Genel

Deneysel verilerin çözümlenmesi

Bir kelime (A) ile buna verilen cevap (B,C,D,) arasındaki çağrışıma çeşitli çözümlemeler uygulanır:
a) Birçok AB, AC, AD çağrışımı vardır.
b) AB, AC, AD ihtimalleri, birbirine eşit değildir ve kendi aralarında mertebelen-mişlerdir
c) Çağrışım yapılarının az çok istikrarlı olmaları gerekir. Çeşitli deneysel teknikler ve denemeye tabi tutulan deneklerin sebep oldukları değişmeler ne olursa olsun bu ihtimaller aşağı yukarı sabit kalır. Şimdi, iki çağrışım, çok sık bir frekans gösterir ve öbür çağrışımlar pek seyrek olursa mer-tebelenmenin zayıf bir «entropie» gösterdiği kabul edilir. Oysa bunun tersine frekanslar kendi aralarında pek az fark gösterirse, mertebelenme kuvvetli bir «entropie» göstermiş sayılır. Çağrışımın sabit oluşu ise birçok incelemeye konu olmuştur, meselâ, belli bir topluluk içinde bütün frekansların mer-tebelenmesiyle her denek’in verdiği cevapların frekanslarının mertebelenmesi karşılaş-tırılmıştır. Bu arada özellikle şu nokta belirtilir: çağrışımların mertebeli yapısı, «entropie» açısından, hem çağrışımların bütününün, hem de çağrışımların her birinin yeniden ortaya konmasını şartlandırır; bu ise çağrışımların mertebeli yapısının temel sayılan bir unsurudur.
— Farklar psikol. Kelime çağrışım testi. Bu testin yorumu aşağıdaki faraziyeye dayanır: harekete getirici kelime kompleksle ilgili bir bölgeye dokunduğu zaman tepki kelime uzunca bir zaman sonra ortaya çıkar. En sık rastlanan çağrışım şekillerine göre dışa dönük denek ile içe dönük denek arasında bir ayırt etme yapmak gerekir: dışa dönük denek uyarıcı kelimenin asıl nesnel anlamına karşı tepkide bulunur ve verdiği cevap benzerliklere veya zıtlıklara dayanan somut nitelikte olur. İçe dönük denek ise kendi iç âlemine çevrilmiş bulunduğu için uyarıcı kelimenin daha çok öznel etkisine karşı duyarlıdır, bu yüzden kelime denek’in benliğinde kişisel yankılar uyandırır.
— Psikopatoloji. Çağrışım bozuklukları. Genellikle bu alanda aşağıdaki özellikler belirlenir:
1. Uydurmacılık: Bu, psikasteni ve hebef-renide görülür, mani bunalımında beliren fikir dağınıklığı. Burada bir fikrin belirmesiyle kaybolması bir olur; bir fikrin arkasından ortaya çıkıveren başka bir fikir çoğu zaman öncekiyle bağlantısızdır.
2. Takıntı: Denek veya hasta, bir fikri bırakıp başka bir fikre geçemez. Yaşlılıkta normal olan takıntı, bunamalarda ve akıl durgunluğu ve katatonik akıl durgunluklarında görülür.
Saplantı bir takıntı örneğidir: denek bir fikri zihninden çıkartıp atamaz, fakat kendi saplantısının patolojik olduğunun bilincine varamaz, saplantı kendisine öbür tasavvurlarının geri kalan kısmiyle uygunluk halinde gibi gelir, oysa musallat fikirde durum bunun tam tersidir.
