EDEBÂLÎ (Üdebâlf); Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarında yaşamış büyük İslâm âlimi, Osman
Gâzinin kayınpederi ve hocası. Şeyh Edebâlî ismiyle
meşhur oldu. Karamanoğulları topraklarında
doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1326
(H.726) târihinde, Bilecik’te vefât etti.
Edebâlî ilk tahsilini memleketinde yaptıktan
sonra Şam’a gitti. Pekçok âlimden fıkıh, tefsir,
hadis ve diğer ilimleri tahsil edip, üstün derecelere
yükseldi. Tasavvuf yoluna girip mânevî olgunluğa
kavuştu. İnsanlara doğru yolu anlatıp, hak
dîne kavuşturmak için memleketine döndü. Bir
rivâyette Baba İlyâs Horasânî’nin halîfelerinin ileri
gelenlerindendi. Eskişehir yakınlarında İtburnu
denilen bir köyde ikâmet eder, ilim öğretmekle
meşgul olurdu. İslâm dünyâsında eskiden beri
mevcud olan fütüvvet ehli ve Anadolu’da mühim
bir yeri olan ahilerle irtibâtı vardı. Anadolu Selçuklu
Devleti sultânı tarafından devletin Batı Anadolu
sınırlarındaki Söğüt yöresine yerleştirilen
Kayı Boyu mensuplarının reîsi Ertuğrul Beyin oğlu
Osman Bey, kendisini, ilim ve feyzinden istifâde
için sık sık ziyâret ederdi.
Edebâlî hazretleri, kendi parasıyla Bilecik’te
bir dergâh yaptırarak, gelen geçenlere, fakir ve
muhtaçlara ikrâmda bulundu. Osman Bey de bir
çok defâ burada misâfir kaldı. Hattâ bir gece dergâhta
yatarken rüyâsında Şeyh Edebâlî hazretlerinin
göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini
ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının
âlemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp
insanların bu sulardan istifâde ettiğini görmüştü.
Sabah olup rüyâyı anlatınca, Edebâlî hazretleri,
bu güzel rüyâyı şöyle tâbir etti:
“Sen, Ertuğrul Gâzî oğlu Osman, babandan
sonra bey olacaksın. Kızım Mal Hâtûnla evleneceksin.
Benden çıkıp sana gelen nûr budur. Sizin
asil ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek,
onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar,
Allahü teâlâ nice insanın huzûr ve saâdete
kavuşmasına, İslâm dîni ile şereflenmesine senin
soyunu vesîle edecektir.”
Sonra Osman Beyi tebrik etti. Gözünün nûru
kızını bu mübârek insana nikâh etti.
1326 (H. 726) senesinde 125 yaşlarında Bilecik’te
vefât etti. Dergâhının yanında defnedildi.
Eskişehir’de de adına bir türbe yapıldı. Vefâtından
bir ay sonra kızı, dört ay sonra da dâmâdı Osman
Gâzi vefât etti.
Edebâlî, dâmâdı Osman Bey tarafından kurulan
Osmanlı Devletine mânevî güç verdi. SultanOsman’ın hürmet ettiği, her hususta istişârede bulunup
danıştığı en yakın yardımcılarından oldu.
Alimlere ve evliyâya yakın olmanın ehemmiyetini
gâyet iyi bilen Osman Gâzi, kendisinden sonra
gelecek Osmanlı sultanlarına bıraktığı vasiyetnâmesinde
İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara
her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte
kendilerine danışılmasını tavsiye ederek, cihânın
en büyük devleti olmanın yolunu gösterdi.
EDEBİ AKIMLAR; belirli bir çağda, ortak bir
estetik, düşünce ve sanat gâyesi etrâfında toplanan
yazar ve şâirlerin üslûp, duygu ve fikir bakımlarından
birbirlerine benzeyen eserler vermeleriyle
ortaya çıkan edebî anlayışlar. Edebiyât mektepleri,
edebî cereyanlar, edebî ekoller veya edebî
meslekler adıyla da anılırlar.
Bir edebî akım, çok defâ biraz yeni çeşni getirmek
ve değişiklik ihtiyaç ve arzusundan doğar.
Sonradan gelen nesillerin duygu, düşünce ve isteklerinin
değiştiği tezi, üslûp ve estetikteki bu değişikliklere
sebep olarak gösterilir. Ayrıca bir zaman
bölümünde hayranlık uyandıran eserlerin daha sonraları
beğenilmemesi veya bıkkınlık vermesinin
yanısıra yeni yetişen sanatkârların taklitten kaçınmak
ve yeni ufuklar aramak gayretleri de edebî
akımların ortaya çıkışında mühim rol oynar.
Böylece iyice köklenmiş bir edebiyât ve sanat
anlayışını yıkacak görüşler ve kendi ideallerine uygun
eserlerle ortaya çıkan edebiyâtçılar yeni bir
çığır açarlar. Bunların başında çok defâ birkaç üstün
sanatkâr bulunur. Diğerleri bunların açtığı çığırda
yürüyerek bir edebiyât kuşağı meydana getirirler.
Edebî akımların hemen hepsi birbirlerine bir
etki-tepki zinciri içinde doğmuş ve gelişmişlerdir.
