BİR İSTANBUL TARİHÇESİ İHTİFALCİ MEHMED ZİYA BEY
SEMAVİ EYİCE
İstanbul’un tarihi ve eski eserleri için canla başla çalışmış olan ve bugün hemen hemen unutulan bir değerli araştırmacının hiç değilse hatırasını anmak için…
Bu makalenin garip bir hikâyesi vardır. Burada onu “tekrar” yayınlarken bu hikâyeyi özetlemeyi de uygun görüyoruz. 1966 yılında İstanbul Belediye Dergisi başlığı ile bir dergi yayınlanıyordu. Derginin yayın işlerine bakan İbrahim Erseyrek bir gün bana gelerek, yazılarımla yardımcı olmamı rica etmişti. Ben de “İstanbul Tarihçileri ve Eserleri” başlığı altında bir dizi hazırlamayı ve her sayıda bir yazarı, hayatı ve eserleriyle tanıtmayı uygun görerek ilk yazı olarak “İhtifalci” lâkabı ile tanınan Meh- med Ziya Bey hakkında ufak bir araştırma hazırlamış, bu yazım ile basılmak üzere Ziya Bey’in kabrinin fotoğrafı ile birlikte, İstanbul hakkındaki eserlerinin başlık sahifelerinin fotokopilerini çektirerek dergiye teslim etmiştim. Makalem basıldığında makalemin birçok dizgi yanlışlarından başka, mezar taşı fotoğrafının ve kitap baş sahifeleri reprodüksiyonlarının konulmadığını hayretle gördüm, (bkz. İstanbul Belediye Dergisi, sayı: 39, 1966, s.12-13 ve 29.) İlgilisinden sorduğumda, aldığım cevapta, dergide başka mezar taşı resimleri olduğu ve kitapların baş sahifeleri de eski harflerle olduklarından bunların konulmadıkları bildirildi. Bunun üzerine bu dergi ile bütün ilişiğimi kestim.
Aradan yıllar geçti. O sıralarda yayınlanmakta olan güzel baskılı Şehir adlı bir dergiden telefon edilerek benden yazı istenildiğinde, “İstanbul Tarihçileri ve Eserleri” dizisine bu dergide başlamayı
düşündüm. Dizinin ilk makalesi Sermet Muhtar Alus hakkında idi. Bu makalenin verdiğim resim
lerle birlikte, güzel bir biçimde yayınlanması üzerine, cesaretlenerek Mehmed Ziya Bey hakkında-
ki ikinci makalemi yeniden çekilen bir kısmı renkli resimlerle teslim ettim ve üçüncü yazıyı hazır
ladım. Fakat dergiyi elime aldığımda inanılmaz bir sürprizle karşılaştım: Makalenin sonu, yazının
ana metninin hemen hemen üçte biri ve ayrıca sonundaki dipnotlar ortada yoktu! (bkz. Şehir, Kent
Kültürü Dergisi, sayı: 18, 1988, s. 94-100.) Dergi idarecilerini aradığımda hepsinin de buradan ay
rıldıklarını öğrendim. Yayınlandığı büroya gittiğimde de inanılmaz bir ilgisizlikle karşılaştım. Hat
ta, çıkacak ilk sayıda bir özür dileme başlığı altında, eksik kısmın basılmasını istediğimde, bunun
mümkün olmadığı cevabını aldım. Bibliyografyamda da kısaca belirtilen bu davranıştan sonra (bkz.
Mahmut Şakiroğlu, Prof. Dr. Semavi Eyice Bibliyografyası, Ankara 1991, s. 28, no. 347), gayet ta
bii olarak, zaten fazla ömürlü olmayan bu dergiden de ilişiğimi kestim.
İstanbul’un tarihi ve eski eserleri için canla başla çalışmış olan ve bugün hemen hemen unutu
lan bu değerli araştırıcının hiç değilse hatırasını anmak düşüncesiyle derlediğim iki yazımın bu ta
lihsiz maceralarından sonra bu dosyayı kapattım. Zaten Şehir dergisi redaksiyonu, kendilerine tes
lim ettiğim resimlerin orijinallerini de bana geri vermemişti. 1993 yılı Nisan ayı başında, Atatürk Ki
taplığında benden bir konferans istendiğinde, bir defa daha Mehmed Ziya Bey’i hatırladım. Çok şü
kür, ikinci yazımın bir xerox-kopyasi elimde bulunuyordu. Fazla kalabalık olmayan fakat çok ilgili
bir dinleyici kitlesi huzurunda konuşmamı yaptım. Beni bu mütevazı toplantıda en sevindiren iki
husustan birincisi, merhum Mehmed Ziya Bey’in torunu bir hanımefendinin de dinleyiciler arasın
da olması, İkincisi de Atatürk Kitaplığı ilgililerinin Ziya Bey’in bütün yayınlarını bir vitrinde sergile
meleri idi. Bu konuşmamdan sonra, benim de bilmediğim bazı ayrıntılardan haberdar olabildim.
Mehmed Râif ve Celâl Esad. Bu yazımızda bu üç yazardan yalnız birincisi üstünde durularak, kısa
hayat hikâyesi, başlıca eserleri ve bunlardan bilhassa İstanbul’a dair olanlar tanıtılacak, bu arada
eserlerinin ve dolayısıyla çalışmalarının önemi belirtilecektir.
