Genel

DİKTATÖRLÜK

DİKTATÖRLÜK

DİKTATÖRLÜK

DİKTATÖRLÜK

DİKTATÖRLÜK

DİKTATÖRLÜK
kuvvetli bir deyim olan otokrasi, bir hükümdarın, hiç bir kısıtlamaya bağlı olmaksızın mutlak hükümranlığı demektir. Bunun gibi mutlakiyet deyimi de, «kayıtsız şartsız yönetim» anlamına gelir. Mutlakiyet yönetimi meşruluğunu, ya Tanrıya ya da iktidarın babadan oğula geçişine dayandırır. Mutlak yönetici, bir yandan devletin hükümranlığının kendisinde olduğunu belirtirken, öte yandan ülkeyi halkın iyiliği adına yönettiğini öne sürer. .
Despotizm sözünün kaynağı ise yunanca «efendi» anlamına gelen «despotes» kelimesidir. Bu deyim, eskiden Bizans imparatorları, İtalyan prensleri, Osmanlı imparatorluğundaki küçük hıristiyan prensleri için kullanılırdı. Despotizm, mutlak bir hükümdarın, iktidarı zorbalıkla kullandığı bir rejimi belirler. Tiranlık ise, eski yunanda, hükümranlığın anayasa ve düzen dışı yollarla elde edilmesi demekti. Bu durumda tiran, meşru bir hükümdar veya iktidarı veraset yoluyle elde etmiş bir yönetici değildir. Aristoteles, Politikacında, tiranlığı siyasî sistemlerin en kötüsü sayar ve tiranlı-ğın. yöneticinin sadece kendi çıkarını düşündüğü bir rejim niteliği taşıdığı için soysuzlaştığını söyler. Tarih, Aristoteles’in bu hükmünü doğrulamıştır.
T o aliter yönetim, iktidarın yöneticiler, özel’ Aİe parti önderinin tekelinde toplanması; öütün örgütlerin devlete bağlanması; muhali gruplarının ortadan kaldırılması; sansür, propaganda, beyin yıkama ve tedhiş metotlarının büyük ölçüde uygulanması demektir. XX. yy.da ise, özellikle şu üç rejim için totaliter deyimi kullanıldı: Stalin devrinin Sovyet Rusya’sı, Mussolini devrinin Faşist İtalya’sı ve Hitler devrinin Nazi Almanya’sı. Her üç devlette de, iktidardaki parti dışında bir siyasî partinin kurulmasına izin verilmemiştir.
Bu üç totaliter rejim, bir tek partinin bulunması; kanunsuzluğa, gizli polis ve cinayete dayanması; toplumla devlet arasındaki bütün bağları koparması ve her şeyi, bütünüyle, yöneticilerin iradesine bağlaması bakımından, mutlakiyet rejiminden ayrılır. Mutlak hükümdar, meşru bir yöneticidir, keyfî ölçülerle davranmadığı gibi, toplum hayatının birçok kesimine büyük çapta müdahalede bulunmaz.
• Diktatörlüğü doğuran sebepler. Diktatörlüğü doğuran sebepler çeşitlidir:
1) Bazı diktatörlükler, diktatörlüğün tek çıkar yol olduğu veya istikrarın ancak bu yolla sağlanabileceği inancıyle kurulur. Ortaçağ İtalyası’nda Machiavelli, yeni bir cumhuriyetin sadece bir kişi tarafından kurulabileceğini, Fransa’da da devrimci Robespierre özgürlüğe ancak diktatörlük yolu ile varılabileceğini ileri sürmüşlerdi.
2) Diktatörlük, devleti kurtaracağına veya gerçek ya da hayalî bir buhranı çözebileceğine inanılan bir kişi veya grubun işbaşına getirilmesi ile de gerçekleşir. Nitekim 1922’-de faşist partinin başı alan Mussolini, iktidara İtalya kralı tarafından davet edilmişti. Kral, bolşevizme karşı mücadele edebilecek, anarşiyi durdurabilecek ve sanayi kesimindeki huzursuzluğa çare bulabilecek tek kişi olarak onu görmüştü.