Bu arada toplumdaki siyâsî ve sosyal değişmeler, İlmî
inkişaflar, felsefik düşünce ve görüşler, resim,
mîmârî, mûsikî gibi sanat dallarındaki ilerlemeler
ve yenilikler de edebî akımların doğmasına sebep olmuşlardır.
Dünyâda edebî akımların tam mânâsıyla
17. yüzyılda Avrupa’da ve bilhassa Faransa’da
doğduğu ve geliştiği kabul edilir. Edebî akımlar
arasında; Hümanizm (Ümanizm), Klâsizm (KlâsisizmRomantizm, Realizm, Natüralizm, Parnasizm,
Sembolizm, Sürrealizm, Ekzistensializm kendilerini
kabul ettirip en çok bilinenleridir.
Hümanizm: Felsefe lisanında ve günlük konuşma
dilinde “insancıllık” olarak kullanılır. Edebî
akım olarak ise edebiyatta rönesans (yeniden doğuş)
mânâsını almıştır. Bu akım 14. yüzyıl ile 16.
yüzyıl sonları arasında Avrupa’da eski Yunan ve
Lâtin edebiyâtlarını yeni bir sevgi ile ihyâ etmek
gâyesiyle benimsenmiştir. Daha 14. yüzyılda İtalya’da
doğmaya başlamıştır. Bu asırlarda yaşayan
bâzı ilim ve edebiyât adamlarının kilise ve devlet
baskılarına karşı hür düşünce arzusu ve klâsik Yunan-
Lâtin eserlerine hayranlık duymaları bu akımın
başlıca doğuş sebebidir. Hümanist akım temsilcileri
samîmî bir şekilde Grek-Lâtin kültür ve
edebiyâtlarına yönelerek onlardaki zevk anlayışı,
üslup ve estetik yönleri aynen benimsemişlerdir.
Bunda papazlar elinde bozulmuş olan Hıristiyanlığın
ve kilisenin tesiri çoktur. O kadar ki; bu akımın
temsilcilerinin asıl maksatlarının, “Hıristiyan
rûhunu, Hıristiyanca düşünüş ve davranışları
ortadan kaldırmak.” olduğu söylenmiştir.
Hümanist akım düşünce ve sanatta eski Yunan
filozofları ve edebiyâtçılarına yönelerek çok tanrılı
devir (paganizm) hayranlığını esas aldı. Eski
Yunan eserleri taklid edildi. Yunan mitolojisi edebî
eserlere konu yapıldı. Şekil ve üslûb üzerinde
ciddiyetle duruldu. Bu kaygı hümanist akımın belli
başlı özelliklerindendir.
Hümanizm Avrupa’yı ilgilendiren ve AvrupalI
olmak iddiâsındaki bir akımdır. Bu akımın temsilcileri
ortaçağ Avrupası’ndaki kilise ve feodalite
hâkimiyetine dayanan ve pekçok saçma, zâlim,
ilerlemeye mâni değer hükümleriyle dolu cemiyet
hayâtını yıkmak, karanlığı delmek, aydınlığa çıkmak
iddiasında oldular. Fakat daha iptidâî bir hayat
tarzı ve dünyâ görüşü üstüne kurulu olan eski
Yunan ve Lâtin’in çok tanrılı (putperest) inancının
yaşandığı Grek ve Lâtin kültürüne sarıldılar.Bu akımın en önde gelen temsilcileri arasında
İtalyanlardan Dante (1265-1321), Petrarca (1304-
1371 ve Boccocio (1313-1373); Fransızlardan da
Rabelais (1490-1553), Montaigne (1553-1592) ve
Ronsard (1524-1585) sayılır.
Hümanist akım klasisizme kadar sürmüştür.
(Bkz. Hümanizm)
Klâsisizm: Hümanizmin daha şuurlu ve kâidelere
sıkı sıkıya bağlı bir devâmı olarak kabul edilir.
On yedinci yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da
gelişerek 17 ve 18. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya yayılmıştır.
Klâs, “sınıf” anlamına geldiği için, mekteple
ilgili şeyler de bu sözle nitelenmiştir ve muhakkak
kalburüstü, belirli yüksek bir sınıf bu kelime
ile söylenmiştir.
Klâsizm; sanatta mükemmeli, geneli ve kalıcıyı
hedef alan bir akımdır. Bu akımın temsilcileri
yazarlığın zor bir meslek olduğuna, şâheserin yorucu
ve sürekli bir çalışma ile meydana gelebileceğine,
sanatta mutlaka uyulması gereken kâideler
bulunduğuna inanmışlar ve yüksek bir ahlâk anlayışına
dayanmayan sanatın boş ve zararlı olduğunu
kabul etmişlerdir. Bir eser için klâsik olmakta
en mühim şey, şekil ve muhtevâ arasındaki
güzelliği sağlayan dengedir. Bu durumda klâsik
edebiyât milletlerin yükselme devri edebiyâtıdır.
Klâsizmde karakterler değil, tipler esas alındı.
Sanatkârlar, insanın dış portresine önem vermemişler,
herkeste var olabilecek olan değişmez ve
gerçek davranışları bir tip hâline getirmişlerdir.
Kahramanları, ideal insanlardan ve onların ideal
durum ve davranışlarından seçilmiş bu akım, akıl ve
mantığı diğer unsurlann üstünde tutmuştur. Acâyip,
gülünç ve kaba nesne ve olaylara eserlerinde yer
vermeyerek üstün ve mükemmel olana yöneldiler.
