îlim adamları, BESMELE’nin Fâtiha’dan bir âyet olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Bazısına göre, Besmele, Fâtiha’- dan bir âyet değildir. Başka sûrelerin başındaki besmeleler de böyle.. Bu ancak sûrelerin arasını ayırmak için teberrüken konulmuştur. Ebû Hanîfe bu görüştedir. Ona tabi’ olan âlimler de aynı görüşü benimsemişlerdir. Bunun için Hanefî mezhebinde namazda Besmele açıktan okunmaz. Bazı âlimlere göre, Besmele Fâtiha’dan ve her sûreden bir âyettir, imam Şâfiî ve arkadaşları bu görüştedirler.
Bu sebeple onlar namazda Besmele’yi aşikâr okurlar.
BİSMÎLLÂH’taki (B) harfi bir mahfuza mütealliktir. Takdiri şöyledir: Allah’ın ismiyle okuyorum (akreu biismillâhi)..“e Ma’mulün burada öne alınması, Allah’m zikrine olan ihtimamdan dolayıdır. Aynı zamanda kâfirlerin «BÎ-ÎSMÎ’LLAT» demelerine karşı bir reddir. Çünkü onlar bir işe başlarken
«Lât ve Uzza putunun adıyla» derler,
ALLAH lâfzına gelince:
îmam Halil diyor ki: Bu bir isimdir ve Allah’a has bir alemdir. Bunun iştikakı yoktur. Yâni herhangi bir kökten tü- retilmemiştir. Başlıbaşına YARADAN’a has bir isimdir.
Diğer bir guruba göre Allah ismi müştaktır; yâni başka bir kökten türetilmedir. Ancak onun bu iştikakında görüşler farklıdır:
Bazısına göre ELÎHE ÎLÂHETEN veya ELEHE İLÂ- HETEN alınmadır. Kök mânasıyla
«Bir çeşit ibâdetle ibâdette bulundu.»
Bu kökten alman ALLAH’m mânası,
«ÎBADETE MÜSTEHAK‘tır O, başkası değil.ER-RAHMÂN Bütün halka merhamet eden, onlara rızık ve menfaat ulaştıran, anlamını taşır. ER-RAHÎM: Kıyâmet günü özel olarak mü’minlere merhamet eden, cezâya hak kazananların cezâsm- dan vazgeçen, onları cennette hayır ve sevâpla ulaştıran, mânasına delâlet etmektedir, ikisi arasındaki fark:
RAHMÂN, mâna yönünden umumîdir, lâfız yönünden hususîdir. Bu bakımdan başkası hakkında kullanılamaz. RAHÎM, mâna cihetiyle has, lâfız cihetiyle umumîdir; bu bakımdan başkası hakkında kullanılabilir ve başkası bu ismi alabilir. EL-HAMD Bütün övgü ve saygının Allah’a olduğunu ifâde eder.
Başındaki (LÂM) ehl-i sünnet ve’l-cemaate göre «istiğrak» içindir. Yâni ne kadar öven varsa hepsinin övgü ve saygısı Allah’adır. Lillâh kelimesi el-Hamd’in haberidir.
Böylece Cenâb-ı Hak, hamde lâyık olanın ancak kendisi olduğunu haber vermiş oluyor.649 O halde bu cümle, mübtelâ ve haberdir. Mahalli, bir emr-i mukaddere mef’ul olmak üzere mensuptur. Kullarına, nasıl hamdedileceğini öğretmeye mâtuftur. Bu duruma göre cümlenin takdiri şöyle olmuş oluyor:
«El hamdü lillâh deyin, el ham- dü lî demeyin.» Ayrıca bu cümlede, yâni hamd’de, şükür ve övgü mânası da var. Ancak ne var ki HAMD, şükürden daha umumî bir anlam taşır. Çünkü Hamd, nîmet karşılığında denileceği gibi, başka şey karşılığında da denilebilir. ŞÜKÜR ise ancak nîmet karşılığında söylenir. ŞÜKÜR, kalb, dil ve organlarla olabilir. HAMD ise ancak dil ile olabilir. EL HAMDÜ LİLLÂH Diğer bir yoruma göre, baştaki (LÂM), ahd içindir. Yâni kâmil bir hamd, demektir. Bu takdirde Allah’ın kendisine olanhamdi veya Resûlüllah ve kâmil mü’minlerin hamdi, demek oluyor Veya (LÂM), az yukarıda da işâret edildiği gibi İSTİĞRAK içindir.