3) Bazı ihtiraslı kişiler, bir hükümet darbesini meşru göstermek için hayalî bir tehlikeyi bahane ederler. Eski Yunan’da Pisist-ratus ve Yaşlı Dionysius, iktidarı ele geçirebilmek için suikasta uğrayabileceklerini öne sürmüşlerdi. Fransa’da 18 Brumaire (9 kasım 1799) Napolyonun, Almanya’da Reichstag yangını (1933) Hitler’in ve Yunanistan’daki komünist tehdidi (1936) general Metaksas’ın iktidara gelmek veya durumlarını güçlendirmek için yararlandıkları sözde olağanüstü durumlardır.
4) Diktatörlükler, hükümetlerin beceriksiz veya soysuzlaşmış olmalarından, sosyal kargaşalıklar veya malî güçlüklerden, ya da geleneksel otorite ve kurumların meşruluğu kabul edildikten sonra ortaya çıkan boşluktan yaralanılarak kurulmuşlardır.
5) Bazı diktatörlükler, Japonya’da olduğu gibi, tanrısal iradeye dayandıklarını öne sürerler (Japonyada imparatorun [Güneşin oğlu] gökten indiğine inanılır.)
6) Diktatörlükler, bazen bir savaşta yenil-
ıııiş, savaş yüzünden çöküntüye uğramış veya eldeki güçlerle çözümlenmesine imkân olmayan bir askerî buhranın yürürlükte olduğu ülkelerde de kurulabilir. Silahlı kuvvetler üzerinde nüfuzu olmak veya bir savaştan galip olarak dönmek, çoğunlukla, iktidara giden bir yol olmuştur. Birçok eski Yunan tiranı, Rönesans podesta’lan, Napolyon ve onun gibi birçok mareşal, Latin Amerika despotları ve devrimizde görülen diktatörler bu yol ile iktidara gelmişlerdir.
7) Diktatörlükler, toplum hayatında kesin değişiklikler yapmak ve toplumu medenileştirmek amacıyle de kurulur.
8) Diktatörlüklerin reformcu, devrimci veya karşı-devrimci amaçları gerçekleştirmek için kuruldukları da görülmüştür. Diktatörlükler, ilk planda, hoşnutsuz olan, mülkleri ellerinden alman veya oy hakkından yoksun bırakılan grupların haklarını istemeleriyle gerçekleşir (Cromwell çağı İngilteresi ve Büyük devrimin ilk aşamasında Fransa). Devrimci diktatörlükler, yürürlükteki ekonomik ve sosyal düzenin değiştirilmesiyle başlar. Gracchius’un eski Roma’da, Büyük devrimin son aşamasında Fransa’da ve 1917’de Rusyada kurulan diktatörlükler böyle başlamıştır.
Karşı-devrimci diktatörlükler ya mevcut düzeni koruma veya geleneksel bir grubun nüfuzunu yeniden sağlama amacıyle kurulur (Eskiçağ İsparta’sında, general Franko İspanyasında, Salazar Portekizinde ve Hor-ty Macaristanında olduğu gibi). Birçok diktatörlük de bir kişinin ihtirasından veya demogogca davranışlarından doğmuştur. Bu, hükümet veya ordu önderlerinin devamlı olarak yıpratılması sonucunda, de-magog’un iktidara tek başına gelmesine yol açar.
• Diktatörlük idaresinin unsurları. Diktatörlük idaresinin izlediği yol ve uyguladığı metotlarda bir değişiklik olmamıştır. Bütün diktatörler siyasî sistemdeki temel kurum-ların (özellikle temsilî meclisler, bağımsız yargı mekanizması) yetkilerini azaltmakla işe başlamışlar, kişi özgürlüğünü sınırlamışlar, anayasa kayıtlamaları ve hukuk düzenini hiçe saymışlardır. Bütün diktatörler tenkitlere engel olmak ve resmî görüşlerini yaymak için, sansürden yararlanmışlar, rejimin muhaliflerini tasfiye veya yok ederek susturmuşlardır.