3. Anormal çağrışım: Burada fikirler bir-birleriyle mantıklı surette zincirlenmez, ter sine fikirler, ya ses benzerliklerine göre birbirini takip eder (meselâ bir kelimenin sesi, benzer sesli kelimeleri çağırır, bu çağrışım şekli mani nöbetinde görülür), birdenbire ortaya çıkarlar. Bu takdirde konuşma, aralarında bağlantı olmayan fikirlerin «yan-yana gelmesinden» ibarettir. Bu çağrışım tarzına özellikle erken bunamada rastlanır. Bu çeşit çağrışım kâh tutku şeklinde belirir (en basma kalıp fikirler bile hezeyan te• ma’sını canlandırır: paranoira); kâh ipsiz sapsız bir şekilde akar (bunaklık, sar’a, erken bunama), kâh tamamen tutarsız bir biçimde devam eder (had mani, bunaklık). [LM]
ÇAĞRIŞIMCILIK i. (çağrışım’dan çağır-ı-ş-ı-m-cı-hk). Fels. Zihin işlemlerinin hepsini, aklın bütün prensiplerini, hattâ zihin hayatını fikirlerin çağrışımı ile açıklayan felsefe sistemi.
— ANSiKL. Fels. John Stuart Mili, çağrışımcı nazariyeyi şu formülle belirtmiştir: «Astronomi için yer çekimi kanunu, fiz-
yoloji için dokuların ilkel özellikleri ne ise, psikoloji için de fikirlerin çağrışımı kanunla-rı odur». Böylece fikirlerin çağrışımı, her şeyin, eninde sonunda, dönüp bağlandığı ol-gu, en genel açıklama tarzı olarak görül-müştür. Alexander Bain The Emotions And The Will (Heyecanlar ve irade), The Sen-ses And The intellect (Duyular ve Zekâ) adlı iki eserinde, Wilhelm Wundt da fel-sefesinde bu tezleri ileri sürdü. John Stu-art Mill, Bain ve Wundt’un öncüleri, Hart-ley, David Hume, James Mill olmuştur. Herbert Spencer, çağrışımcılık felsefesini, bu felsefeye evrim ile kalıtım fikirlerini sokarak geliştirmiş ve tamamlamıştır. Çağrışımcılığı değerlendirmek için, her şey-den önce, çağrışım terimi üzerinde anlaş-mak gerekir: çağrışım, burada, bağlantı gibi genel bir anlam taşımamaktadır. Bu-rada söz konusu olan çağrışım, birtakım psikolojik hallerin başka psikolojik haller tarafından otomatik olarak ve kendiliğin-den hatırlatılmasıdır. Çağrışımcılık, bü-tün zihin hayatının, (zihnin en yüksek be-lirtileri de hesaba katılmak üzere) birta-kim otomatik çağrışımsal anılarla açıklana-bileceğini öne sürer. Bu otomatik çağrışım-sal anılar ise, gerek bizim sinirsel izlenim-lerimizin, gerek bu izlenimlere bağlı du-yumların, daha önce, birbirlerini izledikleri sıra ve düzene göre belirlenirler.
Bilgi konusuna gelince, otomatik hatırla-maya indirgenmesi güç görünen bir işlem varsa o da, akıl yürütmedir; zira akıl yü-rütmeyi, bilinç, özü bakımından iradeli bir düşünme çabası olarak kavrar. Fakat çağrışımcılığa göre, akıl yürütmenin, özdeş-lik, nedensellik ilkeleri ve kanunlar ilkesi gibi yönetici ilkeleri, güçlü birtakım çağ-‘ türer ki bu çağrışımların ya
bireyin (Stuart Mili), ya türün (H. Spencer) deney ve yaşantılarının birikmesiyle zihin-de yaratıldıkları farz ve kabul edilir. Böy-lece, meselâ akıl yürütmenin, basit bir çağrışımsal hatırlamaya indirgenmediği ka-bul edilse bile, hiç değilse, çağrışımın SO-nuçları olan hükümlere dayanması söz ko-nusudur. Spencer: «Canlı varlık, kendi çev-resinin tüm değişimlerinden nasıl etkilenir ve onları yansıtırsa, düşünen varlık da; dışsal birbirini izleyen ve eş zamanlı olay-ları öylece yansıtsa gerektir: zekâ, dış ger-çekle bir ilişkidir» der.
Çağrışımcılık, asıl, nedensellik prensibini açıklamaya çaba göstermiştir: dışsal olayla-rın birbirini takipte gösterdikleri düzenli sı-ra, zihinde, olay fikriyle, neden (sebep) fik-rini güçlü bir şekilde birbirine bağlamıştır; yani her olayın birtakım şartların değiş-mez sonucu olduğunu zihnimize yerleştir-miştir.