Bu takdirde bütün hamdler, övgüler aslı itibariyle hamdedilene aittir, övgüsü yapılana adalet itibariyle, mâbu- da da hakikati itibariyle aittir. İster bu hamdler aynı itibariyle hamdedilene aittir, övgüsü yapılana adalet itibariyle, zî itibariyle olsun, hep aym kapsama girer. Nitekim Cenâb-ı Hak buna işâretle buyuruyor ki: «Hiçbir şey yoktur ki O’na barudiyle teşbih etmesin.» Sofilere göre HAMD, hamdedilenin kemâlini izhar etmek tir. Cenâb-ı Allah’ın kemâli ise sıfatları, ef’ali ve eserleri ile bilinir. Bunun için Şeyh Davud el-Kayserî diyor ki: «Hamd benim sözüm, fiilim ve halimdir.» Sözümden maksad, dilin ham- didir. Allah’ın kendini övdüğü ile Allah’ı övmektir. Peygamberlerin diliyle bildirdiği övgü ile ona hamdetmektir. Fiilim’den maksad, Allah rızası gözetilerek bedenen yapılan ibâdetler, hayır ve hasenattır. Çünkü HAMD, nasıl dil ile insana vâcibse her organ ile yapılması da öylece vâcibdir. Şükür gibi, o da her hâl ü kârda yapılması gereklidir. Buna işâretle Rahmet Peygamberi (SA.V.) Efendimiz:
«Her hâl ü kârda Allah’a hamdol- sun» derlerdi. Bu ancak bütün organları kullanmakla ve ne için yaratıldığı hususunda kullanmakla mümkün olur. O halde meşrû’ bir yolla organları Hakk’m ibâdetine, ama yaratıldığı gaye ölçüleri içinde kullanmak hamd’ın tâ kendisidir. Bunu sırf O’nun emrine boyun eğerek yapar, kendi nefsanî arzularına ve zevklerine göre yapmaz, sadece Hakk’m rızasını tahsile yöneltirse, o zaman her hâl ü kârda hamd edilmiş sayılır. Hal ile yapılan hamd ise; bu ruh ve kalb ile olanıdır. İlmî ve amelî olan olgunluklarla vasıflanmak, İlâhî ahlâkla ah- lâklanmak gibi. Çünkü insanlar Allah’m ahlâkıyla ahlâklan- makla emrolunmuşlardır. Bu husus peygamberlerin diliyle beyân edilmiştir. Tâ ki kemâlât (olgunluklar) onların melekesi haline gelmiş ola.. Hakikatte ise bu, Hakk’m kendi nefsine hanıdetmesidir. Ama bu zevâhir ile adlandırılan onun makam-ıtafsilîsidir; kendisine mugayir olmadığı cihetle bu böyledir. Ama cera’î makamında zatına hamdetmesi, kavli olarak, kendi kitabında söylediğidir. Kendi nefsini kemâl sıfatlarıyla belirlemesi bu cümledendir. Fiilî olarak da, celâl ve cemâl sıfatlarının kemâlâtını gayıptan şehadete, bâtınından zâhirine, ilminden aynine sıfatlarının cevelân ettiği, isimlerinin velâyet yerinde belirdiği ölçüde izhar etmesidir. Hal cihetine gelince, ilk en mukaddes feyziyle kendi zâtında tecellîlerde bulunması ve ezelî nurunun zuhurudur. O halde Allah hem cemi’ hem tafsil yönünden hem hamdedendir, hem de hamdedilendir. Nitekim bu hususta ehli şâirlerimizden biri diyor ki: «Henüz perde açılmadan önce ben bir dehr idim, Hatırlıyorum kİ ben sana şükrile zikrediyordum, Gece aydınlanıp şahid olarak sabahladığımda, Gördüm ki zikredilen, zikir ve zikreden hep sensin.» Böylece sözlü hamdde bulunan her hamdedici, hamdedı- leni kemâl sıfatlarını ona isnad etmekle tanır. Bu da haliyle tarifi gerektirir. HAMD senâ, şükür ve medhi kapsamaktadır. Bunun için Cenâb-ı Hak kendi kitabını yine kendisine senâ edilsin, âlemlerin Rabbine şükredilsin, Rahmân ve Rahîm olarak övülsün diye hamd ile başlatmıştır. Aslında kulun bu üç ölçüde Allah’a hakiki anlamda hamdetmesi