“İhtifalci” lâkabı ile tanınan Mehmed Ziya Bey, Evkaf-ı Hümayun hülefasından Osman Vasfi
Efendi’nin oğlu olarak İstanbul’da Süleymaniye semtinde dünyaya geldi. İbrahim Alâeddin Göv-
sa’nın doğum tarihi olarak gösterdiği 1865 yanlış olabilir1. Bu hususta daha yetkili olması gereken
oğlu Celâl Ergun, babasının 1871’de doğduğunu bildirdiğine göre bu tarih gerçeğe daha uygun gi
bi görünür2. Fakat aşağıda belirtileceği gibi, bugün mezar taşında doğum tarihi olarak 1282 yazılı
dır ki, bunun eğer hicrî ise karşılığı 1865/66, eğer Rumî ise 1866/67’dir. Ceddi İsmail Ağa’nın Sa
ray Baltacılar Kethüdası olduğunu, dedesi Rikab-ı Hümayun peyklerinden aynı zamanda şair Eyyu-
bî Civan Mehmed Arif Ağa’nın ise, III. Selim öldürüldüğü sırada Şehzade Mahmud’un kurtarılma
sında gayreti görülen saray görevlilerinden olduğunu, Ziya Bey’in oğlu yine Celâl Ergun yazmakta
dır. Mehmed Ziya Bey, Galatasaray Mekteb-i Sultani’sinden yetişerek, buradan 1886 yılında mezun
olmuştur. Bu bakımdan Fransızcayı mükemmel surette öğrenmiş bulunuyordu. Bugünkü Mimar Si
nan Üniversitesi’nin öncüsü olan Güzel Sanatlar Akademisi’nin çekirdeğini teşkil eden Mekteb-i Sa-
nayi-i Nefise’yi de 1890’a doğru bitiren Mehmed Ziya, Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) hiz
metine girerek öğretmen olarak hayata atılmıştır. Edirne, Halep ve Konya’da öğretmenlik yapan M.
Ziya, 1892’de Bursa İdadisinde müdür olmuştur.
İstanbul’daki Fransa elçisinin eşi Madame Bompard, Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda
İstanbul’un sanat eserlerini seven bir kadın olarak tanınmıştı. 2 Temmuz 1327 (1911) tarihinde res
men İstanbul Şehri Muhipleri Cemiyeti (İstanbul’u Sevenler Derneği) adıyla kurulan bir kurumun
yaratılmasında bu Fransız hanım öncü olmuştu3. Mehmed Ziya Bey, bu kurumun 19 kişilik idari
kurulunda bulunuyordu. Üye sayısı Türk ve yabancı olarak 180 kadar olan bu İstanbul Muhipleri
Cemiyeti, ilk dünya savaşına kadar geçen çok kısa süre içinde, İstanbul’da birkaç tarihi eserin kurtarılması veya tamirinde faydalı olmuştur. Ziya Bey esas sevdiği dalda çalışma imkânını 17 Mayıs
1917’de resmen kurulan Muhafaza-ı Âsar-ı Atika Encümeni (Eski Eserleri Koruma Encümeni)’ne yu
karıda adı geçen kurumun temsilcisi olarak katıldığında kavuştu. Encümen, Heyet-i Vükela kararıy
la kurulmuş ve yetkili bir teşkilat idi. Eski eserlerin tahrip edilmesini önlemek ve bunların korunma
larını sağlamak gayesiyle kurulan encümen, çalışmaları kolaylaştırmak için bir taraftan da İstan
bul’un eski eserlerinin tescil işini yürütüyordu. Bunun için Âsar-ı Atika (Arkeoloji) Müzesi’nde, biri
toplantılar için diğeri arşiv olmak üzere iki odaları vardı. Bu arşivde, İstanbul’un eski eserlerinin du
rumlarının, fotoğraflarının ve haklarında elde edilen bilgilerin toplandığı dosyalar intizamlı bir bi
çimde saklanıyordu. İşte Mehmed Ziya Bey üyesi olduğu bu encümende büyük şevk ve gayretle ça
lışmış, dosyalardaki fişlerin birçoğunu kendi eliyle doldurmuştur. Bu tescil fişlerini hazırlamak için
bahis konusu eski eseri inceliyor, resimlerini çektiriyor, varsa kitabelerinin kopyalarını alıyordu.
Böylece İstanbul’un eski eserlerine dair elinde hayli not toplanmıştı.
Mehmed Ziya Bey, tarihçiliğe Tarih-i Sınayi (İstanbul 1309/1891-92) başlıklı bir kitap ile başla
mıştı. Bunu Vesaik-i Kadime-i Edebiyye (Bursa 1313/1895-96) ile İlm-i Nebatat (İstanbul
1314/1896-97) başlıklı kitapları takip etti. HollandalIlar tarafından işgal edilip bir sömürge yapılın
caya kadar güçlü bir İslam devleti olan Sumatra’nın kuzeyindeki Açe Sultanlığına dair bir eseri ise
Âlem-i İslamiyet – Açe Tarihi başlığı ile 160 sahifelik bir cilt hâlinde Malumat Kütüphanesi dizisi
içinde İstanbul’da 1316’da (1898-99) basılmıştır^. İstanbul’da 1918’de yayınlandığı söylenen ve
Galatasaray Lisesinin geçmişini anlatan Mekteb-i Sultani Tarihçesi adlı kitabını ise bugüne kadar
görmek mümkün olam am ıştık. Tarih-i Osmanî Encümeni (sonra: Türk Tarih Encümeni) tarafından
çıkarılan, fakat ilk dünya savaşı yüzünden baskısı çok aksayan Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmua-
sı’nın tek fasikül hâlindeki 63-77. sayısında (1336-1339/1923) basılmış (sahife 129-133) “Bursa’daki
Türbelerimizde Gayr-i Mektub Kitabeler” başlıklı bir makalesinde Bursa’nın bazı kitabelerini tanıt
mıştır. Nihayet okullar için bir de 191 sahifelik Siyer-i Nebi, Liselerin Birinci Devre İkinci, Kız ve
Erkek Muallim Mektepleri İkinci Sınıfları İçin (İstanbul 1340/1921-22) başlıklı kitap yazmıştır6.
