Cam Sanatı Tarihi
ANADOLU TÜRKLERİNDE CAMCILIK
Cam ve uygarlık birbirine çok bağlı olmuştur. İnsanlık ilerledikçe
cam daha önemli ve daha vazgeçilmez elemanlardan biri haline gelmiştir.
Bu incelememize, çok eskilere inmeden Türklerin, camın icad edildiği
yakın doğuya gelmelerinden, daha da açık bir deyimle, bizim Anadoluya
gelişimizden ve bilhassa Osmanoğullarından itibarla Türk camcılığına
dair özet bilgiler vermekle girmek istiyoruz.
Çiniciliğin Türklerde çok gelişmiş bir sanat dalı olmasına mukabil,
camcılığın büyük bir inkişaf göstermemiş olduğu ve ihtiyaçların genellikle
dışardan ithalâtla giderildiği kanaati yaygındır. Bu inanç, belki de Anadolu
Selçuklularında ve OsmanlIlarda cam sanayii hakkındaki bilgilerimizin,
maalesef çok az olmasından ileri geliyor.
Camcılığımız, Ankara Halkevinin 1947’de ilk defa açtığı bir «Türk
Camcılığı Sergisi» nde topluca sergilenmiş, tarihçesi de küçük bir broşürde
derli toplu bir şekilde anlatılmıştır. Kaynak gösterilmeden bu klavuzda
verilen bilgiler, daha sonra yayımlanmış genel ansiklopedilerde, Türk
ve Meydan Larousse Ansiklopedilerinde de hemen hemen aynen görülmektedir.
«Türklerin Anadolu’da cam sanayiinin gelişmesine büyük yardımları
dokunmuştur. Bilhassa Artuklularla, Selçuklular zamanında vücude getirilen
eserler, bu arada Selçuklulara ait cami, medrese gibi binalarda kullanılan
ve şemsiye denilen cam nev’ileri kayda değer.» (3) Bu devir mimarisinde
cam, abidevi yapılarda binaları aydınlatmaktan ziyade dekoratif
bir güzellik veren fil gözü desenli, alçı pencerelerde kullanılmıştır. Selçuklularda
(Rovzen) denilen bu işçiliğin çok gelişmiş olduğunu, bugün
ayakta duran eserlerin pencerelerindeki izlerden ve ele geçen bazı buluntulardan
öğrenmekteyiz. Nitekim Konya ili Beyşehir gölü batı sahillerinde
Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad I. (1219-1237) ın yaptırdığı
Kubâd – Abâd Sarayları kalıntılarında bol miktarda bulunan renkli pencere
camlarından başka kitabeli bir cam tabak bu devir camcılığının değerli
kalmtılarındandır. İlk defa ilim dünyasına, değerli araştırıcı Mehmet
Önder tarafından tanıtılmış olan bu kitabeli tabak, koyu bal renginde olup
9
Konya Çini Eserler Müzesinde bulunmaktadır. Kendi tarzında üniktir. Aslında
da Selçuklular devrine ait cam eşya gerçekten azdır. (4)
OSMANLI DÖNEMİNDE CAM SANAYİİ :
«Osmanlı devrine gelince yerli iş gruplarında yüzyıllar boyunca yapılan
çeşitli cam eşya maddî ihtiyaçları karşılamak hususunda Türk işçisinin
zekâ ve kabiliyeti ile ortaya neler koyabileceğini ve bu arada ruhundaki
güzel sanat duygusunu tatmin için nasıl ince bir zevkle çalıştığını belirten
değerli örneklerdir.» (5) «Ne yazık ki Osmanlı Hanedanı zamanındaki
Türk camcılığı halâ hemen hemen hiç incelenmemiş bir halde durmaktadır.
Müzelerde ve özel koleksiyonlarda Osmanlı devrine ait pekçok
eşya bulunmakta, fakat bunların Türk işi mi, yoksa ithal edilmiş mamûller
mi olduğu tamamen bilinmemektedir. Zorluk, Avrupa yapımcılarının
Türk zevk ve ihtiyacına göre eşya yapmış olmalarından ileri gelmekte, bunların
nereden geldikleri, menşeleri hakkında kesin bir yargıya varmak çok
güç olmaktadır. Fakat Türk camcılığı ve camcıları ile teşkilâtlarına ışık
tutan birçok belgeler vardır.» (6) Bu eksik incelemelere rağmen, memleketimizde
camcılığın ve cam işlerinin oldukça önemli bir gelişme aşamasına
ulaştığı anlaşılıyor.
Camcılıkta Örgütlenmeler, Loncalar, yasalar, çeşitleri :
«Türkiye’de camcılığın gelişmesine hizmet etmiş olan başlıca âmilin,
sanayiinin öteki dallarında olduğu gibi cam sanayinin ve ticaretinin de mükemmel
bir surette teşkilâtlandırılması ve esaslı bir nizama bağlanması olduğunu
söyliyebiliriz. Cam imali ve satışı ciddî bir düzenlemeye ve denetlemeye
tabi tutuluyor. Devletin sürekli himayesi, yardımı esirgenmiyordu.
Bundan başka bu sanatın ilerlemesini sağlıyacak ekonomik şartlarla beraber
gerekli sosyal tedbirler de eksik değildi. Çırak ve kalfaların haklarının
korunması ve yetiştirilmesi, yaşlanarak veya sakatlanarak çalışamıyacak
hale gelen esnafın korunması ve bakılması için gereken nizamlar düşünülmüş,
bir nev’i sigorta veya tekaüt (emekli) sandığı mahiyetinde vakıflar
da tesis olunmuştu.»
«İstanbul, Türkiye Cam sanayiinin merkezi halinde bulunuyordu…
Fetihten sonra umumiyetle, cam imalâthaneleri Türklerin elinde ve cam
yapan işçi ve ustalar Türk sanatçıları idi. Bunların adları ele geçen vesikalardan
öğrenilmektedir… İstanbul’da cam imaline en elverişli, ince ve beyaz
renkte kum Yedikule’ye «yarım merhale» mesafede Kumboğazı’ndan
çıkarılmakta idi. Hatta bu kum dışarıya da gönderiliyordu». Bu konuya
10
aşağıda tekrar değineceğiz. «Camcı ve şişeci esnafının nâzır’lan, kethudâ’-
lan, yiğitbaşı’lari, dwaa’lari, ve ’sahib-i kârhâne olan’ wsta’lari vardı. Kendilerine
ait şartların ve nizamın korunmasına bunlar bakar, gün görmüş ve
bu işte eskimiş sanatkârlar da görüşlerini bildirirlerdi. Nâzırlık ve kethüdâlık
Enderûn-ı Hümâyun’dan çırak edilen kimselere verilir, aylıkları Devlet
tarlafmdan ödenirdi. Yiğitbaşıları ve duacıları esnaf seçerdi… Cam çeşitlerinin
ve cam eşyanın adları, vasıfları, ağırlıkları, alım satım fiatları tesbit
edilmişti. Muayyen olan ölçü ve dirheme göre yapılmayan, kalp olan
ve alçak iş denilen cam ve şişeler, nâzır marifetiyle kırılır, işleyen ustalar
da cezalandırılırdı.
«Cam işleyenlerin devletten gördüğü himaye arasında, onların odun
tedariki hususunda darlık çekmemeleri için alman tedbirlerin, fırınlarda
eritilerek yeniden şişe yapılmasında kullanılan ve maya tabir olunan şişe
ve cam kırıklarının yalnız imalâthane sahiplerine satılması, bunları toplayan
Yahudilerin ihtikâr yapmalarının önüne geçilmesi, maya’nm ecnebi
memleketlere ihracına izin verilmemesi gibi esaslar da vardı.»
Bu bilgileri veren kaynaklar, (7) İstanbul’da cam sanayiinin muhtelif
yüzyıllarda, çeşitli yerlerde toplandığını anlatıyor. Bu yerler arasında
Eğrikapı ve Tekfur Sarayı civarı uzun zaman cam imalâthanelerinin toplandığı
sanayi mahalleleri olmuştur. «Bakırköy’de Baruthane-i Âmire civarında
«Hayvanat ile işleyen azim ve musanna çarhlar ve dibekler’den
başka «perdah yerleri ve camhane ve güherçile kazan ve ocakları»; bundan
başka «Mercan çarşısı ta\bir olunur bir nevi sahte ve taklit mücevher
resminde sırçadan alât-ı tezyin-i nisa resmeden kuyumcular» ile cam satan
ve cam takan esnaf vardı. Cam takan ve cam satan esnaf mimarbaşına
tâbi idi.»
«Topkapı Sarayı’nda ehl-i hiref denilen kırkbeş kadar sanat erbabı
arasında camgeran denilen cam yapıcıları da bulunurdu. Bunların başında
bulunanlara sercamger denilmekte idi.»
«İstanbul Bostancı Ocağı’nın çeşitli kolları arasında yer alan ‘camcılar
ocağı’ sarayın ve saraya bağlı bina ve tesislerin camlarını takmak
vazifesiyle mükellefti». (8) Evliya Çelebi de renkli ve şirin üslûbu ile bunlardan
bahsetmektedir ve Murad IV. devrinde yapılan bir sayımda «İstanbul
ve tevâbiinde bulunan asâkir ve esnaf cümle ehl-i hiref 57 fasıl
olub umumu bin yiiz sınıftır» diyerek uzun bir liste düzenlemiştir. Bu
konuya aşağıda değineceğiz.
Osmanlılarda yapılan camlar, düz cam, renkli cam, billur olmak üzere
belli başlı üç çeşitti. Binaların pencereleri için kullanılan camlardan
başka günlük hayatın ihtiyaçlarını karşılayan çeşitli cam eşya da, bu sai
l
nayie büyük bir sürüm yeri hizmetini görüyordu. Bu arada donanmanın
fenerleri ve ordu için yapılan cam humbaralar oldukça önemli bir yer tutuyordu.
Bu dönemde cam mamûllerinin başlıca üç grupta toplandığını görüyoruz
:
1) Lüks mamuller:
Lâmbalar, kandiller, ince ve uzun boyunlu lâledanlar, çiçek vazoları,
daldırmalar, kupalar, sekerlikler, sürahiler, karlıklar, kâseler, bardaklar,
fincanlar, mataralar, aynalar, ıtriyat, ecza ve tenvirat şişeleri, gül suyu
serpicileri (gülâbdanlar), v.b….
2) Faydalı eşya, Orduda veya gündelik hayatta kullanılmak üzere
yapılmış olanlar :
Cam humbara (kumbara) 1ar, renkli, renksiz donanma fenerleri, fânuslar,
hamam kubbesi için şişeler, v.b….
3) Nakışlı camlar ve eski yapılardaki pencereler için türlü yassı
camlar :
Renkli camlardan yapılmış alçı pencerelerin camlarıdır. Bunlar bizde
nakışlı cam olarak tanımlanıp, Avrupa’da vitrail diye anılan benzerlerinden
tamamen başka bir teknikte yapılmış çok süslü ve zengin kaliteli
camlardır. (9)
X V I. yüzyılda Türk camcılığı, her bakımdan değer taşımakta ve
önemli gelişme safhaları bulunmaktadır:
Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) zamanında yapılmış seferlerde
ve eserlerde camcılığımızın da büyük bir aşamaya ulaştığı görülür.
Kanunî, 1522 de henüz 27 yaşında iken giriştiği Rodos kuşatması sırasında,
Osmanlı ordusu tarafından, camdan yapılmış ve eskiden «humbara
» denilen havan topları ile atılır bir çeşit mermiler kullanılmıştır. Rodos’ta
son zamanlarda yapılmış çeşitli kazılarda bu cam humbaraların kırıklarına
bol miktarda rastlanmıştır. (10)
Yine ayni devirde Süleymaniye camii ve imaretinin inşası sırasında
(1553-1558) inşaatta kısa veya uzun bir müddet çalışmış olan sekiz
sanat grubundan toplam 3523 ustadan, hıristiyan ve müslümanlarm sayısını
hesap defterlerinden inceleyen Prof. Ö. L. Barkan, en yüksek vasıf
ve ehliyet istenen sanat dallarında çalışmış olanların yarısına yakın bir
kısmının müslüman olduğunu saptamıştır. Hal böyle iken içlerinde nak12
kaşlık ve camgerlik gibi, mensuplarından yüksek sanat kabiliyeti istenen
sanat dallarında ise durum şöyledir : nakkaşlarda toplam 63 ustadan 55 i
müslüman 8 i hıristiyan; camgerlerde ise toplam 16 ustadan 15 tanesi
müslüman ve sadece bir tanesi hıristiyan olarak görülmektedir. Camgerlerden
Sarhoş İbrahim adlı bir ustanın cami için yapmış olduğu renkli,
nakışlı camlar da pek ünlüdür. (11)
Murad III. (1578-1595) devrinde camcılık hakkmdaki ilginç bazı
bilgileri resimli olarak da izliyebiliyoruz. 1582 yılında padişahın oğlu şehzade
Mehmed (Mehmed III) in sünnet olması nedeniyle düzenlenen şenlikleri
anlatan «Sürname-i Hümayun» un Topkapı Sarayı kitaplığında bulunan
minyatürlerle süslü bir nüshasında (No. H. 1344) cam ve camcılıkla
ilgili altı kadar minyatür bulunmaktadır. Bunlar : 1 — S. 32 b – 33 a da;
Camgeren (camcılar) loncasının geçişi; sol tarafta, bir araba içinde meydana
getirilmiş bir cam fırını önünde cam işleri yapan camgerler; 2 — Sağda
ise ellerinde cam kaplar, vazolar taşıyarak yürüyen lonca mensupları.
