FİKRET MUALLA SAYGI
Fikret Mualla, çağdaş resim sanatımızda okullara ve disiplinlere dayalı bir geleneğin kısa tarihî oluşumundan sonra, gerçek özgürlüğün sanatçı hayatında saklı olduğunu gür sesiyle haykıran ve genç sanatçı kuşaklarını peşinden sürüklemeyi başaran «tekil» örneklerin başında gelir.
Fikret Mualla, 1940’larda Türk resminin batı yakası olarak kabul edilen Fransa’daki Türk ressamları kuşağı içinde, sanatından ve hayatından kaynaklanan tipik özellikleriyle, ünü en yaygın olan sanatçıdır. Sürekli bunalımlar, çatışmalar, hastalıklar, tepki ve karşı-tepkiler içinde geçmiş olan hayatı, bu nedenle hep ilgi odağı olmuş, aydınlar ve sanatçılar arasında onu Fransız ressam Toulouse-Lautrec’e benzetenler çıkmıştır. Sanatının benzersiz değerler içeren, özgün boyutlar taşıyan yönüyse, ona çağdaş Türk resmi içinde «özgün» bir yer kazandırmıştır.
AİLE ÇEVRESİ, ÇOCUKLUK, İLK GENÇLİK
Küçük adı Mustafa Fikret olan Mualla Saygı’nın ailesi, seçkin bir çevreye mensuptur. Babası ve dedesi, Cumhu-riyet’in kuruluşundan sonra kapatılan «Düyunu Umu-miye»de çalışmışlardı. Anne tarafından dedesi Agâh Bey, İstanbul’da seçkin kişiliğiyle tanınırdı. Kendisine damat olarak seçtiği, Fikret Mualla’nın babası Ekrem Bey de, Düyunu Umumiye çevresinde yetişmişti. Ekrem Bey doğacak çocuğunun kız olmasını istediğinden, küçük Fikret’e «Mualla» adı yakıştırıldı. Ailenin ilk çocukları olan Fikret Mualla, 1903’te doğdu. Çocukluğu Kadıköy ve Bahariye’de geçti. Denizden midye toplayarak, daha çok da Kuşdili çayırında futbol maçlarım seyrederek, arkadaşlarıyla futbol oynayarak geçen ilk çocukluk döneminin arkasından, Galatasaray Lisesi’ne yatılı olarak verildi. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, annesinin genç yaşta ölümü, onun üzerinde hayat boyu sürecek olumsuz etkiler yaratacak ve Fikret Mualla, bu olayın ağır şokunu uzun yıllar üzerinden atamayacaktır. Top oynarken bacağını kırması ise, bu şoka bir yenisini ekler. Üvey annesiyle olan çatışmaları, genç Fikret Mualla’nın bunalımlarını bir kat daha körükler. Bu bunalımlar, onu, babasına karşı asî bir çocuk yapar. Ekrem Bey, oğlunun yaşadığı bu derin bunalımı atlatması için, doktorların da tavsiyelerine uyarak, onu kısa bir süre için yurtdı-şına göndermeye karar verir. Galatasaray’daki öğrenimi de düzgün gitmeyen Fikret Mualla, 17 yaşında İsviçre’ye gönderilir. Amacı iyi bir mühendis olarak yetişmektir. Zürich’te parası tükenince, önce Heidelberg’e, sonra da Münih’e geçer. Ancak mühendis olma programının yerini, sanata olan tutkusu nedeniyle Münih Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki öğrenim alır. Bir yıl sonra bu öğrenimini, Berlin’e nakleder. Almanya 1920’lerde karışıklığın hüküm sürdüğü bir yerdir. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilmiş olarak çıkan bu ülkede ekonomik bunalım ve işsizlik ileri bir düzeyi bulmuştur. Böyle bir ortamda, sanatın sınırsız özgürlüğü, Fikret Mualla’nın serbestlik özleyen mizacıyla da uyuşur.
Fikret Mualla, Berlin Akademisi’nde, o yıllarda Almanya’da bulunan Hâle Asaf’la tanışır. İkisinin de hocası, aynı zamanda akademinin müdürü olan Prof. Arthur Kampf’tır.
