşak güney kıyıları üzerinden Tasmanya’yı da içine alan bir yay biçiminde doğu kıyılarına vanr. Burada ılıman ve astropik özellikler içeren bir iklim egemendir; yağışlar ise genellikle kışın ya da mevsime bağlı olmaksızın görülür. Batı kıyısına kadar Avustralya’nın tüm orta kesimini kaplayan iklim kuşağının başlıca özelli­ ği ise kuraklıktır. Bu coğrafi dağılım içindeki başlıca yapısal öğeler yağmur ormanı, sert yapraklı (sklerofil) orman, ağaçlık, çalılık, savan ve otlaktır. Tropik kuşakta yaprakdöken ormanlar ve sert yapraklı (sklerofil) bodur ağaçlarla kaplı savanların yanı sıra, doğal otlaklar, kıyılarda kümelenmiş mangrovlar ve tropik yağmur ormanları yer alır. Endonezya-Malezya bölgesinin etkisi tüm kıyıda görülür. Özellikle York Yarımadasının kuzeydoğusunda yöreye özgü pek çok bitki vardır. Sınıflandırma açısından cangıl kapsamına giren yağmur ormanlarında gövdesi köküyle desteklenen büyük ağaçlar ve ağaç­ ların gövdesinde büyüyen tırmanıcı bitkilerle epifitler yer alır. Bu ormanlarda çeşitli katmanlardan oluşan kaim bir bitki örtüsü görülür. Ilıman kuşakta yağışlı ya da kuru, sert yapraklı ormanlar, ılıman iklime özgü çeşitli ağaçlıklar, savan ağaçlıkları, bodur okaliptüs çalılıkları (mallee), fundalıklar, yer yer Alp tipi bir bitki örtüsü, ılıman yağmur ormanları ve sert yapraklı fundalar (Erica) görülür. Özellikle, Batı Avustralya eyaletinin güneybatı ucu, kıtaya özgü bitkiler açısından çok zengindir. Tasmanya’mn başlıca bitki örtüsü­ nü oluşturan yalancı kayın ormanları Yeni Zelanda ve Güney Amerika’yla bağlantılıdır. Bu kuşaktaki ağaçlar çoğunlukla okaliptüs (Eucalyptus) ve akasyadır (Acacia). Ancak tarımsal etkinliklerle bitki örtüsü önemli bir yıkıma uğramıştır. Çöl kuşağının bitki örtüsü kıraç çöllerin dışında kalan yerlerde yan kurak çalı savanlan, çalı bozkırlan, yan kurak doğal otlaklar ve sert yapraklı bitkileri banndıran engebeli otlaklardan oluşur. Kurak koşullara uyum sağlamış pek çok çalı türü de bulunur. Acacia, Eremophila ve Casuarina gibi cinsler Eucalyptus cinsinin yerini almaya başlamıştır. Yöredeki bitkisel doku fazlasıyla yozlaşmış durumdadır. HAYVAN VARLIĞI. Avustralya kıtasının faunası insan etkinliklerinden önemli ölçüde etkilenmiştir. 30 bin yıl kadar önce kıtaya yerleşen Yerlilerin yerel fauna üzerindeki zararlı etkileri, yalmzca 200 yıl önce kıtaya yerleşen Avrupalılann yaptığı yıkımın yanında oldukça önemsizdir. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen Yerliler ekolojik dengeyi korudular. Yalnızca kıtaya getirdikleri dingo adlı plasentalı etçil buradaki keseli memelilere (Marsupialia) zarar verdi. Oysa kıtaya kedi, fare, tilki, tavşan, sığır ve koyun gibi hayvanlan ve gelişkin teknolojilerini getiren AvrupalIlar, özellikle kıyı kesimlerindeki yerel hayvan varlığını bir daha geri dönülemeyecek biçimde değişime uğrattı. 29 Avustralya Avustralya faunası en yakın kara olan Endonezya’daki hayvanlardan bile büyük ölçüde farklıdır. Bu durum kıtanın son 50 milyon yıl boyunca (Senozoyik Zaman) Endonezya Takımadalarıyla hiç bağlantısı­ nın olmamasıyla açıklanabilir. Daha önce Yeni Gine ve Tasmanya ile kara bağlantısı­ nın oluşu nedeniyle, kıtanın faunası bu bölgelerle ortak özellikler gösterir. Yerlilerin Kenyala olarak adlandırdığı kaya kangurusu ABC Ajansı Kıtada 108 tür plasentalı memeli, 2 tür tekdelikli memeli (Monotremata takımından, yumurtlama yoluyla üreyen ilkel memeliler), 119 tür keseli memeli (sonradan 125 olarak belirlenmiştir), 520 tür kuş, yaklaşık 380 tür sürüngen, 122 tür kurbağa, 180 tür tatlısu balığı yaşar. Aynca 750 yumuşakça ve 54 bini aşkın böcek türü saptanmıştır. İnsanlar tarafından getirilenlerin dışındaki plasentalı memeliler arasında fok, yarasa ve çeşitli kemirgenler de bulunur. Amerika’da tek tük kalmış, Avrupa’da soyu tükenmiş olan keseliler Avustralya’ya özgü hayvanlar sayılırlar. Kıtada görülen çeşitli keseli türlerine canlı ya da fosil olarak başka kıtalarda rastlanmamıştır. Bu keselilerin 25 milyon yıllık bir geçmişleri olduğu, dolayısıyla da 15 milyon yıla yakın bir süre adada yalnız başlarına yaşadıklan bilinmektedir. Böylece plasentalı yırtıcılar rakipleri ya da düşmanları olmadan geçirdikleri bu uzun süre içinde, farklı özellikler kazanarak özelleşme olanağı bulmuşlardır. Başka kıtalarda atların ve antiloplann yaşadığı ortamlarda yaşayan kangurular, etçiller, ağaçlarda yaşayan kuskuslar (Phalanger) ya da uçan kuskuslar (Petaurus), ayıyı andıran ve okaliptüs yapraklanyla beslenen koalalar (Phascolarctos), toprağı oyan vombatlar (Vombatus), keselikediler (Dasyurus), keselisıçanlar (Sminthopsis ve Antechinus), numbatlar (Myrmecobius), köpek boyundaki Tasmanya kurtları (Thylacinus) , keseliköstebekler (Notoryctes) keselilerin çevre koşullanna uyum sağlamak için geçirdikleri değişimlerin örnekleridir. Avustralya yasalarıyla korunmaya alınmış iki tekdelikliden ornitorenk (O mithorhynchus anatinus) türüne doğudaki ırmak ve göllerde sık rastlanır. Kısa burunlu ekidne {Tachyglossus aculeatus), Tasmanya ve Avustralya’nın hemen her yerinde yaşar. Akrabası uzun burunlu ekidne (Zaglossus bruijni) ise yalnızca Yeni Gine’de bulunmaktadır. Keseli türlerinin yok olmaya yüz tutması geniş çaplı mera tanmı ve kanguru avının sonucudur. Kanguru etinin ve kürkünün taşıdığı ekonomik değer bu kıyımın engellenmesini güçleştirmektedir. Öte yandan koalalar kamuoyunun baskısıyla 1920’lerde korunmaya alınmıştır. Ulusal parklara ve koruma alanlanna karşın, özellikle ıssız iç kesimlerde denetim sorun olmaktadır. Bölgeler | Tropik Ilıman Türler Tropik yağmur ormanları 1 Yaprakdöken ve I I j dökmeyen karışık ormanlar I______I Ç°^er (kurak) Mangrov ormanları | | Savanlar veya otlaklar j | çal^fVklar’ptüs Ilıman bölge çalı örtüsü | | Bozkırlar (yarı-kurak) | j Güneydoğu Yazlan kurumayan akarsular okaliptüs ormanları Tuz gölleri Avustralya’da Bitki örtüsü Kuşakları Avusturalya 30 Avustralya’daki kuşlar da benzer tehlikelerle karşı karşıyadır. Kıtaya özgü kuşlar arasında uçmayan emu (Dromaeus), kuluç­ kaya yatmak için tümsek biçimli bir yuva yapan ve buradaki sıcaklığı ustalıkla denetleyen çalılık tavuğu (Leipoa), kakatu türleri (Cacatuinae), adını kuyruğunun biçiminden alan lir kuşu (Menura), Malurus, balyiyen (Meliphagidae), Avustralya saksağam (Cracticidae) ve çardakkuşu (Ptilonorhynchidae) sayılabilir. Avustralya’nın tek tatlısu timsahı olan Crocodilus johnstoni tropik kuzey bölgede yaşar; burada ayrıca çeşitli tatlısu kaplumbağaları, kertenkeleler ve taypan (Oxyuranus scutellatus), kaplan yılanı (Notechis scutatus), bir engerek türü olan Acanthophis antarcticus gibi zehirli, öldürücü yılanlar vardır. Milyonlarca yıl hiçbir değişime uğramadan kıtadaki akarsularda yaşamış olan akciğerli balık (Neoceratodus) 200 milyon yıl önce Avrupa’da yaşayan atalarına çok benzer. Yapraklarla ağaçlan kemiren, koyun ve sığırların kanını emerek beslenen pek çok böcek türü ise her yıl milyonlarca dolarlık zarara yol açmaktadır. y e r l e ş m e DOKUSU. Avustralya’ya yerle­ şip, bu kıtayı geliştirmek Avrupalılar için pek kolay olmadı. Doğal koşullann daha elverişli olduğu doğu kıyılarına ilk yerleşenler bile Avustralya Cordillerası’nın sarp yamaçlanndan geçerken büyük güçlüklerle karşılaştılar. Geçmeyi başardıklarında ise aşın kuraklık, ani seller ve çalılıklarda çıkan yangınlarla sürekli savaşmak zorunda kaldı­ lar. Kıtanın doğal koşullan, Avrupalılann Avustralya’da Nüfus Yoğunluğu Avustralya’nın önde gelen iş merkezi, Sidney Emin Hakarar karşısına Yerlilerden ve hayvanlardan daha amansız bir düşman olarak dikildi. Kıtayı yaşanır hale getirmek için verdiği mücadele, Avustralya insanının çetin ve bağımsız ruhunun oluşmasında en önemli etken oldu. 20. yüzyılın ikinci yarısında otomobil, uçak ve radyo kırsal kesimde yaşamı büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Gene de pek çok aile başka bölgelerde yaşayanlann alışık olmadığı bir ıssızlığın ortasında yaşamını sürdürür. Ama Yeni Güney Galler’in ötesinde ya da Oueensland’in kuzeybatısındaki büyük koyun ya da sığır çiftliklerinde yaşayanlar bile acil durumlarda telsizle cankurtaran-uçak çağırabilirler. Kendi çiftliğinde ya da arazisinde koyun ve sığır besleyen hayvancılar ile kıyılardaki tarlalarında tahıl ya da meyve yetiştiren küçük çiftçiler arasındaki keskin aynm, II. Dünya Savaşı’ndan sonra azalmışsa da, 40 bin hektan bulabilen genişlikteki arazilerde hayvancılık yapanlar gene de sayıca az değildir. Büyük bir hayvan çiftliğinde yaşamak hâlâ ayrıcalıklı bir durumdur. Ancak iyi bir gelir, yüksek refah düzeyi ve uçsuz bucaksız topraklara sahip olmanın getirdiği gururun bedeli yalnızlık ve kuraklık ile doğal örtüde çıkan yangınlann getirdiği kaçınılmaz yıkımdır. Küçük çiftçilerin durumu ise çok farklıdır. Çoğunun geliri sıradan bir sanayi işçisinin ücretinden daha düşüktür. Bu yüzden ya- şamlannı devlet yardımıyla sürdürebilmektedirler. Oldukça uzak mesafeler ve seyrek yerle­ şim nedeniyle Avustralya’da Avrupa köylerine, benzer bir yerleşim biçimi gelişmemiş­ tir. İç kesimdeki kasabalarda bir ana cadde, bir büyük mağaza