Buram Buram Tarih Kokan ASYA
Asya (tarih)
Asya tarihi ve uygarlığı bağımsız olarak gelişmiştir ve benzer uygarlık örnekleri geniş bir alana yayılan üç ırmak-vadi sisteminde yeralır. Batı Asya’da en erken dönemde ortaya çıkan kültür merkezi, birbirine paralel olarak akan Dicle ve Fırat ırmakları arasında kalan, daha sonraları Yunanlıların Mezopotamya adını verdikleri bölgeydi. İkinci merkez, Himalaya sıradağlarının batı ucunda, Hindu Kuş ve Afgan dağlarının doğusunda, Hindistan’ın kuzeybatısında yeralan İndus vadisindeydi. Üçüncüsü, Kuzeydoğu Çin’deki Huang Ho ırmağının düz kesitinde ve öbürlerinden oldukça| uzakta kalıyordu.
ESKİÇAĞ UYGARLIKLARI Üç merkezde odaklanan bu uygarlıkların gelişmesinde temel rol oynayan başlıca neden, yüksek kesimlerden inen ırmak kollarında gerçekleşen taşkınların getirerek çökelttiği milin toprakları besleyerek verimli tarım alanları yaratmasıydı. Bu tür taşkın alanlarının çökeltilerden temizlenmesi gerekiyordu; ayrıca, sulama kanalları nedeniyle bataklık haline gelen alanlar yapay setler aracılığıyla aşırı sudan kurtarıldı ve sulama denetim altına alındı. Yerleşik yaşayan çiftçiler, daha önce uygulamakta oldukları avcılık, balıkçılık, toplayıcılık gibi etkinlikleri bırakarak, kasaba yaşamına uyum sağlamayı öğrendiler. Kasabalarda yaşayanlar daha çok yönetimsel işlerle, toprak ve su hakları gibi sorunlarla ilgilenmekteydiler. Düzenli zanaat etkinlikleri yaygınlaştı ve ulaşıma elverişli ırmaklarda, karalarda ve denizlerde ticaret yapılmaya başlandı.
Aynı dönemde gelişme gösteren ırmak-vadi toplulukları, İ.Ö. IV. ve III. binyıllarj süresince taş aletlerden, Yenitaş Devri’nde madenleri işlemeye, özellikle Tunç Çağı’nda tuncu işlemeye geçtiler. Bakır ve kalayın gerekli ısıda karıştırılmasıyla elde edilen tunçtan yapılan sağlam aletler, hem tarımda hem de vadileri savunmak için yapılan silahlarda kullanıldı. Aynı dönemlerde Mısır’ın Nil vadisinde gelişen uygarlık, Orta Asya uygarlıklarından farklı olarak yapılarda taştan yararlandı. Kereste ve taş kaynaklarının bulunmaması nedeniyle Asya toplulukları yapılarda fırınlanmış tuğla kullanıyorlardı. Erken dönem Asya tarihinin üç bölgesinde, bir süre sonra ekonomik, toplumsal ve dinsel etkinlikleri birbirinden ayırma gereksinmesi duyuldu. Toplumsal açıdan gerçekleştirilen gelişmeler, yazı sistemlerinde de gelişmelere yol açtı ve bu sayede arazi sahiplerinin listesi, işçiler, ticaret etkinlikleri, resmî ve dinsel törenler kayıtlara geçirilmeye başlandı. Çivi yazısı Mezopotamya’da, Çin ideogramlarına (“düşünyazı”) dayanan yazılar Huang Ho vadisinde gelişti; başka bir çeşit yazı da İndus vadisinde gelişti ama, bu yazıdan günümüze kalan örnekler yetersizdir ve hâlâ okunamamıştır. Erken dönem yazıları, taş ya da kil üstüne kazınıyordu; ama daha sonra Çinliler kağıdı buldu.
Her üç uygarlık alanında da sürekli su baskını sorununa bir çözüm getirmek için, gök ve su tanrılarını etkilemek amacıyla rahip-krallar büyüler yapıyorlardı. Toplumdaki yüksek sınıfın altında tacirlerle zanaatçılar, daha altta çiftçiler ve işçiler, en alttaysa savaşta tutsak alınmış köleler bulunuyordu.