Kıyâfet, çevre, yerli hayat, târih, töre ve âdet
gibi kavramları hiçe saydıkları için millîlikten
uzak, beşerî olmaya dönük bir edebiyât kurdular.
Bu bakımdan insanların ferdî özelliklerinden ziyâdebütün insanlardaki ortak konular üzerinde
durdular. Bol ayrıntılara dayanan dış hayat, günlük
yaşayış ve yerli insan bir tarafa bırakılınca, insanların
iç hayâtı ve ruh dünyâsı tüme varmak,
genele ulaşmak gayretiyle bilhassa incelenerek
bir tahlil edebiyâtı yapıldı.
Klâsisizmin bu anlayışı, kullanılan dilin de
ince ve süzme bir dil olmasını sağladı. Kullanılan
kelimelerde kabalık ve bayağılıktan kaçılarak açık
ve sâde bir lisana ulaşıldı.
Klâsisizm akımı, en büyük hamleyi tiyatro
eserlerinde yaptı. Bu edebî akıma bağlı olarak yazılan
trajedi ve komediler çok çabuk tutundu ve yayıldı.
Tiyatronun yanısıra bu akım içinde fabl, deneme,
roman, hitâbet, mektup gibi türlerde de ünlü
eserler verildi.
Klâsik edebiyât mutlak sûrette rönesanstan
doğmuştur. Estetiğini eski Yunan şâheserlerinden
alan bu edebiyât ortaçağ skolastik zihniyetine karşıdır.
Bu edebiyât lirilc değildir. Bu mesleğin en
mükemmel ve üstün özellikleri Fransız edebiyâtında
görülmüştür. Bu sebeple bu akımın önde gelen
temsilcileri arasında Corneille, Racine (trajedi,
tiyatro), Moliere (komedi tiyatro) La Fontaine
(fabl), Pascal (deneme), La Bruyere (roman), Madame
de La Fayette (hitâbet) ile Madame de Sevigne’yi
(mektup) saymak gerekir.
Klâsisizm, Türk edebiyâtında bir akım olarak
benimsenmemiştir. Ancak, Şinâsî gibi bâzı Tanzimât
yazar ve şâirlerinde tesirleri görülmüştür.
Romantizm: Bu akım, iki yüzyıl boyunca tesirli
olan klâsizme tepki olarak ortaya çıktı. Romantizmin
temsilcileri, klâsisizmi, sanatçıları dar sınırlar
içine hapsederek düşünce ufkunu daraltıcı, buluş
gücünü frenleyici olmakla suçlayarak onun bütün
kânun ve düsturlarını hiçe saydılar. Aksine, bütün
duygu, düşünce, seziş, davranış ve arzulara
açılma yolunu tuttular. Kişilik ve sanatkâr hürriyeti,
her şeyin üstünde tutuldu. Bu bakımdan, sanatkârlan arasında çok büyük farklar olduğundan bu
akım belli başlı prensiplerle îzâh edilemez. Ortak
özellik, klâsik kâidelere toptan karşı çıkmaktır.
Romantizmin doğuşu ve 1815’ten sonra bütün
Avrupa’yı kaplayarak hızla yayılmasında devrin siyâsî
ve sosyal hâdiselerinin büyük tesiri olmuştur.
1789 Fransız İhtilâli, Avrupa krallık idâreleriyle
birlikte “efendi-köle” esâsına dayalı sosyal hayâtı
da değiştirdi. Hürriyet, eşitlik, adâlet, kardeşlik
fikirleri yayıldığı her yerde ihtilaller ve isyanlar doğurdu.
Sosyal patlama ve çalkantılar, herkeste bir
öç alma duygusu uyandırdı. Bir taraftan halk yüceltilirken,
diğer yönden fertlerin sınırsız hürriyeti
konu edildi. Montesqieu, Voltaire, Jean Jacques
Rousseau gibi filozofların öncülüğünde başlıyan bu
felsefik akım, yalnız toplum kurallarını değil, edebiyât
kurallarını da yıktı ve günümüzde de fert
ve cemiyet hayâtında çeşitli örnekleri görülen kuralsızlık
ve disiplinsizlik çığırını açmış oldu.
Romantizm; klâsisizme bir tepki akımı olduğu
için edebî husûsiyetleri de klâsisizmin husûsiyetleriyle
taban tabana zıttır. Bu husûsiyetler kısaca
şöyle karşılaştırılabilir:
Klâsikler; akıl ve mantığı baştacı etmişken, romantikler
duygu, sevgi ve ilhamlara yönelmişlerdir.
Romantik şiir, ölçü, nizam ve açıklık demek
değildir. Coşkunluk ve içtenliktir. Şâir, hiçbir sınır
tanımadan, usûl ve kâidelere bağlanmadan
içinden geldiği gibi yazmalıdır. Zamânı, tabiatı
ve kendini aşmaya çalışmalıdır. Gerekirse şuur
altı istek ve duyuşları da ifâde etmelidir.
Klâsikler; ihtirasları yasaklamış, zaafları ayıplamış,
irâdeyi yüceltmişken; Romantikler samîmiyeti
tercih etmiş, sanatçının ihtiraslarının sonsuz
olmasını istemişlerdir. Romantiklere göre; büyük
eserler, ancak böyle doğar.
Klâsikler; tabiatı taklit etmek gerektiğini söylemişlerdir.