3 ve 4 — S. 401 b ve 402 a nakışlı cam yapıcıları, vitraycılarm geçişini
gösterir. Bunlardan başka s: 409 b ve 410 a da; çiçekçilerin, ellerinde taşıdıkları
bir kısmı camdan vazolar içinde çiçeklerle geçtikleri tasvir edilmiştir.
Aynı konuya değinmiş olan, Londra’daki Victoria ve Albert Müzesi
seramik kısmı duhafızı Mr. A. J. Charleston, camın XVI yüzyılda Türkiye’de
yapılmış olduğunun : The true discription of the magnificent Tryumphes
Pastimes, represented at Constantinople, at the solemnizing of the
Circumcision of the Soldan Mauhmet, the sonne of A murath, the thyrd
of that name, in the yeare of our Lorde God 1582… adlı küçük bir kitapla
da saptanmakta olduğunu kayıt ve teslim eder. Surname’d t minyatürlerle
tasvir edilmiş bulunan aynı şenliklere ve geçit resmine ait olduğu anlaşılan
bu eserdeki bilgilerde de camcıların fırınları ile cam yaparak geçtiklerinin
»… the Glassmakers, which made theyr vesselles of glasse, in the
sight, and presence of all men..» diye kaydedildiğini yazan müellif, bunun
bir fantezi olarak kabul edilmesi gerektiğini, zira fırının bulunduğu geçit
arabasının tabanının nasıl izole edilmiş olduğunun bir sır olarak kaldığını
yazıyor ve gerçek olabileceğini şüphe ile karşılıyor.
Aynı mahiyette bir tören, aşağı yukarı bir asır sonra tekrarlanmış ve
onun tasvirini de Evliya Çelebi yapmıştır. (12)
X V II. ve X V III. yüzyıllarda da cam endüstrisinde gelişme devam etmiştir.
Murad IV. (1622-1640) devrinde «Sultan Murad-ı râbi’in ferman-ı
şerifi ile yekta ve hemta bir alay-ı hümâyun olmuştur. Bu alay içün İstanbul’da
üç gün üç gece kâr olmayub bir alay tertibi gulgulesi oldu ki dillerle
tabir ve kalemle tahriri mümkün değildir.» diyen Evliya Çelebi (1611 –
13
1682), bu alay içinde geçmiş olan esnafı da uzun listeler halinde zikretmiştir.
Verdiği bilgilere göre : «Esnaf-ı şişeciyan : — kârhane (işyeri) 3, neferat
105. İlk pirleri Cemşid’dir, sonra (Ebu – Ali Sina) dır. — Esnaf-ı Tâciran-
ı şişe — dükkân 200, neferat 300. Bunların da pirleri Ebû Ali Sina’dır.
— Esnaf-ı âyîneciyan— dükkân 90, nefer 105, pirleri (Hüsameddin
Nahifi) dir; bunlar da dükkânlarını nice bin âyine-i mevzun ile zeyn
edüb geçerler. — Esnâf-ı camcıyan : — dükkân 71, nefer 400. Camcılar
tahterevânlarma ibret-nümâ elvan camlar takarak geçerler.» (13)
Bu rakamların anlattığı, aynacılar dahil, toplam 364 dükkân ve işyerinde
bin kişinin camla ilgili çeşitli kollarda çalıştığını göstermesidir. Evliya
Çelebi, bundan başka, yine Murad IV. devrinde yapılmış olan bir sayımda;
«Mirî şişehane ve boyahanesi, 70; camcı başı kârhanesi, bir» olmak üzere
devlete ait cam işleriyle görevli müesseseleri de zikreder.
«Sûr-ı hümâyun» yahut «fetih şâdumanlığı» denilen vesilelerle tertiplenen
benzeri şenlik ve geçit törenlerine ait minyatürlü başka eserlerde de
(Topkapı Sarayı, No. H. 2148) cam işlerine ilintili minyatürlere rastlanıyor.
Mustafa 111. (1757-1774) zamanında İstanbul’daki bütün cam ve şişe
imalâthaneleri Tekfur Sarayı arsasında toplanmış, bu sanatla uğraşanlara
bu yerler kiraya verilmiştir. «Ateş fırınlarıyla iş gören atelyeler, kuyumcu
potacıları, rastık ve süleğenciler, çini ve fağfur imalâthaneleri, tuğlacılar
ve çanak çömlekçiler de burada bulunuyordu. Başka yerde cam ve
şişe yapılması da yasaklanmıştır. Buradaki cam ve şişe kârhaneleri’nden (iş
yurtlarından) alman kira bedelleri III. Mustafa’nın yaptığı hayrata vakfedilmiştir.
» Bu hükümdarın vakfiyesinde buradaki cam imalâthanelerinin
miktarı ve nitelikleri hakkında izahat olduğu Ankara Halkevi’nin sergi
kılavuzunda kaydedilmektedir. Prof. S. Eyice, gelecekte burada kazılar yapılıp
belki de atelye yerlerini ve bazı kalıntıları bulmanın mümkün olabileceğini
yazmaktadır.
«Aynasaray, Eğrikapı ve Tekfur Sarayı civarında yerleşmiş olan cam
sanayii Avrupa’da kurulmaya başlayan modern cam fabrikaları karşısında
sönmeğe yüz tutmuş, fakat bir müddet daha arada sırada güzel işler vermekten
geri kalmamıştır. (14)»
XIX. yüzyıl, Beykoz işi camların da yapıldığı dönemdir. Bu nedenle
bu dönem üzerinde, aşağıda, daha genişçe durulacaktır. Ancak, o konuya
girmeden önce, çeşitli yüzyıllarda memleketimize Avrupa’dan yapılmış olan
cam ithâlâtından bahsetmek gerekir.
14
Osmanlı İmparatorluğunda gelişmiş bir cam sanayii bulunmasına rağmen
Avrupa’dan ve özellikle Venedik’ten cam eşya ithâl edilmiştir. Aslında,
birçok alanda benzeri görülen bu kabil alış – verişte bir olağanüstülük
yoktur. Milletlerin kendi mallarının ve hatta ihraç meta’larmın benzeri
eşyayı dışarıdan da ithâl ettikleri her zaman ve her yerde görüle gelen
bir olaydır. Bu itibarla, hem bizden dışarıya, hem de Avrupa’dan Türkiye’ye
camın ham maddesi veya mamûlü ithâl ya da ihraç edilmiş olması
olağandır.
«Venedik civarında Murano’da yapılan camlar pek meşhurdu. Türk
sanatçıları bunların benzerlerini de başarı ile yapmışlardır.» Murano camlarından
örnek alınmış olması, yahut Avrupa’da Osmanlı piyasası için Türk
zevkine göre yapılmış ve çok kere «Türk camı» adı bile takılmış cam eşyanın
mevcut oluşu, bugün müzelerimizde ve özel koleksiyonlarda bulunan
Türk menşeli camların çoğunun Venedik yapımı sanılmasına yol açmıştır.
Böyle olduğu gibi, bazı yabancı yazar ve mütehassısların da bizim,
Venedik’in latticinio desenli camlarının çoğunu çeşmi bülbül saymak eğiliminde
olduğumuzu ifade etmelerine sebep olmuştur. Gerçek, her halde,
bu iki kanının ortasmdadır. Yani, hem Venedik’te, hem İstanbul’da aynı
tür cam eşya yapılmıştır. Ayırt etmekteki güçlüktür ki tereddütlerin çoğalması
sonucunu vermiştir.
Ortaçağ’da sanat işi camcılığın merkezi halinde bulunan Yakın-Doğu
ve özellikle Suriye’deki camcılık, Timurlenk’in 1400 tarihinde Suriye’yi istilâsından
ve Halep ve Şam’daki cam endüstrisi merkezlerini tahrip edip,
rivayete göre, ustaları da, kendi payitahtı Semerkand’e nakletmesinden sonra
sönmüş, bu bölgede o eski ve ünlü sanat bir daha kalkınmak olanağı
bulamamıştır. Camcılığın merkezi yavaş yavaş önce Venedik’e, daha sonra
Bohemya’ya intikal etmiştir. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) tarafından
Osmanlı topraklarına katılan Suriye ve Mısır’ın, Venedik’ten yapageldiği
cam ithâlâtı da, dolayısiyle, İstanbul kanalına dönüşmüştür.
Mr. Charleston, Yakm-Doğu’ya ve Türkiye’ye Avrupa’dan yapılan
cam ihracatı hakkında yazdığı iki inceleme yazısında bu ticaretin XV. ve
XVI. asırlarda Yakm-Doğu’ya (15) ve XVI. ilâ XVIII. yüzyıllarda da Türkiye’ye
yönelmiş kısmını anlatmaktadır. Yazar, Venedik’in İstanbul ile
olan cam ticareti hakkında bir Venedik balyos’unun (Büyükelçi) 1560 yılma
ait raporunda kötümser bir tablo yapılmış olduğundan bahsetmekte,
ancak bu kötümser raporun Venedik camlarının Türkiye’de itibardan düştüğü
anlamına gelmeyeceğini eklemektedir. 1569 da Marcantonio Barbaro
adlı balyos vasıtasiyle Sadrazam Mehmet Paşa’nm yaptırmış olduğu cami
Cam Ticareti ve İthalâtı :
15
için ısmarlanan 900 adet kandile ait ikinci bir belge dolayısiyle de tafsilât
ve mütalâalar ileri sürülmektedir.
Balyos’un 11 Haziran 1569 tarihinde Venedik makamlarına yazdığı
mektupta bahsedilen sadrazam, Sokollu Mehmet Paşa olmak gerekir. Gerçekten,
Sokollu o tarihlerde, eşi Esma Sultan adına Mimar Sinan’a bir cami
ve külliye yaptırmıştır. Sultan Ahmet semtindedir. 1571’de yapımı bitmiş
olan bu camie Venedik’ten kandil gelmiş olup, olmadığı hususunda
Mr. Charleston şüphe ve tereddüt ifade ediyor ki, haklıdır. Çünki, sipariş
mektubunun üzerinden bir yıl geçmeden, 1570 başlarında Venedik’le, Osmanlı
Devleti arasında Kıbrıs meselesi ortaya çıkmıştır. Ada zaptedilmiş,
barış da ancak Mart 1573 yılında, camiin açılışından iki yıl sonra, tekrar
kurulmuştur. (16)
Venedik ile ticaret, genellikle, Galata’daki Yahudi tüccarların elile
yapılır, Osmanlı devleti Venedik cumhuriyeti ile savaş halinde olunca ithâlât
yasaklanırdı. Prof. Eyice, Ahmet Refik’in «Hicrî onikinci asırda İstanbul
Hayatı» adlı eserinden iktibasla, hicrî 1128 (1716) tarihli bir fermanda
Osmanlı imparatorluğu ile ihtilâf halinde bulunan Venedik’ten mal
satmalmmasmm yasaklandığından bahsetmekte ve bu malların çoğunun
cam olduğunu kaydetmektedir. (17)
XVII. yüzyılın sonlarından itibaren artık Venedik camlarının üstünlük
ve rağbeti kaybolmağa ve cam sanayi ve modası başka merkezlere intikal
etmeğe başlamıştır. Prag’lı yazar Karel Hettes, Şam’da toplanmış
olan III. Uluslararası Cam Kongresi’ne sunduğu, «XVIII. ve XIX.
yüzyıllarda Bohem camları üzerindeki Doğu Etkileri» ni anlattığı bir
bildiride, Yakın-Doğu ile cam bakımından etki ve ilişkilerin ta X. yüz
yılda başlamış olduğunu, XV. yüzyıla kadar Doğu’dan Batı’ya yönelik olan
etki akımının XV. yüzyılın sonuna doğru, doğuda cereyan eden — yukarıda
değindiğimiz — Timurlenk âfeti nedeni ile, tersine döndüğünü yazmaktadır.
Yazar diyor k i : «Bununla birlikte, Bohem camlarının Doğu’ya ihracı
ancak Türklerle savaşlardan sonra mümkün olabilmiştir. Bu itibarla,
Bohem camlarının İstanbul’a satılmasına dair en eski kayıt ancak 1700 yılı
tarihini taşımaktadır.»
Burada kastedilen yalnız Osmanlı – Venedik savaşları sonunda Venedik’ten
ithalâtın durmuş olmasından ziyade, Avusturya, Lehistan, Rusya
ve Venedik ile Osmanlı İmparatorluğu arasında 1699 yılında Karlofça’da
imzalanan anlaşma ile son bulan savaşlardır.