Eskiçağ’da Güneybatı Asya. İ.Ö. III. binyılın ilk dönemleri boyunca, Dicle ırmağının ağzındaki Sümer kentlerinden başlayarak tüm Mezopotamya, başka bir deyimle «Verimli Hilal»in doğu ucu Sümerler tarafından denetim altına alındı. Bölgenin en önemli kentlerinden biri Ur’du (İncil’e göre İbrahim peygamber bu kentte doğmuştur). İ.Ö. 2800’den 2400’e kadar uzanan dönemde Sümerler, aşağı Dicle vadisini yönettiler. Daha sonra yönetim, bölgenin kuzey halklarından Akkadla- rın eline geçti. Akkad halkı da Sümerlere benziyor, ama Sami ırkından geliyordu. Akkad kralı Sargon, Akdeniz’i en batı ucuna kadar ele geçirdi. Sümer ve Akkad yönetimleri, ekonomik, siyasal gelişmeler kadar, kültürel gelişmelere de önem verdiler. Dönemin kültür etkinlikleri arasında çivi yazısı, edebiyat, matematik ve astronomi çalışmaları, kentleri savunmak için yapılan surlar, tapınaklar ve sanat eşyaları sayılabilir.
Babil ve Asur. İ.Ö. 2100’ün başında Mezopotamya,
doğudan Elamlıların, batıdan Amurluların saldırısına uğradı ve bu saldırılar yüzyıl boyunca sürdü. İ.Ö. 2 0 0 0 yılına doğru Mezopotamya’da Babil kenti kuruldu. Ba- billiler Mezopotamya’ya atalarından çok daha iyi uyum sağladılar. Yaklaşık İ.Ö. 1800’de tüm halkın ve kölelerin yasal haklarını belirleyen ünlü Hammurabi yasaları gene Babil’de ortaya çıktı. Dört yüzyıl boyunca (İ.Ö. 1600-1200) Kuzey Mezopotamya’da yaşayan Asurlu- lar, bölgeye egemen oldular. Asurlular, daha sonra, Suriye ve Kuzey Mısır’ı da ele geçirdiler. Asur devleti, kuzeydeki Hint-Avrupalı Medlerin, doğudaki Perslerin ve güneydeki Kaide sülalesi yönetimindeki Babil’in ittifak yapmalarından az önce, İ.Ö. 612’de yıkıldı. Yeni Babil İmparatorluğu yüzyıldan kısa bir süre ayakta kalabildi ve 539’daki Pers istilası sonrasında bu yenilikçi siyaset, kültür ve edebiyat merkezi ortadan kalktı. Günümüzde kullanılmakta olan rakamları Mezopotamyalıların buldukları, daha sonra Arapların onlardan örneksedikleri düşünülmektedir.
Pers hükümdarları. Pers İmparatorluğu’nda iki ünlü hükümdar yetişmiştir. Birincisi, yaptığı fetihlerle ünlü Büyük Keyhüsrev II (549-30), İkincisi devleti örgütlemede gösterdiği başarıyla ünlü Dara l’dir (522-486). Pers İmparatorluğu’nun sınırları İran’dan başlayarak, Hazar Denizi’nin güneyine, doğuda Hindistan’ın Pencap eyaletinin
dağlarından Mezopotamya’ya ve Suriye’ye, oradan Mısır ve Batı Anadolu’ya kadar uzanıyordu. Bu imparatorlukta da etkili bir yönetim kurulmuştu: Her bölgede yönetici 2 1 satrap ve bunların her birinin emrinde de vergi toplanmasını ve güvenliği sağlayan bir görevli bulunuyordu. Atlı haberciler merkezle bağlantıyı sağlıyorlardı.
Pers İmparatorluğu’nun başka bir önemli yönü, halkının tek tanrılı bir din olan zerdüşt dinini kabul etmiş olmasıydı. Dinin kurucusu Zerdüşt (İ.Ö. 628-521), tanrı Ahuramazda’nın yeryüzünün kralı, adaletin ve doğruluğun temsilcisi olduğunu söylüyor ve ona inananlara bir çeşit ölümsüzlük veriyordu. Zerdüşt dini, önceleri çok tanrılı dine inanan sivil halkın ve dinsel yetkililerin büyük tepkisini çektiyse de, sonraları hükümdar Dara’dan destek gördü. Perslerin tek tanrılı dinlerini daha sonra Güneybatı Asya’da başka tek tanrılı dinler izledi: Musevilik, hıristiyanlık ve İslâm.
İ.Ö. 330’da, Büyük İskender komutasındaki Yunan ordularının saldırıları sonucu Pers İmparatorluğu’nun bütünlüğü bir süre için bozuldu. Büyük İskender 326’da İndus vadisine ulaştı; ne var ki, İ.Ö. 323’te öldü ve Pers toprakları siyasal bir belirsizlik içine itildi. Bağımlı krallıklardan Parth Krallığı ikinci Pers ya da Parth Imparatorluğu’nu Mezopotamya’dan Akdeniz’e kadar yaydı. İ.Ö. 63’te Roma ordusu Asur’u işgal etti: O tarihten sonra birkaç yüzyıl boyunca Roma-Pers sınırını Dicle ırmağı belirledi.