ve birkaç otel vardır; nüfuslan çoğunlukla 25 bini geçmez. Ancak kıyılara yakın kasabalarda eğitim, sağlık hizmetleri ve alışveriş merkezleri gibi olanaklar oldukça gelişmiş durumdadır. Avustralya’daki en büyük çelişki, çok geniş bir alan üzerinde, yedi eyalet merkezinde yo­ ğunlaşmış çok az bir nüfusun yaşamasıdır. Avustralyalılann da pek hoşnut olmadıklan bu durum, tarihsel ve ekonomik nedenler ile iklim etkeni göz önüne alındığında, gelecekte de değişeceğe benzememektedir. Ülkenin en büyük ve gelişmiş iki kenti olan Sidney ve Melbourne bu dengesizliği bir ölçüde giderir. Uluslararası düzeyde iş ve sanat merkezleri olan Sidney ve Melbourne’u, Queensland eyaletinin merkezi Brisbane, Güney Avustralya’nın merkezi Adelaide ve Batı Avustralya’nın merkezi Perth izler. Federal başkent Canberra birer ticaret kenti olan eyalet merkezlerinin tersine yapay olarak kurulmuştur. Amerikalı mimar Burley Griffin’in hazırladığı plana göre 1913’te yapımına başlanan kentin merkezinde yapay bir göl, ağaçlıklı geniş caddeler vardır; aynca Ulusal Kütüphane, Ulusal Galeri, Yüksek Mahkeme ve Parlamento gibi önemli resmî binalar buradadır. İyi seçilmiş konumuna ve plamna karşın Canberra da öteki Avustralya kentleri gibi kent merkezinin kilometrelerce dışına yayılmaktadır. Ne ulaşım güçlüğü ve kamu hizmetlerine ilişkin sorunlar, ne de yükselen arsa fiyatlan ortalama AvustralyalIyı kendi evine ve bahçesine sahip olma kararlılığından vazgeçirebilmektedir. Bazı yazarlara göre banliyö yaşam biçimi çağdaş AvustralyalInın dünya görüşüne damgasını vurmuştur. NÜFUS 1986 nüfusu 15.912.000 olan Avustralya’da kilometrekare başına düşen kişi sayısı 2,1’dir. Doğal nüfus artışı binde 8 düzeyinde olmasına karşın, göçler nedeniyle genel nüfus artışı yüzde 1,2’yi bulur. Avustralya’nın nüfusu çarpıcı bir homojenlik gösterir; büyük çoğunluğunu İngiliz kökenliler ile öteki Avrupalılar oluşturur. Beyaz ırktan olmayan azmhklann başında sayılan 110 bini bulan Yerliler gelir. Kıtada aynca 1851 altına hücum hareketi sırasında yerleşmiş olan Çinliler gibi bazı küçük Asyalı azınlıklar vardır. II. Dünya Savaşı sonuna değin Britanya Adalan’ndan gelen göçmenler içinde, İngilizlerin yanı sıra çok sayıda İrlandalı, İskoç ve Galli de yer almıştır. Bugünkü Avustralya nüfusunun yaklaşık yarısı İngiliz, beşte biri İrlandalı, onda biri de İskoç asıllıdır. Savaş sonrasında nüfusu artırmak amacıyla, öteki Avrupa ülkelerinden göçler de özendirilerek, yurtsuz kalmış pek çok mülteciye sığınma hakkı verilmiştir. Koşullara çabuk uyan Avrupalı göçmenlerin çoğu beş yıllık ikamet süresinin ardından yurttaşlık için başvuruda bulunmuştur. İlginç olan nokta, bu dönemde Avustralya’ya gelen her altı İngiliz ailesinden birinin geri dönmüş olmasıdır. Nüfusun homojen oluşunun ardında, geç­ mişte sıkı bir biçimde izlenen Beyaz Avustralya siyaseti yatmaktadır. 1901’de kabul Melbourne Şehir Parkı, Melbourne Emin Hakarar edilen göçleri sınırlayıcı yasalarla getirilen katı koşullar beyaz olmayanların kıtaya gelişini olanaksız hale getirmiştir. Siyah, san ve kahverengi derililere sürekli oturma izni vermemeye dayanan bu siyaset, 1966’da bir ölçüde gevşetilmiş ve 1973’te İşçi Partisi hükümetinin göçlerde ırk aynmı- na son verildiğini açıklamasıyla, Asyalı göçmenlerin sayısında belirli bir artış görülmüştür. Bunun bir sonucu olarak 1974-81 arasında Avustralya’ya gelen göçmenlerin yüzde 40’ını Asyalılar oluşturmuştur. İki yüz yıldan beri beyazlann baskıları ve aldınşsız tutumu altında yaşayan Yerliler unutulmuş bir azınlığı oluşturmaktadır. Avustralya’nın ulaştığı refah düzeyinden pek az yararlanan Yerlilerin büyük bölümü Kuzey Toprakları ile Queensland ve Batı Avustralya’nın kuzeyinde otururlar. Bazılan hâlâ kabileler halinde yaşarken, pek az bir bölümü de eski göçebe avcılık yaşamını sürdürür. Geriye kalanlar sığır çiftliklerinde hayvan yetiştiriciliği gibi işler yaparlar. Çok sayıda Yerli de, misyoner evlerinde ya da devletin kendilerine ayırdığı özel alanlarda oturarak, geçimlerini geçici işlerde çalışarak sağlar. Güney eyaletlerinde oturan melez Yerliler, iş bulma olanakları daha yüksek olmasına karşın, benzer bir yaşam sürdürürler. 19. yüzyıldaki kıyımdan sonra Tasmanya’da hemen hiç Yerli kalmamıştır. Yerlileri Avustralya’nın toplum yaşamına katma doğrultusundaki resmî siyaset beyazlann önyargıları, Yerlilerin yerleşmiş kuş­ kuları ve daha da önemlisi içinden çıkamadıkları yoksulluk-cehalet-hastalık çarkı yü­ zünden bir sonuç vermemektedir. Doğum oranları yüksek olmakla birlikte, bebek ölüm oranı beyaz Avustralyalılann beş katı­ dır. Yaşayabilen çocuklar da kötü beslenme ve hastalıklar yüzünden sağlıklı bir biçimde yetiştirilememektedir. Günümüzde oy hakkına sahip olan Yerlilere yönelik aynmcı yasalar Queensland dı­ şında her yerde kaldırılmıştır. 1976’da Kuzey Toprakları’nda Yerlilere mülk edinme hakkının tanınmasından sonra, Güney Avustralya eyaletinde de Bicancara (Piçan- çaçara) halkına belli yerlerde toprak edinme izni verilmiştir. Öteki eyaletlerde ise Yerlilere üzerinde yaşadıkları özel alanlarda mülkiyet hakkı verme konusu gündemdedir. Yüksek ölüm oranına karşın nüfuslan hızla artan Yerliler siyasal açıdan bilinçlenmekte, toprak ve tam eşitlik konulannda seslerini giderek yükseltmektedir. Kentli beyazlar Yerlilerin bu isteklerini anlayışla karşılarken, kırsal kesimdeki kasabalarda Yerlilerle bir arada yaşayan beyazlar bu gelişmeye tepki göstermektedir. Günümüzde Avustralya’da bir ırk çatışmasının bulunduğu söylenebilir. Avustralya nüfusu beyaz ve Anglosakson ağırlıklı olmakla birlikte, Protestanlar ço­ ğunlukta değildir. Bunun başlıca nedeni İrlanda kökenlilerin Katolik oluşudur. KatolikProstestan aynmı Avustralya’nın toplumsal ve siyasal yaşamında önemli rol oynar. Toplam nüfusun yaklaşık üçte biri Katolik, üçte biri de Anglikan Kilisesi’ne mensuptur. EKONOMİ Serbest piyasa ekonomisini benimsemiş olan Avustralya’da GSMH 185 milyar ABD Doları, kişi başına düşen pay da 11.890 ABD Dolarıdır (1984). 1970-79 arasında yüzde 1,4 olan yıllık ortalama büyüme hızı büyük ölçüde ticaret, imalat ve hizmet sektörlerinden kaynaklanmıştır. Ülkenin başlıca gelir kaynağı olan tanm, II. Dünya Savaşı sonrasında yerini madenciliğe bırakmıştır. Avustralya, geniş topraklanmn altındaki ve çevre denizlerdeki zengin maden yataklanyla günümüzde Japon sanayisinin maden gereksinimini karşılayan baş­ lıca ülke haline gelmiştir. Kıtada madenlerin bulunmasının ardından sanayi ve hizmet sektörü hızla gelişmiş ve Avustralyalılann yaşam standartları ileri ekonomiler düzeyine yükselmiştir. DOĞAL KAYNAKLAR. Yeraltı kaynakları. Sanayi Devrimi’nin başlarında kıtaya ilk gelen göçmenler Sidney ve Melbourne çevresinde kömür yataklan buldular. Sidney’in batısında, ardından Victoria ve Batı Avustralya’da altın bulunması, gerek ülke içi nüfus hareketlerini gerekse dışardan göçü hızlandırdı. 1949’dan sonra birbirini izleyen maden yatağı keşifleri günümüzde de artan bir hızla sürmektedir. Avustralya dünyanın sayılı demir cevheri (35 milyar ton) ve boksit (4 milyar ton) rezervlerine sahiptir. Kurşun, çinko, bakır yataklarının yanı sıra, rutil, zikronyum, ilmenit gibi ender bulunur maden rezervleri de çok geniştir. Ülkenin başlıca maden yataklan Batı Avustralya’da (demir, nikel, boksit, elmas, Rafineriye maden taşıyan bir boru hattı, Batı Avustralya ABC Ajansı 31 Avustralya altın), Queensland’de (boksit, kurşun, çinko, gümüş) ve Victoria kıyısı açıklanndadır (petrol ve doğal gaz). Başlıca madenkömürü damarlan Sidney Havzası ve Queensland’deki 250 milyon yıllık Permiyen tortu katmanlan arasında bulunur. 80 milyar ton kadar olan kömür rezervlerinin yansından çoğu iyi cins madenkömürüdür. Victoria’da ve Melbourne’ un batısında çıkarılan linyit kömüründen elektrik üretiminde yararlanılır. Kıyı açıklannda ticari gaz yataklarının bulunması ve 1969’da buralardan önemli kentlere boru hatlarının döşenmesi sonucu, ülkenin yakıt gereksinimi doğal gazla karşı­ lanmaya başlamıştır. Kuzey Topraklan’ndaki Ordovisiyen kumtaşı katmanları arasında da önemli doğal gaz rezervleri vardır. Ticari petrol ilk kez 1961’de MoonieAlton’da, 1964’te Surat Havzasında bulunmuştur. Ham petrol gereksiniminin üçte ikisi ülke kaynaklanndan sağlanır. II. Dünya Savaşı sonrasında atom enerjisine dayalı sanayilerin talepleri nedeniyle yoğunlaşan maden arama çalışmalan sonucunda ülkenin çeşitli yörelerinde uranyum bulunmuş­ tur. Dünya uranyum rezervlerinin yüzde 18’i Avustralya’dadır. Kıtanın güney kıyı­ sındaki Ben Lemond en zengin uranyum bölgesidir. Öteki önemli yataklar Kuzey Topraklan’nda, Batı Avustralya’daki Frome Gölü ovasında ve Yeerlirrie bölgesindedir. Demir ve çelik üretiminde kullanılan ve ihraç edilen demir cevheri, çağdaş teknolojik işlemlerden geçirilerek geniş bir biçimde değerlendirilir. Başlıca demir yatakları Gü­ ney Avustralya’daki Middleback Sıradağlan ile Avustralya’daki Yampi Boğazı ve Koolyanobbing sıradağlarında yer alır. Avustralya’da her geçen gün yeni demir cevheri yatakları bulunmaktadır. Tom Price Tepesi yataklarının kalitesi çok