Bulunduğu yer itibarıyla denizlerin sultanı ve doğunun ambarı olma kabiliyetine sahip olan Kostan- tiniye’nin, üzerine kurulmuş olduğu burnun coğrafî durumu, milâttan önce 657’de Bizas’ı42 burada, daha sonra kendi adına izafeten ün salmış olan Bizans’ı kurmaya karar verdirdi. Meşhur bir rivayettir, Megâr halkı, yeni bir memleket kurulması için yer seçimi konusunda gaipten haber veren meleklere başvurarak ne düşündüklerini öğrenmeye çalışmışlar. Onlar da “Bu şehri körlerin memleketi karşısında kurduk” diye cevap vermişler. O zaman Bizas, yardımcılarıyla birlikte Megâr’dan kalkarak İstanbul’a gelmiş ve Topkapı Sarayı’nın bulunduğu noktaya çıkarak oradan etrafı seyrederken karşı tarafta Kadıköyü’nü görerek, çıktıkları yerde bir şehir kurmayıp da orayı seçmelerine şaşırır, “İşte gaip habercilerinin haber verdikleri körler memleketi şu karşısıdır!” deyip yeni şehri burada kurmaya karar verir. Fakat,bazı yazarlar bu rivayetin doğruluğundan şüphe ediyorlar. Çünkü Megâr halkı daha burada bir yerleşim kurmadan, milâttan önce sekiz yüz yıllarında Yunan ırkına mensup bir kabile otururmuş. Bütün Yunan kitapları ve rivayetleri Bizans’ın milattan önce 658’te ve hicretten 1241 yıl önce Megâr bölgesinden gelmiş bir kabile tarafından kurulduğu iddiasında müttefiktirler. Bizans kurulduğu tarihte Roma şehri, çok büyük bir genişlemeye ulaşmamakla beraber, bir asırdan beri varlığını sürdürmekteydi. Bununla beraber etrafındaki milletler ve kavimler ile yaptıkları savaşlarda kuvvetini deniyor ve dünyaya hâkim olmaya hazırlanıyordu. Batı, dikkat çekici bir olay göstermiyordu. İtalya dışındaki diğer bölgeler göllerle, ormanlarla kaplı ve barbar bir topluluk ile doluydu. Çalışma ve kültür dünyası, kavimlerin beşiği olup pek çok hatıra ile dolu, sayılamaz eserler ve abidelerle bayındır ve süslü bulunan Avrupa ile Asya’nın bu klâsik kısmında idi. Fırat nehrine doğru yayılmış ve kalabalık bir nüfusa sahip olduklarından sert ve dayanıklı bir millet olan Acemler, nüfuz ve hâkimiyetlerini her tarafa yaymak istiyorlardı. Bu emel ve arzularına, sadece deniz gibi büyük ordularının tufan seli gibi akıp gittiği Yunanistan’da başarılı olamıyorlardı, burada pek çok engelle karşılaşıyorlardı. Çorak bir memleket ortasında kurulan, nüfus ve dolayısıyla asker bakımından fakir Atina; düzeni, cesareti, sağlamlılığı ve savaş ilmini bilmesi ve uygulaması, vatan aşkı v ğımsızlıklarına düşkünlükleri sayesinde, Acem ordularına karşı durdu ve bu suretle Yuı nistan, Dara ile Serahs’ın mutlak nüfuzundan kurtulabildi. Mukaddes bir dava ile İranlı lara galip gelen Atina, birdenbire şan ve kudretin en yüksek tabakasına çıkıyordu. Atina’da yapılan törenlere, oyunlara ve diğer gösterilere, Yunanlılar her taraftan akın akın geliyorlardı. Atina, dünyanın medeniyet merkezi olmuştu. Bu şehrin bu derece tali ve kudrete erişmesi diğer kavimlerin çekememezliğini ve kıskançlığını netice vere Kıskanç ve yarı vahşî olan İsparta, Yunanlılar için sonucu felâket olan ve gerilemelerine de başlangıç teşkil eden Peloponez savaşlarına sebep oldu. Tarihî araştırmalardan anlaşıldığı üzere Bizans, bazen doğuluların bazen batılıların mahkûmu Bizans’ın kuruluşundan memnun olmayan Trakya halkı bu şehri tahrip etmek için birkaç defa üzerine yürümüş, ancak Bizas’ın zevcesinin (Fideli) önlem alması ve halkının vatansever vasıfları sayesinde kurtulmuştur. Bizans önceleri demokrasiyle yönetilmekteydi; bu sayede Dara’nın zamanına kad bağımsızlığını koruyabildi. Yunanistan’daki olumsuz gelişmeler ve siyasî çalkantılar ara da Bizans’ı düşünmeye zaman kalmadığından bunu fırsat bilen İran Şahı Dara, B çi’nden Rumeli kıtasına geçerek43 Bizans’ı itaati altına almıştı (M.Ö. 500). Fakat B uzun süre İran idaresi altında kalmadılar; İyonya kıtasında yaşayan Yunanlılarla birlik olup ayaklan- Bizans’ın kurucusu
