Hafta sonu eski bir arkadaşımla karşılaştım. 4-5 senedir görüşmemiştik. Benimkilerden büyüktü çocukları. Ne yaptıklarını sordum. Eee, malum, hepimiz çocuklarımızın geleceği ile ilgili empati kuruyoruz.
Ayaküstü konuşmaya başladık.
Büyük kızını İngiltere’de okutmuş. Küçüğü de yeni gitmiş.
Kızı bir de master yapmış.
Sonra da İstanbul’da çok güzel bir işe girmiş.
Benim zamanımda güzel iş dendiği zaman, uluslararası bir firma, iyi bir maaş, iyi olanaklar, iyi bir çevre ve gelişme ve ilerleme için imkan söz konusuydu.
Bu kızımız da aynen bu tanımlarda bir işteymiş. Uluslararası firmaları sayın desem ilk 10 da sayacağınız bir firma yani.
Ama kızı işten ayrılıyormuş.
İstemsiz bir “Ama, neden?” döküldü ağzımdan.
Annesi değerinin bilinmediğinden, kızının hatalarının hep gözüktüğünden, diğer çalışma arkadaşlarının ise gözükmediğinden filan bahsetti. Kızı böyle diyormuş. Öyle de cici bir kızdı ki anlatamam.
Huyum kurusun, karışmadan duramam.
“Ne kadardır çalışıyor?” dedim.
“1 yıl olmuştu.” dedi annesi.
“Keşke biraz daha şans verseydi. Bu tarz firmalara girmek kolay değildir. Bir de en azından 1 sene değil de en az 2 sene tecrübe olurdu.” dedim.
“Sorma” dedi annesi. “Ama fikrini değiştirmiyor.”
Detayına, özeline girmedim. Eşimin yanına döndüğümde kafamda deli sorular vardı.
Ne yapıyorduk biz bu çocuklara?
Fazla mı veriyorduk?
Fazla mı övüyorduk?
En küçük bir problemde vazgeçmesine mi sebep oluyorduk?
Çok mu prens, prenses olarak büyütüyorduk?
Her zorluğu yenmesi için hep yanında mıydık?
Karşısına çıkan taşları önünden kaldırıyor muyduk?
Kendilerini ifade etmelerine izin vermiyor muyduk?
Büyümelerine izin vermiyor muyduk?
Hayattan beklentileri neydi?
Bizimle farklı mıydı?
Peki ama en iyi pozisyonda, en iyi şirketlerden birinde başladıktan sonra ne onları tatmin edecekti?
Benim kızlarım ne yapacaktı?
Ayaklarının yere basması için ne yapmalıydık?
Kendime döndüm.
Ben üniversiteden mezun olduğumda ailem yurtdışına taşınmıştı. Ben tek başınaydım. Onlarla gitmemiştim. Hayata atılmak istemiştim.
Canımı dişime takıp, en iyi uluslarası firmalardan birine girmiştim. Maaş pazarlığımı hala hatırlarım. Kendi kendimi geçindireceğim için çok düşük bir maaş işime yaramazdı. Aile yanında yaşayan arkadaşlarımdan farklıydım.
Sonra küçük kardeşim de benimle yaşamaya başlamıştı. O geldiğinde artık Etiler’de 2 oda bir salon evin kirasını veren, altında arabası olan ve İstanbul gibi bir yerde ikimizi de gayet güzel geçindirebilecek maaşa sahip bir gençtim. Daha da 24-25 yaşlarındayken. Haksızlıklarla karşılamamış mıydım? Elbette. Ezilmemiş miydim? Tabii ki. Ama bırakıp da gitmemiştim. Belki de böyle bir lüksüm olmadığı için.
Gireceğim üniversite ve bölümü, sonrasında işimi ve en son olarak da eşimi hep kendim seçtim. Tabii ki ailemi hiç bir zaman karşıma almadım. Ama hiç birşey de bana altın tabakta sunulmadı. Ya da tanıdıkla bir yere girmedim.
Belki de bizim zamanımız farklıydı. İşler daha kolaydı. Biz azdan başlayarak, basamakları teker teker tırmacağımızı, hayatın kolay olmadığını biliyorduk. Yeni gençler seyrettikleri dizilerde balon hayatlar, lüks yaşamlar ve kolay harcanan paralar görüyorlar.
Arkadaşımın kızına gelince, anladığım kadarıyla iş hayatında iletişimde problem yaşamıştı. Kendini iyi ifade edememişti. Hatalarını kabul edip de yaratıcı çözümler sunmak yerine, evet hata yaptım ama bak benimkiler gözüküyor, diğerlerininki değil diye dert yanmıştı. Onu yargılamıyorum. Herşeyin bir nedeni vardır. Belki de hayatında daha güzel olanaklar ve fırsatlar açılır ona. Belki de bir sonraki işinde insanları değiştiremeyeceğini, sadece kendi algısını, tavrını değiştirebileceğini farkeder.
Biz çocuklarımıza ne mi yapmalıyız?
-Önlerindeki tüm delikleri, çukurları tıkamamalıyız. Bazen çukura düşmesine fırsat vermeliyiz.
-İletişim ve kendini ifade etmekle ilgili problemleri olduğunu kabul etmeliyiz. Bizim büyüttüğümüz neslin bir başka şanssızlığı da ellerindeki aletler. Herşeyi kısa kısa yazarak ifade ediyorlar. Konuşması için olanaklar yaratmalıyız. Bol bol okumalarını sağlamalıyız.
-Kendi tecrübelerimizi, yaşadığımız zorlukları, karşılaştığımız olayları ve nasıl üstesinden geldiğimizi onlara anlatmalıyız. Bazen de üstesinden gelemediğimiz olaylar olduğunu da itiraf etmeliyiz.
-Gereğinden fazla övmemeliyiz. Elimizde değil biliyorum. Güzel kızım, akıllı yavrum, ağzımızdan çıkıveriyor. Bunların onları etiketlediğini unutmamalıyız. Gerçek dünyada çok başarılı olsalar da kimse onları bu kadar övmeyecek.
-Algının önemini, bakış açısının tüm olayı değerlendirmede fark yaratacağını onlara öğretmeliyiz.
-Bir de koşturmamalıyız. Herşey olur. Zamanı gelince herşey olur. Onları biraz rahat bırakmalıyız.
Tüm bunları nasıl mı yapacağız?
Öncelikle annelik içgüdümüzü ve koruma duygumuzu biraz frenleyerek.
İkincisi de tabii ki örnek olarak.