mümkün değil, sadece taklîdî olarak mümkündür. Buna mecâzî de diyebiliriz. Birinci ölçü SENÂ’dır. Hem senâ, hem de medih, O’nun zatına ve sıfatına lâyık şekilde olabilmesi için medhedilenin künhünü bilmek gerekir. Halbuki Allah’ın ne zatının, ne de sıfatlarının künhü bilinebilir. O halde SENÂ ile MEDlH O’na yapılırken mecazî anlamda yapılır. Nitekim Cenâb-ı Allah kendi kitabında buyuruyor ki: «Onların hiçbirinin ilmi O’nu kuşatamaz.» «Onlar Allah’ın kadrini gereği gibi değerlendire- mediler.»681 İkinci ölçü HAMD’de şudur: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Mi’rac gecesi, Allah’a senâ etmekle hitab olunduğunda«Sana lâyık olduğun şekilde senâ edemem. Sen kendini senâ ettiğin gibisin..» demişti. Çünkü bu makamda emre imtisal ve ubûdiyeti izhar gereklidir. Bunun için «sen kendini senâ ettiğin gibisin» diyerek hem emre uyduğunu, hem de taklîd yollu senâda bulunduğunu ifâde etmiştir. Bize de taklîd yollu Allah’a hamdetmemizi emretmiştir: «el-Hamdü lillâh de!.» Nasıl ki: «Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun!.» buyurul- muştur.683 Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz bir hadîslerinde bunun anlamını ta’lîm ederek buyurmuşlar ki: «Hamd, şükrün başıdır. Allahü Teâlâ’ya hamdetmeyen O’na şükür de etmez..»
RABBİ TL-ÂLEMÎN
el-Hamdü lillâh ile başlayarak zatının isminin her türlü güzel övgülere lâyık olduğunu tenbîh buyurduktan sonra sıfatlarının ismini getirdi ve böylece iki yönden (hem zatı, hem sıfatları yönünden) hamde müstehak bulunduğunu iki cümle halinde bir araya getirdi.
RABBÎ’L-ALEMÎN
terkibi, O’nun zatı ve sıfatı itibariyle bütün hamdlere lâyık bulunduğuna bir delil ve bürhan gibi gösterildi. Hem dünyada, hem âhirette her türlü övgüye hak kazandığına işâret edilmiş oldu. RAB, terbiye ve ıslâh anlamındadır. Âlemlerin Rabbi, denilince, onlan çeşitli gıdalarla besleyip büyüttüğü, varlıklarını devam ettirebilmeleri için lüzumlu bütün sebep ve şartlarını hazırladığı mânaları hatıra gelir. însanm dış varlığım nîmet ile besleyip geliştirir. Iç varlığım (ruhunu) rahmet ile terbiye edip olgunlaştırır. Ruhim terbiye edilme mahalli kalbler- dir. Cenâb-ı Hak, âbidlerin nefislerini şeriat ahkâmıyla, kendisine müştak olanların nefislerini Tarikat-ı Muhammediyye ile, kendisini sevenlerin nefis ve esrarım hakikat nurlarıyla terbiye eder. Diğer bir tabirle: Allah ki âlemlerin Rabbidir. O, insanın iç âlemini rahmetle terbiye ederken, insanın tavırlarım bazen envannın feyz-i kavisiyle terbiye edip azâsım bu füyuzata mazhar kılar. Kemikle işitme, yağla görme, et ile konuşma yeteneğini veren Allah’ı tenzih ederiz. Canlılara gıda tertibini bitkilerde daneler ve meyveler şeklinde yeşerten, hayvanlarda el, yağ şeklinde gerçekleştiren, toprakta ağaçlar, ırmaklar biçiminde vücuda getiren, feleklerde yıldızlar ile bunu yansıtan, zaman içinde canlıların sükûnetini sağlayan, geceleri eziyet veren hareketleri gidermek için bir örtü yapan ve bizi böylece koruyan, gündüzleri kendi fazl u keremiyle ihsanda bulunan Rabbimiz her türlü noksan sıfattan, maddî ölçüden münezzehtir. îşte seni terbiye edip büyüten ve her şeyi senin için harekete geçiren Rabbin!. Sanki senden başka onun kulu yoktur.. Fakat sen ona lâyıkı veçhile hizmette bulunmuyorsun. Sanki senin ondan başka Rabbin var…