İ.S. III. yy’da Parth sülalesi devrildi ve Pers topraklarına egemen olan Sasaniler, Roma İmparatorluğu’nun devamı olan Bizans İmparatorluğu’yla çekişmeyi sürdürdüler. Musevilik ve hıristiyanlık. İbraniler, İ.Ö. 1200’de Musa başkanlığında Mısır’dan kurtularak, anayurtları Filistin’e yerleştiler. Ama Babillilerin ve Asurluların saldırıları sonucunda topraklardan yeniden sürüldüler. Bir süre sonra, daha hoşgörülü olan Pers hükümdarlarından Filistin’e dönme izni elde ettilerse (İ.Ö. 500) de, II. yy’da Romalılar tarafından bir kez daha sürüldüler. İbraniler Yehova’yı tek tanrı saymışlardı. Aynı temelden çıkan Hıristiyanlık, Akdeniz, Yunanistan ve Roma yoluyla bütün Batı Avrupa’ya yayıldı.
Eskiçağ’da Hindistan. Hindistan’daki en erken uygarlık İ.Ö. IV. binyılda, İndus vadisinin orta kesiminde gelişti. İndus uygarlığının iki temel kenti vardı: Pencap’ta dağlardan inen İndus sistemine bağlı ırmakların birleştikleri yerin biraz yukarısındaki Harappa; Sind alanının birkaç bin kilometre altındaki Mohenco-Daro. Daha sonra bu sisteme İndus’un denize döküldüğü yer kıyısındaki Gu- cerat kenti de eklendi ve Mezopotamya ile Güneydoğu Asya limanları arasında ticaret ilişkilerini geliştirdi.
Mohpnco-Daro’mn uzun tarihinin gelişme dönemleri boyunca görkemli saraylar, tapınaklar, kiremit döşeli caddelerle, büyük bir uygarlık geliştirildi (yapılan arkeoloji kazıları sonucunda, bu kentin yedi kez yeni baştan kurulduğu anlaşılmıştır). Bölgeyi daha sonra istila eden, Ariler ya da Hint-Avrupalılar adı verilen halkın dili olan Sanskritçe’yle yazılmış metinler,|Mohenco Da- ro’yu kurmuş halklara bağlanan Vedda ilahilerini de kapsar.,
Bölgenin] eni eski! yazılı|kaynakları|olan| bu metinlerde, söz konusu halkın koyu renk tenli, orta boylu, gözleri birbirine yakın, düz burunlu oldukları, erkeklerinin bıyıklı oldukları belirtilmiştir. Bu betimlemeye göre, söz konusu halkın, açık renk tenli oldukları belirtilen Ariler’den ve Dekkan yaylasında, Thar çölü ile Vindhya dağları arasında yaşayan Dravidlerden çok, doğuda Ganj vadisi kıyılarında yaşayan topluluklara yakın olduğu düşünülmektedir. Ariakınları ve Hindu dini. İ.Ö. III. binyılda, bilim adamlarının Hint-Avrupa dil öbeğinin varlığına dayanarak, Hint-Avrupa halkları ya da Ariler diye adlandırdıkları (bu tanımlama yanlıştır) bir halk, İndus vadisine saldırmaya başladı.
İ.Ö. 1500-1200 arasında son saldırı gerçekleşti ve Mohenco-Daro yerle bir edilerek, halkının büyük bölümü ya öldürüldü ya da göçe zorlandı. İstilacıların İndus uygarlığına, dolayısıyla da Hint uygarlığına ekledikleri en önemli şey Hint-Avrupa dilleri ve Sanskrit yazı sistemleri ; oldu. Erken; dönem, sanskritçe^ ilahiler olan Veda’larda yaratıcı Brahma, koruyucu Vişnu ve yıkıcı Şiva’dan söz edilir. Hindu dininin temeli kastlar sistemiydi ve Hindistan’ın toplumsal yaşamı ile kültüründe, varlığını yakın dönemde zayıflamış bile olsa, günümüze kadar sürdürdü.
Buddhacılığın ve Caynacılığın doğuşu. İ.Ö. VI. yy’da hindu Hindistan’da birbirlerinden ayrı olarak aşağı yukarı aynı dönemde Gautama Buddha’nın ve caynacılığın kurucusu Mahabbarata’nın ortaya çıkmalarıyla çok büyük din ve kültür değişiklikleri başladı.