Mualla’nın bu dönemde iki büyük tutkusu vardır: resim ve içki. Resim yapmadığı zamanlar, meyhanelerde sızmcaya kadar içip, çevresiyle anlaşamamanın getirdiği sıkıntılar içinde kavga çıkarır ve sık sık polisle başı derde girer. Bir ara, vücudunun alkolden temizlenmesi amacıyla Berlin’de hastaneye yatırılır.
BİR ÖZGÜRLÜK TUTKUNU
Türkiye’ye dönmeden önce, sınırsız özgürlüğün tadını çıkardığı Paris’te kalır. Dönüşünde babası, düzenli bir hayatı olmasını istediğinden, Fikret Mualla’ya, Galatasaray Lisesi’nde resim öğretmenliği bulur. 1927-1928 yıllarına rastlayan bu görevi, eline geçen paranın azlığı ve disipline tepki gösteren yapısı nedeniyle kı-
sa sürer. Beyoğlu’nun ara sokaklarından birinde bohem ma kaptırır kendini.
Bu defa Anadolu’da resim hocalığı yapmak üzere, Ay taokulu’na atanır. Ancak elektriği bile bulunmayan bir 1 resim hocasına da gerek olmadığı bahanesiyle, bu görev rıda bırakır. Gerçi babası, ona parasal yardımda bulur ama, bu para onu geçindirmeye, hele içki masrafını kaı yeterli değildir.
Onun için değişmeyen ve değişmeyecek olan uğraş, i: bi resim yapmak, sanatına olabildiğince zaman ayırma lumdaki gelişmelerse, başka bir mesleğe gerek duymac yaparak geçimini sağlamaya uygun değildir. Sonu gelrr nalımın gerçek nedenlerinden biri de budur.
1930’lu yıllar, Fikret Mualla’mn Beyoğlu’nu kendini olarak seçtiği ve bohem yaşamını koyulaştırdığı bir döne basından istediği parayı almakta zorluk çekince, ona karş dönem, Fikret Mualla’nın meyhane ve akıl hastanesi ara çen, birbirinden ilginç olaylar ve çatışmalarla doludur. A resindekiler, onun bu bunalımlarına yol açan nedenler durmazlar. Fikret Mualla, bir tür otobiyografi olan Üsera hı adlı hikâyesinde, bu anlaşılmazlığın ruhunda açtığı d rumlara değinir: «Ah şu insanlar, ne tuhaftırlar.. Hayat k; hayat kazandırmak için ne garip tecellilerle mücadele ec
Tek amacı, kimsenin kendisine dokunmadığı, rahatsı: ği gönlünce yaşayacağı özgür bir ortamda resim yapmak ret Mualla, yaşamı boyunca böyle bir özlemin içinde o] sizlik ve geçim sıkıntısı, onun bu özlemini hep engelled ve dergilere (bu arada İ.H. Baltacıoğlu’nun çıkardığı Yen desenler çiziyordu. 1936-1937 yıllarında çizdiği ve İstan tından çeşitli sahneleri aktardığı desenlerinin sayısı old ladır. Resimlerini, Beyoğlu’nda birkaç mağazanın vitrin gilemiş olduğu halde hiçbirini satamıyordu. Bir keresine lerini satabilir umuduyla, o yıllarda Akademi müdürü ı han Toprak’a götürmüş, fakat beklediği ilgiyi göremeyi ze atmak zorunda kalmıştı.
Bu yıllar, Fikret Mualla’nın, Beyoğlu’ndaki bohem çev ret Adil, Bedri Rahmi, Abidin Dino, Suat Derviş gibi ya; natçılarla yakın dostluklar geliştirdiği bir dönemdir. M resimlerine yansımış olan büyük tutkusu, o dönemi bul’dur. Dino’nun deyimiyle «kavgalı, fırtınalı bir sevg yordu» İstanbul’u. Sık sık da Ayasofya avlusunda resim ç tadır. Mualla, Ayasofya’ya «bir dağa, bir ormana, bir ç: buluta bakar gibi» bakmaktadır. Burayı seçmesinin bir r Babıâli’ye yakın olmasıdır. Kapalıçarşı, Balıkpazarı, S çevresi, Mualla ve arkadaşlarının sık gittikleri uğrak yerle yoğlu meyhanelerindeki tartışmalar ve sık sık yineleneı Mualla’nın o yıllarda iki defa Bakırköy akıl hastanesine na yol açar. Burada Doktor Mazhar Osman’ın yakın ilgis Neyzen Tevfik de yakın dostları arasında özel bir konun tir. Fikret Mualla edebiyat bilgisini ve sanat beğenisini c lu olduğunu, notlarında yazmıştır.