ÂLEMÎN,
âlem kelimesinin çoğuludur. Âlem, mâna yönünden çoğuldur ,lâfız yönünden vahidi bulunmaz. Vehb bin Mü- nebbih diyor ki: Cenâb-ı Hakk’m on sekiz bin âlemi vardır. Dünya o âlemlerden biridir. Bu âlemde bayındır olan yer, ha- rab olan yerler içinde, sahradaki bir çadır gibidir. Dahhâk (rahmetullahi aleyh) diyor ki: «Cenâb-ı Hakk’m 360 âlemi vardır. Onlar arasında çıplak, yalınayak olanlar vardır ki yaradanlarını bilmezler. Bunlar cehennemin rezil sâkin- leridir. Altmış âlem ise elbise giyerler. Onların terbiyecisi Zül- karneyn’dir.»*53 Kâ’bü’l-Ahbar diyor ki: «Âlemleri sayı bakımından sınırlamak mümkün değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak: «Rabbin ordularının sayısını kendisinden başka kimse bilemez» buyurmuştur.»
Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki:
«Cenâb-ı Hak, yaratıklarını dört sınıf üzere meydana getirmiştir : Melekler, şeytanlar, cinler ve insanlar.. Bunları sonra on kısma ayırmıştır. Dokuz kısmı meleklerdir, bir kısmı geriyekalan üç sınıfı teşkil eder. Sonra bu üç sınıfı da «on» bölüme ayırmıştır. Bundan dokuz bölümü şeytanlardır, bir bölümü insanlar ve cinlerdir. Sonra insanları da yüz yirmi beş bölüme ayırmış, bunun yüz bölümünü Hind (Hindistan ve Çin) ülkesinde meydana getirmiştir. (Müellif burada bazı isimlerden ve bu isimler altındaki bazı acaib yaratıklardan bahseder. Bunları terceme etmeye lüzum görmedim. Çünkü bugünkü dünya milletlerinin etnik yaplsına uymamaktadır.) (Mütercim) Ancak bu yüz bölümün hepsinin (yâni kahir ekseriyetin) cehennemlik olduğu söylenir. Bunlardan on iki bölümü Rum ülkelerinde meydana getirmiştir. Bunlar Nesturiye, Melkâniye ve îsrailiye olanlardır. Bu üçünden her biri dört guruba ayrılır. Hepsi de ateşliktir; varacakları yer cehennemdir. Bunlardan altı bölümü ise doğudadır; bunlar Ye’cüc – Me’cüc Türklerdir. Türkler de dört guruba ayrılır. Bunlardan altı bölümü batıdadır. Bunlar da beş altı guruba ayrılır. Arap kâfirleri de bunlara dahildirler. (Müellif burada batıda olanları ismen belirtmiştir. Ama biz bugün bu isimlerin çoğunun kullanılmadığı ve bir kısmının ta- rihen tesbiti mümkün olmadığı için buraya almadık). (Mütercim) Bu altı bölümün hepsi cehennemliktir. (Müstesna kalanlar varsa bu umumî kaideyi bozmaz). İnsanlardan, bütün bu saydıklarımız çıktıktan sonra geriye TEVHÎD EHLİ = Allah’ın varlığını, birliğini kabul edip gönülden inananlar kaldı. Bunlan bir bölüm kabul ediyoruz ve bu bir bölüm de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Yetmiş iki fırkası tehlikeli bir yolda bulunuyor ki bunlar bid’at ve dalâlet (sapıklık üzere bulunan ve böylece cadde-i Hak’tan aynlan) ehli olanlardır. Geriye kalan bir fırka ise FIRKA-1 NÂCİYE’– dir. Yâni kurtuluş yolunu bulan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir. Bunların hesabı Allah’a aittir. Dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Hadîs-i şerifte beyân edildiğine göre: «İsrâil oğullan yetiniş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka hâriç diğerlerinin hepsi ateştedir.»