Buddha da, Mahabbarata da, varlıklı sınıftan gelme, ama sonradan varlıklı sınıfın yaşayışından, dolayısıyla da dünya nimetlerinden el çekmiş kişilerdi. Mahabbarata tam bir çilekeş yaşamı öğütlerken, biraz daha ılımlı olan Buddha, ruhun maddeden daha önemli olduğunu ileri sürüyordu: En basit biçimiyle buddhacılık, kişinin dünya nimetlerinden el çekme yoluyla, tanrının kimliğiyle bütünleşmesidir. Bu yeni düşünce, halkın varlıklı kesimi arasında hindu dinini tam olarak ortadan kaldıra- madıysa da, Ganj’ın aşağı kesimindeki bölgede ve Bengal körfezine bitişik bölgelerde hızla yayıldı. Daha sonraları, Hindistan’da büyük ölçüde gerilediyse de, Doğu Asya’da ve Güneydoğu Asya’da başlıca din haline geldi.
Mauryalarve Guptalardönemi. İ.Ö. 325-326’da Büyük İskender komutasındaki eski Yunan birliklerinin İn- dus’un aşağı kesimine kısa süreli egemen oluşlarından sonra, bölgedeki Magada Krallığı (günümüzdeki Bihar eyaleti),Çandragupta Maurya tarafından ele geçirildi ve torunu Aşoka (İ.Ö. 244-İ.Ö. 232), egemenliğini Hindistan yarımadasının aşağı yukarı her yanına yaydı; sonra buddhacılığı kabul etti. İ.Ö. II. yy’da, Hindistan’ın kuzey kesiminde egemenlik, Yunanlıların kurdukları Baktria (ya da Baktriane) Krallığı’na, İskitlere (Salalar), Parthlara ve Kuşanlara geçti. İ.Ö. 320’ye doğru Çandragupta adlı Hintli, Guptalar Krallığı’nı kurup egemenliğini Hindistan yarımadasının her yanına yaydı. Guptalar, egemenliklerini ikiyüz yıldan çok sürdürüp, sonunda Akhunlar tarafından ortadan kaldırıldılar. Mauryalar ve Gupitalar döneminde, hem hindu dini, hem buddhacı- lık kökenli Hint kültürü, siyasal açıdan çok kültür açısından, Güneydoğu Asya ve Çin’i çok önemli ölçüde etkiledi.
Eskiçağ’da Çin. Buzul çağı boyunca Asya’nın iç kesimlerinden esen rüzgârların taşıdığı tozlar, Çin’in kuzey kesimindeki derin lös tabakalarının büyük bölümünü biriktirdi. Bu dönemin sonunda, lös tabakaları bölgesinde mevsimlik yoğun yağışlar hızlandı. Suların sürekli taşıdıkları topraklar eski lös birikintilerinin üstüne eklendi. Taşıdığı topraklar nedeniyle Huang Ho (“Sarı Irmak”) adı verilen ırmağın sık sık taşarak su altında bıraktığı toprakları yağışsız ama çok verimliydi ve mevsimlik taşkınlar nedeniyle yağışlara bağlı olduğu için ürün yetiştirilmesi yılın yarısıyla sınırlıydı; ama ırmakta açılan kanallarla, geriye kalan dönem için de sulama yoluyla tarım olanağı sağlanıyordu. Tarihöncesi dönemin başlarında dağlardan gelen sular önce Şandung yarımadasını, sonra da okyanusa ulaşıyorlardı. Bir bölümü de, kuzeyde günümüzdeki Honan ilinde, Pekin yakınında denize dökülmekteydi.
Tarımcı topluluklar kanallar yakınındaki birbirine uzak köylerde yaşıyor, merkezden yönetimin yetkilileri, mülkiyet haklarıyla, ortak savunma için görev dağılımıyla, suyun dağıtılmasıyla ilgili kayıtlar tutuyorlardı. Bu tür kayıtların tutulması amacıyla bulunmuş olan Çin yazı sistemi, başlangıçta kemik parçaları, sonra kil tabletler ve ipek kaplı bambu kabukları, daha sonra da kâğıt üstüne yazılmış resim harflerden oluşturuldu. O dönemlerde yerleşik topluluklar, aynı zamanda da tunçtan aletler, silahlar ürettiler ve ağır yüklerini taşıyabilmek için lü^tekerlekli el arabasını buldular. Bu halklar, yıl boyunca kuzeyden, Moğolistan ve Mançurya’daki binici toplulukların yaptıkları akınların tehdidi altındaydılar.