yüksektir; Whaleback Tepesi ve Newman Tepesindeki yataklarda milyonlarca ton demir rezervi bulunduğu bilinmektedir. Robe Irmağı yöresinde yakın bir dönemde yüzde 56-57 oranında demir içeren birkaç milyar tonluk rezervler saptanmıştır. Dünya tungsten üretiminin yirmide birini Avustralya karşılar. Tungsten, Bass Boğazındaki King Adasında ve Queensland’de bulunan volframit ve şeelit madenlerinden elde edilir. Carpentaria Körfezindeki yataklardan yılda 2 milyon ton kadar manganez çıkartılır. Nikel, Kalgoorlie yakınlarındaki Kambalda yataklarından ve Queensland’deki Greenvale yataklanndan çıkarılır. Avustralya aynı zamanda dünyanın başlıca kurşun ve çinko üreticilerindendir. Yeni Güney Galler’deki Broken Hill’de 1883’ten beri işletilen yataklar ülkenin kurşun ve çinko üretiminin yarısını karşılar. Queensland’in batısındaki Isa Tepesinde, kuzeydeki McArthur Irmağı çevresinde ve Tasman – ya’da da kurşun ve çinko rezervleri vardır. Miktarca düşük olmakla birlikte, Prekambriyen ve Paleozoyik kayaçlarda da dağınık bakır yatakları bulunur. Aluminyum üretiminde kullanılan ve Carpentaria Körfezindeki Weipa’da, kuzeyde Arnhem bölgesinde ve batıda Darling sıradağlannda bulunan boksit yataklan çok zengindir. Batıda, do­ ğuda ve Tasmanya’da kalay, doğu kıyılannda rutil (titanyum oksit) ve zirkonyum gibi ağır madenler çıkanlır. Avustralya’da altın ilk kez 19. yüzyıl ortalannda Yeni Güney Galler’de, ardından Victoria, Queensland’in kuzey kesimi ve Batı Avustralya’da bulunmuştur. 1904’te 112 tonla doruğuna çıkan yıllık altın üretimi, 20. yüzyılın sonlarında bu düzeyin Avustralya 32 yaklaşık yedide birine düşmüştür. Zengin kurşun-çinko yataklarında gümüş bulunur; nikel için yapılan maden arama çalışmalan sırasında az miktarda platin ve palladyuma rastlanmıştır. Avustralya kil, mika, tuz, dolomit, yapı malzemesi, tuğlamsı ve aşındırıcı maddeler, talk ve asbest gibi sanayide kullanılan doğal kaynaklar açısından da çok zengindir. Fosfat yataklarının giderek tükenmesi üzerine yürütülen yoğun arama çalışmaları sonunda, yüksek maliyet nedeniyle henüz tam olarak işletilemeyen yeni fosfat rezervleri bulunmuştur. Avustralya’nın kıymetli taşlarından beyaz ve siyah opal, dünya çapında ünlüdür. Gökyakut ve topazın yanı sıra 1979’da Kimberley yöresinde geniş elmas yatakları bulunmuştur. Su kaynakları. Dünyanın en kurak kıtası olan Avustralya’nın güneydoğu, güneybatı ve kuzey kesimleri dışında düzenli yağmur görülmez. İç kesimde yüksek buharlaşma oranı ve yüzey şekillerinin alçak oluşu yüzünden akarsular son derece azdır. Kıtanın en geniş akaçlama alanına sahip olan Murray Irmağı sistemi Nil’in yaklaşık üçte biri uzunlukta olmasına karşın, su akışı Nil’in ancak altıda birini bulur. Su kaybını önlemek için yapılan pek çok baraj gölü içinde en önemlisi Snowy Dağları hidroelektrik projesidir. Su toplama, sulama ve enerji üretimi amaçlı bu dev proje 1974’te tamamlanmıştır. Snowy Dağlarından denize doğru akan bazı akarsuların yönü Murray Havzasına çevrilmiştir. Büyük Artezyen Havzasında 25 bin su kaynağı saptanmıştır. Ancak havzaya giren su miktarı havzadan çıkan sudan düşüktür; yörenin hidrolojisi üzerine çalışmalar sürdü­ rülmektedir. Murray Havzası ve öteki tortul havzalarda önemli yeraltı su kaynaklan bulunmakla birlikte, bunlar tam anlamıyla keşfedilmemiştir. Ülkenin orta kesimindeki Alice Springs önemli oranda su sağlar. Bütün bu sular genellikle çok tuzlu olup tuzdan anndırma işlemi de henüz pahalıya mal olmaktadır. Biyolojik kaynaklar. Kıtanın kendine özgü biyolojik kaynakları kısıtlıdır. Okaliptüs ağaçlanndan kâğıt yapımında, güneybatıdaki jarrah ve karri ormanlarından bıçkıcılıkta, pek çok yöredeki el değmemiş yerel bitki örtüsünden de hayvan otlatmakta yararlanılır. Kıtanın kurak kesimi toplam hayvan varlığının ancak üçte birini banndı- nr. Dışandan getirtilen bazı sığır cinsleri iklim koşullanna uyum sağlamıştır. Ilıman bölgelere lucerne ve yonca gibi otlak bitkileri ekilmiştir. Ayrıca gübre olarak kullanı­ lan süperfosfat ve toprağı geliştirici öteki katkı maddeleri sayesinde, Avustralya otlaklan giderek daha verimli hale getirilmiştir. Enerji kaynakları. Büyük hidroelektrik enerji santrallannı işletebilecek yeterli su kaynaklanna sahip birkaç eyaletten biri olan Tasmanya, ülkenin hidroelektrik enerjisinin yansını karşılamaktadır. Bu konuda ileriye dönük önemli bir gelişme de beklenmemektedir. Ülkenin başlıca enerji kaynağı petrol ve madenkömürüdür. Kurulu elektrik kapasitesinin dörtte üçü termal enerji yoluyla elde edilmektedir. KIRSAL EKONOMİ. Dünyanın en büyük yün üreticisi ve önemli tahıl, süt ürünleri, et, şeker ve meyve üreticilerinden biri olan Avustralya, tarım ürünlerinin yaklaşık üçte birini dış ülkelere satar. Ekilen ve otlak olarak kullanılan topraklar, yararlanılan topraklann ancak yüzde 10’unu oluşturur. Bunun nedeni başta su kıtlığı olmak üzere, toprak türlerinin ve topografyanın elveriş­ sizliğidir. Hayvancılık. Avustralya’nın tanma aynlmış topraklarının yansında koyun beslenir. Dünyadaki yün koyunu varlığının altıda birini barındıran Avustralya dünya yün üretiminde dörtte bir oramnda bir paya sahiptir. Avustralya koyunlannın büyük bölümünü ülkenin iklim düzensizliklerine uyum sağlamış olan, yününün kalitesiyle ünlü Merinos cinsi oluşturur. Geri kalanlar özellikle etleri için yetiştirilen Avustralya ve İngiliz kırmalandır. Koyunlann yaklaşık üçte biri otlatma kuşa­ ğı olarak bilinen ve yılda 380 mm’den az yağış alan kesimde yetiştirilir. 950 mm’ye kadar yağış alan yörelerde koyunculuğun yanı sıra buğday ekimi yapılır. Avustralya’ daki koyun sürülerinin yüzde 40’ını banndı- ran buğday-koyun kuşağında daha çok Merinos dışındaki koyun cinsleri yetiştirilir. Ülkenin çok ve düzenli yağış alan yörelerinde yetiştirilen koyunlar en kaliteli yünü verirler. Kuzu ve koyun eti üretiminde ise Victoria başta gelir. Sığırcılık değişik iklim bölgelerinde yapılır. Yüksek yağış alan zengin otlaklar besi sığırlanna aynlmıştır. Besi sığırcılığı daha çok Queensland ve Yeni Güney Galler’in ılıman ve büyük otlaklannda yapılır. Kuzeye yakın zamanlarda getirtilmiş olan zebu ve Brahman cinsi sığırlar kısa sürede tropik otlaklara uyum sağlamıştır. A B D ’den getirtilen Santa Gertrudis cinsinden de iyi sonuç alınmaktadır. Süt sığırcılığı ılıman kuşağın çok yağış alan kıyı kesimlerinde yapılır. Tarım. Avustralya’nın en önemli tahıl ürünü buğdaydır; hemen ardından arpa ve yulaf gelir. Orta derecede yağış alan yerlerde ve çoğu kez koyunculuk da yapılan çiftliklerde yetiştirilen tahılların tanesinden un, yeşil saplanndan ve samanından hayvan yemi elde edilir. Buğdaydan sonra Avustralya’nın en önemli tarım ürünü olan şeker, Yeni Güney Galler ve Queensland kıyılanndaki küçük çiftliklerde yetiştirilen şekerkamışından elde edilir. Ormancılık, balıkçılık. Avustralya’da ticari olarak işletilmeye elverişli milyonlarca dönümlük ormanların yanı sıra yerel gereksinimleri karşılayan küçük ormanlar da vardır. Büyük ormanların çoğu Avustralya’ mn güneydoğu, doğu, batı, güneybatı kıyılan ve kıyıya yakın dağlık bölgeleri ile Tasmanya’da bulunur. Başlıca ağaç türü olan okaliptüsün dayanıklı kerestesi inşaat ve ambalaj sanayisinde kullanılır. Avustralya’yı çevreleyen denizlerde ve kıtanın ırmaklarında kefal, morina, çapak balığı, tatlısu levreği, ton, lutjanidae, mezgit, yassı kafa, denizkulağı, uskumru ve som balığı avlanır. Batı Avustralya kereviti dünya çapında ünlüdür. 1978’de kıtayı ve Dış Topraklan çevreleyen 200 millik bir avlanma alanı saptayan Avustralya, bu bölgedeki balık ve öteki canlı türlerinin bakımını da üstlenmiştir. SANAYİ. Tarımsal sanayi. Tanm sektörü­ nün GSMH’ye katkısı yüzyılın ortalanna göre üçte ikilik bir düşüşle yüzde 5 düzeyine inmiştir. Tarım sektöründe çalışanların sayıca çok azalmasına karşın, tarımsal üretim II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yüzde 80’lik bir artış göstermiştir. İhracat gelirlerinin yüzde 10’unu yün üretimi sağlar. Sık sık görülen kuraklıklar yüzünden inişli çıkışlı bir grafik çizen buğday üretimi yerine sığırcılığa ağırlık verilmesi sonucu, Avustralya dünyanın başlıca et ihracatçılarından biri haline gelmiştir. Ormancılık ve balıkçı­ lık gelirleri GSMH’nin ancak yüzde l ’ini oluşturmaktadır. Madencilik. Avustralya, kısmen ithal ettiği petrol ve doğal gaz dışında, maden gereksinimini büyük ölçüde kendi kaynaklanndan karşılar. Maden rezervleri ve üretimi, çoğu madenlerin ihraç edilmesine elverecek bir düzeydedir. Maden ihracatı gelirlerinin dörtte üçü kömür ve demirden sağlanır. Aynca gümüş, kurşun, çinko, bakır, altın, nikel, boksit ile yol yapımında kullanılan kırıktaş ve çakıl, kil, kireçtaşı ve yapı taşı gibi inşaat malzemeleri de ekonomiye önemli bir katkıda bulunur. İmalat sanayisi. İmalat sanayisi 1950’lerden bu yana olağanüstü bir gelişme göstermiştir. Hassas makineler, bazı elektrikli gereçler ve karmaşık bilimsel aletler gibi çok özel ürünler dışında, iç pazarda sürümü olan hemen her tür mal yerel olarak üretilir. Bu sanayilerin çoğu yüksek gümrük duvarlanyla korunmayı gerektirmeyecek öl­ çüde gelişmiştir. Ülkedeki işgücünün beşte biri imalat sektöründe çalışır. Mühendislik, kara taşıtlan, petrol antma, petro-kimya ve inşaat malzemesi üretimi özellikle gelişmiş sanayi kollandır. Motorlu taşıt üretimi Avustralya ekonomisinde önemli bir yer tutar. Dünyada kişi başına düşen motorlu taşıt bakımından ilk sıralarda yer alan Avustralya’da, bu araçların çoğu yerel olarak üretilir ya da monte edilir. Demir ve çelik üretimi Broken Hill Proprietary Company’nin tekelindedir. Öteki önemli sanayi kollan arasında, kimyasal maddeler, dokumacılık ve ev gereçleri sayı­ labilir. BANKACILIK VE TİCARET. Avustralya’nın para birimi 100 cent’ten oluşan Avustralya D olan’dır ($ A). 