Romantikler ise tasvir etme yolunu
tutmuşlardır. Romantiklere göre, yalnız görüneni
değil, görünmeyeni de tasvir etmek şarttır. Sanat
taklit değil, bir meydana getirme işidir. Hayal gücü
nesnelerin rûhunu kavramaya yarar. Sanatkâr,
bu gücü ile dış âlemi kadar, iç âlemi de konu edinmelidir.
Romantiklere göre gerçek; mutlak değişmez
bir şey değil, sanatçının bakış tarzına ve ilhâmma
göre başkalaşan bir şeydir.
Klâsikler; yalnız seçkin insanı yaşatır ve konu
edinirken, romantikler bilhassa acâip, gülünç,
kaba, çirkin ve kuraldışı insan ve nesnelere büyük
yer verdiler. Bu sakat ve anormal, vahşî, hastalıklı,
düşkün veya üstün insanlar romantik eserlerde
bol bol yer aldı. Romantik eserlerin kahramanları
ya çok iyi veya çok kötü tipler oldu. Ortada
olanlara hemen hiç yer verilmedi.
Klasikler; her zamanda ve her ülkede yaşayabilecek
ideal insan tipini ele alırken; Romantikleryerli ve millî kişileri anlattılar. Böylece genel karakterler
değil, özelliği olan kişiler üzerinde durdular.
Bu kişiler, ihtiras ve didişme içinde ömür sürerler.
Romantikler böylece klâsiklerin eski Yunan
cemiyetinden ilhamla canlandırdıkları ideal insan
tipine şiddetle karşı çıkarken “beşerî tip”in olamayacağını
söylemekle de çok büyük bir yanlışlık
yaptılar. Böylece zamânı, tabiatı ve hattâ kendilerini
aşma iddiaları ile tenâkuza düştüler.
Klâsikler; beşerî olabilmek kaygısıyle ve Grek
ve Lâtin târihlerine, o çağların destan ve mitologyalanna,
çok tanrılı ve putperest devri kültürüne ve
sanat eserlerine bağlı ve hayran kalırken, Romantikler
mensub oldukları milletin efsâne, destan,
folklor verimlerine sarıldılar. Hıristiyanlığı halkın
benimsediği şekliyle kabullenerek metafizik duygu
ve düşüncelere eserlerinde yer verdiler. Romantiklerin
asıl gücü şiirde görülmüştür. Bu akımın belli
başlı sanatkâr lan arasında şiir, roman ve dramları ile
Victor Hugo (1802-1885), lirik şiir ve romanda Alfred
de Musset (1810-1857), kır hayatı romanları ile
George Sand (1804-1876), felsefik şiirleri ile Alfred
de Vigny (1797-1863) ve târihî mâcerâ romanları ile
Alexandre Dumas (1804-1870) sayılabilir. Zâten
Victor Hugo Cromwell mukaddimesi ile bu ekolün
teorisini îzâh etmiş ve 1827’ye doğru bu zümrenin
öncülüğünü yapmıştır.
Romantizm; Türk edebiyâtma en fazla etki yapan
edebî akım olarak bilinir. 1860’tan sonra Fransız
edebiyâtım örnek tutan Tanzimât şâir ve yazar*
lan, bu akımı, geniş hayâllerine, sosyal ve siyâsî düşünce
ve emellerine uygun bularak olduğu gibi aldılar
ve yaşattılar. Başta Nâmık Kemâl ve Ahmed
Mithat olmak üzere, Abdülhak Hâmit ve Recâizâde
Ekrem de başka başka yönlerden romantizmi
benimsediler. Sonraki yıllarda Hâlid Ziyâ, Hâlide
Edib ve Yâkub Kadri de realizm tarafdârı olmalarına
rağmen bu akımın tesirinde kaldılar.
Realizm: Edebî eserlerde; kaba-zarif, iyi-kötü,
güzel-çirkin ayrımı yapmaksızın çevreyi, eşyâyı,
toplumu ve insanı anlatmayı hedef almış bir
akımdır. Dış görünüşün yanı sıra iç âleme de eğilen
bu akım taraftarları tabiatı, toplumu ve olaylan
hiçbir seçime tâbi tutmaksızm yazmayı prensip
edinmişlerdir.
1850-1880 yılları arasında Fransa’da Romantizme
tepki şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu geçişi
1799-1850 yılları arasında yaşayan ve eserlerinin
hepsine birden “beşerî komedi” adı verilen Balzac
sağlamıştır. Emile Zola ise bu akımın temsilcisi sayıldı.
Ayrıca edebiyâtta realizmin ortaya çıkmasında
19. yüzyılın ikinci yarısında tecrübî bilgilerin
(fen bilgilerinin) hızla gelişmesinin büyük rolü
olmuştur. Biyoloji, tıp, fizik, kimyâ gibi ilimlerin
yanısıra sanâyileşme buhranları, liberalist ve sosyalist
görüşlerin kıyasıya çarpışması, ilmin endüstriye tatbikinden doğan sayısız meseleler edebiyât
alanında da yer alarak realist akımı doğurdu.
Romantiklerin mânâ ve rûha verdikleri değere
karşılık 1850’de yetişen nesiller; herşeyi madde ve
gövdeden ibâret görmeye başladılar. Sanatta fen
bilgilerinin metodlarını uygulamaya çalışarak insanları
ve olayları laboratuvara sokmaya ve orada
gördüklerini yazmaya çalıştılar.