Mehmed Ziya Bey’i içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk çeyreğinde İstanbul’da meşhur eden bir
özelliği, Türk tarihinin önemli olaylarının olduğu günlerin yıldönümlerinde veya yine Türk tarihi
nin önemli kişilerinin ölüm yıldönümlerinde ihtifaller, yani anma törenleri düzenlemesi, bunlarda
konuşmalar yapmasıydı. Bu yüzden kendisine “İhtifalci” lâkabı takılmıştı. Bu lakap âdeta onun adı
nın bölünmez bir parçası olmuş ve her vesile ile, hatta bibliyografyalarda bile “İhtifalci Ziya Bey”
olarak anılmıştı. Üst üste gelen felaketlerin çökerttiği maneviyatı ayağa kaldırmak, halkın biraz da
olsa kendine güvenini artırmak için bu milli tarihin çeşitli konularını anma törenleri bir dereceye
kadar fayda sağlıyordu. Balkan Savaşı günlerinde Türklerin tarafını tutan yazılar yazan ünlü Fransız
yazarı Pierre Loti’nin İstanbul’a son gelişlerinden birinde, onun için Boğaziçi’nde Kont Ostrorog’un
yalısı önünde bir gece sandallarda şarkılı bir programın düzenlenmesi de Mehmed Ziya Bey’den is
tenmişti?. Barbaros Hayreddin Paşa’nın, Sokullu Mehmed Paşa’nın, Mimar Sinan’ın ölüm yıldö
nümlerinde, İstanbul’un fethi, hatta İstanbul’un kurtuluşu yıldönümlerinde anma törenleri düzenle
yen Mehmed Ziya Bey için de ölümünden sonra Eyüp’teki mezarı başında birkaç defa anma konuş
maları yapıldı ve sonra her şey unutuldu gitti. Mehmed Ziya Bey, çeşitli sebeplerle ortadan kaldırı
lan tarihi mezarları da, bütünüyle yok olmamaları, kaybolup gitmemeleri için, başka yere taşıtma
ya da özen gösteriyordu. Bozdoğan Kemeri dibinde olan ve cadde genişletilirken yıktırılan Tamış-
var Beylerbeyi Payzen Yusuf Paşa’nın mezarını (içinden kemik çıkmamıştır), komşusundaki Revânî
Çelebi Camii’nin haziresine hatim okutarak taşıttığını bildirir.8 Hatta yeni mezarların üstüne birer
de servi diktirmiştir. Ancak ne var ki, bu cami ve hazire sonları ortadan kaldırılarak yerine sağlık merkezi yapılmıştır.
Mehmed Ziya Bey daha lise öğrencisi iken Mevleviliğe büyük ilgi duymuş ve İstanbul’un iki bü
yük Mevlevi tekkesini, Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerini zaman zaman ziyaret etmiştir. 1884’te
o sıralarda Üsküdar’da misafir olarak bulunan Eskişehir Mevlevihanesi şeyhi Haşan Dede ile tanış
mış, sonra Edirne’de bulunduğu yıllarda da Aydınlı Şeyh Eşref Dede ile üç yıl kadar beraber olmuş,
nihayet Konya’ya atandığında da Mevleviliğe daha fazla yaklaşmak imkânını bulmuştur. Bu tarikat
ile yakınlığının bir ürünü olarak Bursa’dan Konya’ya Seyahat başlıklı kendi ifadesine göre altı yüz
sahifelik büyük bir eser yazmış, bunun içinde bütün Mevlevi büyüklerinin biyografyalarını da tanıt
mıştır. Ancak Malumat Basımevi’nde baskısına başlanan bu kitabın tamamlanmadan kaldığını M.
Ziya Bey yazmaktadır. Bugün kütüphanelerimizde “Mahmudiye Rüşdiyesi Coğrafya Muallimi”
Mehmed Ziya tarafından yazılarak, 1328 (1912-13) yılında İstanbul’da Vatan Matbaasında basılan
368 sahifelik resimli bir Bursa’dan Konya’ya Seyahat başlıklı kitap vardır. Bu, basımevinde kalan ve
kendisinde sadece düzeltmeli tek nüsha bir prova baskısı bulunan esas seyahatname değildir. Maa
rif Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı), içinde Mehmed Ziya Bey’in de bulunduğu bir komisyona, ün
lü Arap seyyahı İbn-i Batuta’nın seyahatnamesinin Türkçe’ye çevrilerek açıklamalarla bastırılması
görevini vermişti. İçinde XIV. yüzyıl Anadolu Türklüğü hakkında çok değerli bilgiler bulunan bu
Arapça eserin Damat Mehmed Şerif Paşa tarafından yapılan bir tercümesi varsa da, bu eserin yeni
den tercümesine niçin lüzum görüldüğünü bilmiyoruz. Zaten bu çalışmalar da yürütülmemiş ve
İbn-i Batuta seyahatnamesinin yeni bir baskısı yapılamamıştır. Gençliğinde Sanayi-i Nefise Mekte
bindeki öğreniminin verdiği alışkanlıkla olacak, Ziya Bey’in oldukça başarılı resim çizme yetene
ği de vardı. Nitekim İstanbul hakkındaki büyük kitabında bu çizimlerden bazı örnekler görülebilir
(bkz. s. 79, 102, 105, 230, 350, 451, 478).
Mehmed Ziya Bey’in İstanbul ile ilgili üç eseri vardır. Bunlardan ilki Bizans döneminin Khora
manastırı kilisesinden camiye dönüştürülen Kariye Camii hakkındadır. Kariye Camii Şerifi (İstanbul
1326/1908) başlıklı küçük boyda bu 119 sahifelik kitapta, yazar bu eski binanın tarihçesi ve sanat değerini belirtmekte, Türk dönemi boyunca cami olarak kullanılmasına rağmen üzerleri örtülmeyen
mozaiklerinin konularını anlatmaktadır. Tabiidir ki, sonraki araştırmalarda bulunan duvar resimleri
(mozaik ve fresko)’nin yer almadığı, ancak o tarihlerde görülebilen resimlerinin tariflerinin yapıldı
ğı bu küçük eser, İstanbul’un Bizans dönemine ait bir eski eseri hakkında bir Türk tarafından yazı
larak İkbal Kütüphanesi tarafından bastırılmış, başlı başına bir kitap hâlinde yayınlanması bakımın
dan kültür tarihimizde özel bir yere sahiptir denilebilir. Ziya Bey’in İstanbul’un tarihi eserleri ile il
gili ikinci monografyası ise, kendisinin de mensup olduğu Mevlevi tarikatının İstanbul’daki önemli
merkezlerinden Yenikapı Mevlevihanesi hakkındadır. Yenikapı Mevlevihanesi (İstanbul
1329/1913), 306 sahifelik küçük boyda bir kitap oljjp, Osmanlı devri Türk kültür tarihinde çok
önemli bir yeri olan bu kuruluşun, tarihçesini ve şeyhlerinin kısa biyografyalarını anlatmaktadır?.
Kitapta ne yazık ki hiçbir resim olmadığı gibi, çeşitli dönemlerde yapılmış binaları ile geniş bir kül
liye meydana getiren bu mevlevihanenin toplu bir planı da yoktur. Sultan V. Mehmed Reşad (1909-
1918) kendisi de Mevlevi olduğundan büyük ilgi göstererek bir yangının arkasından 1910-1913’te
burada Türk neo-klasiği üslubunda önemli bir cami ile ek binalar yaptırtmıştı. Tekkeler kapatıldık
tan sonra, bünyesine hiç uygun düşmeyecek biçimlerde kullanılan Yenikapı Mevlevihanesi’nin mi
mari bakımdan en değerli kısmı olan semahanesi ve türbeleri 3 Eylül 1961’de yanarak mahvolmuş
tur.10 Bugün de bakımsız hâldedir.
Mehmed Ziya Bey’in İstanbul hakkındaki en büyük eseri ise İstanbul ve Boğaziçi, Bizans ve Os-
manlı Medeniyetlerinin Âsâr-ı Bakiyyesi başlığı ile yayınlanandır. Devlet matbaasında, Maarif-i
Umumiye Nezareti, Telif ve Tercüme Dairesi neşriyatı (no.84) olarak büyük boyda basılan bu ese
rin ilk cildi 1336’da (1920) XXII + 528 sahifelik bir kitap hâlinde çıkmıştır. İstanbul’un tarihi ve bu
şehrin Bizans dönemindeki tarihi topografyası hakkında etraflı bilgi veren bu cilt, birçok resim ilede süslenmiştir. Bunların bir kısmı, evvelce başka kitaplarda basılmış, gravür, plan veya desenler ol
makla beraber, aralarında o sıralarda çekilmiş fotoğraflar da bulunmaktadır. Ziya Bey, kitabının ya
bancılar tarafından kolay kullanılması için bölüm başlıklarını ve resim altlarını Türkçe’den başka
ayrıca Fransızca olarak da dizdirmiş, Batılı yazarlar ile Bizans adlarını Fransızca, bazı Bizans terim
lerini Grekçe olarak da koydurmuştur. Cumhuriyet döneminde bu büyük eserin ikinci cildinin ba
sılmasına da başlanmış ve yine resimli olarak 257 sahife tutan bu ikinci kısım, daha ince bir cilt
hâlinde 1928’de satışa çıkarılmıştır. Sonunda içindekiler listesi bile olmadığına göre bu ikinci cil
din, harf inkılabı yüzünden baskısının yarım kaldığı anlaşılır. Ziya Bey toplamış olduğu malzemeyi
yeniden değerlendirmeye veya başlamış olduğu işi sürdürmeye bir daha girişemediğinden, İstanbul
ve Boğaziçi, böylece bitmemiş durumu ile kalmıştır. Bu büyük eserin ana konusu, İstanbul’un Bi
zans dönemindeki tarihi ile tarihi topografyası, o sıralarda elde bulunan Batı dillerinde yazılmış
araştırmalardan ve hatta bazen kaynaklardan faydalanmak suretiyle hazırlanmıştı. Böylece Ziya Bey
Türk dilinde yazılmış çok büyük ve oldukça iddialı bir eserle, şehrin eski tarihi yapısını inceleyen