1980 başlannda hükümetin büyüme hızını ve enflasyonu yavaşlatmak için aldığı önlemlere karşın, ülkeye giren dış sermaye yüzünden yıllık enflasyon hızı yüzde l l ’den aşağıya düşürülememiştir. Hükümet 1970’ler boyunca açık veren büt­ çeyi 1981’de harcamalan kısarak dengelemeyi başarmıştır. Avustralya’nın bankacılık sistemi büyük ölçüde İngiliz modeline göre kurulmuştur. Avustralya Merkez Bankası, özel ticaret ve tasarruf bankalan, Avustralya Uluslar Topluluğu Kalkınma Bankası, Avustralya D o­ ğal Kaynaklan Geliştirme Bankası ve Avustralya Sanayi Destekleme Bankası sistemin başlıca kuruluşlannı oluşturur. Bir devlet kuruluşu olan Avustralya Uluslar Topluluğu Bankacılık Şirketi’ne bağlı ticaret, tasarruf ve kalkınma amaçlı üç banka vardır. Avustralya Doğal Kaynakları Geliştirme Bankası madencilik projelerini finanse eder; Sanayi Destekleme Bankası yatınma girişen yeni sanayicilere uzun vadeli krediler açar. Avustralya Merkez Bankası para politikası uygulamalan aracılığıyla gerektiğinde enflasyonist baskılan yumuşatıcı önlemler alır. Avustralya para piyasasının önemli bir unsuru da finansman kuruluşlarıdır. İzlenen resmî para politikasının bankacılık sistemi üzerindeki kısıtlayıcı etkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan bu kuruluşlar, 1950’lerden bu yana çok gelişmiştir. Bellibaşh Avustralya bankalannm yanı sıra, pek çok yabancı banka da Avustralya para piyasasına girebilmek için hisse yoluyla bu kuruluşlara ortak olmuştur; federal yönetim ülkede yabancı banka kurulmasına izin vermemektedir. Avustralya gelişmiş bir kısa vadeli para piyasasına sahiptir. Çeşitli ticaret bankalan teminat verme, şirket tahvilleri çıkarma ve pazarlama, şirketlerin tasfiye ve birleşme işlemleri, portföy yönetimi gibi hizmetleri de yerine getirir. Sigorta şirketleri, borç sandıkları, tanmsal kredi kuruluşlan ve inşaat kurumlan da para piyasasında önemli bir rol oynar. Her eyaletin bağımsız borsalan vardır. Ayrıca merkezi Sidney’de olan Avustralya Birleşik Tahvil Borsası da şubeleri aracılığıyla eyaletlerde etkinlik gösterir. 1980’lerin başında ihracat gelirleri ithalat giderlerini aşan Avustralya’nın GSMH’sinin yedide birini ihracat girdileri, ihracat girdisinin beşte birini de madenler oluşturur. Öteki önemli ihracat kalemleri arasında yün, et, buğday ve mamul ürünler sayılabilir. İthal edilen başlıca ürünler makine, ulaşım araç ve gereçleri, kimyasal ürünler ve petrol ürünleri, yiyecek ve içecekler, ham petrol ve doğal gazdır. Avustralya’nın ticaret yaptığı ülkelerin başında Japonya gelir. Ayrıca A BD , Ortak Pazar ülkeleri (özellikle İngiltere), Yeni Zelanda ve Asya ülkeleriyle de ticaret ilişkileri vardır. EKONOMİNİN YÖNETİMİ. Avustralya’nın özel sektör ağırlıklı ekonomisinde devlet de önemli rol oynar. Sermaye yatırımlarının büyük bölümü özel sektör eliyle yürütülür. Buna karşılık posta idaresi, uluslararası havayolları, Avustralya Uluslar Topluluğu Bankacılık Şirketi, Avustralya Deniz Nakliyat Komisyonu, elektrik ve gaz dağıtım şebekeleri devletçe işletilir. Bütçeye dayalı malı politikalar ve para politikaları aracılığıyla ekonomiye yön veren hükümetin bu alandaki başlıca karar oluşturma odaklan Merkez Bankası ile Maliye Bakanlığı’dır. Avustralya’da federal ve eyalet yönetimleri ile yerel yönetimler ayn ayn vergi toplar. Gelir, gümrük, tüketim ve satış vergileri federal yönetimin elindedir. Eyalet yönetimleri de pul, taşıt, emlak ve alkollü içkiler gibi çok değişik vergileri toplama yetkisine sahiptir. AvustralyalI işçilerin hemen hepsi sendikalıdır. İşçi-işveren anlaşmazlıklannı çözmek için geliştirilmiş olan özel hakemlik sistemi pek tutmamıştır; sendikalar işverenlerle doğrudan görüşmeyi yeğlemektedir. ULAŞIM. Ülkenin büyük, nüfusun az oluşu nedeniyle Avustralya’da ulaşım pahalıdır. İşgücünün önemli bir bölümünün ulaşımda çalışması da aynca sorun olmaktadır. Ülkenin önemli karayolu ve demiryolu hatlan, Avustralya’nın doğrudan İngiltere ile ticaret yapan ayn ayn kolonilerden oluştuğu 19. yüzyılın ikinci yarısında kurulmuştur. Bu hatlar yalnızca önemli limanlarla bağlantılı olduğundan, iç ulaşım uzun yıllar yetersiz kalmıştır. Üç farklı ray sisteminin kullanılması, 1970’lere değin ulaşımın ancak aktarmalarla sağlanabilmesine yol açmıştır. Bü­ tün bunlara karşın, Avustralya başta güneydoğu eyaletleri olmak üzere, oldukça geliş­ kin bir ulaşım ağma sahiptir. Avustralya’da ulaşım amacıyla yararlanı­ labilecek suyollan yok gibidir. Demiryollannm yapımından sonra kısıtlı olan ırmak taşımacılığından bütünüyle vazgeçilmiştir. Öte yandan ülkenin koşullan hava taşımacılığına çok uygundur. Mesafelerin uzak oluşu, yüksek dağların bulunmayışı ve havanın sürekli açık olması nedeniyle uçuşlar ucuz ve güvenlidir. Karayollan ve demiryollan eyalet yönetimlerince işletilir; deniz ve hava ulaşımı ise federal yönetimin sorumluluğu altındadır. 1946’da kurulmuş olan Avustralya Ulaşım Danışma Konseyi ulusal hatlardaki ulaşımın eşgüdüm içinde yürütülmesini sağlar. Karayollan ağının odaklan önemli limanlar ve Sidney, Melbourne, Brisbane, Adelaide ve Perth gibi eyalet merkezleridir. Eyalet merkezlerini birbirine bağlama çalış- malan halen sürmektedir. Kıtayı doğudan batıya ve kuzeyden güneye geçen karayollannın ikisi de trafik yükünü kaldırmaktan uzaktır. Avustralya da, sanayileşmiş Batılı ülkeler gibi, hızla artan otomobil sayısının yol açtığı trafik sorunuyla karşı karşıyadır. Her eyaletin kendi demiryolu kuruluşu vardır. Avustralya Ulusal Demiryolları ise federal yönetimce işletilir. Madencilik, tanm ve sanayi kuruluşlanna hizmet veren bazı özel demiryolu hatlan-da vardır. Sidney ve Melbourne’da kent içi ulaşımın bir bölümü elektrikle işleyen metro ve banliyö demiryolu hatlarıyla sağlanır. Avustralya’daki 70 kadar ticari limanın çoğu doğu kıyılannda yer alır. Kıtanın öteki kesimlerinde doğal liman yok denecek kadar azdır. Dünyanın başlıca limanlanndan olan Sidney’i Port Hedland, Melbourne, Fremantle, Newcastle, Brisbane, Hay Burnu, Port Walcott, Gladstone, Port Kembla ve Port Adelaide izler. Deniz nakliyatı büyük ölçüde yabancıların elindedir; eyaletlerarası kıyı taşımacılığını ise AvustralyalI şirketler üstlenmişlerdir. Devlet havayollan Quantas Ainvays taşı­ macılıkta dünyada ilk sıralarda yer almaktadır. Uluslararası havalimanlan Sidney, Melbourne, Brisbane ve Adelaide’dedir. İç uçak seferleri federal yönetimce işletilen Trans-Australia Havayollan (TAA) ile özel sektörce işletilen Ansett Airlines tarafından yürütülür. Avustralya dünyanın en ucuz, en güvenli ve en gelişmiş iç uçak seferleri ağlanndan birine sahiptir. YÖNETSEL VE TOPLUMSAL KOŞULLAR YÖNETİM. Avustralya anayasasının kabaca İngiliz ve Amerikan anayasalannın bir karı­ şımı olduğu söylenebilir. Avustralya, resmen İngiliz kral ya da kraliçesine bağlı bir anayasal monarşidir. Gerek Uluslar Topluluğu gerek eyalet hükümetleri, seçimleri kazanan partiler tarafından kurulur. Avustralya aynı zamanda A B D ’ye benzeyen bir federasyon yapısına sahiptir; federal yönetimin görevleri ve iktidarın Uluslar Topluluğu ile eyaletler arasında nasıl bölüneceği anayasada yazılıdır ve buna ilişkin anayasa değişiklikleri ancak seçmen çoğunluğunun ve altı eyaletten en az dördünün onayıyla yapılabilir. İngiliz hükümdannın Avustralya üzerindeki egemenliği semboliktir. Hükümdarı Canberra’daki federal başkentte oturan genel vali ile eyalet valileri temsil eder. Kural olarak bu valiliklere hükümetin gösterdiği adaylar atanır. Teamül gereği yürütmenin başı olarak başbakan kabul edilir. Geçmişte başbakan ile genel vali arasında ortaya çıkan bir anayasa bunalımı üzerine, meclise genel valinin görev ve yetkilerini kısıtlayıcı bazı anayasa değişikliği önerileri getirilmiş­ tir. Genel valinin görevine son verilerek İngiltere ile olan bağların bütünüyle kopanlmasım isteyen AvustralyalIlar varsa da, bunlar henüz küçük bir azınlık oluşturmaktadır. Avustralya anayasasına göre federal yönetimin başlıca görevleri savunma, dış politika, göç, gümrük ve posta hizmetleri gibi alanları kapsar. Anayasada sayılmayan öteki yetki ve görevler, 19. yüzyılda kurulmuş koloni hükümetlerinin birer uzantısı olan eyalet yönetimlerine bırakılmıştır. Kuramsal olarak egemen olan eyaletler adalet, eğitim, sağlık ve eyalet içi ulaşım gibi konulardan sorumludur. II. Dünya Savaşı’nın en tehlikeli günlerinde (1942) gelir vergisinin federal yönetimce toplanması doğrultusunda alman bir kararın sü­ reklilik kazanmasıyla, eyaletler eski güçlerini yitirmiş ve gelirlerinin önemli bir bölü­ münü sağlayan federal yönetime bağımlı hale gelmiştir. Kuzey Toprakları, federal yönetim yetkilerinin çoğunun yerel yönetime devredilmesiyle 1978’de özerk bir bölge haline gelerek, eyalet yönetimlerine yakın bir statüye kavuşmuştur. Bu bölge vali yerine bir yönetici 33 Avustralya ve başbakan yerine de bir bakanlar kurulu başkanı tarafından yönetilmektedir. Parlamenter demokrasinin bütün koşullanyla yürürlükte olduğu Avustralya’da, Senato ve Temsilciler Meclisi üyeleri 18 yaşını doldurmuş bütün yurttaşların katıldığı genel ve doğrudan seçimle belirlenir. Eyalet temsilciler meclisleri de aynı yöntemle oluşur. Parlamento seçimlerinde tercihli oy sistemi uygulanır; seçmenler oy pusulasında yer alan aday lan tercihlerine göre sıralarlar. 