Diktatörlerden birçoğu otoritelerini sürdürebilmek veya halk desteğini sağlayabilmek için dinden ve efsanelerden yararlanmışlar; bütün bildirişim araçları ile birlikte müzik, tiyatro ve mitinglerden, beyin yıkama ama-cıyle istifade etmişlerdir. Çağdaş diktatörlükler gençlik örgütlerini de propaganda amacıyle kullanmışlardır.
Bazı diktatörler sadece zorbalığa dayanarak kaba kuvvetle ülkeyi yönetmişler, bir kısmı ise halkın desteğini sağlama yolunu seçmişlerdir. Bu ya Siraküza’lı Agatokles, Napolyon ve Hitler’in yaptığı gibi plebisitten veya Veronalı yöneticilerin yaptığı gibi sözlü oy verme metodundan yararlanmak veya modern yöneticilerin çoğu gibi, seçimlere başvurmak yoluyle gerçekleştirilmiştir. Birçok diktatör yurt içinde büyük ve gösterişli törenler, kamu hizmetleri düzenlemek, yurt dışında da maceracı teşebbüslere girişmek ve milliyetçilik duygularını tahrik etmek suretiyle halkın dikkatini başka tarafa çekmişlerdir. Napolyon gibi bazı diktatörler kişiliklerinin putlaştı-rılmasından yararlanmışlar ve tanrısal bir kişilikle görünmek için çalışmışlar, Salazar tipi diktatörler ise, arka planda görünmeyi tercih etmişlerdir.
Bununla birlikte bütün diktatörler, aşağı yukarı, aynı güçlüklerle karşı karşıya kalmışlardır. Bunların başında işinin ehli olan ikinci derecede yöneticiler bulmak meselesi gelir.
Diktatörler, işinin ehli yöneticiler bulmakta demokratik önderlerden daha az şansa sahip olmuşlardır. Diktatörlükte idareciler, hoşnutsuzluk yaratır kaygısıyle insiyatifi ele almaktan daima kaçınmışlardır. Diktatörün iradesi her şeye hâkim olduğundan büyük hatalar yapılmakta ve pek az kişi tenkit yollu öğüt vermeye yanaşmaktadır. Bütün bunların üstünde hiçbir diktatör, anlaşmaz-
325
lık ve entrikalara yol açmadan, yerini kime bırakacağı meselesini çözmeye muktedir olamamıştır.
• Modern Dünyada diktatörlükler. Röne-şans çağının tiranlarından (zorba hükümdar), XVII. yy.ın mutlak hükümdarlarından ve XVIII. yy.ın aydın despotlarından sonra Büyük Fransız devrimiyle, modern tip diktatörlükler ortaya çıktı. O günden bu yana diktatörler hiç değilse göstermelik bir demokrasiden yararlanmayı tercih ettiler.
Diktatörlüğün Fransız devrimindeki kökleri. Bir ayaklanmadan korkan Fransız konvansiyonu 1793 yılında, Kamu Güvenliği komitesine, fiyat ve ücretleri kontrol yetkisi de dahil olmak üzere olağanüstü yetkiler tanıdı ve 18-25 yaşları arasındaki bütün bekâr erkeklerin askere alınmalarına karar verdi. Yarı resmî bir nitelik taşıyan bu komite «Tedhiş dönemi» diye bilinen iktidar süresinde yurtseverliğinden ve karşı-devrimci davranışlarından şüphelenilen herkesi tutukladı. Bu dönemde 300 bin kişi tevkif edildi ve bunlardan 35 000’i ceza evlerinde öldü veya öldürüldü. Jacobin önderi diktatör Robespierre bir «hürriyet despotizmi» ile bir «erdem cumhuriyeti» yaratmak istediğini açıkladı. Napolyon demokrasi ile diktatörlüğü bağdaştırmaya devam etti. 1802’de Fransız senatosu Napolyon’u birinci konsül olarak 10 yıl süre ile iktidara getirdiyse de Napolyon doğrudan doğruya plebisite başvurarak halktan, yaşadığı sürece iktidarda kalma yetkisi aldı, 1804 yılında da kendisini imparator ilân etti. Fransız devrimin den bu yana diktatörlerden birçoğu, ya demokratik bir yönetime dayandıklarını ve halkın iradesini temsil ettiklerini öne sürdüler veya siyasî partiler ve seçimler gibi demokratik kurum ve metotları kendi özel çıkarları adına kullandılar.