Realizm, bilhassa roman ve hikâye türünde
görülen bir akım olmuştur. Bu akımın temsilcileri;
tabiatı, insanları, olayları gözlemeye büyük
önem vermişler, ele aldıkları konu hakkında çeşitli
vesikalar toplamak için gezip görmeye, araştırma
yapmaya ve hiçbir detayı unutmamaya dikkat
etmişlerdir. Vak’aları gerçek olup, kişileri sâhiden
yaşamıştır. Ayrıca töre ve âdetler, orta halli sıradan
kişiler ve mühim olmayan insan zümreleri
vazgeçmedikleri hususlardır. His, fikir, yiğitlik,
mertlik gibi vasıfların tasvirinde üstüne çıkmazlar.
Realistler, romanlarını vesikaya dayandırmak
üstünde titizlikle durmuşlar, bâzıları okuyucularından
özel hâtıra defterlerini veya itiraflarını istemişlerdir.
Eserlerinde insanın yapısını derinden etkilediğine
inandıkları çevre tasvirlerine, soy, servet,
mevki, âile, vücut yapısı gibi âmillere uzun yer vermişlerdir.
Konularını hergün görülebilen basit
olaylardan seçmişlerdir. Yazar, olayın gidişine
müdâhale etmez, yön vermeye kalkmaz. Realist bir
roman hayâtın herhangi bir safhasından başlayıp
çok mesut olmayan bir sonla biter.
Realistler, “sanat, sanat içindir.” prensibine
sıkı sıkıya sarılmışlar, roman yazarlarının eserlerindeki
kişileri beğenmeye, kınamaya, onlara istediği
olayları yaşatmaya hakkı olmadığını savunmuşlardır.
Herhangi bir ahlâk kaygısı gütmezler.
Eserlerinde her türlü ahlâksızlığa yer verebilmişlerdir.
Realistlerin en fazla değer verdikleri
şeylerden biri de dil ve üsluptur. Onlara göre
güzel ve doğru fikirler ancak güzel, düzgün ve
doğru cümleler içinde sunulabilir. Bir eserde öz ile
biçim, beden ile ruh gibidir. Her ikisi mükemmel
olmadıkça eser değersizdir. Fikre tam uygun kelimeler
seçilmeli ve üslupta yerli yerine oturmalıdır.
Bu yönleri yâni üslupta mükemmelliğe yer
vermeleri bakımından klâsiklere benzerler.
Şiir ve tiyatroda tutunamayan realizm roman
ve hikâye akımı olarak tanınır. Çağdaş romanın kurucuları
arasında sayılan ve önde gelen temsilcileri
olarak Honores de Balzac (1779-1850), Stendhal
(1783-1842), Gustave Flaubert (1821-1880), Goncurt
Kardeşler, Guy de Moupossont ve Alphonse
Daudet (1840-1897) isimleri hatırlanabilir.
ı Türk Edebiyâtında tam realist roman ve romancı
yoktur. Ancak çeşitli derecelerde Nâmık
Kemâl, Ahmed Mithad, Sâmi Paşazâde Sezâi, Beşir
Fuat, Hüseyin Cahit Yalçın, Hâlit Ziyâ, Hüseyin
Rahmi Gürpınar, Ahmed Râsim bu akımın ileri
gelen isimleridir. Orhan Kemâl, Kemâl Tâhir
gibi romancılarda ise sosyal realizm adı verilen daha
farklı bir realizm anlayışı hâkimdir.
Natüralizm: Realist akımın daha köklü bir
devâmı sayılan bu akım tabiatı ve tabiat bilimlerine
tam bağlılığı prensip alır. Bu akımın temsilcileri
insanların hayâtında da tıpkı tabiat olaylarında
olduğu gibi belli sebeplerin aynı şartlar altında
belli neticeleri doğuracağı tezinden hareket
eder. Bu bakımdan romancının yazacağı kahramanın
fizik ve ruh yapısını hazırlayan şartları bir
biyoloji âlimi gibi incelemesini isterler. Hayatta tesâdüfe
yer yoktur görüşünü savunurlar.
Natüralistlere göre bir roman kahramanının
ilk incelenecek şeyi soyaçekimdir. İnsanın et, kemik
ve sinirden ibâret olduğuna inanmışlar, ruh denilen
mevcut varlığı reddederek eserlerini tamâmen
maddî açıdan yazmışlardır. Bu husus, natüralistlerin
çıkmaza saplandıkları ve acze düştükleri şeylerin
başında gelir. Onlara göre işçinin çocuğu işçi,
tüccarın çocuğu tüccar, din adamının çocuğu din
adamı ve alkoliğin çocuğu muhakkak alkolik olur.
Natüralistler, sırf maddî varlık saydıkları insanı
realistler gibi yalnız gözlemekle kalmayıp ayrıca
tecrübeye (deneye) tâbi tutarlar. Onların roman
şahıslarını böyle âdetâ deney vâsıtası gibi ele almaları
çok tepki toplamıştır.
Natüralistler sanat anlayışlarında da realistlerden
ayrıldılar. Bunlara göre sanat toplumunun
yaralarını, insanın çirkinliklerini deşip ortaya koyacak
tesirli bir vâsıtadır. Eserlerinde o yılların
Fransasında yoğun bir şekilde yaşanan köylerden
şehire akım, sermâyenin baskısı, nüfus artışı, sefâlet,
ahlâksızlık, güvensizlik, kiliseye, devlete,
adâlete isyân havasını karamsar bir tarzda işlemişlerdir.