XVIIL yüzyılda Türk sanat ve zevkinde Batı üslûplarına karşı gittikçe
artan bir eğilim görülmeğe başlamıştır. Osmanlı piyasası için «Türk camı
» diye tanınan cam eşya yapıp ihraç eden Bohemya’lı cam imalâtçıları,
16
İzmir, İstanbul, Beyrut ve Kahire’de atelyeler ve depolar kurmuşlar; H.
Hattes’in saptadığı üzere, Hacı Ahmet (Hadzi Achmed) Molla Hüseyin
(Mola Hussein) ve Mustafa ağa adlı Türk tüccarları da, bazan bizzat Bohemya’ya
giderek cam eşya satın almışlardır. (18)
Selim III. (1789-1808) devrinde gelişen Batı’ya açılış hareketiyle birlikte
mimaride yeni bir hava, bir Türk barok üslûbu doğması ile köşkler,
saraylar, Avrupa’dan ithâl edilen Bohem avizelerle aydınlatılmağa, Bohem
kristalleriyle dolup taşmağa başlamıştır. Zamanla, İngiltere, Hollanda, hatta
İspanya da Türkiye’nin cam ithâl ettiği ülkeler arasına girmiştir. (19)
BEYKOZ İŞLERİ :
XIX. yüzyıl, Türk camcılığında, güzel eserler veren birkaç teşebbüs
ve başarının vücut bulduğu son bir parıltı devridir, denilebilir. Bu devre,
asıl konumuz olan Beykoz camlarının da yapıldığı dönemdir; bu nedenle
üzerinde daha geniş duracağız.
Türk güzel sanatlarına, el işlerine, mimarlığına, zenaatlerine, hâsılı
Türk kültür ve uygarlığının ürünlerine dair incelemeleriyle milletimizin ve
memleketimizin sanat tarihine büyük hizmetlerde bulunmuş ve geçmişteki
yaratıcı sanat dünyamıza ışık tutarak içerde ve dışarda tanıtmış olan merhum
Prof. Celâl Esad Arseven, Les Arts decoratifs Turcs adlı fransızca
yayımladığı büyük eserinde der k i: «… XIX. yüzyılda İstanbul’da çok
orijinal ve mahallî karakterde cam eşya yapan atelyelerin meydana çıktığını
görüyoruz. Bunların ilki, Boğaziçi’nin Anadolu kıyısındaki Beykoz civarında
bir Mevlevî dervişi olan Mehmet Dede tarafından kurulmuştur.
Bu imalâthanede, fincan, sürahi, bardak, vazo, reçellik, gülâbdan ve benzerleri
gibi, üzerleri yaldızlı nakışlarla süslenmiş beyaz, süt rengi, ya da
saydam olmayan mavi renkte bir cam hamurundan yapılmış her çeşit cam
eşya imâl edilmişti. O zaman memlekette çok yayılmış olan bu mamûllere,
yapıldıkları yerle ilintili olarak Beykoz adı verilir.» (20)
İstanbul’un tanınmış eski antikacılarından Bay Nureddin Rüştü Büngül,
«Eski Eserler Ansiklopedisi» adı ile yayımlamış olduğu bir kitapta,
nerede bulunduğunu ve nasıl bir belge olduğunu bildirmediği, fakat sadece
«El yazması bir vesikaya nazaran» diyerek verdiği bilgide, bu olayı şöyle
anlatıyor : «Üçüncü Sultan Selim zamanında Mehmed Dede isminde bir
mevlevî, İtalya’da öğrenip gelerek burada açtığı bir destigâhta cam ve billûr
mamûlâtından bir hayli san’at eserleri vücude getirmiştir. Bunlardan
yaldızlı billûr kâseler, sahanlar, bardaklar ve şişeler yapmıştır. Ve bunlara
(Beykoz) namı verilmiştir.» Yazar, bundan sonra bir antikacı dikkatiyle
17
o yıllarda (1939) «Beş liraya şişeleri, 15 liraya bardakları ve güzel lâlelikleri,
100 liraya büyük yaldızlı kâseleri ve 500 liraya kadar da leğen ibrikleri
satılmaktadır» demekte ve devamla «Bilâhare çeşmi bülbül denilen
fevkalâde zarif bir eser de çıkarmışsa da onlardan çeşmi bülbül kısmında
bahsedeceğim. Yalnız söylemeden geçmiyelim ki zaman zaman bu destigâhlar
tatili faaliyet etmiş ve zaman zaman Padişahların himayesiyle yeniden
açılmış ve Sultan Mecidin bir hattı hümâyunu ile Paşabahçe’de de
bir destigâh vücuda getirildiği tesbit edilmektedir. Süt renginde kırılmaz adı
verilen tabaklar, beyaz ve menevişli teşbihler burada vücude getirilmiş.»
diyerek, Beykoz, çeşm-i bülbül ve nihayet Paşabahçe mamûlâtı hakkmdaki
bilgileri biribirine katarak vermektedir. Kitaptaki kısa (Beykoz) maddesini,
kime ait olduğunu belirtmediği, bir beyitle bitirmektedir :
Akibet Beykoz denen gayet güzel bir yerde de
Marifet meydana gelmiş aferin Mehmed Dede (21)
«Türk Ansiklopedisi» nde Beykoz işi «İstanbul Boğazı’nın Anadolu
yakasında Beykoz’da XIX. yüzyılda işleyen bir imalâthanede yapılmış cam
eşyaya verilen ad» olarak belirtildikten sonra bunların «çok kere kalay
oksid ile süt beyazı yarı saydam cam ile işlenenleri yanında renksiz ve
renkli saydam cam ile işlenmiş olanları da vardır» denilmekte ve «Beykoz
işi cam eşya arasında, kesme olarak islenmiş ve renkli mine ile süslenmiş
olanları» nın bulunduğu yazılmaktadır. Aynı Ansiklopedi’nin (cam) maddesinde
(IX. s. 222) de «XIX. yüzyılın başından biraz önce, Çubuklu civarında
bir cam, hatta kristal cam imalâthanesi kurulmuştur. Burada yapılan
cam çeşidi arasında en meşhuru çeşm-i bülbül’dür. Söylentiye göre
burasını, Mehmed Dede adlı bir mevlevî ustası kurmuştur. Bugün Beykoz
işi dediğimiz bu eşyanın yazık ki, markası yoktur. Aynı çeşit işler Venedik,
Rusya ve Yunanistan’da da yapılmıştır. Beykoz işlerini diğerlerinden ayıracak
usûller olduğu söyleniyor. Beykoz işlerinden birisinin arkasına bir
elektrik lâmbası tutulunca kırmızı bir ışık akseder; diğerlerinden bu görülmemektedir.
»
«Prof. W. E. S. Turner’in yaptığı incelemelere göre, (22) Türk Çeşm-i
Bülbüllerinde ince çizgiler yanında belli aralıklarla yer alan geniş çizgiler
bulunmaktadır. Bu çizgileri Turner, Türk işçiliğinin özelliği olarak gösteriyor.
» denilmektedir. Daha sonraları yayımlanmış olan «Meydan-Larousse»
ansiklopedisinde de hemen hemen aynı bilgiler tekrarlanmaktadır. Merhum
N. R. Büngül’ün «Çeşm-i bülbül» maddesinde verdiği bilgiler arasında
ilginç ve değişik bir bilgi de İtalyan mamulâtiyle Türk çeşm-i bülbüllerinin
farkını anlatmasıdır. Onun, uzun yıllar antika alım, satımı ile
uğramış bir eksper sıfatiyle, düşünce ve müşahedesine göre, İtalyan ma-
18
mûlleri Türk yapısı çeşm-i bülbüllerden daha kalınca yapılmıştır. Bu hususa
dikkat tavsiye ediyor ve «bunlar bilerek alınırsa yerli çeşm-i bülbülden
çok ucuzdur» diyor. (23)
Avrupa’daki modern cam fabrikalarının kesif imalâtı karşısında camcılığımızın
sönmeye yüz tutmasından önce bir müddet daha, arada sırada
güzel işler veren teşebbüs ve gayretlere rastlanmaktadır. «Türk Ansiklopedisi
» nde tarihini belirtmeden «Tophane Müşiri Fethi Paşa zamanında
çok özenilmiş, çeşitli eserler yapılmıştır. Bunlara ‘Eser-i İstanbul’ derler»
şeklinde yanıltıcı bir bilgi verilmektedir. Aynı bilgi Meydan-Larousse’da
da vardır. (24)
Ankara Halkevinin (Türk Camcılığı Sergisi) kılavuzunda (s. 13) :
«Yüzyıldan biraz daha önce, Çubuklu civarında bir cam ve billûr fabrikası
tesis olunmuştur. Bu fabrika bir müddet sonra devlet tarafından satın alınmış,
buraya Darphane nazırı Tahir Efendi müdür tayin olunmuştur. Bu
fabrikada cam eşya ve bu arada Çeşm-i Bülbül’lzr mükemmel bir şekilde
yapılmış ve nümuneleri 1263 yılı muharrem ayında devlet erkânına gösterilerek
takdire mazhar olmuştur.» deniyor. C. E. Arseven de (Sanat Ansiklopedisi)
nde (I. s. 390) şu tavzihi yapıyor :
«Çeşmi – bülbül vaktiyle İstanbul’da yapılan bir nevi tahriili cam işlerine
verilen isimdir. 1848 senesinde (1843 olacak) İstanbul’da Boğaziçinde
Çubukluda bir şişe imalâthanesi tesis olunarak orada bu nevi camdan birçok
bardak ve sürahi gibi cam eşya imal olunduğu ve bu yerin Çeşmi – bülbül
ismini taşıması dolayısıyla bu mamulâta da çeşmi – bülbül denildiği 1263
hicrî tarihli ve 316 numaralı takvimi – vekayi gazetesinde okunur. Bunlara
çeşmi – bülbül denilmesinin sebebi bu camların bülbülün gözündeki tahrillere
benzemesi olduğunu da iddia edenler vardır. Fakat Takvimi – Vekayi’de
çeşmi – bülbül nam mahalde denildiğine göre bu cam eşyaya yapıldığı mahalle
izafeten bu isim verilmiş olduğu mu, yoksa çeşmi – bülbül denilen
bu eşyaya izafeten mi bu mahalle bu isim verildiği pek malûm değildir.
Hattâ bazı metinlerde bu ismin oradaki çeşmi – bülbül denilen bir çeşmeden
geldiğine de rastladık. Fakat en doğrusu bu camların bülbül gözüne
benzemesi dolayısıyla olsa gerektir.»
Prof. Eyice, Sultan Abdülmecit (1839 – 1861) devrinde ilkin Çubukluda,
daha sonra da Beykoz’da bir imalâthane açıldığını, müdürünün Tahir
Efendi olduğunu yazdıktan sonra, Prof. Arseven tarafından çeşmi bülbülün
menşeine dair verilen bilgiye değiniyor ve «1263 hicrî yılma (1846)
ait 316 sayılı Takvim-i Vekayi gazetesinin çeşmi bülbül kelimesine tamamen
ayrı bir etimoloji gösterdiğini haklı olarak kaydediyor. Gerçekten de
Takvim-i Vekayi’in 21 Muharrem 1263 (19 Ocak 1847) tarihli 316 nu19
maralı sayısının 2 nci sahifesinin 2 nci sütununda «vukuât-ı resmiye» haberleri
arasında aynen şunlar yazılmaktadır :
«…Mücerred tesirât-ı teveccühât-ı celıle-i şâhâne ile az müddet zarfında
çuka ve akmişe-i şâire misillû emtia-i nefise fabrikaları icad ve
ihtira olunarak mamûlâtı gün-begün ilerilemekte olduğu misillû Boğaziçi’nde
Çubuklu nam mahal civarında bulunan billûr fabrikasının
mukaddemce taraf-ı eşref-i hazret-i mülûkâneden iştirâsma rağbet-i
pür-meymenet-i âli erzân ve şâyân ve sûret-i hüsn-i tanzimi Darphâne-i
âmire nâzırı saâdetlû Tahir Beyefendi Hazretlerine sipariş ve ferman
buyurulmuş olduğundan mîr-i müşarr’ün-ileyh hazretleri sâye-i meâlî-
vâye-i cenâb-ı cihan-bânîde muktzây-ı gayret ve istikameti üzere
fabrika-i hümâyûn-ı mezkûrun icrâ-yı usûl-i tanzîmiyyesine hüsn-i
mübâşeretle bu taraflarda bulunmuş olan ma’den cevherinden olarak
Çeşm-i Bülbül tabir olunur makbûl ve mûteber nev’i billûru bu defa
imâl ve mâmûlât-ı fabrikayı kaalıb-ı müstahsene ifrâğ ettirip nümûnelerini
mübârek ve mes’ûd-ı hâk-i pây-i hümâyûn-ı mülûkâneye takdim
eylemiş ve mezkûr nümûneler hadd-i zâtında güzel ve nefis ve matlûb-
ı âlîye muvafık surette olduğu eclden nezd-i hakayık-vefd-i hazret-
i tâcdârîde takdir ve tahsîne şâyân ve bu husus dahi meâsir-i asriyye-
i pâdişahâneden olmaktan nâşî kâff-i vükelâyı fihâm hazerâtının
meşhûdları olmak ve şîme-i fahîme-i iltifatkârî-i şâhâne icab-ı
âlisinden bulunmak üzere mezkûr nümûneden zât-ı hazret-i sadâretpenâhî
ve cenâb-ı muallâelkaab-ı Şeyh-ül-islâmî ile şâir vükelâ-yı fihâm
hazerâtma dahi inâyet ve ihsan buyurulmuştur. Heman cenâb-ı
Hak zât-ı übhet-sımât-ı hazret-i tâcdârîyi nice nice âsâr-ı nâfia ve
muhassenât-ı mülkiyye ibdâma muvafak buyura — âmin!»