Bunun üzerine soruldu:
— Müstesnâ kalan fırka hangisidir? Onlar kimlerdir?
— Benim ve ashabınım bulunduğu yolda bulunanlardır.
Diye cevap verdiler. Evet, Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz’le O’nun ashabının bulunduğu yol, hak ve hakikatin kendisidir. Cennete ulaştırıcı olan yoldur. Kurtuluş ve saadet ancak bu yoldadır. Bundan başka bütün yollar bâtıldır; sadece cehenneme götürür. Eğer bu sapık yolda bulunanlar ÎBÂHlYE tarikatına mensup olanlar ise ebediyen cehennemde kalıcılardır. Fâtiha sûresinde
—Besmele’nin de ondan bir âyet sayılması takdirinde
— RAHMÂN ve RAHÎM sıfatlarının tekrar etmesinde birtakım esrar ve yorumlar vardır :
a) Besmele’de olan rahmetimin ikisi de zatîdir. Fâtiha’da olanı ise sıfatîdir. Kemâl sıfatlarından tecelli eden rahmet, demektir.
b) Besmele’nin Fâtiha’dan olmadığını bildirmek içindir. Çünkü eğer Besmele Fâtiha’dan bir âyet olmuş olsaydı, RAHMÂN ve RAHÎM tekrar etmezdi. Çünkü bir şeyi tekrar etmek biraz da olsa faydadan uzak sayılır.
c) Allah’a kulluk daha çok zikirle olur. Çünkü Allah sevgisinin alâmeti, O’nun zikrini sevmektir.
d) Rabbü’l-Âlemîn, denildikten sonra, o Rabbin dünyada rızık veren Rahmân olduğu, âhirette günahları bağışlayan Rahim olduğu belirtiliyor. Bu sebeble adı geçen sıfatlardan hemen sonra MÂLÎKÎ YEVMÎ’D-DÎN cümlesi ilâve ediliyor. Şöyle ki: Rububiyet ya Rahmaniyet iledir ki bu dünya rızkı ve rahmetidir. Ya da Rahimiyet iledir ki bu âhirette mağfiret ve âtıfettir.
e) Övgü HAMD ile anılmıştır. Rahmete erişilsin diye. Çünkü beşerden Allah’a ilk hamd eden Âdem Peygamber olmuştur. Yaratıldığında ruh genzine ve baş kısmına girince aksırmış ve «el-hamdü lillâh» demiş.. Ona hemen cevap verilmiş«Yerhamuke’llah» denilmiş ve «işte Rabbin seni bunun için yarattı» diye hatırlatılmış. Böylece Âdem Peygamber HAMD için yaratıldığını ve Allah’ın rahmetine hamd ile erişileceğini anlamış.
f) Buradaki tekrar ta’lîl içindir. Çünkü Hamd’m bu vasıflar üzerine tertibi, me’hazinin illiyetine alâmettir. Bu da Rahmaniyet ve Rahimiyettir. Ve bunların hepsi O’nun kendi in’am ve ihsanında muhtar olduğunu, onu zorlayıcının bulunmadığını göstermektedir. îşte bunda da Rabbü’l-Âlemîn’in zatının feyzinden olan hanide istihkakın sebeplerinin tam kemâl mertebesinde olduğu vardır. Kemâlâtm feyzi ise Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla- dır. Dünyada bu feyzin dışında kalan bir şey yoktur. Sevâp bahşetme feyzi lûtfendir. Cezâ (karşılık) vermesi adaleti gereğidir. âhirette. Böylece bundan üç vasfın tertib üzere gelmesinin veçhesi anlaşılmış oluyor. Rahmân ile Rahîm arasındaki fark: Ya Cenâb-ı Hakk’m birinci sıfatla özel olarak mevsuf bulunmasıdır. Ya da bu sıfatm umumî olmasıdır. Veya açık ve büyük nimetlere kaynak olmasıdır. Birinci mânaya göre, Allah Rahmân’dır ve bunun cinsi kullardan sâdır olmaz. Sadece Allah’a has bir sıfattır. Rahîm ise, insanlardan da meydana gelmesi düşünülebilen bir sıfattır. Bu mânayladır ki Zinnûn Mısrî Hazretleri’nden şöyle dediği rivâyet olunmuştur: «Kalbime bir velvele düştü. Kalkıp Nil kenarına gittim. Bir akrebin doğru ilerlediğini gördüm. Onu takip ettim; derken su kenarında bir kurbağa ile karşılaştık. Akrep, kurbağanın sırtına binip Nil’in öte tarafına geçti. Ben de vakit kaybetmeden bir vasıtayla suyu geçip yine onu takibe koyuldum. Akrep sahile ulaşınca kurbağanın sırtından indi ve bir gölgelikte uyumakta olan bir gence doğru ilerledi. Dikkat ettiğimde dişi bir yılanın genci sokmak istediğini gördüm. Akrep, yılana hücum etti. İkisi bir müddet boğuştular; derken birbirini ısırdılar, ikisi de zehirlenip ölünce o genç büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldu.»Diğer bir yorumla RAHMÂN ve RAHÎM : Rahmet sâhibi, demektir. Rahmet ise, ehli için hayır dilemek vö irâde etmektir. Halkına karşı olan geniş rahmetini te’kid için sıfatlar birbiri ardınca getirilmiş ve tekrar edilmiştir. Çünkü O’nun rahmeti gazabının önüne geçmiştir. MÂLİKİ YEVMİ’D-DÎN Allah’m ceberûtunu ve hükmün kendine has bulunduğunu ve hesap gününün yegâne hâkimi olduğunu, hiç kimsenin hüküm verirken O’nunla çekişmeyeceğini, hiç bir kimsenin O’nun mülkünde O’nunla sürtüşemeyeceğini üçüncü bir sıfatıyla beyân etmek içindir. Çünkü sürtüşme ve çekişme ancak dünyada fâniler arasında cereyan eder. özetleyecek olursak: Allah kıyâmet günü bütün işlerin tek sâhibidir.®85 Gün’ün Arapçada karşılığı olan ve Fâtiha’da geçen «el- YEVM» kelimesi, örfte güneşin doğmasıyla batması arasında geçen zaman demektir. Şeriatte ise, ikinci fecrin (fecr-i sâdık) doğmasıyla güneşin batması arasında geçen zamandır. Burada ise el-Yevm’den maksad, mutlak zamandır. Çünkü âhirette güneş yoktur. Yevm kelimesinin Din kelimesine izâfesi, ednâ mülâbese (küçük bir ilgi) içindir. Diğer zamanlar gibi, içinde meydana gelen olaylara izâfe edilirler. YEVMÜ’L-AHZÂB (Ah- zab günü), YEVMÜ’L-FETÎH (Fetih günü) gibi.. Din gününün tahsisi, ya o güne ta’zîm içindir, ya o günden korkmak içindir, ya da emr-i İlâhînin yalnız olarak o gün icrâ edileceğini bildirmek ve her türlü mülk ü saltanatın o gün son bulacağını, bütün irtibatlarımı bu konuda