Modern diktatörlükler. Modern diktatörlükleri çeşitli şekillerde sınıflandırmak mümkündür. Ama en tutarlı sınıflama, diktatörlükleri geleneksel otoriter diktatörlükler, Latin Amerika’daki «kuvvetli adam» diktatörlükleri, totaliter rejimler, askerî diktatörlükler, güdümlü demokrasiler ve reformcu diktatörlükler olarak ayırmaktır.
• Geleneksel diktatörlükler. Katı ve otoriter nitelikteki modern diktatörlükler Sala-zar’ın Portekizinde, Franko’nun İspanyasında ve II. Dünya savaşı öncesinin Orta Avrupasında (Polonya’da mareşal Jozef C. Pilsudsky; Macaristan’da general Gyula von Gömbös ve Amiral Horthy; Yunanistanda general Metaksas) kuruldu. Bu diktatörlükler, ihtilâl korkusuna karşı bir tepki olarak ortaya çıktılar ve geleneksel otoriteye dayandılar. Salazar’ın kurduğu yeni düzende Millî Birlik partisi’nin dışındaki bütün siyasî partiler kanun dışı ilân edildi, eğitim sıkı bir denetime tabi tutuldu ve kor-poratif nitelikteki bir meclise sadece danışma yetkisi tanındı. Bu rejim yurtseverlik, hizmet, sadakat, disiplin ve düzeni temsil ettiğini savunduysa da bütün bunlar çoğu zaman, kişi hürriyetinin aleyhine gerçekleşti.
• Latin Amerika’nın «kuvvetli adam»ları.
dikvento
dikvento
Latin Amerika ülkeleri» iktidarı ele geçirmek isleyen ihtiraslı ve zorba kişiler arasındaki sayısız mücadeleye sahne olagelmiştir. Bu ülkeler, genellikle, iktisadi bakımdan geri, ırk ve kültür ayrılıkları ile bölünmüş ve birkaç büyük toprak sahibinin, toprakların büyük bir kısmına sahip olduğu ülkelerdir. Zorbalık yönetimi geleneğinin yürürlükte olduğu ülkelerde en büyük egemen güç, katolik kilisesidir. Caudillo adiyle anılan diktatörler, genellikle, ülkenin «kurtarıcısı» olarak ortaya çıkarlar; çoğu asker, bir kısmı da silâhlı kuvvetlerce desteklenen sivillerdir. Latin Amerika «kuvvetli adamalarından pek azı kendini halk hizmetine adamıştır: Simon Bolivar, diktatörlüğünün ilk yıllarında Porfirio Diaz (Meksika) ve Juan Gomez (Venezuela). Buna karşılık pek çok diktatör iktidar yıllarını, büyük ve muhteşem anıtlar dikmek, unvan ve gösteriş ardında koşmak ve çok kere de özel servetlerini artırmakla geçirmiştir. Bu türlü diktatörlükler, kişisel olmayan amaçlara bağlanmakla değil, diktatörün kişiliğine bağlanmakla belirlenir.
• Totaliter rejimler. Bu tip rejimlerin en aşırı olanları Sovyetler Birliği, İtalya ve Almanya’da görülmüştür. Totaliter yönetim, tek ideolojiye, tek partiye dayanır; diktatör, gizli polis, tedhişin varlığı ve haberleşme araçlarının denetimi ile kendini gösterir.
Lenin’in «proletarya diktatörlüğü» adına siyasî iktidarı elinde tuttuğu gegici bir dönemden sonra, Sovyetler Birliğinin tarihi, 1924’ten 1952’ye kadar, Stalin’in mutlak egemenliği altında geçmiştir. Sovyet komünist partisi genel sekreteri sıfatıyle Stalin, siyasal iktidar dizginlerini tekelinde tutmuş, şahsî ve siyasî rakiplerini partiden, hükümetten, ordudan ve polisten uzaklaştırmış veya «temizlemiş», hem S.S.C.B. de, hem de Milletlerarası Komünist hareketinde ideolojik bir örnekliği egemen kılmıştır. Stalin rejimi Komünist Çine de modellik etmiştir.