Takvim-i Vekayi’de yayımlanan bu haberde geçen fabrika hakkında,
şimdiye kadar bilinmeyen bazı noktaları yeni bulunan belgelerin ışığında
aydınlatmak mümkün olmuştur. Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğünde
bulunan dört belgeden öğrendiğimize göre; Boğaziçi’nde İncir karyesi civarında
Hidavendigâr Müşiri (Bursa Valisi) Mustafa Nuri Paşa adında bir
zat bir «Cam ve Billûr fabrikası» yaptırmıştır. Mustafa Nuri Paşa (1798-
1878) Sultan Mahmud II tarafından saraya alınmış, önce tırnakçı, daha
sonra sır kâtibi olmuştur. Çeşitli valiliklerden sonra Serasker de olan Nuri
Paşanın valilikleri arasında Bursa valiliği de vardır. Onun bu fabrikası hakkında
Sadaretten Saraya yazılan 14 rebiyülâhir 1262 (II Nisan 1846) tarihli
bir tezkerede (—Tasnifin cinsi-mesail-i mühimme: No. 616) Mustafa Nuri
Paşa’nın rica ve iltiması üzerine fabrikanın Padişah tarafından satın alınarak
«Emlâk-i hümayun’a idhalen Darphane-i âmire’den imal ve idaresi hususuna»
ferman çıkarılmış olduğundan, bu emrin yerine getirilmesi için Darphane
20
Nazırı tarafından teşebbüse geçilmiş, fabrikanın Evkaf-ı hümâyûn hâzinesinden
Sultan Mustafa vakfı arazisinde onbeş bin zirâ’karelik arsa ve içindeki
«bir masura mâ-i leziz», aylık 320 akçe icare-i müeccele ile Mustafa
Nuri Paşaya kiralanmış, fabrikanın, artan kiralar nedeniyle icaresinin yıllık
64 kuruşu mukataaya bağlanarak, aynı yılın muharrem ayının ilk gününden
itibaren (30/XII/1845) Darphane tarafından vakfa ödenmesine Evkaf
nazırmca padişahtan izin istenmiş, o da uygun görmüş; bu suretle fabrika
devlet idaresine geçmiştir. Fabrika ve idareyi devralan Darphane Nazırı
Tahir Beyin başarılı bir yönetim sonunda ertesi yılın başında ilk ürünleri
padişaha sunmuş olduğu anlaşılıyor. Çeşme-i bülbül sözünün menşei hakkındaki
bütün tereddütleri ortadan kaldıracağı ve tarihsel gerçekleri daha
iyi aydınlatacakları için bu birkaç belgeden bahsedeceğiz. Fabrikanın mamûlleri
padişaha sunulmuş, o da içlerine birer pusula yazılıp konarak sadrazama
gönderilmesini, sadrazamın da padişah adına Şeyhülislama ve öteki
nazırlara dağıtmasını irade etmiş olduğu Mabeyinden gönderilen 8 muharrem
1263 (27/XII/1846) tarihli bir tezkere ile (Mesail-i mühimme: No.
629) sadrazama bildirmiştir. Sadrazam, ertesi gün tarihli cevabı ile kendisinin
ve hediyeleri dağıttığı öteki nazırların teşekkürlerinin padişaha ulaştırılmasını
Mabeyin müşirinden rica etmiştir. (25) İşte bu yazışmalardan
10-12 gün sonra yayımlanmış olan Takvim-i Vekayi’deki haber bu yazıların
21
bir özetinden meydana gelmiştir. Mabeyinden yazılan ilk yazıda fabrikaların
durumu aşağı yukarı Takvim-i Vekayi’de ki ibarelere benzer cümlelerle
anlatıldıktan başka biraz daha tafsilat verilmektedir :» Boğaziçi’nde
Çubuklu nam mahal civarında olup bundan akden bil-iştira imârına
rağbet-i senniyye-i hazret-i şâhâne bî diriğ buyurula gelen billûr fabrika-i
hümâyûnunun suret-i hüsn-i tanzimi Darphane-i âmire Nazırı atûfetlü beyefendi
hazretlerine emr-ü ferman buyurulmuş olduğuna binaen mîr-i mûşarrün-
ileyh hazretleri muktezayı sıdk u istikameti üzre Avrupa canibinden ustalar
celbettirerek fabrika-i hümayûn-ı mezkûrun hüsn-i tanzimine bed’ ve
mübaşeretle… bu taraflarda bulunmuş olan maden cevherinden olarak
çeşm-i bülbül tabir olunur makbûl ve mûteber nevi billûrun bu defa imâl
ettirilmiş olan nümûneleri… kâffe-i vükelâ-yı fihâm hazeratının dahi meşhûdları
buyurulmak» iradesiyle gönderildiği anlatılıyor. Sadrazamın teşekkür
cevabında da: «Bu kerre çeşm-i bülbül tâbir olunan billûr-ı makbûl
ve mûteberin…» denilerek çeşmi bülbülün anlamı hakkında tereddüt kalmayacak
bir aydınlık getirmiş oluyor. (İrade Dahiliye tasnifi: No. 6874)
Arşiv belgeleri arasındaki 21 Ramazan 1261 (23 Ağustos 1845) tarihli,
Meclis-i vâlâ’da, görüşülen konuların Padişaha arzı dolayısiyle rastlanan
belgelerde (İrade Meclis-i vâlâ tasnifi: No. 1311 ve ekleri) «Boğaziçi’nde
kâin Paşabahçesi nam mahalde kumpanya veçhile inşa olunmuş
fağfûrî ve çini ve pota ve ağnad (?) tuğlası fabrikası’ndan bahsedilmektedir.
Bu fabrikanın «Eser-i İstanbul» markası ile porselen eşya yapan fabrika
ile bir ilgisi olup olmadığı İncelenmeğe değer; Ancak, cam yapımı ile
uğraşmadığı için konumuz dışında kalmaktadır.
Bu yeni belgelerin kesinlikle öğrettiği en önemli iki nokta, çeşmi bülbül’ün
bir kristal çeşidi olduğu ve cam fabrikasında çalıştırılmak üzere
Avrupa’dan ustaların getirildiğidir. Bu ikinci bilgi, ibrikler ve benzerlerinin
altında görülen fransızca rakamları da izaha yardım etmektedir.
Daha önce de edindiğim şifahi bilgiler cümlesinden olmak üzere gazeteci,
yazar, mütercim ve uyanık bir İstanbul Efendisi olarak tanıdığım
merhum Fikret Adil, Tahran’da görüştüğümüz bir vesilede, Beykozları
imâl eden işçilerin bir kısmının İtalyan olduklarını ifade etmişti. Ne gibi
bir kaynağa dayandığını bilmediğim bu ifadede o zaman da bir olağan dişilik
görmemiştim. Çünki, İstanbul’da, Cumhuriyet döneminden önce, binlerce
İtalyan sanatkâr, işçi, tüccar ve benzerlerinin yaşadığı bilinmektedir.
İki ülke arasındaki kültür ve sanat alış verişinin ise eski bir geleneği ve
tarihi vardır. Bu konuda kısa bir istitrat yaparak kişisel bir müşahademi
anlatmakta yarar görüyorum: 1967-1969 yılları arasında görevli bulunduğum
İtalya’da çeşitli vesilelerle ziyaret ettiğimiz Venedik’te «Fondazione
Giorgio Cini» denilen vakfın San Giorgio Maggıore adasındaki kültür mer22
kezi kütüphanesinde bize, geçmiş devirlerde Türk-İtalyan İlişkilerinin çeşitli
tezahürleri arasında, İtalyanca eserlere Türk Sanatkârları tarafından
Venedik’te yapılmış kitap ciltleri bile göstermişlerdi. Bu itibarla mevlevî
Mehmed Dede’nin o devirlerde, yani XIX. yüzyılda, Camcılığın yeni bir
icat ve modası olan opal cam eşyanın yapım tekniğini, söylenildiği gibi,
Venedik’te öğrenmiş, ya da geliştirmiş, sonra İstanbul’a dönüp imalâthane
açmış olmasında da inanılmaz bir taraf yoktur. Bununla birlikte, bu iki noktada
yazılı orijinal belgelerin o zaman aranıp bulunmamış olmasından dolayı,
daha ileri tahminler yapmak yerinde olmaz kanısında idim. Bugün
bu cihet kesinlik kazanmış oluyor. İtalyanlardan başka Fransızların da
getirildiği anlaşılıyor. (26)
Yalnız, Beykozlarm yapımında bazı İtalyan veya Fransız ustalarının
da çalışmış olması, ya da Mehmet Dede’nin bu işi İtalya’da öğrenmiş bulunması,
bu eserlerin Türk sanatından bir parça oluşlarını değiştirmez. Onlara
bakılınca Türk zevki, Türk eli esasen hissedilmektedir.
Diğer yandan, yukarıda da değindiğimiz gibi ta Fetihden beri Avrupa’dan
cam ve cam eşya ithal edildiği, Avrupa’ya canım ham maddesi,
kumu ihraç edildiği gibi mamûl camların da gönderildiği, yalnız bundan
cam mayasının istisna edilip ihracının bir devre yasaklandığı da tarihçe
saptanmaktadır. Yine yazmış olduğumuz gibi daha eskilere gidilince Venediklilerin
ve Bohemyalılarm yeni tarz camcılığı Yakm-Doğu’dan, Şam ve
Halepli ustalardan öğrendikleri de bilinen bir şeydir. Ama, bu gerçek de
Murano, ya da Bohem camlarının Şam işi oldukları anlamına gelmez.
Osmanlı döneminde cam endüstrisindeki son teşebbüs, 1899 tarihinde
Saul Modiano adındaki bir İtalyan yahudisinin Paşabahçe’de kurduğu ve
1902 yılında 500 işçi çalıştıran fabrikadır.
«Ancak, devletin ve şahısların yaşatmak istedikleri bu fabrikalar da
Avrupa fabrikalarının rekabeti karşısında tutunamamışlardır. Dışardan gelen
cam eşyaya kapitülasyonlar sebebiyle gümrük tahditleri ve zamları konulamadığmaan,
himayesizlik yüzünden, yerli sanayi ezilmiş ve ortadan
kaybolmağa yüz tutmuştur.» Bu durum ancak Cumhuriyet döneminde değişmiş
ve 1935’de kurulan (Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları Anonim Şirketi)
ile yeni bir dönem açılmıştır.
Sanatlı cam eşyasının çeşitli nedenlerle kayboluşundan duyduğu üzüntüyü
dile getiren Prof. C.E. Arseven: «Bu mamullerden ancak müzelerde
ya da eski Türk cam eşyasını toplayan meraklılar elinde pek az parçaya
tesadüf edilmektedir» diyor.
Beykozlarm, zamanında pek nâdir olmadıkları gibi yalnız memleketimizde
değil, Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli bölgelerinde ve hatta komşu
ve uzak müslüman ülkelerinde de büyük rağbet gördüğü, bu yüzden
23
başka memleketlerde de imâl ve kopya edildiği bir vakıadır. Beykoz -ve
benzeri- cam eşyaya, İran, Suriye ve Lübnan, Yunanistan, Kıbrıs, Tunus
ve Mısır’da v.b. oldukça bol sayıda rastlandığı gibi Hindistan’a, Haydarâbad’a
kadar yayılmış oldukları da saptanmaktadır.
Yukarıda, bu incelemeyi yapmağa ve yazmağa beni sürükleyen sebebi
anlatırken, renksiz Beykoz cam ve opal camlarına, görevle bulunduğum
İran’da (27) çok sayıda rastlayarak toplamak ve incelemek fırsatı bulmak
olduğunu belirtmiştim. İran’da Beykozlarm, Kaçar Hânedanından Feth
Ali Şah (1797-1834) zamanında çok rağbette oldukları ve kalanların o
dönemden arta kaldıkları söylenir; Tahran’dan başka Azerbaycan şehirlerinde
ve eski pâyitaht İsfahan’da da pek çok rastlandığı anlatılırdı. Tarihi
gerçeğe uyan bu söylenti, Beykozlarm memleketimizde yapıldıkları yılları
göstermek itibariyle de değerliydi.