kesileceğini hatırlatmak içindir. Artık o gün ne bir kadı, ne de bir sultan bulunur. Mâlik veya Melik’in aslı; bağlamak, irtibat kurmak, şiddet ve kuvvet göstermek demektir. Hakikatte ise, Allah’ın kuvvet-i kâmilesi, velâyet-i nâfizesi ve cari olan hükmü vardır. Kullar hakkında bu tabir mecazî olarak kullanılır. Çünkü kulların mülk ü saltanatının başlangıcı ve sonu vardır. Hem onların mülk üsaltanatı herkese karşı değil, bir kısım insanlara karşıdır. Cisimler üzerinedir; araz üzerine değildir. Nefes üzerinedir; nefs üzerine değildir. Dış görünüş üzerinedir; iç âlem üzerine değildir Diriler üzerinedir; ölüler üzerine değil. Ama Ma’bûd-i Bi’l-Hak böyle değildir. Çünkü O’nun mülküne zeval yoktur. Saltanatında da intikal (birinden diğerine geçmeklik) yoktur. Bu kelimeyi (ELİF), ile (MÂLÎK) şeklinde okumak daha sevâplıdır. Çünkü harfin fazlalığı mânanın fazlalığına delâlet eder Belh’i Ebû Abdillah bin Şüccâ’dan (rahmetullahi aleyh) nakledildiğine göre, bu zat diyor ki: «Ben Fâtiha’da geçen ME-LE-KE maddecini MÂLİK olarak okurdum. Sonra bazı ediplerden işittim ki MELİK okumak daha anlamlı ve daha çok uygundur. Bunun üzerine kendi âdetimi terkedip MELİK okumaya başladım. Derken bir gece rü’yamda bana şöyle bir ses geldi: Sevâbmdan on derece neden noksanlaştırdın? Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz’in şu sözlerini duymadın mı? : «Kur’ân okuyan kimse için her harf başına on sevâp verilir; on günahı da silinir ve on derecesi de yükseltilir..» Bu rü’yayı gördükten sonra uyandım ve ondan sonra âdetimi bir daha ter- ketmedim. Tâ ki bir gece yine rü’yamda bana denildi ki: «Neden bu âdetini terketmiyorsun? Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in şu sözlerini işitmedin mi? : «Kur’ân’ı azim ve muazzam olarak okuyun!.» Bunun üzerine merak ettim ve lügat ilminde imam sayılan KUTRUBA’ya uğradım ve MÂLİK ile MELİK arasındaki farkın ne olduğunu bu zattan sordum. O bana şöyle dedi: — İkisi arasında büyük fark vardır! Mâlik: Dünyadan bir şey elde edip ona sâhip olan, demektir. MELİK ise, hükümdarlara da sâhip bulunan zat demektir. Tefsîr-i İrşâd’da deniliyor ki: «Harameyn (Mekke ve Medine) ehli MELİK okurlar. Bu, kahredici sultan, apaçık üstünlük kurup istilâya gücü olan hükümdar demek olduğu gibi, noksansız bir galibiyet, umumla ilgili emir ve nehiy konularında tastamam tasarrufu olan zata da denilir. Bu mânayla MELİK’in Yevmi’d-Dîn’e izâfeti daha çok uygunluk içindedir.» Her görüşün kendine göre birtakım tercih yöntemleri vardır Nitekim tefsir kitaplarında bu hususa hayli yer verilmiştir. Mütalâa edilmesi tavsiye olunur. Fâtiha’da beş sıfatın bir dizide getirilmesinin anlamına gelince.. Bunu şöyle izah edebiliriz: Cenâb-ı Hak bununla kullarına şöyle demek istiyor: «Seni yarattım. Şüphesiz ki Ben Allah’ım. Sonra seni nimetlerimle besledim. Şüphesiz ki Ben Rabb’im. Ve sonra sen isyan ettin; Ben ise onları gizledim. Çünkü Ben Rahmân’lm. Sonra pişman olup tevbe ettin; Ben de seni bağışladım. Çünkü Ben Rahlm’im. Bütün bunlarla beraber mutlaka işlenen fiiller —iyi olsun, kötü olsun— bir karşılık görmelidir. Çünkü Ben CEZA GÜNÜNÜN YEGÂNE SAHİBİ’yim.» Tefsîr-i Rûhu’l-Beyân’da da bu hususa geniş yer verilmiştir.