Faşist ve Nazi diktatörlükleri ise, mark-sizmin ve milletlerarası komünizmin tehditlerine karşı kurulmuştur. İtalya ve Almanya, I. Dünya savaşının olumsuz etkilerini en çok duyan ülkeler olmuştur. Savaş sonrası dönemde İtalya, sanayi kesiminde baş-gösteren kargaşalıklar, halk ayaklanmaları ve hükümet dengesinin sağlanamamasından büyük zarara uğramıştır. Dhineland bölgesindeki ayrılıkçı hareketler, işgal kuvvetleri, Ruhr bölgesinin istilâsı ve savaş tazminatının yüksekliği dolayısıyle Almanya da, Versailles anlaşmasıyle bir hakarete uğradığı sanısına kapılmıştır.
Komünist ideoloji ise sosyal eşitliği, enternasyonalizmi, insancıllığı, rasyonel düşünceyi ve (hiç değilse teori alanında) geçici bir diktatörlüğü öngörür. Buna karşılık Mussolini ve Hitler, güçlü bir devlete olan ihtiyaçtan, otoritenin öneminden, insanlar ve ırklar arasındaki eşitsizlikten, toplumun iyiliği adına fedakârlıkta bulunmanın ve disiplinin değerinden sözetmişlerdir. Her iki rejim, aşırı ölçüde milliyetçi ve dış siyasette savaşçı bir tutum göstermiştir. Hitler de, Mussolini de, bütün siyasî partileri kanun dışı ilân etmiş, siyasal muhaliflerine hoşgörü göstermemiş, toplanma ve haberleşme hürriyetlerine son vermişlerdir. Bununla birlikte tedhişçi ve keyfi zorbalığı, toplama kampları ve kütle halinde yoket-me siyasetiyle Hitler rejimi Mussolini’-ninkinden çok daha insanlık dışı bir nitelik göstermiştir.
• Askerî diktatörlükler. Askerî diktatörlükler, Pers kralı Artaxerxes çağından bu yana varolagelmiştir. Bununla birlikte askerî diktatörlüklerin çağdaş dünyada çok daha sık görüldükleri de bir gerçektir. Birçok az gelişmiş ülkede ordu kendisini, siyasî birliği sağlayabilmede en yetkili etken saymaktadır. Askerî bir hükümet darbesi, teorik bakımdan sivil yönetime geçici bir süre için ara verilmesi demektir. Oysaki başka bir grup siyasî istikran sağlayamadığı sürece askerler, iktidarda kalmaya devam etmektedir.
• Güdümlü demokrasiler ve Reformcu diktatörlükler. Afrikada Gana ve Gine gibi az gelişmiş ülkelerde diktatörlükler, anlaşmaz
grupları birleştirmek ve millî kaynaşmayı sağlamak için gerekli sayılmışlardır. Küba’da Fidel Castro’nun kurduğu tipten «reformcu» diktatörlükler genel olarak, ideolojik bir yapıya sahiptir. Bu tip diktatörlükler toprak reformu, sanayileştirme ve kaynakların devletleştirilmesi gibi, müphem bir Sosyalist politika ile belirlenirler.