Öte yandan, Şam Millî Müzesi Müdürü Hassan KAM AL, (28) opalin
denilen «cam porseleni’nin XVIII nci yüzyılda Reaumur tarafından
keşfedildiğini, fakat gerçekte opal cam imalinin ancak XIX. yüzyılda
geliştiğini anlattıktan sonra, diyor k i : «Lamba, tuvalet eşyası, su bardağı,
tabak, şamdan gibi her çeşit opal cam eşyası o derece moda haline
gelmiştir ki, sadece Avrupa’da değil, 1870’e doğru Doğu’da da bir çarşı
metaı haline gelmiş ve bu tarihte Suriye’nin zengin aileleri bu güzel
şeyleri evlerinin süsü olarak, ya da günlük ihtiyaçları için satmalmaya,
toplamaya başlamışlardır. Camdan, kristalden ve opal camdan güzel
eşya yeni gelinlerin çeyizine konuyor, ve o tarihten itibaren, zengin
büyük ailelerde de özel koleksiyonlar yapılmaya başlanıyordu. Daha
eskilerde Osmanlı sarayları, Avrupa’da Şark zevkine ve geleneklerine uygun
şekilde yapılmış bu güzel eşya ile dolup taşıyordu. Osmanlı Sultanları
Avrupa fabrikalarına şekil ve dekorasyon bakımından kendi zevklerine uygun
biblolar sipariş ederler; münasip vesilelerde bunları valilerine yabancı diplomatlara,
sarayın yüksek memurlarına ve İstanbul’a gelen misafirlere hediye
olarak verirlerdi. Doğuluların zevkini anlayan cam imalâtçıları bu zevke
cevap veren eşya ve biblolar yapmaya başladılar ve o tarihten beri de çarşı
ve pazarda bu çeşit eşya muntazaman bulunmaya başladı.. XVIII. yüzyılın
başında Bohemya’lı cam ihracatçılarının, Beyrut, Kahire ve İstanbul’da
imalâthaneleri bulunan cam şirketleri halinde gruplaşmış oldukları
da görülmektedir. Cam sanatkârlarının kesme ve boyalı Bohemler üzerine
bir İstanbul manzarası yahut padişah turası (effigie du sultan) gibi motifler
yapmaya başlamaları bu zamana rastlamaktadır. XIX. yüzyılda, Bohemya
ile Yakm-doğu arasındaki ilişkiler giderek daha da sıklaşmıştır..»
Praglı Karel Hettes’i teyit eden Suriyeli Müze Müdürünün yanılmış
olduğu bazı başka noktalar göze çarpıyor :
24
Fransız Kristalciierinin Türk stili olarak yaptıkları opal cam şekilleri :
1 – 2 : Saint-Louis 1835 Türk tipi şişeler, 3 : Türk tipi firuze mavisi. 4 : Beyaz
mine firuze vazo. 5 : Clichy kristal imalâtı Türk tipi (â la Turquie)
sürahi, bardak ve tabak
25
Yazarın, makalede, Türk zevkine göre dış ülkelerde yapılmış gibi gösterdiği
iki gülâbdan, bizde pek tutulan elmalı Beykozlardandır. Bunları
Fransız yapısı gibi gösteriyor. Halbuki Fransız opalinleri doğu için yapılmış
olsalar da asla bizimkilere benzememişlerdir. (29)
İstanbul manzarası, padişah tasviri ya da turası ile eski Bohem cam
ve kristallerinin varlığını biliyoruz. (30) Bizde hemen hemen hiç görülmeyen
bir başka tür Bohemler de, Kaçar şahlarının portreleriyle İran’da çok
görülenlerdir. Ama, yazar Kamal’in, Bohemyalı ihracatçıların İstanbul,
Beyrut ve Kahire’de açmış oldukları fabrikalarda yapıldığını yazdığı Doğu
için yapılmış Bohem opal camları da bizim Beykozlara benzeyen şekil
ve desenlerde yapılmış değildir.
Ayrıca, cam eşyanın Doğu’ya aktığı kaynak memleketi sayılabilecek
İtalya’da, çeşmi bülbüle benzeyen latticinio camlarının çok görülmesine
mukabil ne müzelerde ne de antika ticareti yapan müesseselerde Beykozlara
rastlanmadığını kaydetmek isterim.
Beykoz işlerini, başka Avrupa mamûllerinden ayıran bir özellikten
yukarıda biraz bahsetmiş, Beykozlarm arkasından ışık tutulunca ziyayı kırmızı
renkte yansıttıklarını, diğerlerinde bunun görülmediğini, Türk Ansiklopedisini
kaynak vererek anlatmıştık. (31) Bu görünüşün, Beykoz camlarının
terkibine giren kumun özel kalitesinden ileri geldiği yaygın bir inanıştır.
(32) Belki de bunda bir gerçek payı vardır. Böyle bir kumun bulunduğu
rivayetini duyan Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikasının uyanık ve kültürlü
Genel Müdürü Şahap Kocatopçu, bu kumun araştırıldığını, fakat kesin
bir sonuç alınamadığını 1962 yazındaki bir konuşmamızda bana ifade etmişti.
O zaman, Paşabahçe fabrikasının kum sağladığı kaynaklarda yapılmış
olduğunu sandığım bu araştırmadan sonra yeni araştırmalar oldu mu
bilmiyorum. Hatıra, elbette, bu kumun belki de, geçmiş asırlarda dış ülkelere
ihraç bile edilmiş olan Kumboğazı kumu olup, olmadığı geliyor!..
Beykozlarm kırmızı ışık yansıtmaktan başka, diplerindeki kesme göbeği
veya çukuru denebilecek izlerin özelliği, kulpların ve ayakların yapıştırılış
şekilleri ile de ayrıldıkları söylenir.
Beykozlarda marka bulunmayışından yakmıldığım, yukarıda yazmıştık.
Buna ek olarak, kimyasal bir tahlillerin yapılmadığı için başka opal
camlarla olan farkların kesinlikle saptanamadığı, yabancı opal camlardan
da kırmızı ışık yansıtanlar bulunduğu bazan ileri sürülmektedir.
Bir kimyasal analizle bazı deliller sağlansaydı ve hatta bir marka dahi
konmuş olsaydı —ki bir çoklarında motif ve süs olarak türkçe yazılar ve
ayyıldız vardır— Beykozlarm Türk yapımı olduklarından şüphe edecek26
leri iknaya yetmezdi sanırım. Zira benzeşen eserler dolayısiyle bu kabilden
tereddütler, ihtilâflar daima mevcut olmuş ve olacaktır. Madam Amic,
Fransız kristal ve opal camları için de aynı şeyi söylüyor. «En son zamanlarda
yapılmış ve tamamiyle alelâde bir kalitedeki bazı eşya müstesna hiç
bir parçanın markası yoktur; bir kristal imalâthanesinin mamulleri ancak
menşei kesin olarak bilinen imalât ile benzetme ve kıyaslama ile belirlenebilir
».
Bir eseri bir ulusa mal eden şey, büyük ölçüde, onu yaratan dimağ ve
ellerin milliyetidir. Bununla birlikte, ulusal ortaklaşa zevkin ürünü olması,
o zevke cevap vermesi de o derece önemlidir. Bu itibarla, yukarıda sözünü
ettiğimiz ayırıcı vasıflara, şekil, renk ve bezemeler gibi özellikleri de ekleyerek,
Beykozlarm Türk olanlarını, anlayan göz oldukça isabetle ayırabilmektedir
: Tıpkı başka müslüman memleketleriyle müşterek olan sanat eserlerimizin
farkını görebildiğimiz gibi…
Beykoz mamûllerinin, ister opal cam olsun, ister cam veya kristal eşya
olsun, Feth Ali Şah devrinde İran’da büyük rağbet görmüş olduğunu,
Suriye’de de moda haline geliş dönemini yukarıda kaydetmiştik. İran’da,
aradan geçen birbuçuk asırdan beri, ailelerin elinde kalabilip de zamanımızda
gerek evlerde, özel kişilerde bulunan, gerek antikacı dükkânlarına intikal
edip, satılan miktara bakılacak olursa ve öte yandan pek kolay kırılan
bu eşyadan bugün memleketimizdekinden de çok oranda bulunmakta
olması gözönüne alınırsa, İran’a ihraç edilmiş olan bu Türk mamûllerinin
popülaritesi hakkında bir fikir edinilebilir. Türk mamûlleri (gülâbdan,
vazo, lâleden, şamdan, fincan, kuş şeklinde siseler, kaplar v.b.) o derece
İranlı’ların zevk ve ihtiyacına cevap verip rağbet görmüştür ki, benzeri
Avrupa mamûlleriyle rekabet edebildikten başka yerli taklitlerinin yapılmasına
da yol açmıştır. (33)
BEYKOZLARIN CİNSLERİ :
Beykoz’da kristal, cam ve opal camdan çeşitli eşya yapılmıştır. Bunların
renk ve cinsleri az çok belli ise de çeşit ve şekilleri kesinlikle saptanabilmiş
değildir. Bu incelemede, yazılı kaynakların kısmen bildirdiklerini,
kendi görüp tesbit ettiklerimize ve koleksiyonumuzda bulunanlara dair
bilgileri de ekliyerek vereceğiz. Müzelerimizdeki ve özel koleksiyonlardaki
başka örneklerle de karşılaştırılarak Beykoz imalâtının tam bir listesi yapılabilir.
Beykoz işi deyimini, (Çeşmi bülbül) denilen nadide eşyayı özel bir
tür olarak ayırıp, renkli – renksiz kristal, cam veya opal camdan yapılmış,
27
asıl, Beykoz denilince anlaşılan çeşitlere tahsis etmek yerinde olur kanısındayım.
1) Beykozlarm renksiz saydam camdan ya da renksiz kristalden yapılmış
olanlarının, renkli opal camlardan daha eski oldukları söylenir.
Renksiz cam, ya da kristalden, yaldızlı bezemelerle süslenmiş zarif
eşya da genellikle opal ve renkli camlarda görülen şekillerdedir. Belki,
leğen – ibrik, tabaklı büyük kâseler ve büyük şişeler gibi opal camlarda
rastlanmayan bir kısım büyük boylar müstesna, renksiz camlarda da aynı
geleneği izlemek mümkündür. Bezeme olarak hakim olan şekiller daha
çok yaldızla yapılmış bitkisel motifler, gül ve özellikle maydanozdur. Bu
nedenle Beykozlarm bir türüne (maydanozlu) denildiği de vardır. Renksiz
Beykozlarda kapaklı eşyanın kapak tutamakları çoğunlukla mevlevî şeyhi
sikkesi şeklindedir. Bunu, kurucu Mevlevî dervişi Mehmet Dede’nin bir etki
ve hatırası saymak belki de isabetsiz bir tahmin olmaz!..
2) Beykozlarm en tanınmış türleri opal camdan yapılmış olanlarıdır.
Opal cam; bizde eskiden «Ayn-üş-şems» denilen kıymetli taşlardan opaPe
benzeyen, camdan yapılmış, fransızca «opaline» diye anılan —vazo, bardak,
sürahi v.b. gibi— şeylere verilen addır. Opaline’ler Fransa’da II. İmparatorluk
döneminde pek makbuldüler. Türkiye ve Fransa’dan başka,
özellikle İtalya, Çekoslovakya (Eski Bohem), Rusya ve daha başka memleketlerde
de opal camdan çeşitli eşya yapılmıştır.
Opal camların, ilk icadını izliyen dönemlerde yapılan sanatlı eşya, dolayısiyle
eskiden büyük değer ve itibarları olmuştur. Günümüzde bu cam
türünün kendisinden ötürü özel bir değeri yoktur. Bugün, endüstride opal
camdan anlaşılan manâ, çeşitli kalıplara dökülen ve saydamlığı giderilmiş
(devitrifie) cam cinsidir ki istasyon binalarının, hastahane salonlarının, ışık
alacak yerlerini v.b. kaplamak için kullanılır.
3) Beykozlarm bir başka türü olarak da renkli fakat opalden olmayan,
dolayısiyle ışığı kırmızı süzmeyen, renkli adî camdan yapılmış olanlarını
sayabiliriz. Bunlara kırmızı, mavi, lâcivert v.b. renklerde tesadüf
olunmaktadır. Şekil ve desen bakımından diğerlerine benzerler.
BEYKOZ ÇEŞİTLERİ :
Türk Ansiklopedisine göre; «Beykoz isleri içinde görülen çeşitler
şunlardır : Ayaklı ve ayaksız şekiller, kapaklı bardak, kandil, kapaklı kâse,
lâledanlık, sürahi, çeşmi bülbül, karlık, gümüş kapaklı matara, fincan
ve tabağı, v.b.. Beykoz işi ilâç kapakları da dikkate değer.» Ansiklopedi
buna, şekille ilgisi olmayan şu bilgileri de katar : «Yüzyıllar boyunca en
28
ı
Çeşmi Bülbül Karlık (Topkapı Sarayı Müzesi)
çok mavi rengin kullanıldığı görülüyor. Bunlardan başka kristal cam işlerine
de rastlanır.» (IX, s. 222)
Ansiklopedinin metninde çeşmi bülbül kelimesinden sonra virgül konmuş
olması bu sözün bir eşya biçimi anlamına da geldiği izlenimini yaratmaktadır.