dılar, ancak İran Şahı’mn müttefiki olan Fenike donanmasının yaklaşması üzerine Mesembrea’ya kaçtılar. Meşhur Plate galibiyetinden sonra (M.Ö. 479), Yunan kumandanı Ispartalı Puzanias Bizans’ı İranlIlardan geri aldı ve genişletip benzersiz yapılarla süsleyerek imarını gerçekleştirdi. Hatta tarihçi Justin, Puzanias’ı bu hizmetinden dolayı Bizans’ın kurucusu olarak zikretmektedir. Bir süre sonra Bizanslılar, Lakedemonyalıların egemenliğinden çıkmışlar; fakat bu sefer de Atmalılara boyun eğmişlerdir. Yedi yıl sonra Atinalı Simon, Bizans’ı Lakedemonyalılardan aldı; ancak onlar yine istilâ etme temayülünden geri durmadılar. 408 yılında, el-Kibyad uzun bir kuşatma memleketi kıtlığa düşürerek tekrar zap tetti. Fakat el-Kibyad’ın gücü ve şansı ancak bir iki yıl sürdü. Zira, Ispartalı Lisanzeros tarafından kazanılan Egos-Potamos galibiyeti üzerine Bizans tekrar Lakedemonyalı askerî valilerin (Charmostes) idaresi altına girdi. On binlerce insan, Anadolu’dan dönerken Bizans’a gelmişlerdi. Bunlar, zaptedilmesi güç ve itaat altına girmeyen serseri bir topluluk olduğundan, az kalsın Bizans’ı yağma ve tahrip ediyorlardı. Kumandanları Ekis- nefon’un açık sözlü ve güler yüzlü olması şehri bu felâketten kurtardı.390 yılında Trasnivolos, Bizans’ı tekrar Atina ittifakına aldı ve muhteşem bir vatanseverlik örneği göstererek milletini, memleketini kurtardı; eski idareyi, demokrasiyi tekrar getirdi. Bu idare zamanında, Jeromnemon denilen bir meclisleri vardı. Başlarındakine de Jeromnemon adını vermişlerdi. Bu idare meclisi Roma kayserlerinin yönetime geçmelerine kadar devam etmiştir. 393’te Bizans Epaminondas’a tâbi oldu. M.Ö. 356’da ise Rodos, Sakız, Kuşadası ile Menteşa (Cari- a) Kralı Mausole’nin deniz ittifakına katıldı. Sonraları, MakedonyalI Philip, istilâ etmek üzere Bizans’ın üzerine birkaç defa yürümüş ise de, Demosten gayretleri ve teşvikleri sonucu yardımlarına gelen AtinalIların sayesinde şehri bu defa da tahrip olmaktan kurtarmıştır. Bunun üzerine Philip de kuşatmadan vazgeçmiştir^. Yunanlı İskender zamanında idare, baskıcı bir hâl almıştı ve Galya kıtasından çıkan birtakım savaşçı serseriler, Bizans’ı yağmalamış, halkı da baskı altına almıştı. Bunun üzerine bu yağmacıları çıkarabilmek ve talandan kurtulmak amacıyla Bizans üç bin, beş bin, on bin altın ve sonunda elli bin altın haraç vermeye mecbur oldu. Bizans bu vergiyi verebilmek için boğazdan geçen gemilerden geçiş ücreti almaya başladı. Bu ücretlerden dolayı bölgedeki diğer devletlerle Bizans arasında bir savaş çıkmasına, Galo-Grak’larm müdahalesiyle 219’da yapılan bir anlaşma ile engel olunmuş ve Bizans da tamamen harap olmaktan kurtulmuştur. Bu tarihlerde batı savaşlardan yoksun değildi. Roma Orduları Yunanistan’a riyakâr bir hürriyet vaadi ile girdiler. Felâket! O millet ki hürriyetini yabancılara borçludur. Romalıların Yunanistan’da ve Anadolu’da görünmeleri üzerine Bizanslılar, onlarla ittifak kurup birlikte Philip, Antiohos, Perse, Mitridat ile ölümüne mücadele ettiler; Kartaca’nın yok olmasından sonra Romalıların hırsının, açgözlülüğünün nereye varacağı hayal bile edilemiyordu. Kısa bir süre sonra Roma’nın önünde hiçbir millet duramadı, hepsi onun itaati altına girdi ve bütün batı bölgesi Roma kanunlarına uymak zorunda kaldı. Roma rakibini tepelemek üzere denizleri aşabilecek hâle gelince, doğunun istilâsının önünde de engel kalmamış oldu. İlk Roma imparatorlarının