Bu devir romanı üzerinde verâset nazariyesinin
temsilcisi olan Dr. Loucan (Luka)’nın
mühim bir tesiri vardır.Roman üslûbunda fazla titiz değildirler. Kahramanlarını
sosyal durumlarına göre konuştururlar.
Küfür ve bayağı sözlere sık yer verirler. İnsanları
yiyip içen ve cinsî arzulara boyun eğen, yalnız
maddeden müteşekkil sıradan mahluklar olarak
görmeleri birçok yanlışlara düşmelerine ve
pek fazla tasvib edilmemelerine sebeb olmuştur.
Nitekim bu akım, zaman içinde sosyal gerçekçi adı
altında sürdürülmüş, fakat yalnız sosyalist fikir
cereyanının hâkim olduğu çevrelerde rağbet görmüştür.
Sosyalizmin sarsma;, a ve yıkmaya çalıştığı
din, devlet, âile, iffet, hayâ, ahlâk töre gibi müesseseler
sosyal gerçekçi grubuna dâhil romanlarda
çoğu abartmalı ve uydurma olayların perdesi
arkasında hücumlara mâruz bırakılır. Müstehcenden
çekinmeyen natüralist romanlarda bedbinlik
hâkimdir.
Bu akımın öncüsü Emile Zola’dır ve Thereses
Raquin’i bu nazariyeye göre yazmıştır. Orhan Kemâl,
Kemâl Tâhir, Samim Kocagöz gibi Türk roman
yazarları da bu akımın tesiri altında kalmışlardır.
Parnasizm: “Sanat, sanat içindir.” anlayışına
dayanarak plâstik güzelliğe önem veren ve dış
âlemin tasviriyle egzotik şeylere merak sardıran bu
edebî akım (1860-1885) yıllarında Fransız şâirleri
arasında revaç bulmuştur.
Parnasizm yalnız şiir akımıdır. Realistlerin
prensiplerine bağlı olmakla berâber hayatta insanı
tesellî edebilecek tek şeyin güzellik olduğuna
inanırlar. Onlara göre; sanat, her zaman değişen
felsefî düşünceyi ve buna bağlı ahlâk anlayışı ile
karışık hususları gevelemekten vazgeçmezse güzelliğe
erişemez. “Güzel”, her zaman “faydalı”ya
tercih edilmelidir.
Pamasçılar, romantizme karşı ve pozitivizme
bağlıdırlar. Yeni ve özel bir klâsizme dönmek arzuları,
Hıristiyan dînine ve millî duygulara önem
vermedikleri için, onları eski putperest çağlara, Yunan
ve Lâtin mitolojisine götürmüştür. Ayrıca Doğu,
Hind ve İskandinav kaynaklı efsâneleri de şiirlerine
geçirmeye çalıştılar. Pamasçılar, romantizmin
içli şiiri yerine saf şiiri öne sürdüler. Romantik lirizmi,
coşkunluğu, hisliliği ve kapalı derin duyguları
söylemeyi yasaklayarak akla seslenen, açık ve
üslûbuna çok özenilmiş şiiri savundular.
Parnasizm akımının temsilcilerine göre şiir
her şeyden önce biçim güzelliği demektir. Şiirde
heyecan ve şatafatlı söyleyişten ziyâde ritm ve
pitoresk (resme uyumluluk) unsurlarının gözetilmesi
gerektiğini belirttiler. Bu bakımdan yazdıkları
şiirlerin kelimelerle yapılmış birer tablo gibi
olmasına dikkat ettiler. Bunu sağlamak için şiir, vezin
ve kafiyeden ibârettir, diyecek kadar ileri görüşler
öne sürdüler. Şiirde alliterasyona önem vererek
âhengin yerine ritm getirildi ve nazım şekliolarak en çok sone kullanıldı. Dış âlem tasvirine,
mânâsına, dil güzelliğine ve kelime seçimine büyük
önem verdiler.
1868’de Lemarre adlı bir kitap basıcısı 2 Mart
ile 29 Haziran arasında Le Parnas Contemparain
adında bir şiir dergisi neşreder. 18 sayısı çıkan
bu dergide otuz yedi şâirin şiiri yayınlanır. Bu
akım, adını bu derginin isminden alır. Leconte de
Lisle (1818-1894), François Coppee (1842-1908),
Jose-Maria de Heredia (1842-1905), Sully Prudhomme
sayılır. Mallarme, Verlaine ve Baudelaire
parnasizmin önde gelen temsilcileri olup, şiirlerini
bu dergide yayınlamaya başlamışlardır.
Ayrıca Cenap Şehâbettin ve Tevfik Fikret de
bu akımın yerli temsilcileridir.
Sembolizm: Sâdece şiirde görülen bu edebî
akım, 1885-1902 yılları arasında Fransa ve Avrupa’da
tutunup moda olmuştur. Pamasçılığa karşı çıkan
sembolizm rûhumuzla ilgili şeylerin sırlı inceliklerini
ifâde etmeye çalışır. Sembolizmin ortaya
çıkmasında edebiyâtta pozitivizmi, İlmî görüşü
yansıtmak isteyen realizm, natüralizm, parnasizm
gibi akımların bezginlik vermesi, kuruluğu ile can
sıkıcı olmasının yanısıra Avrupa’yı sarmaya başlayan
maddeden mânâya, gövdeden rûha, kalıptan
öze akımının da büyük rolü olmuştur. Aklın ve
deneyin aslâ giremeyeceği alanların varlığının pozitivizme
ve buna bağlı edebiyâta baş kaldıran sanatçıların
sayısını giderek arttırması sembolizmin
tutunmasını ve yayılmasını kolaylaştırdı.
Sembolizm, şiir konusundaki görüşleri ile az
çok romantizme dönüş manzarası gösterir. Fakat o
zamâna kadar alışılmış ve kökleşmiş bütün şiir
tarzlarına baş kaldırmış olması onu romantizmden
ayırır. Sembolistler, şiirde insan tabiatında var
olan sırlı duyuşlara, çeşitli sezgilere yer vermeyi
esas aldılar. Bunu yaparken vezin, kâfiye, üslup kayıtlarını
arka plâna atarak serbest nazım içinde
dilbilgisi mantığının ve alışılmış söz diziminin
dışına çıkılarak hiç işitilmemiş, bâzen mânâsızlığa
kadar varan söz kalıpları kullandılar.
Şiir muhtevâsında pamascılara taban tabana zıt
bir tutumla şiiri sanki kelimelerle notalanan kendine
has bir mûsikî gibi kabul ettiler. Bunu sağlamak
için kelime ve söz arayışları içine girdiler.
Sembolist anlayışta; mecaz, şiirin esas öğesi kabul
edildi. Fakat bu mecaz, eski şiirde gözüken ve
kolay anlaşılan bir mecaz değildir. Çünkü bunlar, şâirin
şiirini yazarken birdenbire hatırladığı ve dış
görünüş îtibâriyle asıl konuyla ilgisi olmayan kelimelerdir.
Bunların yorumu okuyucuya kalmıştır.
Bunun farkında olan bâzı sembolistler şiirlerinin
okuyucular tarafından kendilerine açıklanmasını
isteyerek, sembolik şiirde telkin edilen hayal alemine
ve bunun gerçek âlemle çağrışımlardan öteye
geçmeyen ilgisine dikkat çekmek istemişlerdir.Onların bu anlayışı, kendilerini masalımsı bir
zaman ve çevre anlayışı içinde yepyeni temalar
aramaya zorlamıştır. Dış âlemde gördüklerini değil,
sezdiklerini vermişlerdir. Gerçek manzarayı mümkün
olduğu kadar hayal ve sır ile kapamaya çalışmışlardır.
Sembolizm, Fransız şiirinin büyük şâirlerini
yetiştirdiği gibi, dünyâ şiirine de çok etkili olmuştur.
Önde gelen şâirleri arasında Baudlaire
(1821-1867), Verlaine (1884-1896), Mallarme
(1842-1898) ve Rimbaud (1854-1891) vardır.
Türk Edebiyâtında Sembolizme yakın bir anlayış
tasavvuf şiirlerinin hepsinde vardır. Fakat, en
çok 17 ve 18. yüzyıllarda dîvân şiirini sarmış Nâilî,
Neşâtî, Şeyh Gâlib gibi büyük şâirlerin başarıyla
uyguladıkları Sebk-i Hindî tarzının kendine
has bir sembolizm olduğu kanaati yaygındır.
Fransız sembolizminin Türk Edebiy âtındaki
tesirleri ise Servet-i Fünûnda ve aynı zamanda
Cenab Şehâbeddin’de görülür. Ahmed Hâşim bu şiirin
bütün kurallarını benimsemiş ve aynen tatbik
etmiş önde gelen bir sembolisttir. Ayrıca Ahmed
Hamdi Tanpmar ve Ahmed Muhip Dranas da
sembolik şâirlerdendir.Sürrealizm (Gerçeküstücülük): İnsandaki iç
ben’in yorumunu, akıl, töre, ahlâk, estetik ve sanatkâr
gücünü hiçbir tesir ve denetim olmaksızın
vermeye çalışan sanat anlayışıdır. Yirminci yüzyılın
başlarından beri türlü adlarla süregelmiş ve devâm
etmektedir. Gerçeküstücülük, maddeciliğe,
ilimciliğe ve akılcılığa tepki hâlinde doğan ruhçu
felsefe akımlarının ve psikoloji buluşlarının edebiyâta
yansımasıdır. Fruel (Froyol) felsefesinden etkilenen
bu akımla maddeye, ilme ve akla verilen aşırı
değer sarsılmış, akim ve maddenin inkârına kadar
varan yeni sanat akımları ortaya çıkmıştır.
Gerçeküstücülük, bir eğilim ve anlayış paralelliği
olarak empressiyonizm, kübizm, fütürizm ve
dadaizm akımlarında da görülür.
Empresyonizm: Dış dünyâya âit gözlemleri,
iç âlemde meydana gelen ruh hâllerine göre yansıtması
ve manzaranın sert gerçeğini silik renkler
altında gidermesi bakımından gerçeküstü anlayışlara
zemin hazırlamış sayılan bir resim ve edebiyât
çığrıdır.
Kübizm: 1910 yıllarında resimde ortaya çıkıp
şiire geçen bir akımdır. Bu tâbirin ressam Matisse
tarafından ortaya atıldığı ileri sürülür.
Bu akıma bağlı ressam ve şâirler geçici bir
zamânı değil, kişilerin ve eşyânın edebî özünü,
şuuraltının sırlarını yansıtmak istediler. Nesnelerin
tabiî düzenini bozarak onları başka başka açılardan
göstermek yolunu tuttular. Konuları sırf
bir yüzü ile değil, üç buyutu ile derinlemesine ve
geometrik biçimler altmda çizmek istediler. Meselâ
bir adamın yalnız görünüşünü, duruşunu değil,
aynı zamanda aklından geçenleri, hayâllerini, arzularını
da çizmek yolunu tutmaları bunlara o kişinin
çehresine de diledikleri mânâyı verme serbestiyetini
kazandırdı. Aynı anlayış şiire de uygulanınca
bir anda gelen türlü çeşitli duygu, düşünce
ve görünüşler aynı şiirde toplanarak kübizm ekolünde edebî eserler verildi. Eserlerin anlaşılmamasını
tabiî sayarak kendilerinin de anlamadıklarını
îtirâf eden ve bütün maksatlarının dış
gerçek anlayışını sarsmak olduğunu belirten kübizm
sanatkârları arasında Salvador Dali, G.Appolinaire,
Andre Salmon, Blaise Cendrars, Max
Jaboc ve Jean Cateau en meşhurlarıdır.
Fütürizm: Kübizmin görüş ve metodlarını
benimsiyen bu akım aynı tablo veya şiirde kişinin
geçmiş, şimdiki ve gelecek zamâna âit bütün duygularını
yansıtmaya çalışır. Topluma ve manzaraya
alay edici bir gözle bakar. Bu çığırın en meşhur
şâiri İtalyan Marimetti’dir.
Bizde Nâzım Hikmet’in Makinalaşmak manzûmesi
buna bir örnektir.
Dadaizm: Birinci Dünyâ Savaşı yıllarında İsviçre’de
ortaya çıkmış Fransa ve Amerika’da yankılar
bulmuş bir edebiyât akımıdır. Dada ismi,
akımm öncülerinin lügate daldırdıkları bir bıçağın
“Dada” kelimesine isâbet etmesiyle verilmiştir.
Bu akım sanatkârları hiçbir akıma ve hiçbir edebiyât
kuralına bağlı olmamayı prensip edindiler.
Hayat ve olaylarla, insanlarla alay etmeyi hedef tuttular.
Bu akımda reybîlik (şüphecilik) esastır. Bu
akımın en mühim temsilcisi RomanyalI Czara’dır.
1922 yılında sönmeye başlayan Dadacıların
önde gelen temsilcileri arasında Paul Fluardı, Francis
Picabia, Philipe Soupault gibi isimler vardır. Bütün
bunlardan sonra gerçeküstücü akımın 1924’te
yayınlanan ilk bildirisinde insanı anlayıp anlatmak
için yalnız akıl-zekâ, mantık değil, şuuraltı, rüy
â , hayal gücü ve cinsiyetin de ele alınması ve sanat
anlayışının buna dayanması gerektiğini açıkladılar.
Sanatçı akim ve deneylerin sınırladığı dar
gerçekten kurtulmadıkça asıl gerçeğe, yâni gerçeküstüye
(scerreele) ulaşamaz tezini savundularGerçeküstücüler, akıl ve mantığa olduğu kadar
töre, âdet, gelenek ve ahlâka da zıt gittiler. Ayrıca
şiirin kaynaklarını gözle görülen mantıklı âlemde
değil rüyâda, buhranda, cinnette ve uyku hâlinde
aradılar. Sanatçıyı da rüyânın ve şuuraltının verileri
olarak târif ettikleri ilhâmı kâğıda geçiren bir
daktilo makinası gibi gördüler.
Gerçeküstücülerin tablo ve şiirlerinde verdikleri
manzara bir esrarkeş ve akıl hastasının
gördüklerini anlatması ile çok benzerlik gösterir.
Onlar bu hallerini, şuur’u değil, alt şuuru konuşturduklarını
iddiâ ederek açıklamak isterler.
Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk): Edebiyâtta
1935’lerden beri görülen bir akımdır. Bu akımın
edebiyât ve felsefedeki en ünlü lideri Jean-Paul
Sartre’dir.
Varoluşçu akım yazarlarından Sartre, Kafka,
Camus ve Simone de Beauvoir en çok felsefi roman
ve tiyatrolar yazdılar. Bu romanlarda bütün kişilerin
müşterek özleri değil, bir kişinin kendine mahsus
olan, onun varoluşunu sağladığı kabul edilen nitelikler
anlatılır. Bunlara göre müşahhas (somut)
gerçek, mücerret (soyut) metodla anlaşılamaz. Bunun
için mücerret şeyleri müşahhas belgelerle anlatmaya
çalışırlar. Kendilerine göre toplumcu bir
edebiyât yaptıklarını öne sürerler. Realizme, gerçeküstücülüğe
ve romantizme karşıdırlar.
Toplumculuk iddialarına rağmen bu edebiyât
halka hitâb eden bir edebiyât değildir. Bu akımın
sanatkârları çok dar bir zümreye seslenen,
kapalı, koyu felsefî muhtevâlı, anlaşılması çok
güç ve imkânsız eserler vermiştir.
EDEBÂLÎ (Üdebâli)

19
Eki