Meydan – Larousse’daki liste de aynıdır; sadece sırada takdim
tehir yapılmıştır. Onda da çeşmi bülbül, tamamiyle bir şekil imiş gibi anlaşılır
hale gelmiştir. Aslında Türk Ansiklopedisinde çeşmi bülbül karlık
kasdedilmiş olmalıdır.
Bu listeden, yalnız çeşmi bülbül olarak görülen bazı şekiller çıkarılmak
ve sayılmayan öteki eşya eklenmek gerektiği görülecektir.
1. Gülabdan:
Beykozlarda en çok görülen çeşitlerden en az rastlamlanlarına doğru
bir sıra güdülecek olursa, önce akla gülâbdan veya gülâbdanlıklar gelir.
Beykozlarm, en çok görülen ve dolayısiyle en çok yapılmış oldukları
inancı veren şekil, gül suyu serpmeye mahsus şişelerdir. Bizim özellikle
gülâbdan dediğimiz bu muayyen şekilli şişelere İran’da genel bir ad
(Gulab-pâş) ve bizdeki gülâbdanlara da Kalenden denmektedir. Şekil, desen
ve renkleri çok değişen bu şişelerin ağızları dişi yivli yapılmış olup, burgu
şeklinde yiv açılmış ortası delikli emzik kapaklar takılmak suretiyle gül
30
suyunun serpilmesinde kullanılmıştır. Bunlara, üzerlerinde hiç tezyinat olmayan
süt renginden, mavi, yeşil, kırmızı renklerin çeşitli tonlarına kadar,
gerek opal cam, gerek adî cam veya kristal olarak birçok ton ve boyda
tesadüf edilmektedir. Opal camdan beyaz ve süt renginde olanları daha
makbul tutulmaktadır.
Gülâbdanlarm üzerinde, çok ince bir zevk ve ustalıkla işlenmiş meyve,
çiçek resimleri, büyük, küçük geometrik şekiller ayyıldız v.b. bulunur.
Form itibariyle de büyük bir çeşitlilik arzederler. Elma veya diğer meyve
resimleriyle süslü olanları ya da hendesî nakışlıları daha az bulunmakta
ve dolayısiyle daha değerli sayılmaktadır. Gülâbdanlarm üzerindeki bezekler
diğer Beykozlar üzerinde de görülür.
2. İbrik :
Beykoz mamûlatmm nisbeten bol bulunan, fakat sakatlanmaları daha
kolay oldukları için daha kıymetli sayılan ikinci yaygın şekli, kulplu
ve emzikli ibrik biçimindeki gül suyu serpicileridir. İbrikler de, desen ve
renk itibariyle, gülâbdanlar gibidir. İbriklerin desen ve bazı yapılış farklariyle
benzeri Rus, Fransız veya Bohemya v.b. mamûllerinden ayrılması
mümkündür. Daha ince ve ışığa gösterilince kırmızı bir ziya veren opal
camdan ibriklerin kulplarının gövdeye yapıştırılış tarzları da diğerlerinden
ayrılmalarını mümkün kılar.
İbriklerden bahsederken ilgi çeken bir nokta üzerinde biraz durmak
yerinde olacaktır; Beykoz ibriklerinin ve daldırma, şamdan v.b. gibi iki
parçadan oluşan başka cam eşyanın içinde veya altında bazan lâtin harfli
rakamlara tesadüf edilmektedir. XIX. yüzyılın başında memleketimizde
Arap harfleri kullanıldığı hatırlanırsa, o zamanlarda, İstanbul’da yapılan
bu ibriklere fransızca rakamlar konulmuş olmasının sebebini izah ilk b a kışta
mümkün gözükmüyor. İbrikler elle yapıldıkları için ağızları çeşitli genişlikte
düştüğünden, her ibriğin kapağının da birlikte yapılması lâzım geldiği
muhakkaktır. Hangi kapağın hangi ibriğe ait olduğunu kolaylıkla
ayırabilmek için, ikisine de aynı numaranın konması icap etmiştir. Gerçekten
de, bazı orijinal kapaklı ibriklerde, ibrik numarası ile kapak numarasının
aynı oluşu bunun delilidir.
Bazı ibrik ve kapaklarda nâdiren arapça rakamlara tesadüf edilmekteyse
de genel olarak, numaralı ibriklerde fransızca rakamlarının bulunması,
o ibriklerin Beykoz değil, Avrupa işi olabilecekleri şüphesini yaratmaktan
hali kalmıyor. Bununla birlikte, Beykoz işi olduğu muhakkak olan
ve gülâbdan ve vazolardaki motif ve renklerin tıpatıp aynı motiflerle opal
camdan yapılmış bulunan ibriklerde de öyle fransızca numaraların bulu31
nuşu bu şüpheyi kısmen zayıflatmakta ve bu vakıaya bir izah bulunmasını
gerekli kılmaktadır. İleride belgeler bulundukça belki bir gün kesin olarak
anlaşılacaktır. Bugün için hatıra ilk gelen tahmin Beykoz imalâthanelerinde
çalışan İtalyan veya Fransız ustaların son kontrollerde kullanış kolaylığını
temin için koymuş olduklarıdır. Fransızca numaralar, memleket
dışına sevkolunan ibriklere konulmuş ve bu suretle Yunanistan, Adalar,
hatta İran v.b. gibi, yabancı ülkelerde rakamlar kolayca okunarak ibrikle
kapağının birleştirilmesi temin edilmek istenmiş olmalıdır. Bugün İran’da
bulunan ibriklerin de hangi memlekete gideceği bilinmeyen fakat ihracat
için ayrılanlardan olması tabiî’dir.
3. Lâledan:
Aslı lâledan olan ve şükûfedan (-çiçeklik) de denilen vazolar, tek bir
lâle konulabilecek kadar ince olanlarından çeşitli boylara kadar mevcuttur.
Bunların renk, şekil, boyut ve desenleri de çeşitlidir. Gülâbdan ve ibriklerde
olduğu gibi, çiçek, elma, kiraz resimlileri, iri, ufak geometrik desenlileri,
ayyıldızları vardır.
Beykoz imalâthanesi devrinden daha eski olduğu rivayet edilmekle
birlikte Beykoz olarak anılan, hatta bazılarınca çeşmi bülbül sayılan sarı,
koyu sarı veya mavi renkte bir camdan yapılmış çok uzun ve ince boyunlu
lâledanlar, ancak pek azı Topkapı ve Ankara Etnoğrafya Müzelerinde
örneklerine rastlanabilen ender bir türü de bu arada saymak gerekir.
Ne zaman yapıldıkları kesin bilinmeyen bunların pek mahdut oldukları,
başka ülkelere ihraç edilmedikleri söylenebilir.
Lâlelik ve vazoların renksiz camdan, maydanozlu olanları da vardır;
değerce daha düşük sayılmakta fakat bugün daha az bulunmaktadır.
4. Kuşlar:
Genellikle güvercin, kumru, ördek, v.b. biçiminde renkli cam ya da
çeşitli renkte opal camdan yapılmış gulâp-paş’lara, yani serpicilere tesadüf
edilir. Nakış ve motifleri, öteki Beykozlarınkine de benzeyen bu pek zarif
ve dekoratif bibloların gülsuyu serpmekten başka bebek emziği, biberon
olarak kullanıldığı da, İran’da, rivayet edilmektedir.
Aslında az rastlanan kuşların, pek nazik kısımları dolayısiyle, hiç kırılmamış
örneklerini bulabilmek son derece zordur. Bunların hemen hepsinde
bazı kırık ve noksanların bulunması İran’da bir batıl inanışla izah
edilmek istenir. Uzun yıllar boyunca daha iyi saklanamamış olmalarından
dolayı ötesi berisi kırılmış olmaları daha kuvvetli bir ihtimal ise de, ilgiye
değer olması nedeniyle bu batıl inanış söylentilerini naklediyorum: Tahran’da,
bilhassa antikacılar tarafından, anlatıldığına göre bu kuşlar İran’-
lılar tarafından kasden kırılırmış. Feth Ali Şah devrinde her kızın çeyizinde
gülâbdan, ibrik, sükûfedan v.b. arasında kuş şeklindeki gülsuyu serpmeye
yarayan şişelerden de bulunması şartmış. Güvey, gerdeğe girdiği gece,
eline gülsuyu dökülen kuşun bir tarafını kırar, bu suretle, yeni kurulan
yuvaya nazar değmesini önlemek istermiş… Bir ikinci rivayet de şudur;
pek cici ve kıymetli bir biblo olan bu kuşların kusursuz şekilde saklanması
günahmış, onlara kudsîyet verilmediğini, bir çeşit totem veya fetiş gibi
saklanmadıklarını isbat etmek için kasden kırmak adetmiş. Sebep ister
zamanın kıran eli, diler kasden kırma olsun, bugün İran’da ve bizde her
yanı sağlam şekilde Beykoz işi kuş bulmak büyük şanstır. Bu kuşlardan
baş ve kuyruğu sarı madenle tamamlanmış bir örneği Etnoğrafya Müzesinde
görülmektedir. Yurdumuzda bugün en zengin ve eşsiz bir kuş koleksiyonu
İstanbul’da genç ve değerli amatörlerden Suna ve İnan Kıraçlardadır.
5. Şamdan:
Beykoz Mamûlleri arasında opal camdan şamdan da yapılmış olduğu
pek malûm değildi. İran’daki araştırmalarımız sırasında gülâbdanlarm nakış
ve çiçekleriyle veya ay, yıldızlı iki çift şamdan da bulunmuştur. Şam33
danlar, kullanışlı bir eşya olmalarına rağmen her nedense, kuşlardan da
nadirdirler. Zarafet, biçim ve nakış itibariyle birer küçük şaheser olan bu
örneklerin Beykoz işleri arasında en güzellerinden olduğu muhakkaktır. İbriklerde
olduğu gibi şamdanların altlarında da, çiftleri kolayca bulabilmek
için, bazan fransızca numaralar konmuştur.
6. Fincan ve Tabak :
Renksiz camdan mûtad kahve fincanlarından başka opal camdan, form
itibariyle pek zarif, gobelet diyebileceğimiz bir ayrı tip fincanlara da rastlanmaktadır.
Çok çabuk kırılan şeylerden olduklarından fincanlar bugün
nisbeten az bulunabiliyor. Tabakları, fincan ve gobelet’leri nakışlarından,
çiçeklerinden ve kulplarının yapıştırılış tarzından Beykoz işi olarak kolayca
tanımak mümkündür. Zarif ve hususî bir şekilde kulplu gobelet’lerin,
eski bir tabirimizle Fiske denilen küçük el şamdanları olduğu da söylenmektedir.
7. Bardaklar, Daldırmalar:
Beykoz’da cam, kristal ve opal camdan çeşitli bardaklar yapılmıştır.
Opal camdan süt rengi ve başka renklerde kulplu, çiçeklerle bezenmiş su
bardakları, günlük kullanma için yapıldıklarından ötürü, zamanla kırılarak
çok az bulunur hale gelmiştir. Kulplar, ibriklerdeki usulle yapıştırılmıştır.
Çeşitli biçimlerde görülen opal cam bardaklardan başka, yine bardak gibi
kullanılabilen ve daldırma adı verilen kulplu, bodur kupalar vardır.
Bardakların renksiz cam ve kristalden yapılmış olanları bazan ayaklı,
dökme kristalden de yapılmıştır. Böyle, gül veya maydanoz desenli kaim
bardakların da Beykoz işi oldukları söylenir. Ayaklı küçük kadehleri de
bu arada zikredebiliriz. Bohem, ya da Baccarat fabrikalarının Türkiye ve
Şark için eskiden imal etmiş oldukları kristal ve yarı kristal bardaklara
benzerler. Bu bardaklardan başka, renksiz camdan, opal camlardaki gibi,
kulplu, kapaklı ve kapaksız, yaldızla maydanoz ve kalp şekilleriyle bezekli,
çok kere tabakları da aynı desende bulunan, kupa ve bardaklar da vardır.
Bu Beykoz kupalarında da kapaklar armut veya mevlevî sikkesi biçiminde
tutamaklarla süslüdür.
8. Fıçı, Tabanca v.b. şekillerdeki serpiciler :
Normal gülâbdan biçiminden ve kuşlardan başka, dekoratif gaye ve
düşünce ile yapıldıkları izlenimini veren çeşitli beyaz ve renkli opal camdan
gülsuyu serpicilerinin yapıldığı görülüyor. İlginç olarak rastlanan şe34
killerden fıçı ve eski piştov tabancalarına benzeyenleri zikredelim. Zarif
biblolar olarak eski evlerimizi süsleyen bu Beykozlar da yapım, ve bezeme
teknik ve zevkiyle Türk İstanbul zerafetinin elçileri olarak yabancı ülkelere
ve özellikle İran’a gitmişlerdir. Onları da genel karakterleriyle kolayca
tanımak mümkün olur. Fıçıların ve piştovların, zamanın tahripkâr
elinden kurtulabilmiş tam ve kırıksız olanlarını bulabilmek artık büyük bir
şanstır; Kuşlardan da nadirdirler. Fıçılara yalnız süt beyazı opal camdan
tesadüf ettik. Piştov biçimindeki gülâbdanlar, hem süt, hem koyu mavi
opal camdan, hem de saydam renkli camdan yapılmış olarak görülmektedir.