148 üyeli Temsilciler Meclisi seçimlerinde seçenekli oy verme sistemi uygulanır; 76 senatör nispi temsil esasına göre seçilir. Avustralya’da siyasal çekişmenin odağını, öteden beri Avustralya İşçi Partisi (ALP) ile çeşitli dönemlerde kurulan İşçi Partisi karşıtı koalisyonlar arasındaki iktidar mücadelesi oluşturmuştur. 1949’dan sonra iktidan daha çok özel girişimcilerin çıkarlannı temsil eden Liberal Parti ile çiftçilerin ve sığır besicilerinin çıkarlannı temsil eden Milliyetçi Parti’nin (eskiden Vatan Partisi) oluşturduğu koalisyon hükümetleri elinde tutmuştur. Batı’ya özgü sosyal demokrat partiler çizgisinde olan ALP, sendikalarca desteklenen ve sosyalist kuramlardan çok pratik reformlara öncelik tanıyan bir partidir. 1977’de kurulmuş olan Avustralya Demokrat Partisi liberal ye radikal görüşlü orta sınıflann partisidir. Avustralya Komünist Partisi hiziplere bölünmüştür; bazı sendikalarda etkili olmakla birlikte, yandaşlan azdır. Eyalet seçimlerinde ve federal seçimlerde her zaman aynı sonuçlar alınmaz. 1949 sonrasındaki Liberal Parti-Vatan Partisi koalisyon hükümetlerinin uzun iktidarlan sırasında, İşçi Partisi zaman zaman altı eyaletin beşinde yönetimi elinde tutmuştur. Eyalet yönetimleri ister İşçi Partisi’nden isterse Liberal Parti’den olsun, hemen her zaman eyalet haklarını savunmak ya da federal yönetimden daha fazla para talep etmek için Uluslar Topluluğu’na karşı işbirliğine gitmişlerdir. Avustralya hukuku Angloamerikan hukukunu temel almıştır. Yargı ve güvenlik işleri eyalet yönetimlerince yürütülür. Eyaletlerde bir yüksek mahkeme ve buna bağlı bir dizi mahkeme bulunur. Avustralya Yüksek Mahkemesi tüm federal ve eyalet mahkemelerinde görülen davalarda ve anayasanın yorumlanmasında başvurulabilecek son mercidir. Avustralya Silahlı Kuvvetleri, I. Dünya Savaşı’nda Avustralya Kraliyet Birliği’nin Gelibolu çıkarmasıyla başlayan tarihi boyunca, dünya savaşlannın dışında, Malezya, Kore ve Vietnam’da da savaşmıştır. Avustralya Kraliyet Kara, Deniz ve Hava kuvvetleri ayn komutanlıklara bağlıdır. Kraliyet Deniz Kuvvetleri, denizaltılara karşı savaş konusunda özel eğitim görmüş küçük, ama vurucu ve çevik bir donanmaya sahiptir. Avustralya Kraliyet Hava Kuvvetleri baskın ve keşif, taktik savaş, hava taşıma, taktik hava desteği ve deniz birliği gibi birimlere ayrılır. SAĞLIK, SOSYAL HİZMETLER, EĞİTİM. Avustralya’nın kendine özgü bir refah devleti anlayışı vardır. Gerek federal yönetim, gerek eyalet yönetimleri parasız sağlık ve öteki sosyal hizmetler alanında Avrupa’nın gerisinde, ama A B D ’nin ilerisindedir. Emekli, sakat, dul ve yalnız yaşlılara bağlanan aylıklar, sağlık sigortası, gebelik ve çocuk yardımı gibi sosyal hizmetler, konsolide bütçeden finanse edilen Ulusal Sosyal Yardım Fonu tarafından karşılanır. Avustralya’da herkesin kendi evini kurması ya da satın alması köklü bir gelenektir. Avustralya 34 Kiralık kamu konudan oldukça azdır; buna karşılık konut alimim destekleyen çeşitli federal ve eyalet fonlan vardır. Eğitim işleri genelde eyaletlerin sorumluluğu altındadır. Devlet okullannda ilk ve ortaöğrenim parasızdır. Aynca çoğu Katolik Kilisesi’nin yö­ netiminde olan özel okullar vardır. 1974’ten sonra üniversiteler ile uygulamalı teknik öğrenime ağırlık veren yüksekokullarda da eğitim parasız hale getirilmiştir. Avustralya’nın 19 üniversitesinin en büyükleri Yeni Güney Galler ve Queensland’de, ötekileri eyalet merkezlerindedir. Sağlık hizmetleri son derece gelişmiştir, parasız tıbbi bakım sağlayan devlet hastanelerinin yanı sıra, özel bakım ve doktorluk hizmeti sunan sağlık sigortası sistemleri vardır. Avustralya’da, bir başka örneği yalnızca Yeni Zelanda’da görülen ilginç bir hakemlik sistemi geliştirilmiştir. Anayasa uyannca işçi-işveren anlaşmazlıklannda arabuluculuk ya da hakemlik yapma yetkisine sahip olan federal yönetimce oluşturulan Avustralya Arabuluculuk ve Hakemlik Komisyonu, kalifiye olmayan bir işçinin ailesini geçindirebilmesi için gerekli olan asgari ücreti belirler. Toplu pazarlık ya da arabuluculuk yoluyla çözülemeyen anlaşmazlıklarda işverenlerin ve sendikaların hakemlik mahkemesine başvurma hakları vardır. Grev hakkı genelde tanınmış olmakla birlikte, mahkeme kararma karşı greve gitmek suç sayılır ve bu suçu işleyen sendikalar para cezasına çarptınlır. Son zamanlarda giderek artan eleştirilere karşın, bu sistem uzun yıllar boyunca çalışma banşını korumuştur. Avustralya’daki gelişmiş sosyal hizmetlerin ve hakemlik sisteminin temelinde, Avustralyalılann kişi ve sınıf ayrıcalıklarına karşı olan geleneksel eşitlikçi anlayışları yatmaktadır. Bu durum ülkede sınıf aynmı- nı ve zenginliğin dengesiz dağılımını engelleyememişse de, kapitalist sistemin iç çeliş­ kilerini belirli bir oranda yumuşatmıştır. KÜLTÜREL YAŞAM Kıtaya ilk yerleşen beyazlann yaklaşık yüz yıl boyunca sanatla ilgilenmeye pek zamanlan olmadı. Bu dönemde zaman zaman ortaya çıkan şair, ressam ve romancılar İngiltere’den alınma kültür ve sanat kalıplanyla yetindiler. Sanat alanında ilk ulusal bilinçlenme 1890’larda Sidney’de yayımlanan Bulletin çevresinde toplanan bir grup sanatçıyla başladı. Çoğu radikal, eşitlikçi ve milliyetçi görüşlerin etkisinde olan bu grubun üyeleri arasında, Tom Collins takma adıyla romanlar yazan Joseph Furphy ve öykü yazarı Henry Lawson sayılabilir. Karakalem yapıtlanyla ünlü ressam Norman Lindsay de Bulletin grubundandı. Avustralya, ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra, refah düzeyindeki yükselmenin ve İngiltere ile Avrupa’dan kopmanın etkisiyle sanat alanında önemli bir sıçrama yapabildi. 1954’ten bu yana federal ve eyalet bütçelerinden sanatlara önemli fonlar ayrılmaktadır. Ünleri ülke sınırlarım aşan ilk AvustralyalI sanatçılar ressamlar oldu. Russell Drysdale, Sydney Nolan ve Arthur Boyd gibi ressamlar çağdaş tekniklerle Avustralya’ya özgü konulan ve manzaraları işleyerek ilk özgün Avustralya okulunu kurdular. II. Dünya Savaşı sırasında Melbourne’da ortaya çıkan bu okul, günümüzde etkisini yitirmiştir; Paris, Londra, New York sanat çevrelerinde geçerli uluslararası üslupları benimseyen çağdaş AvustralyalI ressamların yapıtlarında, bu genç ulusa özgü tazelik ve canlılık gene de kendisini gösterir. AvustralyalI şairler, ressamlann tersine geleneksel kalıplara sanlmalarına karşın, yeni bir olgunluğa ve inceliğe ulaşmışlardır. Bu gelişmede A .D . Hope ile James McAuley’nin klasik yanlısı tutumlannın payı bü­ yüktür. Daha “modern” çizgideki şairler arasında Geoffrey Lehmann ile hemen hemen tek başına özgün bir Avustralya şiir dili geliştirmiş olan Les A. Murray sayılabilir. AvustralyalI romancılann aynı ölçüde yaratıcı ve özgün olduklan söylenemezse de, 1973 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Patrick White dünya çapında ün kazanmıştır. Thomas Keneally de tarihi romanlanyla adını duyurmuştur. Uzun yıllardır A B D ’de yaşayan romancı Christina Stead ile Shirley Hazzard’ın Avustralya asıllı oldukları artık unutulmuş gibidir. Önemli parasal yatınmlar gerektiren gösteri sanatları, önde gelen AvustralyalI gösteri sanatçılannm daha iyi olanaklann bulunduğu Ingiltere ve A B D ’ye gitmeleri nedeniyle cılız kalmıştır. Bu sanatçılar arasında Dame Nellie Melba ve Dame Joan Sutherland gibi uluslararası ün kazanmış oyuncular ve şarkıcılar sayılabilir. Son zamanlarda kentsel nüfusun artması, refah düzeyinin yükselmesi, sanatlara parasal desteğin artması, Sidney’de DanimarkalI mimar J0rn Utzon’un gerçekleştirdiği görkemli Opera Binası’nın, Melbourne ve Adelaide’daki yeni sanat merkezlerinin açılmasıyla AvustralyalI gösteri sanatçıları için yeni olanaklar yaratılmıştır. Avustralya’da birinci sınıf ulusal opera ve bale topluluklannın yanı sıra, Avustralya Yayın Komisyonu’na (ABC) bağlı çeşitli senfoni orkestraları vardır. Sinema sanayisi dikkate değer bir gelişme göstermiştir. Avustralya’nın genç sinemacı- lan arasında Picnic at Hanging Rock (1976), Gallipoli (1980) ve The Year of Living Dangerously (1983) adlı filmleriyle dünya çapında ün kazanmış olan genç ve yetenekli yönetmen Peter Weir’ın özel bir yeri vardır. Avustralya popüler sanatlarda Ingiltere ve A B D ’deki yeni gelişmeleri yakından izlemektedir. Yerli sanatının özellikle ilginç danslarını ve ağaç kabuğu üzerine resim çalışmalannı yaşatma çabalan sürdürülmektedir. 1954’te kurulmuş olan Elizabeth Tiyatro Vakfı ve 1975’te bu vakfın görevlerinin çoğunu devralan Avustralya Konseyi’nin desteği ve denetiminde geliştirilmiş olan Avustralya Operası ve Avustralya Balesi federal ve eyalet yönetimlerince finanse edilir. Ülkede yapılan pek çok şenlik arasında Perth’te her yıl ve Adelaide’da iki yılda bir düzenlenen uluslararası sanat şenlikleri anılmaya değerdir. Ulusal resim koleksiyonlan 1982’de Canberra’da açılan Ulusal Sanat Galerisi’nde toplanmıştır. Bu galeride Avustralya’nın eski ve çağdaş sanat yapıtlannın yanı sıra, Pasifik ve Asya sanatından örnekler ile uluslararası çağdaş sanat yapıtları da sergilenir. Özgür, bağımsız, rekabetçi ve atak Avustralya basını, Sydney Morning Herald ve Melbourne Age gibi 19. yüzyıl ortalannda kurulmuş ağırbaşlı gazetelerin yanında, sansasyonel haberlere öncelik veren çok sayıda popüler gazeteyi kapsamaktadır. Bütün bu gazeteler yerel düzeyde kalmıştır. 1964’te kurulan The Australian’m ardından günlük Financial Review ve haftalık National Times. gibi ülke çapında okuyucusu olan yayınlar da çıkmaya başlamıştır. Radyo ve televizyon yayınları, federal yönetimce finanse edilen ulusal ABC şirketi ile gelirlerini reklamlardan sağlayan çeşitli özel istasyonlar tarafından yapılır. ABC’nin özellikle müzik alanındaki kaliteli yayınlan yalnızca küçük bir dinleyici topluluğunu çekerken, çoğu ABD ve İngiltere’den alınmış ikinci sınıf programlar yayınlayan özel istasyonlar geniş kitlelere seslenir. TARİH AVUSTRALYA YERLİLERİ. Avustralya Yerlilerinin yaklaşık 25 bin yıl önce günümüzde sulara gömülmüş olan Sahul sahanlığı üzerinden ya da sal ve kanolarla Güney Asya’dan bu kıtaya geçtikleri sanılmaktadır. Göçün kaç seferde yapıldığı ve bu halklann ırksal kökenleri kesin olarak bilinmemektedir. Avrupahlann kıtaya gelişinden önce sayılan 300 bini bulan Yerliler kuzey ve doğu kıyılanyla Munay Irmağı vadisinde ve Tasmanya’da oturmaktaydılar. Farklı çevre ko­ şullan nedeniyle Yerli topluluklar arasında değişik sosyo kültürel yapılanmalar vardı. 500 kadar olan Yerli kabilelerin çoğu özgün adlanmn yamnda, komşulannca takılmış pek övücü olmayan ikinci bir ad da taşıyorlardı. Her kabile, sınırları belli bir yerleşim alanı­ na sahipti. Kabilelerin tümünü kapsayan bir siyasal sistem yoktu. Geleneksel yapı. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen ve yarı göçebe topluluklar halinde yaşayan Yerlilerin ekonomileri doğal koşullara sıkı sıkıya bağlıydı. Bu yüzden özellikle toplayıcılar küçük ve dağınık topluluklar halinde yaşar, kabile üyeleri seyrek olarak bir araya gelirdi. İşbirliği kaçınılmazdı; yaşamı sürdürme konusunda dine önemli bir rol yüklenirdi. Avustralya Yerlileri insanoğlunun dünyadaki konumunu “Düş Görümü” anlamına gelen Altjira(*) kavramı çerçevesinde açıklardı. Altjira’nm bir anlamı da zamanın başlangıcında yer alan yaradılış dönemiydi. İnanca göre efsanevi yaratıklar bu dönemde yeryüzüne biçim vermiş, çeşitli canlıları yaratmış ve insan yaşamını başlatmışlardı. Bu efsanevi yaratıklann ruhları, ölmüş ya da dönüşüme uğramış olsalar bile, sonsuza değin yaşardı; çeşitli canlılar ve doğal varlıklar bu yaratıklann belirtileriydi, insanlar, doğaüstü yaratıklar ve öteki canlı ve cansız nesneler karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde birbirine destek vermekteydi. Bu yüzden insanoğlu hiçbir zaman yalnız değildi. Kendilerini bu topluluğun bir parçası olarak gören Yerliler, kan bağını da insan dışındaki gerçek ve bilinmeyen dünyayı kapsayacak bir biçimde geniş tutarlardı. Yerli yaşamının iki belirleyici öğesi din ve ekonomiydi. Din ve ekonominin karşılıklı bağımlıklık ilişkisi toplum yapısına da yansı­ mıştı. Her Yerli geleneksel olarak iki ayrı toplumsal birimin üyesiydi. Bu birimlerden babayanlılığa ve dışevliliğe dayanan yerel soy topluluğu “mülk” denen belirli bir toprak parçasıyla bağlantılıydı. Topluluk içindeki erkekler geleneklerin yaşatılmasından ve kutsal yerlerin bakımından sorumluydu. Altjira’da topluluğa verildiğine inanılan toprağın mülkiyeti devredilemez ve toprak kolektif olarak işletilirdi. İkinci ve daha geniş toplumsal birim olan band(*) birden çok soy topluluğundan ve “mülk”ten oluşurdu. Sayıca ve bileşimce sürekli deği­ şim gösteren band!lar ortak bir ekonomik uğraş temelinde birleşirlerdi. Avustralya Yerlileri, bu temel birimlerin dışında kabilenin ikiye, dörde ve sekize bölünmesinden oluşan çeşitli alt bölümlere ayrılırlardı. Bu toplumsal bölümler, evlilik ve öteki karşılıklı bağlan belirlerdi. Örne­ ğin, bir yanm (moiety) üyesi ancak öteki yanmdan biriyle evlenebilirdi. Her Yerli daha doğmadan belirli bir bölümün üyesi sayılırdı. Bu sistemden doğan özgün davra- mş biçimleri, bireyin uzak akrabaları ve yabancıları ayırt etmesini kolaylaştınrdı. Kan akrabalığı soy akrabalığından önde gelirdi. Yerli toplumunda soydan ya da statüden gelen hiyerarşik bir tabakalaşma yoktu. Statü ancak dinsel bağlamda belirgindi: Örneğin kadınlar gizli ayinleri yönetemezlerdi; gençler belirli eğitici törenlerden geç­ tikten sonra yetişkinler katma kabul edilirlerdi. Bununla birlikte Yerliler temelde “açık” bir toplumdu: Bireyin dinsel alanda önder olmasını engelleyen herhangi bir kısıtlama getirilmemişti. Dinsel alanda yükselmeyi kişinin kendi çabası, akrabalarının desteği ve göreneklere saygısı belirlerdi. Günlük yaşamda ise, yalnızca birkaç kabilede evlilik ve ittifaklar yoluyla geniş bir çevre oluşturanlar önder olarak sivrilirdi. Aile yapısı. Yerli akrabahk sisteminde yakınların tümü birkaç terim altında toplanırdı. Örneğin “baba” sözcüğü amca için de kullanılırdı. Bu, öz babanın bilinmemesinden kaynaklanmazdı. Akrabalık terimleri, cinsel ilişki, sorumluluklar ve yasaklar gibi konularda izlenecek davranış kurallarını göstermeye yarardı. Evlilik yoluyla oluşturulan akrabalıklar kan akrabalığı gibi sayılırdı. Kan ve kocanın önceden akraba olması, istenir bir durumdu. Kız ve erkek kardeşler arasında cinsel ilişki hiç hoş görülmezdi. Sakınılması gereken cinsel ilişkilerin başında bir erkekle gerçek ya da olası kaynanası arasındaki ilişki gelirdi. Erkeğin, akrabalık ilişkileri ya da evlilik yoluyla kaynanası olabilecek tüm kadın ve kızlardan uzak durması beklenirdi. Evlilik, iki aileye ya da akraba grubuna karşılıklı sorumluluklar yükleyen bir kurumdu. Evlenen erkek, eşine karşılık bir ödeme yapardı. Erkeklerin kız kardeşlerini, kadmlann erkek kardeşlerini eş olarak de­ ğiş tokuş etmeleri yaygın bir yöntemdi. Akrabahk ve evlilik sistemi, kadmlann ve erkeklerin çok sayıda eş adayı arasında seçim yapmasına elveriyordu. Bu bakımdan evlilik öncesi ve evlilik dışı ilişkilerin de bu “eşler” doğrultusunda aranması uygun gö­ rülürdü. Söz kesme sık başvurulan bir yöntemdi. Bu anlaşma armağanlar ve hizmetlerle desteklenir ve arada büyük yaş farkı da olsa çoğu kez evlilikle sonuçlanırdı. Birlikte oturmaya başlayan çiftler evli sayılır, ilk çocuklannın doğmasıyla da evlilik kesinleşirdi. Kızlann ergenlik öncesinde evlenmesi gerekirdi; erkeğin kadından yaş­ ça büyük olması daha uygun görülürdü. Söz kesme dışındaki evlenme yolları kız kaçırma, kocaya kaçma, savaşta tutsak alma ve dul kadınları kocalarının kardeşleri ya da üvey oğullarıyla evlendirmekti. Kocaya kaçma çoğu kez aşk büyüsüyle açıklanırdı; romantik aşk ve örtülü bir biçimde de olsa evlilik dışı ilişkiler onay görürdü. Birden fazla kadınla evlilik meşru ve “yararlı” sayılırdı. Çok karılı evliliklerde ortalama kadın sayısı iki ya da üçtü; bu sayı 35 Avustralya Tivilerde olduğu gibi 25’e kadar çıkabilirdi. Çok karılılık erkeklere ekonomik yararların yanı sıra siyasal üstünlük de sağlardı. Bazı kadınlar aileye daha fazla yiyecek girmesini sağlamak ve çocuklara baktırmak için kocalannı evlenmeye zorlardı. Evliliğe son vermek isteyen kadın, başka kocaya kaçma yoluna başvururdu. Erkekler ise hoşnut olmadıklan karılan başkalanna devreder ya da boşarlardı. Kocanın hakları daha fazla olmakla birlikte, kadınlar genelde baskı altında yaşamazdı. Yetişme. Avustralya Yerlileri, Altjira’dan gelen çocuk ruhunun cenine can verdiğine inanırlardı. Çocuğun tinsel geçmişi ana ve babasıyla olan fiziksel bağından çok daha önemliydi. Çocuk, yaşamının ilk yıllannda, başta öz annesi olmak üzere yakınlannın gözetimi altında büyür, üç-dört yaşlarında memeden kesilir ve çoğunlukla annesi ve öteki kadınlarla birlikte yiyecek toplamaya giderdi. Ana ve babalar çocuklarına karşı çok sevecen davranırlardı; çocuk öldürme en kurak yörelerde bile seyrek olarak görülürdü. Kabile yaşamına çok erken yaşlarda katı­ lan çocuklar birçok kuralı bu dönemde öğrenirler, örneğin kız kardeşlerle erkek kardeşlerin ya da “kaynanalar”la “damatların birlikte oyun oynamamalan gerektiğini bilirlerdi. Sözlü kızlar oldukça sıkı kısıtlamaTIMOR DENİZİ ARAFURA DENİZİ Me/ı////e n Goulburn Ad 0 n B a th u rst£ ^Jirn ^ ‘ Y ^ M a u n g D , r w , n ^ ~ Y*nm<las‘ larakya=”” kakacu=”” murngin=”” cauan=”” a=”” r=”” n=”” h=”” e=”” ^=”” iken=”” bloğu=”” b=”” ölgeli=”” q=”” g=”” roote=”” yla=”” d=”” t=”” ‘=”” katherine=”” nunggubuyu=”” İn=”” okyanusu=”” kı=”” ng=”” ungarinyin=”” baf’dvp=”” ord=”” dağı=”” nyul-nyul=”” \=”” lungga=”” halisıcreek=”” *=”” sturt=”” creek=”” valmaceri=”” i=”” •=”” l=”” the=”” granites=”” mancilcara=”” f=”” İngalya=”” mackay=”” öif£$=”” mudbara=”” wave=”” hill=”” guirinci=”” mercan=”” denİzİ=”” topraklari=”” #=”” alice=”” springs=”” v=”” ^aranda=”” simpson=”” |=”” ^^aayerskaya^=”” Çölü=”” j=”” bicancara=”” ,=”” (piçançaçara)=”” eyre=”” gö^ü^il=”” _=”” gÜney=”” “=”” ;=””> . AVUSTRALYA Ooldea Vorkya A İsa Dağ Kumbaıngeri BÜYÜK AVUSTRALYA KÖRFEZİ H İN T O K Y A N U S U 100 290 300 r 200 ’ 4Ö0 km TASMAN DENİZİ Başlıca Yerli Kabilelerin Dağılımı Avustralya 36 lar altında yaşar ve genellikle ergenliğe vannca kocalarıyla birlikte oturmaya başlardı. Erkek çocuğun yaşamı, dinsel törenlere katılmak üzere eğitilme çağma geldiğinde çarpıcı biçimde değişirdi. Çoğu akraba olan yetişkin erkeklerin ve dinsel otoriteyi temsil edenlerin yönetiminde yapılan yetişkinliğe geçiş törenine, çocuğun yüzünde tüyler belirdiğinde başlanırdı. Bu geçiş töreni, bireyi yetişkin olarak başlayacağı yeni yaşama hazırlamak amacıyla düzenlenmiş bir tür sembolik ölüm temsili biçiminde yapılırdı. Kadınlar yetiş­ kin adayını ağlayıp ağıtlar yakarak yolcu eder ve adayı yutup sonradan kusarak yeni yaşama attığına inanılan efsanevi yaratıkların sesini taklit ederlerdi. Aynı zamanda çeşitli eğitici öğeler de içeren bu tören, her erkek çocuk için uygulanırdı. Sünnet, törenin en önemli öğelerinden biriydi; gizli dinsel törenlere katılmak için sidik borusunun deşilmesi gerekirdi. Çeşitli yerlerde burun delmek, diş çekmek, hacamat etmek, saç kazımak, dövme yapmak, ateşten atlamak gibi uygulamalara da rastlanırdı. Bunların hepsinin mitolojik açıklamaları vardı. Bu törenlerin ardından erkek çocuğa gerek günlük yaşama, gerek dinsel konulara iliş­ kin bütün bilgiler aktarılırdı. Ergenlik çağına varan kızlar eve kapatılır ve bazı yiyecekleri yemeleri yasaklanırdı. Kızlar daha sonra süslenir ve dinsel törenlerle anndınlırdı. Kızlığı bozma ya da kızlık zarını kesme yaygın bir uygulamaydı. Yerliler için doğum ve ölüm, başı ve sonu olmayan bir süreçti. Altjira’ dan gelen tinsel güç yetişkinliğe geçiş töreniyle insan bedenine girer ve ölümle birlikte Altjira’ya geri dönerdi. Yaşam ve ölüm birbirinin karşıtı kavramlar değildi; fiziksel ölümden sonra da Altjira aracılığıyla yaşamla olan bağın sürdürüldüğüne inanılırdı. Toplumsal denetim. Bireyi toplum kurallarına uymaya zorlayan, yetişkinliğe geçiş töreniyle birlikte öğrenmeye başladığı yaptırımların belki de en güçlüsü, doğaüstü varlıklar tarafından cezalandırılma ve büyü korkusuydu. Başlıca anlaşmazlıklar kadın, din ve ölüm konulannda ortaya çıkardı. Evli kadınların kocaya kaçması ya da evlilik dışı yasak ilişkiler kurmaları aileler arasında çatışmalara neden olurdu. En ciddi suç, kutsal yasaların çiğnenmesiydi. Ölümle sonuçlanan kazalar ve hatta doğal ölümler hemen her zaman sorun yaratırdı. Özellikle büyü­ den kuşku duyulan durumlarda doğaüstü güçlere de başvurularak bir “katil” bulunur ve gerekli görülürse cezalan dirilirdi. Yasaların ve düzenin korunmasından kan bağı ilişkilerine göre belirlenen yerel baş­ kan sorumluydu. Yasaları çiğneyenler cezalandırılmadan önce, edimlerinin gerekçeleri soruşturulurdu. Barışı sürdürmek için çeşitli yöntemler geliştirilmişti. Belirli yargı organları bulunmamakla birlikte, örneğin tendi denen yaşlılar kurulu, komşu kabileler arasındaki anlaşmazlıklarda arabuluculuk yapardı. Mağarada ya da maneiag diye bilinen yöntemde de, suçlanan kişi iki yana dizilmiş suçlayıcı kişiler arasından koşarak geçer ve suçlayıcıların attıkları mızraklardan biriyle baldırından yaralandığında suçlu olduğuna karar verilirdi. Avustralya Yerlilerinde bir yaşlılar yönetiminden söz etmek doğru olmasa da, dinsel ya da kişisel konumlarından dolayı “büyükler” olarak kabul edilen kişilerin din dışı konularda da söz sahibi olduğu söylenebilir. Ekonomik örgütlenme. Çevre koşullanna ve doğal kaynaklara bağımlılık Yerliler için yan göçebe bir yaşamı zorunlu kılıyordu. Din ve ekonomi arasında sıkı bir bağ vardı. Nerede ne bulunabileceğine, çevredeki hayvan türlerine ve mevsimlere ilişkin bütün bilgiler dinsel öyküler aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktanlırdı. Çoğu suya yakın verimli yörelerde yaşayan Yerliler yiyecek bulmak için çevredeki çalı­ lıktan günübirlik dolaşır, akşamlan ya da bir iki gün içinde geri dönerlerdi. Daha kurak yörelerdekiler ise küçük aileler halinde iyi bilinen yollar boyunca bir su kayna­ ğından ötekine göçerek yaşarlardı. Kuzeyde yaşayanlar ağaç kabuklanndan bannaklarda, su baskmlanna ve sivrisineklere karşı yerden yükseltilmiş kulübelerde yaşarlar ve muson yağmurlan sırasında mağaralara sığınırlardı. Çöllerde yaşayanlar rüzgâra karşı çalı çırpı ve dallardan siperlikler yaparlardı. İyi havalarda açıkta uyumayı yeğler, soğukta yatarken köpeklerini yanlanna alarak ısınmaya çalışırlardı. Yerlilerin dingo dışında evcilleştirdikleri hayvan yoktu; ekin de ekmezlerdi. Apış aralannı örten süsler dışında çıplak gezerlerdi. Yerliler günlük yaşama ilişkin pek az eşya kullanırlardı. Bir yerleşimi terk ederken dibek taşlannı ve kaplarını arkada bırakırlardı. Avcılar mızrak, mızrak atıcı ve bumerang taşırdı. Ağaç kabuklanndan ve içi oyulmuş kütüklerden kanoları, pandanus hasınndan örülmüş yelkenleri vardı. Kadınlann yiyecek ararken kazmak için kullandıklan sopalar aynı zamanda silah işlevini görürdü. Kadınlar tohum ve sebzeleri saklamak, su ve bazen de bebekleri taşımak için derin tahta kaplar kullanırlardı. Ayrıca pandanus dallanndan ördükleri sepetleri vardı. Su, kanguru derisinden torbalardan ve kafataslarından içilirdi. Yerliler bunların A vına m ızrak fırlatm aya hazırlanan bir Yerli ABC Ajansı dışında taştan çeşitli aletler, kemikten iğne ve makaralar yapmayı, köpekbalığı derisini de zımpara olarak kullanmayı biliyordu. Erkekler avlanır, kadınlar ise yiyecek toplar ve bu işler ayrı ayrı yürütülürdü. Kadınlann ekonomik uğraşı daha çok ailenin ve çocukların bakımına yönelikti. Erkekler için dinsel görevler ve toplumsal ilişkiler aileye karşı sorumluluktan önce gelirdi. Karşılıklı ilişkiler ve yardımlaşma ekonomik yaşamın belirleyici öğesiydi. Yerliler mallannı kıta çapında bir ağ oluşturan ve iyi bilinen yollar aracılığıyla takas ederlerdi. Bumeranglar, toprak boya, sedef kabukları belli yollardan geçerek kıtayı boydan boya katederdi. Mal edinme önemli bir olay olmasına karşın, yerliler arasında kâr kavramı yoktu. Alışveriş, kişinin toplumsal ilişkilerini yansıtmak açısından önem taşırdı. Alışverişten zararlı çıkmamak verilen bir şeyin karşılığı­ nı almak demekti. Bireyin kişisel malK ıtaya gelen yabancılara ilişkin bir Yerli resmi ABC Ajansı lan üzerinde tasarruf hakkı vardı. Ama toprak üzerinde mülkiyet hakkı iddia edilemezdi. İnanç ve estetik değerler. Avustralya Yerlilerinin totemcilik anlayışı, insanlann bütün canlılar gibi doğanın bir parçası olduğu inancından kaynaklanmaktaydı. Bu totemcilik, evreni bir toplum ve ahlak düzeni olarak yansıtan bir dışavurum, doğayı bö­ lünmez bir bütün sayan bir felsefe, toplumun değerler sistemini yansıtan bir semboller dizisi olarak tanımlanmıştır. Totem sembolleri, insanlarla efsanevi yaratıklar arasındaki halkayı oluşturmaktaydı. Efsanevi yaratıkların çoğu, çeşitli canlı varlıklardaki yaşam gücünü temsil etmeleri açısından totem niteliğini taşırlardı. İnsan ya da insan benzeri bir biçimde ortaya çıkan öteki efsanevi yaratıklar ise, çeşitli bedenlerde dolaştıktan sonra, bir dağ, kaya, hayvan ya da bitki kılığına bürünürdü. Yerli kabilelerinin çoğunda büyük dinsel törenlere yalnızca erkekler katılırdı. Kadınlar daha çok bazı zorunlu davranışlar ve tabular yoluyla dinsel görevlerini yerine getirirlerdi. Bazı kabilelerde kadınlara özgü gizli dinsel törenler de vardı. Kutsal törenler, estetik dışavurum için geniş olanaklar sunardı. Bunlar, çeşitli oyunlar ve karmaşık danslar biçiminde olurdu. Ayrıca corroboree denen sırf eğlenceye dönük törenler de yapılırdı. Avustralya Yerlilerinin şarkıları üç dört sözcüğün yinelenmesine dayanan ikili dizelerden, benzetmeler ve düş gücüyle süslenmiş uzun şarkı sözlerine kadar değişik biçimler alırdı. Günlük olaylann anlatıldığı “dedikodu” şarkılan gibi türler de çok yaygındı. Kuzeyde çalgı olarak didgeridoo (bir tür tulumlu trampet) ve değnekler, güneyde ve orta kesimde de bumeranglar ve çeşitli çalparanlar kullanılırdı. Güneydoğuda kadınlar bedenlerine vurarak ses çıkardıklan dövünme yastıklanyla müzik yaparlardı. Ezgiler bölgeden bölgeye büyük değişiklikler gösterirdi. Avustralya Yerlileri arasında sözlü edebiyat çok zengindi. Kutsal mitolojik öykülerin yanı sıra, gerçek ya da uydurulmuş öyküler ve masallar anlatılırdı. Anlatıcılar öykülerini duruma göre diledikleri gibi değiştirirlerdi. El sanatlarında her yörenin kendine özgü üslubu vardı. Düz taşlar ya da tahta parçaları üzerine oyma yöntemiyle yapılan tjurunga (kutsal eşya) sanatı, Aranda yöresinde odaklaşmıştı. Kutsal törenlerde tüy, kan ve toprak boya kullanılarak yapılan başlıklar ve vücut süslemeleri çarpıcı bir güzellik taşırdı. Amhem Bölgesine özgü tören sırıklarında (rangga) toprak boyayla yapılmış desenler ve uzun tüy askıları bulunurdu. Tiviler mezar direkleri ve ölülerin kemikleri için özel olarak biçim verilmiş ve boyanmış tahta mahfazalar yaparlardı. Ayrıca insanları ya da efsanevi yaratıkları temsil eden ahşap heykelcikler yontarlardı. Ağaç kabuklarından levhalar üzerine toprak boyayla yapılmış resimler, “röntgen” sanatı olarak adlandırılan ve insan ve hayvan figürlerinin iç organlarını da gösteren resimler ve çeşitli mağara ve kaya resimleri Yerli sanatından günümüze kalmış öteki örneklerdir. Önde gelen sanatçı ya da şarkıcılar için başlıca ödül dinsel ve toplumsal statülerinin yükselmesiydi. Sanatçıdan yaşamını sürdürmek için herkes gibi çalışması ve toplumsal yükümlülüklerini yerine getirmesi beklenirdi. Dış dünyayla ilk ilişkiler. Avustralya Yerlileri başka halklar hakkında pek az şey biliyor ve yabancı bir kültürün saldırılarına karşı koyabilecek donanımdan yoksun bulunuyorlardı. Bununla birlikte Yerlilerin do­ ğal çevreye uyum sağlamada başarılı oldu­ ğunu ve AvrupalIlardan önce kuzeyden gelen EndonezyalIlarla ilişkiye geçerek onlardan sanat, müzik, dinsel ve maddi kültür alanında önemli öğeler kaptıklarını da belirtmek gerekir. AvrupalIların 1788’de kıtaya gelişlerini sevinçle karşılayan ve onlara geri dönen efsanevi yaratıklar gözüyle bakan Avustralya Yerlileri, çok geçmeden sürülüp doğal kaynaklardan yoksun bırakıldılar. 1880’lere değin süren “zor yoluyla uysallaştırma” döneminde pek çok Yerli öldürüldü. Geri kalanların bir bölümü vahşi kıra sığınırken, bir bölümü de misyonerlerin “uygarlaştırı­ cı” çabalarına teslim oldular ya da yeni kent ve kasabaların kıyılarında küçük topluluklar halinde barınmaya çalıştılar. Büyük bir çoğunluğu da kırsal kesimde kalarak sığır çiftliklerindeki işgücünün çekirdeğini oluş­ turdu. Londra’daki Sömürgeler Bakanlığı’ mn İngiliz yurttaşı saydığı Yerlilerin haklarının korunması doğrultusundaki bildiriler kâğıt üzerinde kaldı. Yerliler bu gelişmelere, dağınık çete savaşları, sığır sürülerini öldürme ve pasif direniş biçiminde tepki gösterdiler. Ama kısa zamanda tek seçeneklerinin yeni düzene uyum sağlamak olduğunu öğrendiler. Bunu bir yoksullaşma süreci izledi. Misyonerlerin ve hükümet temsilcilerinin müdahalelerine karşın, kötü davranışlar ve şiddet olayları 1940’lara değin sürdü. Beyaz ırkla karışma sonucu saf Yerlilerin yerini melezler almaya başladı. Geleneksel yaşam biçimi kıtanın güneydoğu, güneybatı ve ortado- ğu kesimlerinde ortadan kalktı; orta ve kuzey kesimlerde ise bazı değişikliklere uğrayarak sürdü. Bazı uzak ve ıssız yörelerde eski yaşam biçimini koruyan küçük Yerli toplulukları kaldı. 1930’ların başında AvrupalIlarla Yerüler arasında bir tampon bölge oluşturmak amacıyla Yerlilere ayrılmış özel alanlar kuruldu. Bununla birlikte Yerlilerin çoğu kentlerin kenar mahallelerinde kabile ve dil açısından karışmış topluluklar olarak yaşamayı yeğlediler. II. Dünya Savaşı sonrası gelişmeler. 1940’larda başlatılan Avrupalılaştırma siyasetlerinden kuşku duyan ve buna direnen Yerlilerin bir bölümü, 1950’lerin başında kurangara dedikleri Kimberley Dağlarına sığınma yoluna gitti. Bir bölümü ise yangeleneksel bir temel üzerinde yeni bir topluluk dayanışması sağlamaya yönelik hareketlere girişti. Günümüzde çağdaş Avusturalya toplumundan bütünüyle kopuk hiçbir Yerli kalmamıştır. Çoğu güneydeki kentlerde ve kırsal kesimdeki kasabalarda yaşayan Yerliler gerek görünüşleri, gerek yaşam biçimleriyle Avrupalı bir kimlik kazanmışlardır. Yurttaşlık ve oy hakkının yanı sıra, sosyal yardımlardan yararlanmakta ve içki içmelerine izin verilmektedir. Ayrıca ilk ve ortaöğ­ renim olanakları da geliştirilmiştir. Bu Yerlilerin çoğunluğu gene de toplumun en alt tabakasında yer almaktadır. Beyaz AvustralyalIlar arasında henüz pek kabul görmemelerine karşın, genç kuşakların tutumu gelecek için umut verici görünmektedir. Son yıllarda Yerlilerin toplumsal gelişmesi konusunda önemli iki adım atılmıştır. 1965’te toplanan bir konferansta, eritme Günümüzde Yerliler ABC Ajansı siyaseti yeniden ele alınarak Yerlilere ya­ şam biçimleri konusunda seçim yapma hakkı tanınmıştır. Aynca 1973’te seçimle oluş­ turulan ve 1977’de Ulusal Yerli Konferansı (NAC) adını alan kurumun, Yerli Sorunları Bakanlığı’na topluluğun gereksinimleri ve istemleri konusunda danışmanlık yapması kabul edilmiştir. Günümüzde güneyde yaşayan aydın melez Yerli gruplar, eritme yerine bütünleşme siyasetinin benimsenmesini, Yerli kimliğinin AvustralyalIlardan ayırt edici bir simge olarak korunmasını istemektedirler. Kuzeyde ise Yerlilerin talepleri toprak mülkiyeti ve maden gelirlerinden pay alma noktalarında yoğunlaşmıştır. Bu alanda sağlanan bazı gelişmelere karşın Yerliler arasındaki hoş­ nutsuzluk sürmektedir. Yerli toplum ve kültürünün ayakta kalmış özelliklerini korumaya yönelik akımların giderek güçlendiği gözlenmektedir. AVUSTRALYA TOPLUMU. İlk k eşifler. A syalIların yazılı Tarihöncesinde Avustralya kıtasına çıkmış olmaları olasıdır. Çinli astronomların İÖ 6. yüzyılda Avustralya’da gözlemler yaptıkları ve bazı Çinlilerin 1432’de Danvin’de karaya çıktıkları öne sürülmüş­ tür. Müslümanların Güneydoğu Asya seferleri sırasında kıtaya 480 km kadar yaklaştıktan bilinmektedir. Bütün bunlarla birlikte gerek Çin ve Arap belgelerinde sözü edilen “güneydeki kara”nm, gerekse AvrupalIların 16. yüzyıl haritalannda yer alan “jave la Grande”ın Avustralya olduğuna ilişkin kesin bilgi yoktur. 37 Avustralya Avustralya’nın kuzey kıyıları açığındaki Melville Adasından köle topladıklan bilinen Portekizlilerin kıtanın kıyılanna ulaş- tıklan bir varsayım olarak öne sürülmüştür. Avrupalılann 12. yüzyıldan sonra üzerinde tartıştıklan terra australis incognita’ya. (bilinmeyen güney topraklan) Portekizlilerin ayak bastıklarına ilişkin kesin bir kanıt bulunamamıştır. Amerika’daki İspanyol genel valilerin yeni topraklar bulmaya yönelik seferlerinden birinde, 1567’de Solomon Adalan keşfedildi. 1605’te İspanya kralı III. Felipe’nin desteğiyle ve Katolikliği güneydeki topraklara yaymak amacıyla Peru’dan yola çıkan Quirös, Yeni Hebrid Adalanna (bugün Vanuatu) ulaştı ve bu takımadalara “Austrialia del Espiritu Santo” adını verdi. Quirös’ un İspanyol Amerikası’na geri dönmek zorunda kalması üzerine, sefere katılan gemilerden birinin kaptanı olan Torres burada kalıp Torres Boğazından geçtiği halde, kıtanın kendisini fark edemedi. 1605’te Yeni Gine’yi bulmak üzere Bantam’dan yola çıkan Willem Jansz adlı bir Amsterdamlı, Torres’ten birkaç hafta önce aynı boğazdan geçerek York Yanmadasının batı kıyılanna ulaştı. 1616’da Batı Avustralya kıyılarında karaya çıkarak Shark Koyunda bir anıt bırakan Hartog gibi pek çok Felemenk gemici, yeni bir kıta keşfettiklerinin farkında olmaksızın, Avustralya’ya ayak bastı. 1642’de kıtanın batı kıyılanna varan ve çıktığı adaya Van Diemen’s Land (bugün Tasmanya) adını veren Tasman, 1644’te asıl kıtanın kuzey kıyılarına çıktı ve buraya Yeni Hollanda adını verdi. Denizcilikte Felemenklerden öncülüğü devralan İngilizler, keşif çahşmalannı daha ileriye götürdüler. İngiliz korsan Dampier 1688’de Yeni Hollanda’nın kuzeydoğu kıyılanna vardı ve dönüşünde gördüklerini kitap haline getirerek yayımladı. 18. yüzyılın ortalannda İngiltere’de terra australis incognita’ mn ilginç özellikleri ve olası ticari değeri üzerine pek çok kitap yazıldı. Kaptan Cook 1768’den sonra İngiliz Deniz Kuvvetleri adına giriştiği üç sefer sırasında, kuzeyde Botany Körfezinde ve Possession Adasında karaya çıktı ve bu topraklara Yeni Güney Galler adını verdi. Cook’un Avustralya kıyılanna yaptığı seferlerde elde edilen bilgilere, Dufresne ve du Bruni gibi Fransız kâşifler de önemli katkılarda bulundu. Avrupalılann kıtaya yerleşmeye başlamasından sonra Bass ve Flinders adlı iki İngiliz denizci, Botany Körfezi yakmlannda karaya çıkarak, Everard Burnu üzerinden güney kıyılannı da dolaştılar; bu seferler sırasında Tasmanya’nın bir ada olduğu anlaşıldı. Flinders 1801-03 arasında bütünsel bir harita çıkarmak amacıyla gerçekleştirdiği ikinci seferde kıtanın tek bir kara parçasından oluştuğunu kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtladı. Onun önerisi üzerine kıtanın Yeni Hollanda olan adı, 1817’de Avustralya olarak değiştirildi. P. P. King (1817-22) ve J. C. Wickham’m (1838-39) kuzey kıyılannda yürüttükleri seferler sonucu yeni kıta konusundaki eksik bilgiler de tamamlanmış oldu. Avrupalılann kıtaya yerleşmesi. İngiltere kıtada koloni kurma çalışmalanna 1788’de başladı. Bu girişime, Amerika’daki kolonilerin yitirilmesinden sonra İngiliz hapishanelerindeki tutuklu fazlasından kurtulmak düşüncesinin yol açtığı biçimindeki yerleş­ miş kanıya karşın, bazı tarihçiler bu resmî açıklamanın ardında İngilere’nin doğu denizlerinde ticari bir ileri karakol elde e

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*