doğuya doğru sınırlarını genişleterek Marmara Denizi’ne kadar gelmeleri üzerine Bizans da Romalıların darbeleri altına girdi. Mitridat, böyle uzak mesafelerden gelerek Yunanistan’ı istilâya kalkışan Romalılara çok uzun zaman karşı koydu. Ancak Roma kumandanından ziyade kendi oğlu Pharnace’nin ihaneti üzerine mağlûp oldu. Bu galibiyet sonrası karşılarında kendilerine karşı ciddî bir mücadele verecek güç kalmadığını anlayan Romalılar, sınırlarını genişletmeye devam ettiler. Bizans, Roma idaresinde bir süre özerk bir şehir olarak kalmıştır. Ancak bütün dünyayı kendi tasarruflarına geçiren bir istila hırsı ile dolu olan Roma, burada tamamen keyfî ve baskıcı bir idare kurdu. Roma Kayseri Vespasien, Bizans’ın bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırdığı gibi, M.S. 195 yılında hüküm süren Septime Severe de, üç sene kuşatmadan sonra şehrin ileri gelenlerini katletmiş ve şehri tahrip ederek Marmara Hav- zası’nda bulunan Ereğli (FHeraclee, Periinthe) kasabasına bağlı bir yer hâline dönüştürmüştür. Bu hükümdarın zalimce hareketlerine sebep olarak, BizanslIların kendi menfaatleri açısından uygun gördükleri ve sevgi besledikleri Roma kayserlerinden Nijer’in tarafını tutmaları gösterilmektedir. Ancak kısa bir süre sonra Severe, oğlu Antonius Caracalla’nın hâlinden şikâyet etmesi ve istirhamı üzerine merhamet ederek, BizanslIların bu felâketlerine son vermiş, eskisinden daha güzel ve daha parlak bir hâle getirerek oğlunun hatırasına buraya Antoniana (Augusta des Byzantins) adını vermiştir. Kayser Glian zamanında Bizans şehri tahrip edilmiş ve halkı da katledilmişti. Tarih, bu katliamın sebebini bel i itmemektedir… Gönülleri süsleyen bu şehir Bizanslı Theodame ile Athenee’nin büyük gayretleri sonucu tekrar inşa ve imar edilmişse de bir müddet sonra Sitler’in (Scythes Eleures) hücum ve istilâsına maruz kalarak Üsküdar (konak yapılan yer) ile burası büyük tahribata uğramıştır. Saldırganlık ve yağmada meşhur olan Sitler İstanbul’a Karadeniz tarafından girmişlerdir. Bu şehir, İkinci Claud zamanında hak ve ayrıcalıklarından bir kısmını aldı ve Gotlar’a karşı ciddî bir şekilde savaştı. Sarayburnu’nda hâlâ duran sütun bu tarihî olayın bir hatırasıdır. Edirne civarında, İmparator Büyük Konstantin ile kayın biraderi Licinius arasında meydana gelen ilk savaşta Licinius yenilince Bizanslılara sığındı ve onlardan yardım isteyerek kalelerin tamirine başladı. Bizans halkının Licinius’un tarafını tutmaları üzerine Konstantin hemen gelerek Bizans’ı kuşattı. Licinius, kendisini kurtarmak için gece gizlice şehirden çıkarak karşı yakada bulunan Kadıköy’e geçti. Bu sırada Bizans şehri Licinius’a sadakatini göstererek Konstantin’e karşı durmuş olmasına rağmen, Licinius’un Hristiyanlara eza ve cefada bulunması üzerine Üsküdar (Chrysopolis) civarında yapılan savaş sonunda Konstantin’in galip gelmesi ile Bizans halkı hemen imparatora boyun eğdi. Licinius’u yenen İmparator Konstantin’in hayalinde halkına mezhep değiştirtmek ve yeni bir başkent kurmak vardı. Fakat halk inancını, ahlâkını ve düşüncelerini beğenmediği bu hükümdara karşı memnuniyetsizliğini ifade ediyordu. Bu kibirli millet, endişelerinden dolayı hoşnutsuzluğunu, hoşnutsuzluğundan ileri gelen nefretini de açığa vurmaya başladı. Halkın bu can sıkıcı tutum ve davranışları, Konstantin’in Roma’yı ve İtalya’yı papalara terk ederek eskiden Bizans’ın kurulduğu yerde yeni bir başkent kurmak üzere oradan uzaklaşmasına sebep oldu. Başkentin Roma’dan buraya nakline sebep olan önemli etkenlerden biri de Bizans’ın aslında sağlam bir yerde bulunması ve bölgenin ticarete elverişli