Koleksiyonumuzdaki, horoz ve tetiki kırılmış süt rengi opal piştovun
üzerindeki yaldızlı desenlere karşılık, Topkapı Sarayı Müzesinde lâcivert
renkte daha tam bir örneği vardır. Ünlü (Cimcoz koleksiyonu’ndan) gümüş
başlıklı daha iri ve güzel bir örnek bugün, Sayın Bülent CİMCOZ’da
bulunmaktadır.
9. Tuzluk, şekerlik v.b. :
Beykoz mamulleri arasında beyaz ve renkli olarak, bir evin çeşitli ihtiyaçlarına
cevap veren gündelik küçük ve büyük kapların da yapılmış olduğu
görülmektedir. O devirlerde tuz, kesme ya da kırma şeker, yahut
şekerleme, reçel ve benzeri şeyler koymak üzere, çeşitli boy ve tipte, muhtelif
renk ve desende yapılmış eşyaya, örneğin İran’da (Gavuthuri) adı verilen
ve toz şekerle karıştırılmış leblebi unu (kavut) koymak için kullanıldıkları
söylenen küçük, şirin kaplara, seyrek de olsa, halâ tesadüf ediyoruz.
Bütün bunların ve daha başka, şekerlemelik (bonbonniere), yumurtalık,
sütlük v.b. gibi eşyanın mevcut oluşu Beykoz imalâthanesinin veya
imalâthanelerinin oldukça uzun bir müddet faaliyet gösterdiği ve birçok
çeşit imalâtta bulunduğu kanısını doğurmaktadır. Bu kaplar ekseriya armut,
palamut v.b. şeklinde ya da kavuk ve sikke biçimindeki kapak saplarıyla
ve genellikle motif ve desenleriyle eski Türk zevkinin cidden zarif
örnekleridir. Kapak saplarının pirinçten yapılmış takma olanları da vardır.
10. Kâseler:
Hem yapıldıkları cam türü, hem biçim ve bezekleri ile çok çeşitlidir.
1) Kapaklı kâseler; cam veya opal camdan renksiz ve türlü renkte yapılmış,
çeşitli boy ve biçimde olanları vardır. Çorba kâsesi gibi büyük olanları
ise ekseriya renksiz cam, ya da kristaldendir. Bunların genellikle bir
mevlevî şeyhi külâhı ile tutulan kapakları bulunmaktadır. 2) Kulplu kâseler;
kapaklı kâselerin büyük bardaklara veya büyük daldırmalara benzeyen
kulpluları da hem cam, hem opal camdan türlü renk ve bezeklerle
yapılmıştır. Bir orta boyuna İran’da (Pâlûde-hûri) adı verilir. Pâlûde, ni35
şastalı bir çeşit palûzedir. Dilimizde pâlûze denilen tatlının konup yenmesi
için bizde de kullanılmış olması muhtemeldir. Bu kulplu ve kapaklı büyük
boy daldırmaların bizde daha çok aşure yemek için kullanılmış oldukları
da tahmin edilebilir. 3) Küçük tas ve kâseler; türlü renk, desen ve boyda
derin veya yayvan opal cam taslar, kâseler, tabakları ile birlikte daha tam
sayılırlar.
11. Sürahiler, kandiller, karlıklar v.b. :
Sürahiler genellikle cam ve kristalden yapılmıştır; renksiz camdan
olanlarına ve çeşmi bülbül türlerine daha çok rastlanır. Bununla birlikte
Topkapı Sarayı Müzesinde opal camdan bir sürahi türü görülür. İran’da
bulunup getirilmiş olduğunu sandığım bu sürahi dışında opal camdan olanına
tesadüf etmedim.
Kandil ve karlıklar da sürahiler gibi daha çok saydam cam ve çeşmi
bülbüldendir. Çeşmi bülbül kandillerin pek güzel örnekleri vardır. Bunların
Venedik işi oldukları da çok kere ileri sürülmektedir. (34) Renkli camdan
Beykoz kandillerinin güzel örnekleri Ankara Etnoğrafya ve İstanbul
Türk – İslâm Eserleri Müzelerinde görülmektedir.
12. Leğen – İbrikler :
Yukarıda bahsettiğimiz, gülsuyu serpmekte kullanıldığı söylenen, küçük
boydaki ibriklerin dışında, büyük boyda ve eski devirlerimizde abdest
almakta kullanılan belli boylardaki leğenleriyle birlikte yapılmış olan ibrikler,
daha çok kristalden, koyu mavi ya da renksiz camdan gül, maydanoz
v.b. bezeklerle süslü olarak mevcuttur. Opal camdan yapılmış leğen –
ibriklere rastlanmamaktadır.
13. Şişeler, bakraç ya da Helke biçiminde camdan kaplar :
Sürahilerin dışında yine üzerleri yaldız bezeklerle süslü boyutları büyükçe,
saydam ve renksiz cam şişeler Beykoz imalâtı arasında çeşitli ihtiyaçlar
için kullanılanları oldukça yekûn tutmaktadır.
Şişelerin kulplu bakraç ya da Helke şeklinde olanları da görülmüştür.
Ankara etnoğrafya müzesinde resmini yayınladığımız yüksekliği 26 Ağız çapı
11.5 cm olan böyle bir cam kap vardır. Müze envanter numarası 8451
olan bu şişe şöyle tanımlanmıştır :
«Şişe bakraç – Müzeye 24.8.1934 tarihinde İstanbul’da Büyük Sahaflariçi
No. 90’da Antikacı Adnan Beyden 8 TL. na satın alınmıştır. Tanımı;
koyu mavi renkli, kulplu, eski Beykoz işi şişe, sırçadan. Altı düz,
36
kulp sabit, ikinci bir sap dışarı doğru bağlantısı ile, bitiş kısmında helozoni
bir özür, küçük bir çatlağı var.»
14. Hokkalar:
Beykoz’da opal ya da adi camdan, kristalden mürekkep hokkası, rıhdan
gibi ihtiyaç eşyasından da yapılmış olması gerekirdi. Bununla birlikte
kullanışı yaygın bu türden, çok seyrek şeyler görülebilmektedir. Koleksiyonumuzda,
kapağı maalesef nakil sırasında kaybolan, bir küçük mürekkep
hokkası bulunmaktadır.
Ansiklopediler, gümüşlü matara diye bir Beykoz yapımından da bahsediyor.
Beykozlara ve çeşmi bülbüllere altın, gümüş, pirinç gibi madenlerden
süs ve çeşitli kısımlar eklendiği; ya da mine ve kıymetli taş ve mücevherlerle
süslendiği görülmektedir. (35) Bunlardan bir kısmı tamir düşüncesiyle,
fakat ekseriya eşyayı daha güzelleştirmek amacıyla yapılmış
eklemelerdir.
Bütün bu saymış olduğumuz eşya, şüphesiz Beykoz işlerinin tam ve
eksiksiz bir listesini teşkil etmemektedir. Belki unutulan, gözden kaçan
önemsiz bir iki çeşit daha kalmış olabilir; bununla birlikte bu listenin pek
de eksik sayılamıyacağı kanısındayım.
Metinle birlikte sunduğumuz renkli ve renksiz resimler ve desenler,
Beykoz işlerinin şekil, renk ve bezemeleri hakkında esaslı bir fikir verecektir.
Resimlerdeki eşyanın ait olduğu müze ya da kişiler gösterilmiştir.
Bir açıklamada bulunmayan resimler, özel koleksiyonumuzdaki örneklerindir.
37
B İ B L İ Y O G R A F Y A
V E
NO T L A R
( 1 ) Kenneth UL LY ETT , Watch collecting, London, Frederick Muller, 1970, p. 77.
( 2 ) Brief Guide to Turkish Woven Fabrics — Victoria & Albert Museum. London, 1950.
pp. 23 + 20 pis. ve Turkish Pottary — Victoria & Albert Museum — London. 1955 pp.
2 + 28 pis.
( 3 ) Bu konuda bak: Türk Ansiklopedisi; Ankara, Maarif Basımevi, 1958 — c. IX ,
s. 222 ayrıca; Prof. Semavî E Y İC E , ad’ıgeçen eser, s. 174 ve devamı, ve «Ankara Halkevi
— Türk Camcılığı Sergisi, 23 Şubat — 23 Mart 1947» Ankara, Ulus Basımevi,
1947 ss: 7 v.d. Semavî EY İC E Prof, â (‘Üniversite d’lstanbul, La Verrerie en Turquie de
I’epoque byzantine a I’epoque. Anales du 4 eme Congres des Journees Internationales du
Verre, pp. 162-182, Liege, Imp. Bernard Centrale Reunies S. A., 1969 — p. 174.
( 4 ) Mehmet ÖNDER, Selçuklu devrine ait bir cam tabak, — Tü rk sanat tarihi araştırma
ve incelemeleri I I , İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Tü rk Sanatı Tarihi Enstitüsü
ya y ın la r ı: 2 İstanbui, M illî Eğitim Bakanlığı 1969, — s. 1. ayrıca S. EY İC E
s. 173 — Arkeolog Erdem YÜCEL , Türk Sanatında Cam İşleri, — Türkiyemiz, 4 aylık
sanat dergisi: Y ıl 4. sayı 12 Şubat 1974 s. 24-25.
( 5 ) Ankara Halkevi; aynı eser. s. 7.
( 6 ) Adıgeçen eser.
( 7 ) ve ( 8 ) Ankara Halkevi, aynı eser, s. v.d. ve ayrıca bak: Tü rk Ansiklopedisi; (C am )
maddesi ve Prof. Eyice; a.g.e. S: 175, 176-177 Meydan-Larousse; (C am ) maddesi.
( 9 ) Prof. S. E Y İC E , aynı eser, p. 174.
(1 0 ) Ankara Halkevi, aynı eser, s. 11; v.s.
(1 1 ) Prof. Ömer Lütfi BARKAN, Türk Yapı ve Yapı malzemesi tarihi için kaynaklar, İstan^
tanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, X V I I nci cilt Ekim 1905 — Temmuz
1956 No. 1-4, Sermet Mtb. ss. 1-26 — Burada bahis konusu olan Hristiyanlar, Osmanli
reayası olup, Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen yerli hristiyanlardır
Prof. Ömer L. BARKAN daha sonra yayımladığı kitabında: Süleymaniye Camii
ve İmareti İnşaatı (1550 -1557) Cilt I. Türk Tarih Kurumu yayını V I . Seri Sa. 10
Ankara T .T .K . Basımevi — 1972 X V + 393 s.
İnşaatın son y ıl ı olan 1557 y ılın ın 27 Mart – 23 Temmuz tarihleri arasında çalışmış
olan camger usta ve şakirtlerin adlarını saptamıştır, 17 usta ve 11 şakirt’ten yalnız
39
b ir i, Dimitri adiı Karamanlı bir Rumdur. S. 329. Bu adlar arasında ünlü sarhoş
İbrahim’in adı yoktur. Ancak, bu liste yalnız kısa bir dönemi göstermektedir.
(1 2 ) R. J . CHARLESTON, The Import of Western glass in to Turkey: sixteenth-eighteenth
centuries, Reprinted from «The Connoissent» May 1966 issue, pp. 4-5.
(1 3 ) Evliya ÇELEBİ (Mehmed Z ı ll î B. Derviş) Seyahatname, İstanbul, 1 3 1 4 -C i lt I. ss: 511,
601, 618, 627-629. Prof. S. Eyice, aynı eser, p. 175 — R. J . Charleston, aynı eser p. 5.
(1 4 ) Ankara Halkevi, aynı eser, s. 12.
(1 5 ) R. J CHARLESTON (Keeper, Department of Ceramies and Glass. Victoria and Albert
Museum London) The Import of Venetian glass in to the Near — East : 15 th — 16 th
century, (Annales du III e congres des «Journees internationales du Verre» Damas
14-23 Nou. 1964-Liege, imp. Bernard et contrale Reunies, s. A., pp. 158 – 168.