İlk Çin sülalesi. Çin kaynaklarında adı geçen ilk sülale Şialar sülalesidir. Kesin olmayan bilgilere göre söz konusu sülale, İ.Ö. 2200 yılına doğru ilk Çin imparatorluk sülalesini kurarak köy tarım birimlerini ve kuzeyden gelen akınlara karşı savunmayı örgütlemiştir. Ama Şialar dönemi Çin’i ile Cilalıtaş devri sonlarında ve Tunç devrinde ülkede gelişmiş kültürler ile aralarındaki bağlantı henüz çözülememiştir. Bu sülalenin Çin’de toplumsal bütünlüğü sağladığı, dinsel uygulamalarınltemelini ¡attığı düşünülmektedir. O dönemde Çin’de kaplumbağa kemiklerine bakılarak kehanette bulunulduğuna, ilahiler söylenen ve dans edilen dinsel törenler yapıldığına ilişkin buluntular ele geçirilmiştir.
İ.Ö. 1600’e doğru Çin’de egemenliği, kuzey kesimde kurulan Şanglar sülalesi krallığı ele geçirdi. Şialar krallığı dahil birçok krallığı yönetimi altına alan bu sülale döneminde edebiyat, ekonomi, din ve yönetim alanlarında önemli gelişmeler gerçekleştirildi. Özellikle de, tabakalara dayalı birtoplum örgütü kuruldu. Şanglar sülalesi dönemi Çin’inde, toplumun en üst katında imparatordan sonra, toprak sahipleri ve oldukça iyi biçimde örgütlenmiş ordunun yüksek görevlileri yer alıyor, onları zanaatçılar ve çiftçiler sınıfı izliyor en altta da köleler yeralıyordu.
Şanglar döneminin bu toplumsal örgütlenmesi İ.Ö. XVI. yy. boyunca siyasal bütünlüğü sağladı ve İ.Ö. 1400’de Anyang’ın başkent olmasından sonra, Şanglar uygarlığı en parlak dönemini yaşadı. Başkentte surlar, imparator sarayı, tapınaklar, seçkin tabaka için mezarlar, tahıl depoları, ordu birlikleri için barikatlar yapıldı. Shanglar İmparatorluğu’nun sınırları Vey ırmağı tarafından akaçlanan alandan büyük orta vadinin batı kesimine, doğuda deniz kıyısından Yangdzı ırmağı havzasının kuzey kenarına ve kuzeyde, göçebe halkların yaşadıkları bozkırlara kadar uzanıyordu. Kültür ve güzel sanatlarda gelişmiş, ülke sırlı seramikler, mermer yeşim- taşı oymacılığı, kusursuz tunç dökümcülüğüyle ün salmıştı. Kehanet kemikleri, çanak çömlek, yeşimtaşı yüzeyleri, düz tahta yüzeyler ve ipek kaplı bambu kabukları üstüne resim yazıyla süslemeler yapma ve kayıtlar tutma geleneği, geliştirilerek sürdürülmekteydi. Dinsel ayin törenleri takvime bağlanmıştı. Ama sonraki yüzyıllar boyunca Şang sülalesi hükümdarlarının yozlaşması, toplumun çeşitli sınıflarında tepkilere yol açtı ve sonunda Wey Ho vadisinde İ.Ö. 1050’de ayaklanan Cou prensinin orduları, Anyang’ı ele geçirdi,’Şanglar sülalesi yıkıldı.
İ.Ö. 249’a kadar ayakta kalmayı başaran, Coular, derebeyliğin gelişmesine engel olamadılar ve İ.Ö. IV. – III. yy’larda ülkenin büyük bir anarşiye yuvarlanmasına (“savaşan krallıklar” dönemi) yol açtılar. Bu arada kuzeyden Çin’i büyük bir tehlike tehdit etmeye başladı. Şiongnular (Hunlar oldukları sanılmaktadır). Hunlarla ilişkiler sonucu savaşta ustalaşan Çinler sülalesi, İ.Ö. 249’da derebeylikler dönemine son vererek, bütünlüğü yeniden sağladı. İ.Ö. 2 2 1 ‘deÇinlerin önderi kendini Şi Huangdi (“ilk imparator”) ilan edip, “gökyüzünün altındaki her yeri ilk olarak bir araya getirdi”. Bu dönemde “Yasalar okulu”nun etkisiyle akıllıca bir siyaset uygulandı. Kuzeyde Büyük Çin şeddi yapıldı; güneyde yeni topraklar kazanıldı, ulaşım yolları açıldı; merkeziyetçi bir yönetim yerleşti ve tarım yeniden örgütlendi. Ne var ki, çok geçmeden Şi Huangdi zorbaca yönetimi nedeniyle ülkeyi yeniden anarşiye yuvarladı. Bu durumdan Han sülalesi yararlandı. Önceleri Çangan’a (Şensi) yerleşen Hanlar (İ.Ö. 206-İ.S. 220), Çinlerin yolundan yürüyerek imparatorluğun bütünlüğünü pekiştirdiler. Büyük kral Vu, prensleri eyaletlerine sürüp, imparatorluk temsilcilerinin yönetimi altında tutarak güçlerini azalttı. Toprak sahiplerine bağlı “okumuşlar”, imparatorluk rejimine bağlandılar.
Çin düşüncesinin geleneksel yapıtları olan “Beş Kla- sik”in okutulduğu resmî okullardan çıkan “bilgelere çağrı” sistemi uyarınca imparator tarafından atanan “okumuşlar”, “göksel manda” kuramını ortaya koydular. Bu kurama göre, Eskiçağ’ın “Kutsal Kralları”nın vârisi olan “eşsiz adam”, ayda bir kez, tören giyimleri giymiş saray görevlilerinin karşısına “Gökyüzünün oğlu” olarak çıkıyordu. Ama sarayda bu şatafatlı törenler yapılırken, sınırlar sarsılmaktaydı. En iyi savunmanın saldırı olduğunu düşünen Vu, kuzeyde Gansu topraklarına girdi, sonra Türkistan ve Altay’a yöneldi. Kore ilhak edildi.
Güneydoğu Asya, Kore ve Japonya’da erken dönem gelişmeleri. Çin’in etkileri güneyi, özellikle Güneydoğu Asya’daki halkları çok büyük ölçüde etkiledi. Bununla birlikte, Vietnam dışında Güneydoğu Asya’nın her yanındaki halklar, kültür bağlantılarını karmaşık konfüç- yüscülüğün etkisindeki Çin yerine, Hindistan’la kurdular. Kore ve Japonya’ysa, Çin’in kuzey kesimine daha yakın olduklarından, bölgenin kültüründen de daha çok etkilendiler.
Güneydoğu Asya. Çin’de bütünlüğün sağlanmasından önceki dönemde Avrasyalı Mon kabileleri, Çin’den geçerek, Güneydoğu Asya’nın orta kesimine ulaşmışlardı. İlk Mon grupları Birmanya’daki (ya da Burma) Salu- en ve Sittang vadilerine, Bengal’in kıyı kesimlerine yerleştiler. Bu alan, aşağı yukarı, günümüzdeki Birmanya’yı, günümüzdeki Tayland’dan (eski Siyam) ayıran bölgeye denk düşüyordu. Daha sonra bir Mon grubu da, Siyam’da Menam vadisine yerleşti. Böylece Mon- lar, Güneydoğu Asya’nın ucunu oluşturan kıstağın iki yanına yerleşmiş oldular ve bu konumdan yararlanarak, batıdaki Hint limanlarıyla yakın ticaret ve kültür ilişkileri kurdular. Sonraki yüzyıllarda Monlar, Buddhacı kültürün (gerek dinsel, gerek siyasal) Güneydoğu Asya’nın iç kesimlerine aktarılmasında ep önemli aracı oldular. Siyam körfezinin doğu kıyılarına yerleşen Malezya’dan gelme Funanlar, kuzeydoğu ticaretini ellerine geçirirlerken, gene Malezya kökenli Çampalar, An- nam’ın kıyı kesimine yerleşerek, Çampalar Kralllığı’nı kurdular. Monlar’ın bölgeye yerleşmelerinden birkaç yüzyıl sonra, Khmer toplulukları, Güney Çin’den yola çıkarak Mekong vadisinin aşağı kesimine doğru ilerleyip, zaman içinde buddhacılığın en büyük kültür merkezlerinden biri haline gelecek Angkor’u kurdular. Günümüzdeki Kamboçya ile Laos’un bir bölümünü içine alan Khmer imparatorluğu, VI. yy’dan XV.yy’a kadar bölgeyi denetimi altında tutmayı başardı ve Monlar, kültürleriyle Khmerleri büyük ölçüde etkilemelerine karşın, bu imparatorluk içinde önemlerini yitirdiler.