Bununla beraber Spencer, aklın ilkelerini, önceki kuşakların deney ve yaşantılarının sonucu olarak değil de, kalıtım aracılığıy-le, bireylerde doğuştan var olan bir belir-lenme olarak görmüştür, spencer, çağrışım nazariyesine verdiği biçimle, görgücülüğü (ampirizm) ve doğuştanlığı (inneitfc) uzlaş-tırmıştır. Çağrışımcılık, Bergson gibi vita-list ve dinamist bazı filozoflarla biçim psikologları (geştalt’cılar) tarafından tenkit edilmiş ve yerilmiştir; biçim psikologları, çağrışımcıları, unsurlardan önce var olan sentezleri görmemekle suçlamışlardır. Bununla beraber çağrışımcılığın, nesnel ve İlmî bir psikolojinin kurulması yolunda ya-pilmiş ilk teşebbüs olduğu ve bazı noksan-larına rağmen, bünyesinde gerçekten doğru birçok görüş taşıdığı inkâr edilemez. (L) ÇAĞRI TEKİN. Bk. GÖKSAGUN.
ÇÂH i. (fars. çâh). Esk. Kuyu, çukur.
— Esk. Çâh-ı bün, kuyu dibi. ا] Çâh-cu, kuyu kazıcı veya temizleyici. Kuyunun için-dekileri almağa yarayan çengel v.b. âlet. ار Çâh-ı çene altı çukuru. را Çâh-ken, kuyu kazıcı. ار Çâh-ı nisyan unutma. II Çâh-ı pest, alçak çukur. Dünya. II Çâh-ı sitarecu, müneccim kuyusu. II Çâh-yûz, ku-yuya düşmüş bir şeyi almağa yarayan â-let. II Çâh-ı zenahdan (çâh-ı zenah veya çâh-ı zekân), çene çukuru. II Çâh-ı zîc, rasat kuyusu. II Çâh-ı zulmam, karanlık çukur. İçinde yaşadığımız dün. Ten, nefs.
— Esk. Ed. Çâh-ı Babil, Babil’de büyücü-lükle suçlanan Hârût ile Mârût adlı iki me-leğin kıyamete kadar saçlarından asılı ka-
lacakları rivayet edilen kuyu. II Çâh-ı Bi-jen, Firdevsî’nin Şehname’sine göre Efras-yab’ın Bijen’i hapsettiği kuyu. II Çâh-ı Nahşeb, Orta Asya’da Nahşeb’de bir mü-nec^m kuyusu. II Çâh-ı Rüstem, Firdevsî’-nin Şehname’sine göre, Rüstem’in, üvey kar-deşi tarafından içine atılarak öldürüldüğü kuyu. II Çâh-ı Yûsuf, kardeşlerinin Yusuf peygamberi içine attıkları kuyu.