olmasıdır. Başkentin buraya taşınmasını Konstan- tin’den başka hiçbir hükümdar etraflıca düşünmemişti. İmparator yeni Roma’nın varlığının korunması ve devamı düşüncesiyle bu şehri, işinin ehli idarecilerle kurduğunu, yayınladığı kanunlardan birinde dile getirerek haber vermeyi unutmamıştır (Code Theodosien, lib. XIII, titre 5, loi 7e) (M.S. 330). Yeni Roma, eski Roma gibi hayırlı bir başlangıç yapmadı; Konstantin’in pek de dostu olmayan Zu- zim ile diğer bazı yazarlara güvenilirse İstanbul birtakım uğursuz etkilerin altında kurulmuştu. Bu yazarlar, Konstantin’i, karısı Fauste ile oğlu Crispus’u en önemsiz bir sebep ve bahane üzerine öldürmekle ve fenalık yapmakla suçluyorlar. Bütün tarihçiler bu dönemde ortaya çıkan bir olaya sessiz kalarak geçiştirmişlerdir. Bu olay, havarilerden Aya Andrea’nın İsevîliğin halka yayılması için Bizans’a gelmiş olmasıdır. Bu adam, Bizans’a geldikten sonra Galata tarafına geçerek oradaki büyük Bizans mezarlığında dinini anlatmaya başlamış ve taraftar da bulmuştur. Bu mezarlıkta Aya Andrea’nın bizzat yaptığı bir haç muhafaza ediliyormuş. Hatta Karadeniz’e çıkacak gemilerin tayfaları, denizde sefere çıkmadan önce bu mezarlıktaki küçük mabede gelerek korku ve endişeden uzak olma temennisiyle dua ediyorlarmış. İşte bu olay, Aya Andrea’nın Karadeniz ile Moskova beldesinin koruyucusu makamına geçmesine sebep olmuştur. Bu ilk Hristiyanlarla Aya Andrea’nın zamanına ait işaretli bazı taşların Yeniköy’de Karatodori’nin bahçesinde saklı olduğu rivayet ediliyor.
T O P O G R A F Y A D U R U M U
İstanbul’un önemini arttıran doğal sebeplerden birisi, belki de birincisi Bosphore denilen Boğaziçi’dir. Dünyada örneği çok nadir görülen Boğaziçi, bilinmeyen zamanlardan beri insanların gözünü okşayan ve tatmin eden bir yer olması sebebiyle buraya sahip olmak için, pek çok kan dökülmüştür. Arganotların buraya sefer düzenlemelerinin sebebi Boğaziçi’nin şöhreti olmuştur. Boğaziçi Avrupa ile Asya’yı birbirinden ayıran ve zamanında Pont-Euxin denilen Karadeniz ile Marmara Denizi’ni veya Propondite’yi birbirine bağlar. Marmara Denizi de, Çanakkale Boğazı vasıtasıyla Adalar Denizi ile açıklarda kavuşur. Bizanslılar, Boğaziçi’ne Bospore veya Bosphore derlerdi. Bu kelime, bir öküzün sırtında geçme anlamına gelir. Bir masala inanmak gerekirse boğazı geçen, Yo isminde bir kadınmış. Bu masal, bazı yerlerde Avrupa hakkında da tekrar ediliyor. Her iki rivayet de AvrupalIların ortaya çıkmalarının başlangıcının Doğuda olduğuna dair bir hatıradır. Bosforos kelimesi, Yunanca’da öküz anlamına gelen Boûç ile geçit demek olan I~Iö9oç’dan geliyor. Bu sebeple Boğaziçi’nin ‘Öküz Geçidi’ diye adlandırılmasının sebebini ve kaynağını araştıracak olursak Yunan mitolojisine kadar çıkabiliriz. Güya, Argolid Kralı Eynakos45’un kızı Eyo Jo, Yunanlıların mabudu olan Jüpiter tarafından sevilmiş ve Jüpiter, onu bir buzağı şekline dönüştürmüş. Bunu haber alan karısının, Jonun’un hiddet ve öfkesinden kurtulmak için kaçarken Boğaziçi’ni bir sahilden diğerine yüzerek geçtiği belirtilir.^6 Fenikeliler Karadeniz’e ‘kuzey denizi’ anlamına gelen Achkenas derlerdi; Bizanslılar bu kelimeyi Euxi- nos’a dönüştürmüşlerdir ki, “misafirperver” demektir. Fenikeliler Karadeniz’i pek tehlikeli birdeniz olarak tanırlar ve buraya seyahat edecek olanlar eşiyle dostuyla adeta helâlleşerek yola çıkarlardı. Hatta boğazın girişinde bulunan Garipçe dediğimiz köye Fenikeliler ‘Charybdis’ derlerdi ki, “Ölümkapısı” demektir. İstanbul şehri, 41 derece 0 dakika 16 saniye kuzey enlemi, 26 derece 38 dakika ve 50 saniye doğu boylamında bulunmaktadır. Coğrafî durumu sebebiyle dünyanın