— Sosyal. Proletarya diktatörlüğü. Proletarya (İşçi ve köylü) diktatörlüğü deyimini, ilk önce Karl Marx, 1852’de yayımlanan bir yazısında kullandı. Bu deyim, Marksçı-Le-ninci dilde, hem siyasî bir sistemi hem de tarihî evrimin geçici bir aşamasını belirtir. Bu aşamada (ve bu aşama aracılığı ile) emekçi işçi ve köylü sınıfı, eski sömürücü sınıfların (bu doktrine göre «burjuvazi ve soylular») temsilcilerini devlet yönetimi dışında bırakarak, tek başına iktidara sahip olur. Bu doktrin, eski sömürücü sınıfların iktisadi anlamda tasfiyesini, hattâ varlıklarının ortadan kaldırılmasını öngörür. Stnıf mücadelesinin kaçınılmaz sonucu olan proletarya diktatörlüğü, ulaşılması gereken son aşama değil, fakat sınıfsız bir toplumun hazırlanması doğrultusunda geçici bir dönemdir. Sınıfsız bir toplumun kurulmasının önüne geçilemez, çünkü burjuva sınıfının ortadan kalkması, otomatik olarak, proleter sınıfın da ortadan kalkmasına, dolayısıyle sınıf mücadelesinin ifadesinden başka bir şey olmayan devletin de yok olmasına yol açacaktır. Proletarya diktatörlüğü ilk defa 1917’-de S.S.C.B.’de somut bir şekilde ortaya çıktı. Bu rejim, 1917-1918’den itibaren, yurttaşları ve iktidar yetkisini kullanmakta araç olarak yararlandığı siyasî partiyi düzene sokabilmek için, kendini dehşet saçan bir sertlikle kabul ettirdi. Bu sertlik, kapitalizmin hortlamasını önlemeyi ve ülkedeki son temsilcilerini ortadan kaldırmayı sağladı. 1945’ten sonra kurulmuş ve hepsi de proletarya diktatörlüğü ilkesini kabul etmiş olan halk demokrasileri de bu durumu örnek aldılar.
— Tar. Süreli bir iktidar olan diktatörlük, Roma’da, olağanüstü durumlarda, senatonun çağrısı üzerine konsüllerce seçilen bir diktatörün ülkeyi altı ay tek başına yönetmesi demekti. Sadece İtalya sınırları içinde geçerli olmak üzere, diktatör, konsüllerce seçilir seçilmez, diktatörlük gücüyle (potestas) donatılmış olurdu. Bu, yürütme gücünün tümünü elinde tutmak ve hâzineyle ilgili işler dışında, ne görevi sırasında ne de sonradan kimseye hesap vermek zorunda olmamak demekti. Diktatör sadece censor-lar tarafından kmanabilirdî, İktidarları sona erince bu yüksek görevliler tekrar eski işlerine dönerlerdi. Taşrada diktatör yirmi dört lictor ile iş görürdü. Roma’da ise ancak on iki lictor vardı ve diktatör onları sürekli olarak işbaşında bulundururdu. Konsülün ise ancak iki ayda bir ay lictoru olurdu. Diktatörlüğe bağlı bir magister equi-tum, yani atlılar kumandanı vardı. Bu kumandan konsüllere emir verebilir, hattâ diktatörün yerini alabilirdi. Diktatörün görevinin bitiminde onun da görevi son bulurdu. Diktatör kumandanı tayin eder ama i-şıne son veremezdi. Latin konfederasyonunun bazı başka kentlerinde, diktatörlük yüksek memurların yaptığı geçici bir görevdi ve yüksek görevlilerden her biri sıray-le diktatörlük yaparlardı. Titus-Livius, Roma’da bu görevin hangi devirde ve hangi şartlar altında kurulmuş olduğunun bilinmediğini söyler. Bununla birlikte, birçok yazar tarafından kabul edilmiş olan bir yoruma göre, ilk diktatör, 501’e doğru, Latinle-re ve Etrüsklere karşı girişilen tehlikeli bir savaşta kendisine olağanüstü yetkiler verilen T. Lartius’dur. Gerçek anlamdaki son diktatör Cannae savaşının ertesi günü, seçildi ve konsül yokluğu dolayısıyle senatodan prodietator (diktatör vekili) unvanı aldı. Her ne kadar sonraları da birkaç diktatör daha seçildi ise de bunlar, yetkili büyük görevli yokluğu dolayısıyle, sadece siyasî veya dinî törenleri yönetmekle görevliydiler. Sulla ile Sezar’ın diktatörlüklerinin, bir anayasa görevi olan eski diktatörlükle, bir isim benzerliğinden başka bir benzerliği yoktur. Aslında Sulla ile Sezar’ın diktatörlükleri silâh gücüyle kurulmuş zorbalıkları bir unvanla meşrulaştmlmasından başka bir şey değildir. (LM)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir