Baban Seni Unutmadı
inananlarını meselene zaman “himmet”ten söz aklımıza “dışarıda-gelir. Hayâlimizde muhtaç insanla-oturup bizi dinlediği canlanır birden. Nedense kendimizi unuturuz. Başkalarından önce kendi kâlb ve aklımı hizmet”e muhtaç oldugunu, nefis ve şeytanın binbir sesine karşı ona himmet etmek gerek.
Olgumuzu çocuğumda unuturuz çoğu yazıyı yazarken, çuk benden bir muhaiyet istiyordu. Ne ki, onunla meşgul olamam.
UNUTTU
Zira “hizmet”le meşgulümdür. “Hizmet”ki, zannımca dışarıdaki insanlara yapılır. Ne kendi kalbim, ne çocuğum, ne eşim… Onlar “hizmet” alanının dışındadır âdeta.
Bu anlayış tarzı gizliden gizliye o kadar yer etmiş olmalı ki, kendi hanemizdeki en birinci vazifeyi unutup, en geniş dairedeki siyasete koşuyoruz. Kendi kalbimizin, ebedî bir helâkete kapı açabilecek imanı hastalıklarının tedavisi yerine, zamanımızı enflasyon yarasına dair lüzumsuz formüllerle harcıyoruz. Çocuğunun ölüm korkusu yüzünden uyuya-madığı bir baba, “Bosna’yla dayanışma” peşinde, çocuğunu çoğu kez göremiyor, görse de âhi-rete iman dersine muhtaç
o küçük kalbe “ve bi-yev-mi’l-âhiri” sırrını zerkede-miyor. Çünkü, büyük dairedeki geçici “hizmetlerle meşgûlken, işe kendinden başlamış olması ve öncelikle her daim kendi akıl ve kalbine ders-i iman sunması lüzumunu demiyor.
Bunu derketmeden, sözüm ona “ hizmet ”le geçiyor günlerimiz. Sonra, gün geliyor, “hizmet” adına kendisinden başkasıyla meşgul olmaktan ona vakit ayırmadığımız çocuğumuz bizim*yolumuzu, çizgimizi terkediyor.
Bu tabloyu maalesef bir çok ehl-i dînin hanesinde görmek mümkün. Bu tablonun ilk sorumlusu ise, kendimiziz.
Çünkü neye, nerede ve nasıl başlanacağını Kur’ân ve Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bize açıkça göstermiştir.
Herşeye “mânâ-yı harfi” ile bakma, kâinat ve fıtrat kitabını “Yaratan Rabbinin adıyla okuma” emri yüklü ilk vahiy geldiğinde, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) koşup Kâbe’ye gitmedi. Hemencecik, bütün Mekkelilere “Haydi, kâinat ve fıtrat kitabını Rabbiniz adına okuyun” demedi. Öyle yapmadı. Bilakis, evine gitti. Hanımına vahyi anlattı ve örtüsüne büründü. Tâ ki, yıllar sonra -evet, yıllar sonra-“Kalk ve uyar” emri gelene kadar ki, “uyarma”nın da sırası vardı. En başta, “Yakın akrabanı uyar” diyordu Fâtır-ı Hakîm.
Kendisi böylesi bir İlâhî terbiyeye muhatap olan sevgili Resûl, bizlere de şu uyarıyı yapacaktı:
“Hepiniz çobansınız, raiyyetinizden mes’ûlsünüz.”
Raiyyetimizin, yani bize riayet etmek durumunda olanların başında ise önce kendi akıl, kalb ve duygularımız var: Toplumu adam etmeden önce nefsimizi adam etmekle sorumluyuz. Ardından en başta eşimiz ve çocuklarımız var.
Açık bir sorgulama yapalım iç dünyamızda: “Hizmet”e kendi küçük, manevî merkezli, en aslî daireden mi başlıyoruz, yoksa bu daireyi çoğu kez atlıyor muyuz?
Bugün hüznünü duyduğumuz kimi hallere, kimi tablolara muhatap isek, keffaret vesilesi ve de bir dua olarak, böylesi bir sorgulamaya ihtiyacımız olduğunu sanıyorum.
Ben bu sorgulamaya, “yazı yazıyorum” diye çocuğu başımdan savmaya çalıştığım o günden beri başladım bile…