٠ Çâhsâr blş. i. Esk. Kuyusu bol olan yer. (M)
ÇAHAR, Çin’de eski bir eyalet, bugün ba-ğımsız iç-Moğolistan bölgesine bağlıdır. (L) ÇAİTANYA, hintli din adamı (Nadia, Ben-gal, 1485-01. 1533). Bengal’de bir Yaişnava tarikatı kurdu. Krişna ve Radha’ya adanan tarikatını yaymak için altı yıl Hindistan’da dolaştı. Tarikatında olanlar onu bir başka kimlikte Tanrı Krişna sayar, evlerde veya tapınaklarda kendisine tapınırlar. Kast dü-zenini tanımayan ve mistik bir aşk (bhakti) havasına bürünmüş olan doktrini, ahlâki ödevler üzerinde durur. (L)
ÇAİTU, hintli ressam, küçük Tehri eyale-tinin Rajputana şehri ressamları grubundan (XIX. yy.ın ilk yarısı). Sudarşan şahının em-rinde çalıştı. Benares’li Bharat Kala Parişad’-ın koleksiyonlarında imzasını taşıyan birkaç resim vardır. Gençliğinde Rukmini-Parina-ya’dan etkilendi. Dakşa’nın kızı Sati’nin kurban edilmesini anlatan ünlü hikâyeyi re-simledi. Kamanaya ve Mahabharata destan-larıyle ilgili birçok resim yaptı. Her şey-den önce desinatör olarak tanınır. Bütün dikkatini insan yüzüne vermiştir. (L)
ÇAİTYA i. (sanskritçe fi, yığmak’tan). Tapmak veya sunak olarak kullanılan budd-hacı binası. (Bu kelime bir süre stupa’lar için kullanıldı, örnekleri falez kayalarında görülen ve eski hint sanatının özelliklerini taşıyan ahşap tapınaklar da aynı adla anıl-
Ç^İYE çoğl. i. Bot. Esk. Bk. ÇAYGtLLEK. ÇAJUPİ (Andon ÇAKO, — denir), amavut şairi (Sheper, Gjiıokast£r yakınları 1866-Kahire 1930). Eserleri: Baba ^٠٢٨٠٢٢/ (1902) adlı lirik şiirler, Skanderbeg üzerine bir trajedi, Bu Dünyanın insanı ile ölümden £٠٢١٢٠ adlı bir komedi. Çajupi çok temiz ve tabiî lirizmi ile amavut edebiyatının en orijinal şairlerindendir. (L)
ÇAK i. (fars. çak). Esk. Yırtılmış yer, yarık. II Çâk etmek (eylemek), yırtmak, parçalamak: Çâk eyledi câme çe’kti nâle / Hali bedel oldu özge hale (Fuzuli). II Çâk olmak, parçalanmak, yırtılmak: Dürdâne-i derunu için çâk olur sedef / Âvâzıdır ka-feste eden bülbülü nizar (Ziya Paşa). II Çâk-i giriban, yaka yırtmacı, açıklığı. Sa-bah aydınlığı. II Çâk-i giriban etmek, üzün-tüden yaka yırtmak.
٠ Çâk çâk veya çâkçâk blş. i. ve sıf. Esk. Parçalanma. II Parçalanmış. II Çâk çâk etmek (olmak) veya çâkçâk etmek (olmak), parçalamak (parçalanmak), yarmak (yarıl-mak): Duaaklar çâk çâk olmuş içerken zehr-i husrânı (M. Â. Ersoy).
٠ Çâkdâr sıf. Esk. Yarılmış, çatlamış.
٠ Çâkide sıf. Esk. Yırtılmış: Bu sine-i çâkide-i âfâktan bir şems-i siyah yükseldi (H.Z. Uşaklıgil). [M]
ÇAK i. (onomatope), iki veya daha fazla madenî cismin birbirine çarpmasından çıkan
٠ Çakır çukur blş. zf. Sert cisimlerin bir-birine çarpmasıyle çıkan sesi anlatır: Ça-kıllar çakur çukur yuvarlandı. (M)
ÇAKA, Oğuzların Çavuldur boyundan türk beyi. XI. yy.ın ikinci yarısında İzmir böl-gesinin hâkimi oldu. 1078’den sonraki sa-vaşlara katıldı. Bizans kumandanlarından Kabalika Aleksandros’a esir düştü, impara-tor Nikephoros Botaneiates’in gözüne girdi. Bir süre bizans sarsyında kaldı, Yunancayı öğrenerek Homeros’u okudu, imparatordan unvanlar ve bazı imtiyazlar aldı. 1081’de Aleksios I Komnenos’un tahta geçmesiyle itibarı zayıflayınca İzmir’e döndü. Bizans’ın Balkanlardaki meşguliyetinden yararlanarak beyliğini kurdu (1081) ve donanmasıyle ya-kın adaları ele geçirdi, üzerine gönderilen bizans donanmasını yendi. Sakız ile birlikte Sisam ve Rodos’u da zaptederek Bizans
ÇAK
122
çakal
çakaloz
Ordu müzesi, Paris
akar؟

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir