Âhiret âlimlerinde aranan dîğer husûsiyetlerden biri de, soruldukta
fetvâ vermekte acele etmemek, ağır almak ve kurtuluş yolunu
aramak için çekingen davranmaktır. Eğer sorulan suâli, Kur’ân veyâ
Hadîs’in sarahatinden, icmâ‘ veyâ açık kıyâs’dan biliyorsa cevâ-bmı verir, yok eğer şübhe ettiği bir şeyden sorulmuşsa : «Bilmem» der.
Eğer kendi ictihâd ve tahmini ile zannettiği bir şeyden soruluyorsa
ihtiyatî tedbîr olarak, var ise daha iyi bilene havâle eder. Akıllılık, bu
anlattığımızdır. Çünkü ictihâd tehlikesini yüklenmek büyük iştir.
Habsr’de şöyle gelmiştir:
i 4^*- J <. ( J : 8
X x,
«İlim ü çtü r: Konuşan kitâb, yerleşen sünnet, üçüncüsü de bilmem
demektir.» (149)
Ş a ‘ b i diyor k i : «Bilmem demek, ilmin yarısıdır. Bilmediğinde
Aliah için sükût edenin alacağı mükâfat, konuşandan az değildir. Zîra
nefsine en ağır gelen cehaleti kabûl etmektir.» Sahabenin (R.A.) ve
ilk âlimlerin davranışı böyle idi. Abdullah b. Öme r’den fetva
istendiği zaman : «İnsanların işlerini boynuna alan, şu emîr’e git de
bu mes’eleyi onun boynuna geçir.» derdi. İ b n Mes’ûd (R.A.) :
«İnsanların her suâlini cevâplandıran, ahmaktır.» derdi. Yine İ b n
Mes’ûd (R.A.) : «Âlimin kalkanı [korunma silâhı] «bilmem» dir.
Eğer kalkanı kullanmakta hatâ ederse, hasmının silâhına hedef olur»
demiştir. İ b r a h i m b. E d h e m diyor k i :
«Şeytan’m en çok gücüne giden şey, âlim’in bâzı mes’elelerde
konuşup bâzılarında sükût etmesidir. Şeytân der k i : «Şuna bakın,
bunun bu sükûtu yok mu, konuşmasından benim için, çok daha fenâdır.»
Bâzıları abdâl denilen zümreyi şöyle anlatır : Yemeleri çok şiddetli
ihtiyâç ânında, uyumaları yine şiddetli galebe ânında, konuşmaları
ise zarûret hâlindedir. Yâni iyice acıkmadan yemez, uykuları gelmeden
uyumaz, mecbûriyet olmadıkça konuşmaz, ve sorulmadan cevâb
vermezler. Soruldukta başka cevâb verecek varsa sükût ederler,
o da yoksa o zamân cevâb verirler. Sorulmadan söze başlamayı, sözde,
gizli şehvet sayarlardı.
H a z r e t – i A l i ile A b d u l l a h (b. A b b a s ) (R.A.),
insânlara sözlerini dinleten birine rastladılar. (Biraz dinledikten
sonra) «Bu adam, diliyle kendini tanıtmak istiyor.” ‘•inriıier. Bâzıları
da: «Hakikî âlime bir mes’ele soruldukta (cevâb: Unliğini düşü
nerek) dişi (yeni çekilen) adamın vaziyetini alır.” ¡nişlerdir. İ b n
Ömer (R.A.) (leh’te fetvâ isteyenlere) «Üzerimizden geçip cehennem’e
gitmek için bizi köprü yapmak mı istiyorsunuz?» derdi. E b û
Hafs-ı Nîsâbûrî: Hakikî âlim, suâli cevâplandınrken, kı-yâmette “bu cevâbı nereden buldun” diye sorulacağından korkan zât
tır.» demiştir. İ b r â h î m – i Teymî- kendisine bir mes’ele sorulduğu
zamân ağlar v e : «Başkasını’ bulamadınız da bana mı muhtâç oldunuz?»
derdi. Ebû’l – Âliye, er – Riyâhî, İbrâhîmb. Edhem veSüfyân-ı
Sevrî, ancak iki-üç kişi veyâ sayıları bunu geçmeyen kimselerle
konuşurlar ve cemâat çoğalınca dağılırlardı. Bizzât Peygamberimiz
bile : «Bilmem» demiştir.
M *f i ‘ * °f ı”. U j ; j o y t -U i jl-^ı j i ^
-Up «ûj! <&! J j V r î ^ îS j z \
t” °ıM ^ lı – l” “‘V” *°MI • tf .
Ü4 6 ! JLûS c <u-Lp aLIp JjJ
‘ o \ ^ i ^ ^ ^ ^ o”‘ * ? x ^
(( S j/1 Lft ,? ^ I f’ U J \ ^ J ^ ^ ^-owLp 1
«Uzeyr’in Peygamber olup olmadığını bilemiyorum, Tübbe’nin
mel’ûn olup olmadığını bilemiyorum, Zû’l – Karneyn’in Peygamber
olup olmadığını bilemiyorum, buyurdu. Yine bunun gibi: «Oturulacak
yerlerin en iyisi ve en fenâsı nerelerdir?» diye soruldukta : «Cebrail
gelinceye kadar Lâedri [bilmem]» diye buyurdu. Cebrail’e sorunca:
o da : Lâedri [bilmem] dedi. Tâ ki Allalıu Teâlâ: “Durulacak yerlerin
en iyisi camiler, en fenası sokaklar” olduğunu bildirinceye kadar.»
(150)
İ b n Ö m e r (R.A.) on mes’eleden sorulsa dokuz’una sükût
eder de ancak birine cevâb verirdi. İbnAbbâs dokuzuna cevâb
verir yalnız birinde sükût ederdi. (Hatâya düşmemek için) fakîh
lerin: «Bilmem» dedikleri, «Bilirim» dediklerinden çok fazla idi Süfy
â n -ı S e v r î , M â l i k b. En es, A h m e d b. H a n b e l , F u d a y l
b. İyâ z,’ Bişrb. Hâris bunlardandır. A b d u r r a h m a n b. Ebî
Leylâ diyor ki: «Bu mescid’de (Medîne mescidi) Resûl-i Ekrem’in
Ashabından 120 tânesine yetiştim. Hepsi de kendilerine bir mes’ele soruldukta
veyâ bir fetvâ istendikte, bunu başkalanna havâle eder ve cevâb
vermek istemezdi. Hattâ birine bir şey soruldukta, onu diğerinehavale eder, havaleden havaleye tekrâr kendine gelirdi, kimse cevâb
vermek istemezdi.»
Rivayet olundu ki, A s h â b – ı S u f f a ’dan (151) birine pişmiş
koyun kellesi hediye edildi. Son derece darda olduğu hâlde onu yine
aç olan diğer arkadaşına, o da diğerine, derken dönüp dolaşıp en evvel
verilene geidi. Çünkü en açı o, idi. (Sahâvetin bu derecesine «îsâr»
denir. Yâni kendisi muhtâç iken, daha muhtâç olanı tercih eımek demektir.)
Bir de şimdiki âlimlere bak da, işlerin nasıl tamâmen tersine döndüğünü
gör. Çünkü şimdi kaçınılması gereken aranıyor, aranması gerekenden
kaçınılıyor. Fetvâ vermekten kaçınmanın güzelliğine Peygamber
Efendimize müsned olarak bâzı kimselerden rivâyet edilen şu
. hadîs şehâdet etmektedir: «İnsânlara ancak üç kimse fetvâ v e rir:
Emîr, me’mûr [fetvâ vermekle vazifelendirilen kimseler], mütekellef
[bunların hâricinde kalan kıssacılar.]» Diğer bâzıları, diyorlar ki :
Sahâbe-i kirâm dört şeyden kaçınırlardı:
1 İmâmlıktan,
2 — Vasilikten.
3 — Emânetçilikten.
4 — Fetvâ vermekten.
Dîğer bâzıları «Sahâbelerden fetvâ vermekte acele edenler, ilimleri
az olanlar, fetvâ’dan en çok kaçınanlar, ilimleri en çok olup şüphe’den
kaçınanlar idi» diye rivâyet etmişlerdir.
Sahâbe-i kirâm ve Tâbi‘în beş şey ile uğraşırlardı: Kur’ân okumak,
câmi‘ ve cemâate gitmek, mescidleri imâret, Allahu Teâlâ’yı
zikr. ma‘rûfu emir,’ münkeri nehy. Bu da Peygamberimizin şu hadî
sine dayanır:
«Âdem oğlunun her sözü kendi aleyhinedir. Ancak emr-i ma‘rûf,
nehy-i münker ve bir de Allahu Teâlâ’yı zikretmek müstesnâdır.» (152)«Onların çok sözlerinde hayır yok, ancak sadakayı emreden, ve
yâ ma’rûfu emreden veyâ insânlar arasında aıabulucuk yapanın konuşmalarında
lıayır vardır.» (4-Nisâ: 114) buyurmuştur.
Bir zât ( Na s r b. A l i e l – C u h z u m î ) Kûfe’li, müctehid fetvâ-
cılardan birini ( Ha l i l b. A h m e d ’i) rüyâsında gördü ve: «İctihâd
ve fetvâlarından ne fayda gördün.» diye sordu. O zât suratını ekşiterek
yönünü çevirdi v s : «Onlardan bir kâr görmedik» dedi.
İbn Hassın : «Fetvâcılardan biri öyle mühim mes’elelere tek başına
cevâp vermeğe kalkışırdı ki, eğer o mes’ele Ö m e r b . Hattâb
(R.A.)’dan sorulaydı, Bedir’de bulunan bütün zâtları bir araya toplamadan
ona cevâb vermezdi.» demiştir.
Sükût, ilim sâhiplerinin husûsiyetidir. Nitekim Peygamber Efendimiz
:
4_ili 4_La |yj I jj b j J { ^ 3 (*””• ^ ®
«Zühd ve sükût sahibini bulduğunuzda ona yaklaşın. Çünkü o,
hikmet sahibidir.» (153) Buyurmuştur.
Denildi ki’: Âlimler iki kısımdır.
1) Helâl ve harâmı ayıran avâm âlimleri. Bunlar sultânların
âlimleridir. (Dîğer nüshâda «SALÂTİN» yerine «ESÂTİN» vardır. Buna
göre mescidlerin direk‘âlimleri, yâni kürsü hocaları demek olur.)
2) Tevhîd ve kalb işlerini bilen havass âlimleri. Bunlar da insânlardan
ayrılmış, tek başına zaviye [bucak] âlimleridir.
Denildi ki : A h m e d b. H a n b e l gibiler, Dicle nehrinebenzer. Herkes ondan avuç avuç alabilir. Ama B i ş r b. H a r i s
gibiler de üzeri kapalı, tatlı kuyu suyuna benzer. Oradan toplu hâlde
değil, teker teker su alınır. Onlar: «Falan zât âlim, falan konuşur, falan
daha çok konuşur, falan çok amel eder» diye âlimleri tasnif ederlerdi.
E bû Süleyman Dârânî: «Ma’rifet. konuşmaktan daha
çok sükûtta bulunur.» demiştir. Yine denildi k i : İlim olan yerde söz
azalır, lâfı uzatanın ilmi az olur.
S e 1 m a n, Peygamberin kendisine kardeşlik ettiği Ebû’d-Derd
â ’ya yazdığı bir mektûbta : «Hastaları tedâvi için tabâbete başladığını
öğrendim. Gerçek tabîb isen Öğüdüne devâm et. Çünkü söz’ün
şifâdır.- Yok eğer uydurma tabîb isen Allah’tan kork, Müslümânlann
kanma girme.» demiştir. E b û ’ d – D e r d â, bu mektûbtan sonra sorulan
suâllere cevâb vermekten kaçınırdı. E n e s (R.A.) bir mes’ele kendisinden
sorulduğu zamân «Büyüğümüz H a s a n – ı B a s r î ’ye sorun.»
derdi. İ b n Abbâs, kendisinden sorulunca, Z e y d ’in o ğ l u
H â r i s’e İ b n Ö m e r (RA.) ise S a‘ d b. M ü s e y y e b ’e havâle ederdi.
Hikâye olundu k i : «Hasan-ı B a s r î ’nin meclisinde Ashabdan
bir zât yirmi kadar Hadis okudu. Hadisler’in şerhi kendisinden istenince:
«Ben ancak bildiğimi okurum, başka bir şey anlamam.» demesi
üzerine, Hasan-ı Basrî, yirmi Hadîs’in teker teker îzâhmı
yaptı. Herkes onun bu İlmî îzâhına ve Hadîsleri birden ezberlemesine
hayran olduğu gibi, Sahâbî, bir parça kum alıp oradakilere attı ve :
«Aranızda böyle bir dehâ var iken benden mi soruyorsunuz?» dedi.»
Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden biri de, en çok ehemmiyet verdikleri
ilm-i bâtın [Allah bilgisi, mârifet], kalb murakabesi, âhiret yolu
ve bu yolun yolcusu olmak için gerekli bilgiler ve bu bilgilerin gelişmesi
için ciddi mücâhede ve murakabe olmalıdır. Zîra mücâhede,
müşâhedeye ulaştırır. İlimlerin inceliklerinden kalbe hikmet nûrları
dökülür. Kitâblar ve kitâblarla öğrenilen ilimler bunu sağlayamaz.
Ölçü ve tartıya sığmayan hikmet kapûsu kalbde, mücâhede, murâkabe
(Şerî‘at kanûnları gereğince) zâhirî ve bâtmi amelleri îfa, temiz dü
şünce ve huzûr – u kalb ile tenhâlarda Allah’ı zikretmek ve maddiyât
ile alâkasını kesip bütün varlığı ile Allah’a bağlanmak ile açılır. İşte
Keşf’in kaynağı, ilhâm’m anahtarı budur. Çok talebeler var, uzun zamân
okudukları hâlde duyduğundan fazla bir kelime konuşmağa muktedir
olamaz. Çok mühim ilimleri öğrenmekle kalıp, ameli arttırıp kalbi
murâkabe edenler var ki, akıl sâhiblerini hayrete düşürecek şekilde,
hikmet’in incelikleriyle Allahu Teâlâ gönüllerini açar. Bu şebebdendir
ki Peygamber Efendimiz:«Bildiği ile amel edene, Allahu Teâlâ bilmediğini de bildirir.» (154)
Buyurmuştur.
Geçmiş Peygamberlere inen kitâbların bazısında şöyle yazar :
«İlim, gökdedir, kim indirecek onu? Yerin altındadır, kim çıkaracak
onu? Denizlerin ardındadır, kim getirecek onu? demeyin, ilim, sizin
kalbinizdedir. Benim mâ’nevî huzûrumda melekler gibi terbiyeli, sıddîklar
gibi ahlâklı olun ki, sizi kaplayacak şekilde, kalbinizdeki ilim
parlasın.» Abdullah Tüsterî: «Âlimler, âbidler ve zâhidler kalb
leri kapalı olduğu hâlde dünyâ’dan göçer, kalbi açılanlar ancak sıddîklar
ve şehidlerdir.» dedikten sonra Allahu Teâlâ’nm :
■(( y o Vj, V 3 !)
«Gayb’m anahtarları ondadır, gaybı ancak o bilir.» (6 – Eıı’am: 59)
Âyet-i celîlesini okumuştur. Eğer bâtın ilmi ile nûrlanmış kalblerin
anlayışı ilm-i zâhir’e hâkim olmasaydı Peygamber Efendimiz:
“t*”*! * ı” “t ı”8ı- – e-“° ı . (( 13 j S J 1 J li I J İJ * O I J »
«Sana müftüler, her ne kadar fetva verseler de sen yine kalbine
danış.» buyurmazdı.
Bir kudsî Hadîs’de Peygamber Efendimiz :
aa . -i s s j i % S’ * 5» * İm ‘ ” * 0 * * ” ‘
l î l İ i ^J-2 IJ>i ‘—* *
^ X 9 ^ ^ S O s ^ O A**
(( Aj Jü 1
«Kulum, ııâfile ibâdetlerle, ben onu sevinciye kadar bana yaklaşır ve h a ttâ sevgime m azhar olur. Ben de onunla görür, kulum u sevdiğim
zam an onun gözü olurum .» (155)
Buyurmuştur. Tefsir kitâblarının anlayamadıkları, büyük müfessirlerin
bilemedikleri Kur’ân’m nice ince mânâları var ki onlar, zikr
ve fikir ile uğraşan kalbiere doğar. Kendini murâkabe eden mürîd’e bu
mânâlar ilham olunup da, bunları müfessirlere sundukları zamân,
(insâflı) müfessirler onları beğenirler ve temiz kalb’in vâridâtı ve
Allahu Teâlâ’ya teveccüh eden himmetlerinin karşılığı oiarak, Allahu
Teâlâ’nın onlara bir iûtfu olduğunu anlarlar. Mükâşefe ilimlerinde,
muâmele ilminin inceliklerinde ve kalbe geçen inceliklerde de hâl
böyledir. Bu ilimlerin her biri, derinliklerine inilemiyen birer deryâ-
dır. Herkes, ancak kendisine rızk edilen miktâr ve Rabbinin tevfîk
ettiği güzel amel nisbetinde bu ilimlere dalabilir. H a z r e t – i Ali,
uzun bir hadîs’inde, bu gibi âhiret ilimlerini tavsif ederken şöyle buyuruyor
:
«Kalbler, kaplardır; kapların iyisi, iyiliklere kap olandır.»
«İnsanlar üç’e ayrılır. Allah’ı bilenler, kurtuluş için okuyanlar,
üçüncü kısmı da değersiz, âdi kimselerdir. Her haykıranın ardına takılır,
her rügâr ile eğilir, ilim nûru ile aydınlanmaz, sağiam dala yapışmazlar.
İlim, mâldan hayırlıdır. Çünkü ilim seni korur, mâlı sen
korursun, ilim, okutmakla artar, mâl, harcamakla tükenir. Hayâtta
iyi ameller kazanmak, ilim sayesinde olduğu gibi, öldükten sonra da
iyi hâtıraları yaşamak, yine ilim sâyesinde mümkündür. İlim hâkim,
mâl, mahkûmun aleyhdir. Mâlın menfa’ati, kişinin ölümü ile çok olur.
Haznedarlar ölür hazîneleri ortada kalır. Fakat âlimler, dünyâ durdukça
yaşarlar.» Sonra uzun bir nefes aldı ve: «Dikkat et, eğer ehlini
bulsaydım, benim göğsümde geniş ilim vardır. Ne yazık ki istekliler ya
itimatsız kimselerdir. Dînî, dünyâ menfaatine âlet eder ve İlâhî ni‘-
metler ile Allah’ın velîlerine, öğrendiği deliller ile de onun kullarına
karşı üstünlük taslamak ister. Veyâ hakîkat ehline uyar fakat (hakikati
teşhisten âciz olduğu için) ilk nazarda kalbine şüphe tohumu ekilir,
hangi taraftan olacağını seçemeyecek derecede basiret sahibi olmayan,
dünyâ lezzetlerine düşkün şehvetlerinin peşinden akıp giden, yâhut
da bunlar, daha ziyâde dünyâlık peşinde, mal yığmak hevesine uyan
kimselerdir. Bunlar daha ziyâde kırlardaki hayvânlara benzerler. Allah’ım,
işte böyle hâmillerinin ölmesiyle ilim de sönüp gidecektir. Yine de
yeryüzü, İlâhî hükümlerini koruyanlardan boş kalmaz. Bunlar, ya herkesin
görebileceği şekilde âşikâre bulunurlar, veyâ Allahu Teâlâ’nın
hüccetlerini korumak için gizli kalmağı tercih ederler. (İbn Kayyım :
«Bu cümlenin aslı yok, yalancı râfizîlerin uydurma ve eklemesidir»der.) Çünkü Hilye’de bu cümle yoktur. Çünkü İlâhî hüccetler gizlilik
ile korunmaz. Bunlar nerede bulunur. Çünkü bunların sayıları az, kıymetleri
ise yüksektir. Zâtları gizli fakat, hâtıraları gönüllerdedir. Allahu
Teâlâ, hüccetlerini onlarla korur. Hattâ onlar kendilerinden
sonra gelenlere, bu hüccetleri emânet eder ve kalblerine yerleştirirler.
İlim, olduğu gibi onlara gider. Rûh-i yakîn’e ulaşırlar, mülâyim kimse
lerin sert gördükleri dâhi onlar için yumuşak olur. Gâfillerin vahşî gördükleri
şeylerle ünsiyet ederler. Rûhları âli makamlarla alâkalı olan
bedenleriyle dünyâ’ya sâhip olurlar. İşte bunlar, yeryüzünde Allah’ın
dostları ve âmilleri olup i’timâdma mazhar olmuşturlar. Dinine dâvet
ederler.» Sonra ağlayarak : «Benim heves ettiğim işte bunlardır» dedi.
Bu son anlattığı âhiret âlimlerinin evsâfıdır. Bunun ekserisi amel ve
mücâhede ile elde edilir.
*>
Âhiret âlimlerinin âlâmetlerinden biri de Yakîni kuvvetlendirmeğe
ehemmiyet vermesidir. Dîn sermâyesinin başı «Yakîn» dir. Peygamber
Efendimiz:
«Yakîn, îmân’ın bütünüdür.» (156) Buyurmuştur.
Yakîn ilminin evveliyâtını öğrenmek lâzımdır, ki ondan sonra
inşâna Yakîn’in yolu açılır. Bu sebebden Peygamber Efendimiz:
«Yakîni öğrenin.» (157) Buyurmuştur.
Yâni yakîn sâhipleriyle buluşun, onlardan yakîni öğrenin de, hâl
ve gidişlerinde onlara uyun ki, onların yakîni kuvvetlendiği gibi sizin
de kuvvetlensin. Yakîn’in azı, amelin çoğundan iyidir. Peygamber Efen
dimiz’e, yakîni kuvvetli günâhı çok, yakînî az ameli, çok olan iki kişiden
sorduklarında :Buyurmuştur. Fakat yaradılışta aklı olup yakîni olan kişiye gü
nâh zarar vermez. Çünkü her günâhın akabinde tevbe eder, istiğfâr
eder günâhları mahv olarak yalnız kendini cennete götürecek fazileti
kalır. Bunun için Peygamber Efendimiz diğer hadîs’inde :
«En az sâhibi bulunduğunuz yakin, ve sabr u azimettir. Bunlardan
nasibini alan için geçmişte tutamadığı oruçlar, kalkamadığı geceler
için üzüntü yoktur.»
L o k m a n ’m oğluna olan tavsiyesinde : «Oğlum, amel ancak
yakin ile yapılır, herkes yakîni nisbetinde amel eder. Amel noksâıılığı.
yakîn noksânlığmdan gelir.» demiştir.
Y a h y â b. M u â z e r – R â z î : «Tevhîd’in nûru, müşriklerin
iyiliklerini yakan şirk ateşinden kuvvetlidir.» dedi ve bu nûr ile
«Yâkîn» i murâd etti. K ur’ân-ı Kerîm bir çok âyetlerde yakîn sâhiplerini
zikretti ve bununla yakînin ebedî saâdetlere vâsıta olduğuna işaret
etti.
FETVÂDAN KAÇINMAK
05
Şub