ler arasına katılmış oluyordu. Şunu da belirtmemizde fayda var ki, İstanbul ve Boğaziçi, o tarihe ka
dar yabancıların yazdıkları kitaplardan pek fazla ileri gitmemekle beraber içinde çok değerli bazı
tespitler bulunmaktadır. Ziya Bey’in Âsar-ı Atika Encümeni üyesi olması, şehrin şurasında burasın
da tesadüflerin ortaya çıkardığı bazı arkeolojik buluntuları görüp incelemesine imkân veriyordu. Ki
tabın başka bir önemli tarafı da çok etraflı bazı dipnotlardır. Esas metinde bahsi geçen yer, bina ve
ya olaylardan bahsedilirken, bir ilişki kurularak o konularla ilgili birtakım ek bilgiler bu dipnotlar
da verilmiştir. Genel olarak bu notlar, Osmanlı dönemi Türk eserleri ile ilgilidir. Ziya Bey, encümen
için yaptığı araştırmaları bu notlarda âdeta küçük makaleler hâlinde derlemiştir. Böylece bu büyük
ve bitmemiş eserde, belki aranılan çok şey bulunamamakta fakat bu kitapta aranılması belki hatıra
gelmeyecek bazen çok değerli bilgiler ile karşılaşılmaktadır. Osmanlı dönemi Türk eserleri ile ilgili
bu notlar, bu eserlerin çoğu bugün ortadan kalktığından birer belge değerindedir. Mehmed Ziya
Bey, bu eseri ile, İstanbul’da geçen yüzyılın sonlarında Bizans döneminin tarih ve eski eserleri üze
rinde çalışmalar yapan çok sayıdaki yabancı ve çoğu da amatör olan araştırıcıların arasına katılmış
oluyordu. O yıllarda Mehmed Raif Bey ile çok sonraları Arseven soyadı ile tanıdığımız Celâl Esad
Bey ile birlikte Ziya Bey, bu konuda eser veren Türk üçlüsünü oluşturmuştur. Fakat onun eserini de
ğerli yapan, içine kattığı kendi görüşleri ve Türk eserleri hakkında verdiği notlardır. Bunlar arasın
da mezar taşı ve bina kitabelerinin kopyaları da önemli bir yer tutar.
Yıllarca sonra, Ziya Bey’in oğlu Eczacı Celâl Ergun, İstanbul ve Boğaziçi’nin ikinci cildini yeni
harflerle tekrar yayınlamaya çabaladı. Baş tarafında C. Ergun’un babası ve eseri hakkında bir önsö
zünden başka, o yıllarda oldukça ünlü bir tarihi romanlar yazarı olan Turhan Tan’ın (=Samih Fet
hi, 1886-1939) da bir sunuş yazısının yer aldığı bu yeni baskı, küçük boyda on altı sahifelik fasikül-
ler hâlinde 1937 yılında, İstanbul’da haftada bir çıkmaya başlamıştı. Böyle bir eserin, haftalık bir
dergi gibi yayınlanmasına ve satılmasına imkân olamazdı. Nitekim az sonra onuncu fasikül ile bu
yayın 160. sahifede kalmıştır. Eski harfler ile basılan metnin 127. sahifesindeki dördüncü paragra
fın ilk satırında “… mezarın baş” kelimesinde kesilmektedir. Bütün stokları hurda kâğıt olarak imha
edildiğinden bugün son derecede az nüshası görülebilen bu ikinci baskı, önsözünde açıklanan bü
tün iyi niyete rağmen son derecede kötüdür. Metin inanılmaz derecede yanlışlar ile dolu olarak,
aralarda dipnotlar esas metin ile karıştırıldığından, yazarın düşüncelerinde ve neyi anlatmak istedi
ğinde bir açıklık kalmamıştır. Ziya Bey’in doğru yazılmasına büyük özen gösterdiği yabancı adlar
yanlış dizilmiş ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi, berbat edilen metnin içine, metinle hiçbir bağ
lantısı olmayan ve Ziya Bey’in dosyalarından çıkarılarak gelişigüzel seçilmiş birçok resim yerleşti
rilirken, metinle ilgili resimler konmamıştır. Yazarın ruhuna azap verecek olan bu baskıya devam
edilmemesi bir kazançtır denilebilir.
Celâl Ergun babasından kalan zengin malzemeden başka türlü de faydalanmış, yayınladığı bazı
haftalık dergilerde (Yenigün), onun bırakmış olduğu eski eser fotoğraflarını ve notlarını kendi imza
sı ile çıkan yazılarda kullanmıştır. Sonra arkasından büyük bir sessizlik başlamış ve birçok şeylerin
unutulmaması için çırpınmış olan ve bu şehrin tarihine dair bugün hâlâ kullanılan eserler bırakan
Mehmed Ziya Bey unutulanlar kervanına katılmıştır.
Mehmed Ziya Bey 27 Mart 1930 tarihinde hayata gözlerini yummuş11 ve cenazesi, Eyüp’te De
deler Mezarlığı adı verilen yerdeki aile sofasına gömülmüştür. Bu mezarlık, Sultan Aziz tarafından
Maçka’daki Mevlevihane kaldırıldığında, Eyüp’ün ilerisinde Silahdarağa yönünde Haliç kıyısında
yeniden kurulan Bahariye Mevlevihanesinin tam karşısında idi. Cadde ile Haliç kıyısı arasında 1873
yılında yapımına başlanan Mevlevihane, geniş bir avlu içinde bir harem, bir selamlık, bir türbe, bü
yük bir semahaneden meydana gelmişti.12 Cadde üzerinde büyük bir mermer kapı bulunuyor, bu
nun üstünde de 1328 tarihli Remzî adındaki bir şairin düzenlediği manzum tarih kitabesi bulunu
yordu.^ Sultan Reşad tarafından tamir ettirilen ve Veled Çelebi (İzbudak) hatıralarında adı geçen1^
bu ünlü ve bir musiki merkezi olan mevlevihanenin semahanesi 1935’te yıktırılmış, 1939’a doğru
harem bölümü yanmış, 1952’lere kadar duran selamlık da sonra yıktırılmış ve tekke arazisi üzerine
bir tuğla-briket atölyesi, bir fabrika ve depolar yerleşmiştir. Mevlevihaneden kalabilmiş son hatıra
olan mermer avlu kapısı da yirmi yıl kadar önce mermercilere satılmak üzere sökülüp götürülmüş
tür. Caddenin karşı tarafında olan ve Eyüp mezarlıklarının en sonucusunu teşkil eden yerdeki hazi-
re ise 1960’lara kadar çevredeki fabrika ve atölye işçilerinin öğle tatillerinde üzerinde oyun oyna
dıkları alan hâline gelm işti.Burada tekkeye mensup Mevlevi’lerin mezar taşları arasında, Mehmed
Ziya Bey ailesinin demir parmaklık ile çevrili aile sofası bulunuyordu. Etrafındaki demir parmaklık
yüzünden pek fazla tahribe uğramayan bu hazire içinde mezarlar belirli durumda idi. Bu yazımızı
hazırlarken 16 Haziran 1988 günü aynı yere gittiğimizde bu İstanbul tarihçisinin mezarını inanılmaz
bir perişanlık içinde bulduk. Yeni yapılmış bir duvar, sofanın demir parmaklığını hemen hemen or
tadan kaldırmış, taşlar ise ot ve dikenlerin arasına gömülmüştü. Mehmed Ziya Bey’in mezar taşın
daki, bir vakitler pek moda olan porselen üzerine çıkarılmış resmi ise, kırılıp yok olmuştu. Daha es
ki silindir biçiminde büyük bir mezar taşının kitabesi kazınmak suretiyle yapıldığı anlaşılan Ziya
Bey’e ait mezar kitabesi, yeni harflerle Türkçeyi doğru yazmasını bilmeyen bir taşçı tarafından an
laşılmaz bir imla ile kazılmıştı. Bu kitabeyi tarihi bir “belge” olduğu için aynen ve bütün acayip te
rimleri ile buraya geçiriyoruz: HAYRILEETTİNAMINIİBKA
MERDİKIYMISINİDİHAKKA
HÜSNÜAHLAKIDASEZYİŞENA
RUHUNA EYLE FATİHA İHDA
NURURAHMETLE KABRİNİ MEVLA
BU MEZARIN SAHİBİ
EYDİ HAFIZ MEHMET
ARİF AĞA HAFİDİ OSMAN
VASFİOĞLU İHTİFALCİ
MEHMET ZİYA BEY
D. 1282 – Ö .1 930 Bu kitabede EYDİ şeklinde yazılan terimin aslının EYYUBİ olması akla gelir. Aynı sofada Ziya
Bey’in eşi Pakize Hanım, kardeşi Prof. Dr. Neşet Usman (1875-1949) ile yeğeni Eşref Neş’et (1905-
1931) ve torunu Güney Ergul (öl. 1957)’un mezarları da bulunduktan başka, aynı ailenin atalarının,
bitkilerin arasında gömülmüş mezar taşları vardır.16 İstanbul’un eski eserleri üzerinde çalışmalar
yapmış ve tarih hatıralarını unutulmaktan kurtarmak için büyük çabalar göstermiş bu insanın
mezarının bugünkü durumu gerçekten hazindir. Hâlbuki 1939’da Nizamettin Nazif Tepedelenlioğ- lu onun hakkında şu satırları yazmıştı: “… bütün meziyetlerinden önce akla gelmesi lâzım gelen hüviyeti ise bence İstanbul’u en iyi sevmesini bilmiş olması ve bu sevgiyi en iyi ifade etmiş bulunmasıdır. Mehmed Ziya İstanbul’un karşısında sevgilisi için hayatını feda etmiş, sevgilisine canını vermiş bir âşığa benzer. Türk ilim ve sanat kütüphanesinin orijinal bir eseri olan İstanbul ve Boğaziçi hem onu her an olanca kıymeti ile bize hatırlatan bir kültür abidesidir, hem de gözlerimiz ona dalınca sanki bir urne görür gibi oluruz. Bir urne, yani bir vazo veya bir kutu ki içinde bir ülkü uğruna feda edilmiş bir ömrün zerreleri doldurulmuştur.”1? İşte hakkında böyle bir değer hükmü verilen bir İstanbul tarihçisine layık görülen mezar, pis, bakımsız bir mezbelelik, parçalanmış bir parmaklık ve caddeden görülmesini tamamen önleyen çirkin bir duvardır.
DİPNOTLAR 1 İbrahim Alâeddin Gövsa, Meşhur Adamlar Ansiklopedisi, İstanbul 1933-36, IV, 1601; aynı yazar, Türk Meşhurları Ansiklopedisi, İstanbul tz (1946 ?), 41 3; Her iki ansiklopedide de ölüm tarihi olarak 1927 gösterilmiştir ki yanlıştır.
2 Celâl Ergun, “İhtifalci Mehmet Ziya Bey”, Galatasaray Dergisi, sayı: 3 (Ağustos 1947), 21-22 ve 32; ayrıca bkz. Celâl Ergun, “Merhum Babam ve Eseri Hakkında Birkaç Söz”, İstanbul ve Boğaziçi’nin 1936’da yayınına girişilen yeni baskısının önsözü. Burada gerçek adı Samih Fethi olan Turhan Tan’ın da yazısı vardır.
3 Bu dernek hakkında bkz. S. Eyice, “İstanbulu Sevenler Birleşiyor… İstanbul Muhipleri Cemiyeti” Yıllar Boyu, I, sayı 6 (Eylül 1978), 47-49.
4 Açe Sultanlığı hakkında bkz. Th. W. Juynboll, “Açe” maddesi, İslam Ansiklopedisi, I (1941), 118-
123. 5 Bu kitap şu eserde anılmıştır: Fethi İsfendiyaroğlu, Galatasaray Tarihi I, İstanbul 1952, 560. Ga
latasaray Lisesi tarihi hususunda derin bilgisi olan Zeyyad Ebuzziya, Mehmed Ziya Bey’in bu eserinin, Galatasaray hakkındaki bir kitabın içindeki bir bölüm olduğunu söylemiştir.
6 M. Ziya Bey’in daha başka kitapları ve gazeteler ile dergilerde yayınlanmış yazıları da vardır. Burada onlardan bahsedilmemiştir. Fakat Mehmed Ziya Bey hakkında etraflı bir monografya yapıldığında bunlar ihmal edilmemeli, gazete ve dergiler dikkatle taranarak, dağınık küçük yazıları da bibliyografyasında derlenmelidir.
7 Bu Boğaziçi âlemi, organizatör Mehmed Ziya Bey’in adı anılmaksızın şu yayında kısaca anlatılır: Comtesse Ostrorog, Pierre Loti â Constantinople, Paris 1927, 144; Loti ve oğlunun hatıratında da anılır. Pierre Loti-Samuel Viaud, Supremes visions d’Orient-Fragment de Journal Intime, Paris 1925, 187. Bu husustaki bilgi Comte Ostrorog tarafından yazara bizzat verilmiştir.
8 Bu hususta bkz. İstanbul ve Boğaziçi, II, s. 53 vd.; aynı konu ile ilgili olarak bkz. Revnakullâh Ser
ver (Server Revnakoğlu), “Bu Lakaydi Ne Kadar Sürecek? Harab ve Bakımsız Bırakılan Tarihi Eserlerimiz Üzerinde Hazin Bir Etüd”, Servetifünun-Uyanış dergisi, 49. yıl (cilt: 86, 22) 1 Haziran 1939, no.2232-547, s. 22-24 ve 32. Revânî Çelebi Camii hk. bkz. S. Eyice, “İstanbul’un Ortadan Kalkan Bazı Tarihi Eserleri, I… Revani Çelebi Camii…”, İ.Ü.Tarih Dergisi, sayı 26 (1972),
152-158.
9 Bu kitap son yıllarda yeni harflerle, bugünkü dile de çevrilerek tekrar yayınlanmıştır. Yenikapı Mevlevihanesi, (Tercüman 1001 Temel Eser Dizisi, no.86), hazırlayan Yavuz Senemoğlu, İstanbul
10 Reşat Ekrem Koçu, “Yenikapı Mevlevihanesi Yandı”, Cumhuriyet, 8 Eylül 1961 (Bir kaza ateşi
nin İstanbul’dan silip süpürüp kül ettiği Yenikapı Mevlevihanesi İstanbul basınında iki satırlık bir
zabıta haberi olarak kaydedilecek vak’a değildi (der: R. E. Koçu); R. Cevat Ulunay, “Bir Harabe
Kurtuldu!”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, sayı: 237 (Ekim 1961), 1 7-18, 2 resim
ile (İşte o 364 senelik irfan ocağından bugün bir avuç kül kaldı, Der: Ulunay); R. Cevat Ulunay,
“Bir Abide Mahvoldu”, Milliyet, 12 Ekim 1962. Mevlevihane’nin haziresinin yan duvarında de
mir parmaklıkları tutan taş payelerin tepelikleri Mevlevi sikkesi (külahı) biçiminde yontulmuştu.
Aralık 1987’de buradan geçtiğimizde bu payelerin ortadan kalktığını, yerlerine beton kazıklar ça
kılmış olduğunu gördük.
11 Ölüm haberi olarak bkz. Cumhuriyet, 28 Mart 1930.
12 Reşat Ekrem Koçu, “Bahâriye Mevlevihanesi” maddesi, İstanbul Ansiklopedisi, IV (1960), 1854-
1856.
13 (İbnülemin) Mahmud Kemal İnal, Son AsırTürk Şairleri, İstanbul 1969, 1408-1411, Mevlevi olan
şairin tam adı, Seyyid Ahmed Remzi Akyürek’tir.
14 Veled Çelebi İzbudak, Hatıralarım, Canlı Tarihler, İstanbul 1946, 24, 30.
15 1955-1962 yıllarında birçok defa burayı ziyaret ettiğimizde mezarlık harap ve bakımsız durum
da olmakla beraber, Ziya Bey’in mezarının içinde bulunduğu sofa pek fena durumda değildi. O
yıllarda buradaki mezar taşlarının çok güzel fotoğraflarını çektirmiş ve bunları, “İstanbul Tarihçi
leri ve Eserleri: Mehmed Ziya Bey” başlığı ile İstanbul Belediye Dergisi, sayı: 39 (1966), 12-13
ve 29’da basılmak üzere Belediye yayın şubesine vermiştik. Bu yazımız perişan edilerek basıl
dıktan başka, resimlerin hiçbiri konulmadığı gibi orijinalleri de geri verilmedi.