1938’de babası Ekrem Bey, «yüreğinin çıbanı» saydığı kendisine el kaldırmasına dayanamayarak ölür. Mualla’n nedeniyle eline önemli bir para geçer. Artık güzel giy keyfine göre para harcamaktadır. Ama asıl amacı, bir fır; lup Paris’e gitmektir.
1939’da Paris’e gitmek üzere Türkiye’den ayrılır. Ay: kısa bir süre önce, New York Uluslararası Fuarı’nda Tür nunu düzenlemekle görevlendirilen Abidin Dino’nun Fi alla’ya ısmarladığı panolar, onun Türkiye dönemiyle ilgi lışmalarıdır.
Sokakta Oyun
(Kâğıt üzerine guvaş, 1957)
RİS YILLARI
zak 1939’da Paris’e ayak basar. İkinci Dünya Savaşı daha .şmıştır. Elindeki parayı birkaç ay içinde tüketir. Resimle-rkaç kadeh şarap karşılığında meyhanecilere bıraktığı zor yaşamaktadır. Paris’ten dostlarına yazdığı mektuplarda, •m halinde bilincine yerleşmiş olan korkulardan, aleyhine . oyunlardan, komplolardan, kötü niyetli kişilerden gene soz etmektedir. Günlerini, parasızlık içinde Paris’in Döme erinde geçirmekte, galerilerden para koparabildiğinde de cyaya, içkiye yatırmaktadır. Avni Arbaş, Selim Turan, Ne-■nm gibi Türk ressamlarının birer ikişer Paris’te şanslarını eve başladıkları, orada uzun süre kaldıkları yıllardır. Ancak ‘.’nalla, herkesi polis olarak gördüğü bir ortamda, meslek-;dan da adım adım kaçmakta, kendini ölümcül bir yalnız-^varları içine hapsetmektedir. Herkes onun düşmanıdır, ^akaretleri nedeniyle sık sık karakola düşer. Böylece hasta-s karakollar, onun, ölümüne kadar sürecek olan değişmez ,-erleri olacaktır.
ak. ilginçtir, geçirdiği bunalımların, hastalık krizlerinin, re-uzerinde fazla bir etkisini bulmak zordur. Paris’in kahve-cabarelerini, sokak hayatını, eğlence yörelerini çizdiği, ço-u guvaş resimlerden oluşan eserleri, ciddî bir gözlemcinin -.dir. Renkli fon kâğıtları üzerinde işlek fırça darbeleriyle
i renkler, yaşama tutku ölçüsünde bağlı bir sanatçının izle-. olarak dikkat çeker.
•’te Paris’te ilk kişisel sergisini, kendisine yardımları olan :emy’nin galerisinde açar. Ne var ki birer şişe şarap karşı-elden çıkardığı resimlerinin, sonradan büyük paralar kar-;a satıldığını görmek, Fikret Mualla’nm öfkesini bilemeye Mdatıldığı ve sömürüldüğü kanısındadır.
‘li yıllar ve onu izleyen dönemler, Fikret Mualla’nın Paris evrelerine kendini kabul ettirdiği, resimlerine iyi kötü alı-uğu yıllardır. Bir rasdantı sonucu Picasso’yla tanışır. Picas-atölyesine davet eder. Mualla’nın kendi atölyesinde çalı-eğini söyler ve bir de resmini armağan eder ona.
:t Mualla, 1950’li yılların sonlarına doğru ve 1960’lı yıllar-s’in o dönemdeki tanınmış galerilerinde (Bruno Bossano, Bernheim, France Bertin) kişisel sergiler açar.
İN DÖNEM
‘lı yılların başında kafayı çekip sokaklarda sabaha kadar ğ: bir sırada zengin ve sanat meraklısı bir hanıma rastlar,
i Angles adındaki bu hanım Fikret Mualla’mn koruyuculu-stlenir. Sol tarafına felç inen ressamı hastaneye yatırır ve edavi görmesini sağlar. Angles, sanata meraklı bir koleksi-iur. Evinde Picasso’dan Van Dongen’e kadar birçok ünlü m tabloları bulunmaktadır. Madam Angles, Mualla’mn sa-?eğenmekte ve ona sahip çıkarak çalışmasını sağlayacak m yaratmak istemektedir. Bu amaçla doktorların görüşle-şvurur. Doktorlar, ressamın ılıman bir iklimde, Fransa’nın kıyılarında sağlığına kavuşacağı inancındadırlar. Angles, nye uyar ve onu, Güney Fransa’da bir dağ köyüne, Reillan-türür. Burada kaldığı süre içinde adı, «yalnız yaşayan res-çıkar Mualla’nın. Kırk yıldır böyle rahat bir hayat görme-Paris’in nemli havasından, «sevimsiz» ve «aşağılık» mah-ıdan uzakta olmak, Fikret Mualla’yı sevindirmektedir, me, iyi bakım, temiz hava ve içki perhizi, kısa bir süre için , canlanmasına yol açmıştır. İnsanlardan uzaklaşmak, on-tleşmiş olan polis korkusunu da azaltır,
i bu defa de çocukluk günlerine özlem duymaya, ilk genç-rmı geçirdiği İstanbul’u, bakla tarlasını, eski dostlarını ara->aşlamıştır. 1964’te yazdığı bir mektubunda şu satırlar var: anbul, ne güzel yerdir.. Hele insanın kendi evi oldukça.. Ev îeri, kış mevsiminde ne kadar güzel olurdu.. Tatar börekle-rşular.. Mangalda tepsi börekleri. Peynirlisi bir türlü güzel, ısı bir başka türlü nefis şeylerdir. Ah, bir evim olsaydı., aadet aklımdan hiç çıkmaz..»
torların koyduğu teşhise karşın, Fikret Mualla, hayatım re-:>arak, zaman zaman da içerek sürdürmektedir. Bu yönüyken Tevfik’e benzer. Alp Dağları’mn eteğindeki küçük ka-ir süre Mualla’nın sağlığına kavuşması için olumlu bir etki î da, eski hastalıkları yeniden nükseder. 19 temmuz 1967 yemeğini yer, bir süre televizyon izler, sonra eski bir Pa-ısını mırıldanarak, iki hastayla paylaştığı odasına çıkar. Bir ıce sigara içen Mualla’yı, hastabakıcı uyarır. O da gözleri-,yıp derin bir uykuya dalar. Bu, onun son uykusu olur.
MİZACIN DIŞAVURUMU
Fikret Mualla’nın sanatı, kendi yolunu kendi açmış, toprağını kendi yaratmış, etkileri kendi içinde eritmiş bir sanatçının anlatım biçimi olarak belirir. Bohem ve savruk yaşam, hastalıklar ve saplantılar, korkular ve gelecek endişeleri içinde geçen yıllar, Fikret Mualla’yı büyük kompozisyonlar oluşturmaktan alıkoymuştur. Bu tür kompozisyonlar, yerleşik hayat biçimini benimsemiş ressamların işidir. Oysa Mualla, böyle bir hayatı benimsemedi, benimsemek istese bile, o olanağı elde etme fırsatı bulamadı. İki bunalım arasında, iki içki kadehi arasına sıkıştırılmış resimleri, daha çok, tek seansta yapılmış, bir çırpıda oluşturulmuş izlenimi veren guvaş-suluboya resimlerdir. Az sayıdaki yağlıboya resmi, sanatçının yaklaşımım bütünüyle yansıtmaz. Buna karşılık desen ve suluboya resimleri, bohem mizacının bütün renklerim içinde saklar. Mor, turuncu, kırmızı, mavi, yeşil gibi diri tonlar, bu resimlerine, fovizme özgü bir canlılık katar. Çağdaşlarının çoğu, onu disiplin ve doktrine düşman bir sanatçı olarak tanımlamakta haklıdırlar. Fikret Mualla için sanat, bir tür dışavurum, önüne geçilmez bir zorunluluktur. Othon Friesz, Andre Lhote gibi hoca-ressamlarm atölyelerine girdiği halde, buralarda çalışmayı kişiliğine yedireme-miş olması bundandı. Özgürlük, bağımsızlık, içinden geldiği gibi çalışmak, onun bütün hayatı boyunca geçerli olmuştur.