en güzel ve müstesna bir bölgesinde bulunması ve limanın önemle korunmuş olması sebebiyle Karadeniz ile Akdeniz ticaretine her zaman hâkimdir. İklimi ılıman, toprağı yeryüzündeki şehirlerin ve kasabaların hepsinden daha verimli ve mahsulü boldur. Havası saf ve sağlamdır. Kışın ne çok soğuk, yazın da ne fazlaca sıcaktır. Boğaziçi ile İstanbul’un dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan hayret verici güzellikteki manzarasını ve ihtişamını seyretmek için Rumeli Hisarı’na, Galata Kulesi’ne, özellikle Serasker Kapısı’ndaki Yangın Kule- si’ne47 çıkılmalıdır. Boğaziçi’nin Anadolu ve Rumeli sahillerinde birbirini takip eden körfezleri arasında ve sonundaki en meşhuru İstanbul ile Galata arasında bulunan ve Avrupa sahiline girmiş olan Korndor (Chrysokeras = Altın Boynuz)48 dedikleri Haliç saadet kapısıdır. Bu körfezin bu şekilde adlandırılması, biçiminden, her iki sahilinin bereketli ve zengin yerler olmasından ve zamanında burada bolca balık bulun- masındandır. Haliç’in kuzeybatı ucunu, önceleri Sadabad denilen Kâğıthane teşkil eder; Haliç’in bu kısmı içeri doğru kıvrılmıştır ve çok derin değildir. Haliç’in bu tarafına Cydaris denilen Alibey Deresi ile Kâğıthane Deresi (Barbyzes) dökülürdü. Kostantin adı, BizanslIlarda, Lâtinler zamanında ve Avrupa’nın diğer Hristiyan milletleri arasında unutulmadı, Türklerle Asya ve Afrika kavimleri bu bölgeyi hâlâ bu isim ile anarlar, hepsi de İstanbul derler; bu kelime E’ç T’nv riö^3v tabirinden değişikliğe uğramıştır ki o zamanlar İstanbul civarında oturan Rumlar İstanbul’a gelirlerken “Nereye gidiyorsunuz?” diye soranlara İstinpolis yani ‘şehre’ cevabını verirlerdi. İşte İstanbul bu kelimelerden değişikliğe uğratılarak şimdiki hâlini almış gibi görünüyor. Bizanslılar bu şehre Vizantion, Bizantion, yeni Roma anlamına gelen Nova Roma ve Kostantinopolis de derlerdi. Biz bu şehre gönülleri süsleyen İslâmbol, İstanbul, Der-Saadet, Der-Aliye, Asitane-i Aliye deriz. H. 1103, 1115, 11 71 tarihlerinde basılmış Osmanlı paralarında İslâmbol tabiri vardır. Sonraları Arap- lar, İstanbul’a Kostantiniye, Fürûk49 demişlerdir. İstanbul’un fethini teşvik eden ve bu büyük emri yerine getirmeye çalışanları öven ve yücelten hadis-i şerifte de Kostantiniye tabiri kullanılmıştır. İstanbul denilen asıl şehir, Haliç’i güneyden kapamak üzere sivrilerek ileri doğru çıkan ve adaya benzeyen bir kara parçası üzerindedir. Kenar uzunlukları eşit olmayan bir üçgen şeklinde olan ve ada misali parçanın büyük bölümü kara tarafındadır. Güneydoğu tarafı Marmara Denizi ile kuzey kısmı ise Haliç ile kuşatılmış, kuzeydoğusu yani üçgenin geniş açısı Boğaz’a ve Üsküdar’a bakmaktadır. Güneybatısında Ye- dikule Kalesi vardır. Kuzeybatı yönünde ise Pentapyrgion’un5° kalıntıları güzel bir şekilde görünmektedir. Haliç’in kuzey sahilinde Galata vardır. Galata koni şeklinde bir tepe üzerinde bulunup zirvesindeki kule, pek eski zamanlardan kalan bir hatıradır. Bu noktadan, tepe etrafındaki ovalara doğru yelpaze şeklinde dört sur görünümündeydi. Ortada bulunan ve en yüksek olan iki tanesi en eski surlardır. Bu surlar, bazı kuleleriyle beraber hâlâ mevcuttur. Bu surların içinde eskiden Justinian’ın Sycae kasabası vardı.Notitia’nın tarifine göre, İmparator Sarayı’nı içine alan bu birinci bölge, gittikçe darlaşmak üzere oldukça geniş bir ova meydana getirirmiş. Bu bölgenin batı sınırı, Saray-ı Kebir’in aşağı kısmından başlar (Küçük Ayasofya Camii’nin doğusunda bulunan bir noktadan), sonra At Meydanı’nın doğusundan geçer (Nahıl- bend Mahallesi)61 ve sarayın kuzey yönündeki çevresini, yani Augusteon’u geçerek Aya Barbara (Topka- pı)’da denize inerdi. Saray-ı Kebir ile Akropol’ün dik kayaları arasından inen bu yokuşun, ikinci bölge içinde bulunan Âyân Dairesi’nin güneyinde olması gerekirdi. Bu yokuş hâlâ mevcuttur. Adliye Bakanlığının yanından İshak Paşa yoluyla Ahırkapı’ya inen yokuştur. Akropol Tepesi ile Augusteon ve At Meydanları bu bölgeyi İkinciden ve üçüncüden ayırırdı. Birinci tepeyi ve Ayos Demetrios Tepesi’ni kapsayan bu bölge içerisinde azizlerden Ayos Minas, Ayos Demetrios, Aya Barbara, Ayos Pavlos, Ayos Lazaros,62 Ayos Mihal (St. Michel de Tziros) Kiliseleri ile, Balıkhane civarında (Ahırkapı’da Askerî Dikimhane’nin bitişiğinde) bulunmaktaydı. Ayos Georgios Manastırı,63 Arkadius’un muhteşem hamamları,64 Theodosius Sütunu (Sarayburnu’nda- ki sütundur) yetimler için bir hayır evi, Manganlar ve Pilakidi Sarayları ve Hazret-i Mesih adına bir de mabet vardı. Bu mabede Chalke65 Kilisesi dahi derlerdi. Tzimiski tarafından yaptırılan bu ibadethane, büyük sarayın, üzeri tunç kaplı yüksek kapısının önündeydi. Sinan Paşa Köşkü’nün Değirmenkapı tarafında ve hemen yakınında, surların içine doğru taş ayaklara dayanmış kalın kemerli ve kubbeli birçok dairelere bölünmüş eski bir bina görülür. Ön yüzü denizin hemen kıyısındadır ve bu yüzdeki kemerli girişin iki tarafında mihrap gözleri ve tuğladan yapılmış daireler içinde yine tuğladan ve gördüğümüz şekilden başka haç resimleri, yine tuğladan birtakım nakışlar ve süslemeler vardır. İçine girilince, tam karşıdaki tuğla kemerli kapıya ve ayrıca bir daireye rastlanır. Bu girişten Cephane Meydam’na gidilen bir yol vardır. Buradaki surların iç tarafında, yerin üç dört arşın derinliğinde içleri muntazam sıvanmış birçok daire yer alır. Demiryolu bir kısmına zarar vermişse de sahildeki surlara bitişik olan önemli bir kısmı duruyor. Bu dairelerden bazılarının içine inerek inceledim. Bu kalıntılar, yukarıda ismi geçen kutsal bina ve dairelere aittir. Saray-ı Hümayun Müzesi Müdürlüğünce buralarda yapılacak inşaat çalışması birçok tarihî eseri ortaya çıkaracağından sabırsızlıkla beklemekteyiz. İncili Köşk de dedikleri Sinan Paşa Köşkü’nün altında ve deniz kenarında bir de ayazma66 vardır. Bu ayazmayı Rumlar, eski bir âdete riayet ederek, yakın zamana kadar ziyaret ederlerdi. Zira bu ayazma civarında ve surun iç tarafında, tepede vaktiyle Hazret-i Mesih adına bir kilise vardı. Bu kilisenin, sarayın fırınının olduğu tarafta bulunduğu anlaşılıyor. Bu bölgede, şimdi Topkapı Sarayı ve müştemilâtı yer alıyor. Bu bölgede yirmi dokuz sokak, yüz on sekiz ev, iki çarşı, dört hamam, iki imaret vardır.görülüyor. İçlerinde bazı bilginler hariç tutulmak üzere, bu şahıslar, gördükleri şeylerin gerçek kaynağını ve yolunu bilmezlerdi. Bu sebeple İstanbul’un açık ve kesin topografik bilgisiyle eserlerini, abidelerini, cadde ve sokaklarını doğru olarak gösterecek vesikaların bulunmaması, ayrıca dört asır boyunca ortaya konulan eski eserlerden en son eserlere varıncaya kadar yok eden ve ancak binde birini bırakan değişiklikler ve değişimler, zamanımızda bu geçmiş eserleri yoğun bir karanlık ve yalnızlık içerisinde bırakmıştır. Bununla beraber, kalıntıların göstericiliği ve eserlerin yapıldıkları yerlerde gayet inceden inceye dayanan bir gözlem ve önceden yapılan bir hazırlık, inceleme ve araştırma sayesinde İstanbul’un çeşitli yerlerini ve eski abidelerini keşfetmekte başarı sağlanabilmiştir. Gezginlere, inceleme yapanlara ve merak sahiplerine sadece kolaylık göstermiş olmak için, meşhur Gi- lios’un yaptığı gibi, eski eser ve abideleri daha kesin ve açık bir şekilde tarif ederek İstanbul’u tepe ve bölgelere ayırdık.
B İ R İ N C İ B Ö L G E
Bizans bölgesidir. İstanbul’un yerleşik olduğu yedi tepeden birincisi bu bölge içersinde olup, Topkapı Sarayı ile Ayos Demetrios Tepesi’ni (Sarayburnu’nun yukarı tarafındaki Theodosius Sütunu’nun olduğu yer) kapsardı.
Haçlılar zamanında Samatya, Deuteron, Pempton, Hebdomon, Blacherna isimleri vardı. Bizans Devleti devam ettikçe, şehrin bölgelere ayrılması aslına uygun ve kalıcı idi. Kostantin Porphirogenete ile Pale- ogoslar zamanında (12. asır) İstanbul’u ziyaret eden İbni Batuta’nın eserlerinde de şehrin bölümlere ayrılmış olduğu belirtilmektedir. Ta Bizans Devleti zamanından beri İstanbul’da bir şehremini vardı. Bu adamın görevi; öncelikle çarşı ve pazarların zabıta hizmetini gördürmek ve bunları daima kontrol etmek, ikinci olarak, gerek İstanbul’da ve gerekse civarında suç işleyen kimseleri yargılayıp cezalandırmaktı. Hâlbuki, “Questeur” denilen maliye memuru sadece yabancı kimseler hakkında gerekeni yapmakla görevli idi. İstanbul’un merkez idaresi, milâdî onuncu asırda başlıca beş vekil tarafından idare ediliyordu. Bunlardan birincisi “Le Logothete du Genikon” yahut devlet hazinedarıydı ki, memlekette ne kadar “Lo- gothete” varsa, tamamı buna bağlıydı. Her bölgenin bir reisi (Ephore) bulunup bunun emri altında da bir gözetici ve çeşitli bölgelerin ikinci reisleri vardı. Bunlar geceleyin şehri dolaşarak asayişe engel bir durumun oluşmasına veya yangınların meydana gelmesine izin vermezlerdi. Bu görev, bizde yeniçeri ağalarına verilmişti. Bu memurlardan başka, “Amphodarques” adıyla birtakım kimseler daha vardı ki, bunlar da her bölgenin sokaklarını korumakla görevliydiler. Doğrudan doğruya şehir güvenliği ile ilgili olan bu İdarî yapılanma Arkadius’un zamanına kadar devam etmiştir. Bu konuda bilgi veren anonim bir kaynak, şehrin güzel ve zarif kuruluşlarından, muhteşem sütunlarından ve eski eserlerinden de bir hayli bahsediyor. İmparator Alex Comnenos’un hükümdarlığı zamanında yaşayan diğer rahip, anonimde, İstanbul’un eski eserlerinden bahseden dört ciltlik bir eser yazmıştır. Bu eser, İstanbul’u başlıca üç kısma ayırarak ibadethane ve diğer dinî kurumlar ile eski eserlere dair birçok ayrıntı veriyor. Bununla beraber, adı geçen eserin, üslûbu anlaşılmaz ve düzensiz olduğu gibi, hatalarla doludur. Zannedildiğine göre, bu kişi, malûmatı milâdî 565 senesinde hayatta olan İstanbul’un örf ve âdetlerine dair bir eser yazan Sultanhisarlı = Milaslı İsihios OmilisiosS! ile Panisque isminde bir zatın oğlu Hristodoros’un kitabından aktarmıştır. Kostantin Du- cas’ın eşi Evdoksia,60 loniade ismindeki eserinde Hristodoros’u epeyce övüyor. Georgios Codinos, üç yüz elli yıl sonra İstanbul’un örf ve âdetleriyle eski eserlerine dair bir kitap yazmış, yazdıklarının büyük bir kısmını da İsihios’tan, anonimden ve diğer bazı yazarlardan aktarmıştır. Bu adam, bu eserinde, ne yeterli derecede açıklama vermiş, ne de yazarların hatalarını düzeltmiştir. Zaten şurası açıkça ortadadır ki, tanınmamış her hangi bir yazar, İstanbul’un eski eserlerine dair kitap yazmışsa, şüphesiz, bu kişinin bilgileri ve belirttiği yerler yanlıştır. Zira, İstanbul’a dair eser yazanlar arasında, her biri gelecek için yazdıklarını düşünmeksizin kendi heves ve arzularına tâbi kalarak yanlış yola girmişlerdir. Bundan dolayı bu yazarların yazdıkları şeylerde, zamanlarında var olan eserleri gören ve şehrin sokaklarıyla çeşitli yerlerini bilen çağdaşlarına dayanarak onların elde ettikleri bilgilerle yetindikleri anlaşıyor.
BÖLGELER, DAİRELER
• stanbul öteden beri on dört bölge veya daireye ayrılmıştı. Şehrin kurucusu olan Kostantin, Roma şehÎ ri gibi burasını da on dört bölgeye ayırmıştı ki, on üçüncüsü Galata idi. Kara tarafında, yukarıda bahsettiğimiz Kostantin tarafından inşa edilen surlar, bu dairenin batı sınırını oluşturup bunun dışındaki mahalleleri içine almazlar;54 Bu mahalleler, havra (varoş, kenar) daha sonraları da Eksokinion olarak anıldı. Akabinde burası Got ordusuna mensup başıbozuk askerlerin karargâhlarıyla dolduruldu. Sonradan İkinci Theodosius döneminde, Anthemius ile Siros Kostantin tarafından çifte surla kuşatılıp sınırlandırıldı. Kostantin’in eski surları55 ile Theodosius Surları (şimdiki kara surları) arasında bulunan ve yedi mahalleye ayrılan saha, Gotlara mensup başıbozuk asker grubu için ayrıldı. Bu mahalleler, adı geçen askerlerin bağlı oldukları taburların isim sırasına göre anılırdı. Tarihte yalnız DeuteronS6, Trito?, Pempton58 ve Hebdomon isimleri kalabilmiştir.
merkezî idareyi İstanbul’a nakletmesindeki isabetli fikri takdir edilir. İmparator gerek zaferin devamı ve kendisi için bir şeref hatırası, gerek halkının refah, huzur ve mutluluğunu sağlama amacıyla, ölümsüz bir eser meydana getirmeyi şiddetle arzulamaktaydı. Bundan dolayı halkın servetini, zekâ ve kabiliyetlerini idealleri doğrultusunda güzel ve isabetli bir şekilde kullandı. Marmara Havzası’nda yetişen ormanlardaki kaliteli kereste ile Marmara Adası (Preconese) ocaklarından getirilen benzersiz güzellikteki mermerler İmparatorun çok işine yaradı. Bu ocaklardan İstanbul’a hâlâ mermer getirilmektedir… Bu çok farklı imkânlar sayesinde, zamanının en becerikli sanatkârları ve ustalarının marifetiyle İstanbul’da pek zarif, muhteşem binalar, eserler meydana getirildi. Fakat kendisinden önceki büyük sanatkârların inşa ettiği yapıların kalıntılarının miras kalması ve fikir vermesi hükümdarın bu eşsiz yapıları meydana getirmesine yardımcı olmuştur. Yunanistan’ı ve Anadolu’yu süsleyen sütunlarla ilâhlar adına dikilmiş heykeller, eski zamanların kendilerine tapılan ünlü bilginleri, filozofları ve şairlerin heykelleri ve daha birçok kabul görmüş sanat eserleri, İmparatorun bir emriyle yerinden kaldırılarak İstanbul’a getirildi. İmparatorun, süslenen şehirle ilgili olarak yalnız bu gibi ortaya konulmuş güzel eserlerde değil, Roma’nın ileri gelenlerini ve bir hayli şerefli ve itibarlı kimseler ile soyluları da yeni başkente getirtmesinde de mükemmel zekâsı görülür. Böyle soylu kimseleri gelmeleri hususunda daima teşvik etmiş olması, birçok insanın Roma’dan İstanbul’a ev nakli53 istemesine sebep olmuştur. Bunlar arasında pek çok zeki kimseler, marifet sahipleri, hünerli sanatkârlar bulunmaktadır. Özellikle hükümdarın, sözü geçen, güzel, adil ve İhsan ile vasıflanması, işlerinde de bu şekilde davranması, gönülleri süsleyen İstanbul’un, zorlama ve şiddete gerek kalmadan az bir süre sonra mamur, mutlu insanlarla dolu bir şehir olmasını sağlamıştır. İşte bu sebeple, o tarihten bir asır sonra, eski Ro- ma’nın bu mutlu, huzurlu rakibi kendini genişleterek, zenginleştirerek Roma’yı o derece geçti ki, nüfusun artması üzerine imparatorlar kara tarafında, Haliç’ten Marmara denizine doğru surları genişletmeye mecbur oldular.
diğerlerinden tamamen ayrıdır. Şehrin en güney kesimi burasıdır. Burada Yedikule ile Harisius denilen askerî kapıdan içeri giren Bayrampaşa Deresi (Lycus) vardı. Langa bostanları civarında Marmara Denizi’ne dökülürdü. Yedinci tepeye vaktiyle Xerolophos derlerdi. Bu tepeyi işgal eden arazide, kendine has arkeolojisinden dolayı, hiçbir zaman yeryüzü hareketleri eksik olmamıştır. Bizans kurulduğundan beri İstanbul’da tepelerin varlığı kabul edilmiş ve şehir bu tepelere bakılarak taksim edilmiş olduğundan biz de bu bölümlere uymaya mecburuz. Müstakil bir makalede bu tepelerin içine aldığı bölgelerin İdarî bölünmelerinden, her birinin çevresini kuşatan eserlerden söz edeceğiz.