16 1988 yılı Haziranında aynı yeri güçlükle bulabildik. Bir vakitler Bahariye Mevlevihanesi’nin bu
lunduğu yerin bir kısmı açılarak yeşil saha olmuş, bir kısmı ise yarı yıkık fabrika harabeleri ile iş
gal edilmiş durumda idi. Mezarlık ise tamamen bakımsızdı. Hâlbuki biraz gayret gösterilse bu ta
rihi mezarlık şimdi olduğundan daha iyi bir duruma konulabilirdi. Mevlevihanenin yerine de bu
rada evvelce böyle bir kuruluş olduğunu belirten bir kitabenin konulması uygun olurdu. 1993’te
ise Dedeler Kabristanı öncekinden de daha perişan bir hâlde bulunuyordu.
17 Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu), “İhtifalci Ziya Bey Merhum”, Yenigün, sayı: 3 (25 Mart
1939), 4-5, resimli.
18 Atatürk Kitaplığındaki konuşmamızdan sonra, Ziya Bey’in İstanbul ve Boğaziçi başlıklı büyük ki
tabının, yeni harflerle tekrar yayınlanmak üzere hazırlandığını öğrendik.
İstanbul’un tamamıyla seçkin bir Müslüman şehri sıfatını kazanmasıyla, bu şerefli sıfatı asırlardan beri korumakta olması reddi ve inkârı mümkün olmayan bir gerçektir. Meşhur ‘Söz geçicidir, gerçek olan eserlerdir’ deyişini hatırlayarak, gerçekten yüksek ve seçkin bir medeniyetin ürünü olan bizden önceki eser ve abidelerin incelenmesi sırasında, Osmanlı eserleri ve binaları ile millî hatıra ve kalıntıların sayısı ve tespitine de özellikle önem verdim. Bu gibi büyük eserlerde çoğu yazarın takip ettikleri tarza uygun olarak, ben de eserimi iki kısma ayırarak birinci kitabı – şehrin genel durumunu daha yakından inceleyebilmek için – İstanbul’un mıntıkaları ile surlarına, kapılarına ve bu münasebetle Kostantiniye’nin fethine ait geniş bilgiye ve şehre yakın bölgelerdeki bazı önemli ve tarihî Osmanlı eserleri ve kalıntılarının anlatım ve tariflerine ayırdım. Saraylarla eski mabetleri, su kemerlerini, mahzenlerini, sütunlarla hamamları, özellikle camilerle, Osmanlı medeniyet tarihinde ihtişamıyla özel bir yer edinen sebillerle çeşmeleri, meşhur türbe ve medreseleri, Boğaziçi, Üsküdar ve Adaların Bizans Osmanlı devirlerine ait eserlerini, ikinci kitaba bıraktım. Kitabımızda adı geçen özel isimlerin mümkün olduğu kadar Rumca yazılım ve telâffuzlarını tercih ve gerekli gördüm ki, en doğrusu da budur. Zamanla meydana gelen olayları, değişimleri dikkate alarak, kaynaklarda gördüğüm bilginin aktarılması ve tercümesiyle yetinmedim ve bahis konusu olan eski ve yeni eserleri ve abideleri birer birer dolaşarak, hepsi hakkında yerinde incelemede bulunarak tespit ve bu noktada, yeraltındaki sarnıçları, Ayvansaray’daki Ane- mas Burcu’nu ve Hapishanesi’ni, Yerebatan Sarnıcı ile Çatladıkapı’da otuz metrelik açı içerisindeki sarnıcı, Kırk Çeşme su yolunu, Yedikule’nin çeşitli bölümlerini, Ahırkapı civarındaki yer altı evlerini tekrar tekrar, bazen günlerce dolaştım ve inceledim. Hele, Yerebatan Sarnıcı’nı sandal ile dolaşırken hayatım tehlikeye bile girmişti… Yıllarca devam eden ve zorluğu kadar zahmetli olduğu uzmanlarınca da bilinen şu incelemelerimin hatasız olduğunu iddia edemem. Son söz olarak söyleyeyim ki, öğrenim ve memuriyet hayatımın otuzuncu yıl dönümünde tamamladığım bu eseri meydana getirirken, önemli eserlerin incelenmesini kolaylaştırmak ve bazı tarihî resimleri ele geçirmek hususunda hüner sahiplerinin teşviklerinden dolayı Müze-i Hümayunlar Müdür-i Umûmîsi Halil Ethem Beyefendi’ye teşekkürlerimi ve bazı isimlerin, tarihî yerlerin bulunmasındaki yardımından dolayı kütüphaneci Mistakidis Efendi’ye de takdirlerimi sunarım. Eksiğiyle beraber, yayıma konulan şu eserim, daha mükemmellerinin meydana getirilmesine sebep olursa, bunu, çalışmanın bir meyvesi ve en büyük mükâfatı olarak görürüm.
27 Recep 1338- 17 Nisan 1336
Mekteb-i Sultanî Mezunlarından
Eyyûbî Hafız Mehmed Arif Ağa’nın torunu^1
Mehmed Ziya