Resimlerindeki kendiliğinden ve zorlamasız duyarlık, ilk bakışta bize çocuk resimlerini anımsatır. Mualla’mn durup düşünmeye, renkleri ve biçimleri ölçüp tartmaya zamanı yoktu. İlk izlenimin yarattığı etkilerden yola çıkıyor ve sonuca giden yolu hemen keşfediyordu. Figürleri veya nesneleri, kesik fırça tuşlarıyla dış mekândan ayırıyor, sonra da dış mekândan kopardığı bu biçimlerin içini katkısız renklerle dolduruyordu. Mekânı belirleyen öğeler, küçük bazı ayrıntıların ötesine geçmez. Hatta kimi resminde buna bile gerek duymaz. Onun ilgi alam, denebilir ki yalmz insanla sınırlıdır. Yaşadığı kalabalık ve gürültülü şehir ortamı içinde, inşam bulup yakalar, onun davranışlarını gözler. İnsanların toplum yaşamındaki ilişkilerini, uzak bir gözlemci sıfatıyla yansıtmaktan yanadır. Ama bu uzak gözlemcilik, onların yaşamına ortak olmayı engellemez.
Abidin Dino, Mualla üzerine anı ve görüşlerim yazdığı kitabında Fikret Mualla’mn hayatında ve resminde kadınların önemli bir yer tuttuğuna değinir. Onun çıplakları, kadın portreleri «duygu ve çekicilik» yansıtır. Çıplakları, «özlenen, fakat kavuşulamayan ereklerin tılsımını» taşırlar. Resimleri üzerine görüş kaleme alan yabancı eleştirmenlerin de belirtmiş oldukları gibi, Fikret Mualla ressam olarak doğmuştu. Çiğ renklilik ve anlatımcılık, onun sanatı için tanımlayıcı birer yorum sayılsa bile, o, bütün akımların ve eğilimlerin dışında kalmaya, daha doğrusu kişiliği öyle istediği için öyle olmaya koşullanmış gibidir. Mesleğe, «sefahat kubbesinin karanlıkları arasında, bir nur gibi inmişti». Galerici Bossano, onun resimlerim ilk gördüğünde, yer yer «gülünç, yarı tatlı-yarı acı, sert, yakıcı, merhametsiz» olarak nitelediği bu «soytarı resimlerine hayranlık duyduğunu itiraf eder. Sanki «kendisine gaipten bazı ilhamlar ve sesler gelen bu adam», gene Bossano’ya göre hayal görüyor gibidir. Ondaki ayrıksılık, bir başka deyişle «delilik», normal çizgiden «dışarı» çıkmış olmamn bir sonucuydu. Resimleriyle bize, «adî şehir» dediği Paris’i tamtır. Daha doğrusu, Mualla’nın gözüyle Paris’i buluruz resimlerinde. Fikret Mualla, T. Toros’a yazdığı mektupların birinde, şehir hayatına ilişkin gözlemlerini şu satırlarla dile getirir: «Büyük şehirlerde insanın kanını emen, sıkıntılı bir hayat var. Oralarda insan gibi yaşanmıyor artık. Ancak bohem hayatı yaşayacaklar için, büyük şehirlerin kahrı çekilebilir, ona katlanılır. Esasen hiçbir artist, bundan kurtulamaz da.. Bence her sanatkâr sıkıntı çekmeli, ıstırap duymalı, aç kalmalı.. Ondan sonradır ki yaşamın tadını almalı.» □
Manzara (1945, tuval üzerine yağlıboya).
BAŞLICA ESERLERİ
Oturan Adamlar, Mavili Natürmort, Sermayeler; Sokak, Bistro, Kafe, Marsilya’da Fransız İşçileri Bir Kahvede, Haliç ve Süleymani-ye, Kanalda Bekleyen Taşıt Botları, Mor Zemin Üstünde Figürler, Baloncu, Amerikan Bar, Paris’te Bir Sokak.
At Terbiyecisi (Karton üzerine guvaş).
Çıplak (1930 dönemi, guvaş).
AYRICA BAKINIZ
— ib.ansli dışavurumculuk
— ib.ansli Türkiye