İYYÂKE NA’BÜDÜ Bunun anlamı şudur: Seni ibâdete ve tevhide has kılıyoruz; başkasını sana ortak koşmuyoruz. İYYÂKE NESTAÎN Bunun anlamı ise şöyledir: Biz yardım talebimizi ancak sana has kılıyoruz. Başkasından yardım istemiyoruz. Yâni ibâdet etmeye ve hayırlı işlerde bulunmaya karşı ancak senden yardım bekliyoruz; başkasından değil. İYYÂKE lâfızlarının tekrarı, başkasından yardım taleb etmek ihtimalini olumsuz kılmak içindir. İHDİNÂ’S-SIRATA’L-MÜSTAKÎM Bu yeniden bir cümleye başlamak ölçüsündedir. Sanki kullara deniliyor ki: — Size nasıl yardımda bulunayım? Bu soruya karşılık kullar diyorlar ki: — Bizi matluba ulaştırıcı olan yolda sâbit eyle, veya bizi bu vola eriştirMatlub olan yol, apaçık ve geniş cadde demektir ki, onda eğrilik yoktur. Bu yol İSLÂM ve KUR’ÂN’dır. Aynı zamanda bu ikisinde bulunan âdâb ve ahkâmdır.. Bir başkasına göre bunun mânası şudur: «Yâ Rab! Bizim canımızı hidâyet üzere bulunduğumuz halde al!.» Çünkü peygamberlerin hepsi de hidâyet üzere bulunuyorlardı. Yukarıdaki cümleye bedel:
SIRATA’LLEZÎNE EN’AMTE ALEYHİM buyurulmuştur. Yâni imân ve kendileri üzerine olan minnetinle seçmiş olduğun dostların yoluna bizi eriştir. Onlara ibâdet nimetiyle minnette bulunmuş, istikamet ve müşahede mazhariyetine eriştirmişsin ki bu da İHSAN’dan ibârettir. Hadîs-i şerifte NİMETE ERİŞENLERİN peygamberler ve velîler olduğu belirtilmiştir. ĞAYRİ ’L-MAĞDÛBİ ALEYHİM Yukarıdaki cümleye sıfat olduğu için esreyle okunur. Bedel de olabilir. Yâni gazabına uğramayanların yolu, lânet ve rüsvay etmekliğine çarpmayanlarm yolu… Şöyle ki: İslâmî ter- kettikleri, ona iltifat etmedikleri için Allah onlara gazab etti. Bu gazab âsilerle kâfirlerden intikam almaya mâtuf bulunuyor. Onların YAHUDİ oldukları ise Allah’ın şu buyruğundan anlaşılıyor: «Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi? De: Allah kime lânet ve gazab ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar kılarsa, işte onlar, yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.»el-Uyûn kitabında da bu husus belirtilmiştir. Allah’ın gazabı, âsi olan mü’minlere değil, inkârcı kâfirleredir. VE LEDDÂLLfN Kendi nefislerine uyup hidâyet caddesinden sapanların yoluna değil.. Bunlar hıristiyanlardır. Çünkü onlar Hazret-i Mu- haınmed’in getirmiş olduğu cadde-i hakk’a girmediler; sapıttılar. Kur’ân-ı Kerîm’de bu sapıklardan bahsedilirken buyuruluyor ki: «Ey kitab ehli! Haksız olarak dininizde taşkınlık etmeyin. Daha önce sapıtan ve doğru yoldan aynlan bir milletin heveslerine uymayın.»648 el-Uyûn kitabında da bu sapıkların hıristiyanlar olduğu belirtilmiştir. ÂMİN «Kabul buyur» fiiline isim olarak kullanılır. Bu kelime Kur’ân’dan değildir. Bunda ittifak vardır. Ancak bir sûreyi bitirirken sonunda ÂMÎN demek sünnettir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz bu hususta şöyle buyuruyor: «Fâtiha sûresini okuyup bitirdiğimde Cebrâil (A.S.) bana «âmin» dememi öğretti.» ÂMÎN, kitabı bitirip hatmetmek demektir. Bu mânada Hazret-i Ali (R.A.) diyor ki: «Amîn, Cenâb-ı Rabbi’l-Âlemîn’in hatmidir ki onunla kullarının duâsmı hatmeder.»639 Böylece «âmîn» denilen İlâhî mühürle âfetler defedilir. Kitabı tamamlayıp hatmeden kimse gibi, kitabı fesaddan men’etmiş olur. Yapılan sahîh rivâyete göre, Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki: İmam, CAYRÎ’L-MAĞDÛBÎ ALEYHİM VELADDÂLLÎN dediğinde siz ÂMÎN deyin.. Çünkü melekler de (bu durumda) âmin derler. İmam da âmin der.. Kimin âmîn demesi meleklerin ÂMÎN demesine uygun düşerse, (kul hakkı, millet hakkı ve büyük günahlar hariç) geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.»