(1 6 ) Bak: R. J . CHARLESTON, (1 2 ) nolu notta adıgeçen makalesi…. Venedik Balyosu
Marcantonio Barbaro’nun sadrazam Sokullu Mehmet Paşa cami ve sarayı için yapmış
olduğu kandil ve lâmba siparişi vesilesiyle o tarihlerde Venedik’le münasebetlerimiz
üzerinde ilginç bir noktaya değinelim. Venedik ile barışın bozulmaması için önce Kıbrıs
seferine taraftar olmayan Sokullu’ya rağmen Selim I I. adanın alınmasına karar vermiş,
bunun üzerine 15 Mayıs 1570 tarihinde Osmanlı donanması Beşiktaş’tan Kıbr ıs
seferine denize açılm ış tır . Ada aynı sene içinde ele geçirilmiş ve bir Osmanlı eyaleti
haline getirilmiştir. Sokullu, Venedik ile hemen barış yapmak istemiş, fakat Papa’-
nın önderliği ile Papalık, İspanya ve Venedik Osmanlılara karşı kutsal bir bir lik meydana
getirmişler; 1571 sonbaharında İnebahtı (Lepanto veya Naupaktos) da deniz
savaşında Osmanlı donanması birleşik hıristiyan donanmasına mağlûp olmuştur. Bu
savaştan sonra yeni bir donanmanın yapılmasına Sokullu büyük önem vermiştir. Bu
olayları ve Sokullu’nun ünlü sözlerini Hammer şöye anlatıyor : «Kib r is in fethine ve
İnebahtı bozgunluğuna rağmen İstanbul’da ve memuriyetinde kalmış olan Venedik
balyosu BARBARO Sadrazamın sulha mı harbe mi mail olduğunu anlamak için bir
gün huzuruna gelmesiyle Sokullu şu sözleri irad eyledi : «Hadiseyi ahireden sonra
cesaretimizin ne derece bulunduğunu şüphesiz ki görüyorsun; lâkin sizin zayiatınızla
bizim zayiatımızın arasında büyük bir fark vardır. Sizden bir k ra llık yer almakla
biz kolunuzu kesmiş olduk; siz ise donanmamızı mağlup etmekle yalnız sakalımızı
traş etmiş oldunuz. Kesilmiş bir kol yeniden bitmez; lâkin traş edilmiş sakal evvelkinden
daha ziyade kuvvetli ç ıka r.» Bu cevap beyhude bir tafrafuruşluk değil, hakikate
tamamiyle muafık idi. Çünkü Haziran iptidasında 250 yelkenden mürekkep bir Osmanlı
donanması denize ç ık t ı» .
Hammer, Devleti Osmaniye tarihi, mütercimi Mehmet Ata, İstanbul 1332, Nefaset Matbaası,
S. 274-275 Cilt 6.
Barış ancak Mart 1573 de geri geldiğine göre 900 kandil siparişinin de olsa olsa yine
ondan sonra yerine getirilmiş olabileceğini kabul etmek gerekir.
(1 7 ) S. E Y İC E , aynı eser, s. 178.
(1 8 ) Karel HETTES, Influenees Orientales sur le Verre du Boheme de XVIII e au XIX siecle.
p. 170, 174 dans annales etc. (pp. 169-177)
(1 9 ) R. J . Charleston, aynı eser, s. 9.
(2 0 ) Prof. Celâl Esad ARSEVEN, «Les Arts decoratifs Turcs, İstanbul, Millî Eğitim Basımevi
(D ir . Geen. de la Presse, de la Radiodiffusion et du Tourisme), pp: 179-180. Yazar
40
daha sonra yayımladığı «Sanat Ansiklopedisi» nde (Beykoz iş i) maddesiyle konuya k ısaca
değinmiştir. C. I, S: 217 — İstanbul; Millî Eğitim Basımevi, 1950.
(2 1 ) Nurettin R. BÜNGÜL, Eski Eserler Ansiklopedisi, İstanbul, 1939 S: 43-44 (Beykoz)
maddesi.
(2 2 ) Prof. W.E.S. Turner’in bahis konusu eseri; Glass making in Turkey, adlı ve Journal
of the Society of Glass Technology» t. X X X IV (1 9 5 0 ) pp: 91-95 de çıkan makalesi
olup, Prof. Eyice, bunun Tü rk cam tekniği hakkında önemli bir bilgi vermeyen basit
bir özet olduğunu kaydediyor. Bk. S. Eyice, a.g.s. S: 179.
(7 3 ) N.R. BUNGUL, a.g.e., ( Çeşmibülbül) maddesi s. 66. Çeşmi Bülbüllerin Avrupa benzerlerinden
fark ları hakkında keza bakınız: Meydan-Larousse (C am ) maddesi.
(2 4 ) Bu zat çeşitli kereler Tophane Müşiri olan Rodosizade Ahmet Fethi Paşa’dır. Eser-i
İstanbul bir cam mamulü değil, porselen eşyaya verilen bir markadır. Nitekim bizzat Türk
ve Meydan-Larousse Ansiklopedileri de (Eser-i İstanbul) için «Beykoz’daki ( İn c ir l i Köyü
) fabrikada yapılan damgalı porselenlere verilen ad.» diyerek Ahmet Fethi Paşa’nın
yardımiyle 1845 yılında açılan fabrikadan tekrar bahsediyorlar. Bu itibarla bir yanılma
sonucu cam fabrikaları arasında sayıldığı izlenimi alınıyor. Bu yanılma belki
de Tophane ile Darphane kelimelerinin benzerliğinden çıkmış olabilir. Zira, 1846’da
mamûlleri ileri gelen Devlet erkânına gösterilen Darphane nazırı Tahir Beyin müdürlüğünü
yaptığı bir cam fabrikasından hiç bahsetmemenin anlamı yoktur.
(2 5 ) Bay Nejad Eczacıbaşı, özel koleksiyonunda bulunan mavi kristal Beykoz leğen ibriğin
yalnızca 12 adet yapılıp, zamanın ileri gelenlerine padişah tarafından hediye edilmiş
olduğunu işittiğini ifade etti. Belki de Tahir Beyin fabrikasında o ilk yapılan ve «hadd-i
zatında güzel ve nefis ve matlûb-ı âliye muvafık surette» olduğu belirtilen çeşmi bülbüller
onlar idi.
(2 6 ) «Pirelli Dergisi» nin Kasım 1967 sayısında (Boğaziçi’nin Masalı) başlığı ile ve ( İ s tanbullu)
müstear adıyla birkaç makale yayımlamış olan bir yazar da İstinye ve
Balta Limanından bahsederken şu bilgileri veriyor: «İstinye iskelesinin hemen
yanıbaşındaki beyaz boyalı yalıyı Beykoz Şişe Fabrikasının ustabaşısı M. Pigeon
inşa ettirmiş, Recaizade Ekrem Bey de yalıyı bu fransızdan satın almıtşı. işte
Boğaziçinin ş iir li köşesi İstinye’nin bu en güzel sahilhanesinde Türk edebiyatının en
ünlü edip ve şairleri toplanır ve ebedî sohbetlere d a la r la rd ı… Ekrem beyin üç oğlu
Nejat, Ecmel ve Ercüment bu yalıda dünyaya gelmişlerdi» s. 7. Recaizade Ekrem
Bey’in (1847 -1914) en küçük oğlu Ercüment Ekrem Talu 1888 de doğmuştur. Y a lın ın
inşa tarihi de bundan bir hayli önce olacağına göre M. Pigeon adlı Fransız ustanın
uzunca bir müddet Beykoz fabrikalarında çalışmış olacağı sonucu çıkıyor.
(2 7 ) İran’dû evvelce opalin tabiri yerine Barfeten kelimesi kullanılmakta iken fransızca
opalin sözünün son 15-20 yıl içinde yaygınlaşması sonucunda muhtemelen farsça
(berf-ten) yani kar tenli demek olduğunu sandığım barfeten kelimesi, bir cins kalın
ve ışığı kırmızı renkte süzmeyen beyaz opal camlar hakkında kullanılmaya ve bu
suretle bir fark ortaya çıkmaya başlamıştır. Nurettin Büngül’ün bizde (k ır ılm a z ) adı
verildiğinden bahsettiği beyaz süt renginde tabaklar da böyle bir şey olmalıdır.
(2 8 ) Bak: «Annales du 3e Congres des «Journees Internationales du Verre» damas, 14-23
Novembre 1964. Edition du Secretariat General Permanent â Liege, Imp. Benard Centrale
Reunies – 220 pp. adlı tebliğler dergisinde, Kamal, «Les Verres europeens fabriques
aux XVIIIe et XIXe siecles â l’usage du Proche – Orient» adlı tebliği pp. 178-183 ve
onu izleyen «Chafic lmam”ın» L’artisanat du Verre en Syrie» pp. 184-190. adlı
b i ld ir ile r i…
41
(2 9 ) Bak: Yolande AMIC, «L’Opaline Française au XIXe siecle», Paris, Librairie Gründ, 1952,
pp. 46, 85, 97, 137. Genel olarak ve özellikle Fransız opal camları hakkında resimli
değerli bilgiler veren bir kitaptır. Eserde doğu için yapılmış olan opal cam eşyanın
şekil ve desenleri gösterilmiştir. Bizim Beykoz işlerimize hiç bir şekilde benzememektedir.
46 sahifede şöyle bir ifadesi var : «Türk usûlü = alaturka» denilen şekilden söz
edelim. Bütün X IX . yüzyıl boyunca Yakın – Doğu devletleri ve Türkiye, Bohemya cam
imalâtçıları ile Fransız kristal fabrikalarının rekabet ettikleri önemli bir pazar olmuştur.
Bazı eşya özellikle bu pazar için yapılmış, diğer bir kısım da Yakın-Doğu çini ve
camlarının şekillerinden esinlenmiştir. Bu şekillerin bir repertuarını yapmak imkânsızd
ır , ama «a la Turka» denilen bazılarını sayalım, diyerek yayınladığı şekilleri göstermektedir
k i, bunların bizim Beykoz şekilleriyle bir ilgisi olmadığı derhal görülüyor.
(3 0 ) Karel Hettes’in, adıgeçen eserde verdiği bilgiye göre, «Pragda Dekoratif Sanatlar Müzesi’nde,
1699 da Karlovaç (K a r lo fça ) da aktedilen barışı hatırlatan, bir tarafında
İmparator Leopold I. un at üstünde bir portresi, öteki tarafında da Türk Sultanı Mustafa
I I. nın resmi hakkedilmiş pek ilginç bir kupa vardır». Ayrıca, yazar, Liberec
Müzesinde de şehir manzaraları kazılmış Barok camlar arasında baş yeri işgal eden
ve üzerinde Methias Seutter adlı bir ressamın X V I I I . yüzyıl başına ait bir gravüründen
yapılmış tafsilâtlı ve topografik bakımdan çok sıhhatli bir İstanbul manzarası
bulunan ayaklı bir kristal bardak bulunduğunu kaydetmektedir. Bak: S. 176.
(3 1 ) Ayrıca bakınız: Prof. S. Eyice, a.g.e; s. 178 dip notu 4. Meydan-Larousse, C. I I, s. 743.
(3 2 ) Tahran’da bu konularla meşgul olan bazı kişilerin bize Beykozlardaki kırmızı yansıtmanın
kumun özelliğinden ileri geldiğini ifade etmiş bulunmaları, bu inanışın İran’da
da mevcut olduğunu göstermiştir.
(3 3 ) Filhakika, İran’da opal camdan imalât yapılmadığı veya yapılamadığı için olacak ki
İsfahan yapısı olarak adi camdan Beykoz lâledanlarını taklit eden vazolar imal edilmiş
ve bunların üzerleri bazan yağlı boya gibi bir s ır kaplanıp üstüne Beykozlardaki
çiçek ve renkler, hatta ay-yıldız motifi de, işlenerek piyasaya sürülmüştür. Bugün dahi
kalıntılarına rastlanan bu taklitleri orijinallerden ayırmak pek kolaydır. Son zamanlara
kadar yapılan kuş şeklindeki gülâbdan taklitleri de aynı mahiyettedir ve sadece
bu eski zevkin devamını göstermek bakımından değerli bir işarettir. Ancak, son y ı llarda
daha mükemmel cam üstüne mine gibi kabartma desenli gülâb-paş ve ibrikler de
yapılmaktadır.
(3 4 ) R. J . Charleston, The import of Western glass into Turkey, (sixteenth-eighteenth
Centuries), Reprinted from The Connaissent, May 1966, issue.
(3 5 ) Bak. resim:
42
>
Ellerinde cam işleri taşıyarak geçen Camgeran Locası Camgerleri — Topkapı Sarayı
Müzesi – Sürname-i Hümayun sahife 33/A.
2 \
Renkli Cam Yapıcıları ve Vitraycıların geçişi — Topkapı Sarayı Müzesi –
Sürname-i Hümayun
Topkapı Sarayı Müzesinde, XVII. Yüzyıla ait yazı ve minyatür albümünde; Sultanın
eğlenmesini canlandıran bir minyatürde, içinde çiçekler duran iki vazo cam gibi
görünmektedir — Topkapı Sarayı Müzesi, No.: 2148; sahife 11b.
4
BEYKOZ
CAM İŞÇİLİĞİNDEN
ÖRNEKLER [dropcap][/dropcap][facebook][tweet][digg][stumble][Google][pinterest][follow id=”Username” ]
GÜLABDAN (F. B. Kolleksiyonu)
10
ŞEKERLİK (F. B. Kolleksiyonu)
41
ŞEKERLİK (F. B. KolleksiyonuJ
ŞEKERLİK (F . B. Kolleksiyonu)
ŞEKERLİK (F. B. Kolleksiyonu)
43
ŞEKERLİK (Ankara Etnoğrafya Müzesi)
45
BAKRAÇ (Ankara Etnoğrafya Müzesi)
46
KANDİL (Ankara Etnoğrafya Müzesi)
CAM KANDİL— İki renkli ve kabartma helezonlu ve ayrıca her i
beyaz cam kandillik, 18.-19. Yüzyıl (Vakıflar Müzesi)
i tarafında
48