İ.S. VI. yy’dan başlayarak 835’e kadar uzanan dönemde, Pyular adı verilen Tibetli halk İrravadi ırmağının yukarı kesimindeki vadilere ve bu ırmağın başlıca kollarından Çindvin’in vadisine kadar (Birmanya’nın kuzey kesimi) ilerlediler. Hindistan sınırındaki kentlerle, özellikle de Çittagong’la kültür ve ticaret ilişkileri kurdular. Birmanya’nın kuzey kesimindeki bu Hindistan’a giden karayolu, Hanlar dönemi sonrası Çini’yle de kültür ve ticaret ilişkilerini geliştirdi. 638’de başkentleri Srikset- ra’yı kurmuş olan Pyular, VIII. yy’ın başlarında kısa bir süre Güney Çin’deki Nan Çao Krallığı’nın egemenliğini kabul edip, 835’te de, Tayvanların akınlarıyla yıkıldılar. Böylece Tibet-Birmanya halkları arasında üstünlük Birmanlar adı verilen topluluğa geçti. Yavaş yavaş Birmanya’nın orta kesimini ele geçiren bu halk, sulamada, taraçalar halinde tarım sisteminde ve pirinç yetiştiriciliğinde, önemli gelişmeler gerçekleştirdi .
X. yy’da Birmanlardan, Anavratha, Birmanya’da bütünlüğü sağlayıp, başkenti Pagan’ı kurdurdu. Krallığın başkenti daha sonra Pagan’ın kuzeyindeki Ava’ya ve Mandalay’a aktarıldı. Birmanya’nın kışları çok fazla yağış alan aşağı kesimiyse (Saluen ve Sittang ırmaklarının denize döküldükleri yerden Tenasserim kıyısına kadar uzanan bölge), Birmanların ilgisini çekmedi ve yakın dönemlere kadar, Monların yönetiminde kaldı. Bu arada Tay dili konuşan Şanlar da, İravadi vadisinin orta kesiminin doğusunda kalan yüksek bölgelere yerleştiler. Doğuda Güney Çin sınırlarındaki Tonkin’den batıda Şan yaylasına kadar uzanan alanı ele geçiren Taylar (başkentleri Menüm vadisinin orta kesimindeki Ayut- hia’ydı), Mon buddhacılığını benimsemişlerdi. Krallıkları 1569’da, Birmanlar tarafından yıkıldı.
Kore. İ.Ö. IV. binyıla doğru Orta Asya’dan göçen Tuyur kabileleri, Kore’ye yerleştiler. Soylarından gelenler, binlerce yıl boyunca Çinlilerle ilişki sonucu, gerek siyaset, gerek kültür açısından Çin’den büyük ölçüde etkilendiler. İ.Ö. 105’ten İ.S. 313’e kadar Kore’nin kuzey doğu kesimini ellerinden tutan Çinliler, sonunda, Kore’deki birbirleriyle sürekli çekişen üç krallıktan (kuzeyde Kogoryo, güneyde Paekeho ve Silla krallıkları) biri olan Kogoryo Krallığı tarafından bölgeden çıkarıldılar. Ama Kore yarımadasında bütünlüğü, 660’a doğru, Çin’den destek alan Silla Krallığı sağladı. 936’da Silla sülalesini deviren Koryo sülalesi, 1392’de, yeni konfüç- yüsçülüğü benimsemiş olan Yi sülalesi tarafından devrildi. Yiler, 1627’den 1800’e kadar, Çin’de egemenliği ele geçirmiş olan Mançu sülalesine yıllık vergi ödemek zorunda kaldılar.
Japonya, Japon tarihinin ilk yüzyılları efsanelerle karışıktır. Japon İmparatorluğu’nun, I.Ö. 660 yılında Tenno (“imparator”) Cimmu tarafından kurulduğu söylenir; oysa anılan tarihten sekiz yüz yıl sonra ülke hâlâ, birbi- riyle sürekli savaşan klanların egemen olduğu krallıklara bölünmüş durumdaydı. Bu klanlardan biri, ötekiler üstünde askerî üstünlük sağlayınca, son derece merkezî bir devlet kurmaya girişti. Klanın önderi de, egemenlik savlarını haklı göstermek için, Çin geleneğinden esinlenerek, Çinlilerin kullandıkları “imparator” unvanını aldı; yönetimde reformlar yaptı; bir başkent kurarak “Nara” adını verdi ve buddha dinini benimsedi.
Devlet merkezinin Nara’dan Heyan’a (Kyoto’nun eski adı) taşınması, Nara çağının (710-784) sonu ve 1185’e kadar sürecek olan Heyan çağının başlangıcı olarak benimsenir. O dönemde ortaya çıkan toprak sahibi ve asker soylular sınıfı, küçük toprak sahiplerinin topraklarına el koyduysa da, kendi arasındaki bölünmelere ve amansız savaşımlara engel olamadı. Eski ve tanınmış bir aile olan, önderleri geleneksel olarak “naip” unvanını taşıyan Fucivaralar, iktidardan uzaklaştırıldı; yerlerini, rakip aile Taira’yı Dannoura deniz savaşında yenen (1185) güçlü Minamoto ailesi aldı.
Minamoto ailesinin reisi Yoritomo, kendini başkomutan (şogun) ilan ederek, şogunluk sistemini kurdu. Şogunluk, ikili bir hükümet sistemiydi; iktidar, İmparator ile Şogun arasında paylaşılıyordu. İmparator, sarayının bulunduğu Kyoto’da kalmayı yeğledi; Yoritomo da kendine başkent olarak Kamakura’yı seçti ve oradan, ülkeyi gerçek bir askerî diktatörlükle yönetmeye başladı. Ama Yoritomo’nun otoritesi, büyük toprak sahiplerine dayanmaktaydı ve ancak bu kişiler kendisini desteklemeye devam ettikleri sürece ayakta durabilirdi. Nitekim, çok geçmeden daha güçlenen Hoco ailesi (1200-1333), özellikle de Aşikaga ailesi (1338-1573) iktidarı ellerine geçirdiler.
Şogunluk, Japonya için köklü bir değişme dönemi oldu. Yerel derebeyler giderek bağımsızlık kazandılar; kent burjuvazisi de ticaretin gelişmesinden yararlanarak zenginleşti ve haklarını sağlama bağladı. Son şogun Aşikaga 1573’te görevden alındıktan sonra, yerine geçenler, ülkenin birleştirilmesini sağlamaya giriştiler.
Hükümet merkezi olarak daha sonra “Tokyo” adını alan Edo’yu seçen Tokugava İyeyasu, derebeylere yetkisini kabul ettirmeyi başardı; son derece örgütlü bir merkezî devlet yapısı geliştirdi ve her olanağı kullanarak, Japonya’yı dış dünyadan yalıtmaya girişti. Arap egemenliği. Hazreti Muhammed’m doğup, İslâm dinini yayışına kadar Araplar, tarihte önemli bir rol oynamamışlardı. Ama İslâm’ın birleştirici bayrağı altında toplanmalarından sonra, inanılmaz bir hızla genişlemeye başladılar. Hazreti Muhammed’in ölümünden yalnızca on yıl sonra (632), Sasani İmparatorluğu’nu ortadan kaldırdılar. VII. yy’ın sonuna doğru başkenti Şam, 762’deyse Bağdat olan İslâm İmparatorluğu, 712’de deniz yoluyla Hindistan’ın kuzey kesimindeki Sind vadisine ulaşıp, çok geçmeden Hint okyanusunu denetimine aldı. İslâm orduları da karadan Kuzey Afrika’ya ulaşıp, kısa süre sonra İspanya’nın da büyük bölümünü ele geçirdiler.
Türk egemenliği. Arap egemenliğinin VII. yy. sonuna doğru zayıflamaya başladığı sırada, İslâm dünyasında önderlik kısa bir süre için, Orta Asya Türkleriyle siyaset ve kültür ilişkileri içinde olan İran’a kaydı. İslam dinini benimseyen Türklerden Selçuklular, 1055’te Tuğrul Bey’in komutası altında Bağdat’ı ele geçirip, çok geçmeden Suriye’nin ve Anadolu’nun büyük kesimini denetimleri altına alarak, bütün Yakındoğu’yu egemenlikleri altında topladılar. Ne var ki, imparatorlukları kısa sürede bölünüp, XIII. yy’da çözülmeye başladı ve Cengiz Han yönetimindeki Moğolların saldırılarıyla çöktü. XIV. yy’ın sonuna doğru yeni bir Türk-Moğol dalgası, Timur yönetiminde İran ve Mezopotamya’ya yayıldı.
Selçuklu İmparatorluğu’nun Moğollar tarafından yıkılması sırasında Anadolu’da ortaya çıkan Türk beyliklerinden Osmanlı beyliği, çok geçmeden hızla büyüyerek, 1453’te Bizans’ın Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinden sonra, büyük bir imparatorluğa dönüştü. 1918’e kadar ayakta kalmayı başaran Osmanlı İmparatorluğu, batıda Viyana kapılarına dayanmasının yanı sıra, İran dışında bütün Yakındoğu’ya, Kuzey Afrika’ya hükmetmiştir.