wiki

GÖNÜL YOLCULUĞU

Yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gönderilen insan,
fevkalâde meziyetlere, hârikulâde üstünlüklere sahiptir. Bir
âyet-i kerimede “Biz insanı cn güzel surette yarattık”
buyrulmakla bu hakikat ifade edilmektedir. Gerçekten de
madde ve mânâsı ile Ekmel olan insanın beden kalıbı içinde
öyle fevkalâde hasletleri ve meziyetleri vardır ki, bu hususiyetleri
ve vasıfları diğer mahlukatta bulmak mümkün
değildir. Bunların başında ruh cevheri gelir.
Ruh, insanın özü, varlığının varlığıdır. Bu sebepten
olacak ki, onun aslını idrak, imkânsız denecek nisbette
zordur. Nitekim Peygamber Efendimize (s.a.v.) “Ruh nedir?”
diye sorarlar. Bu sorunun cevabını vermek üzere
Allah, sevgili Peygamberine Cebrail’i gönderir: “(Muhammedim)
sana ruhtan sual ediyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin
bir emridir”. Bazı müfessirler buradaki ‘emr’ kelimesini
‘gölge’ olarak tefsir ediyor. Yani ruh, Cenab-ı
Hakk’ın gölgesidir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi bu muazzez
ve mükerrem varlığı tanımak, kulluk şuurunu idrak
derecesinde zor bir olaydır.

  • 106-
    Meselâ: Altmış yaşındaki insandan ruhtan bahsetmesini
    isteseler, altmış yıllık dostundan, başka bir ifade ile varlık
    cevherinden yarım saat bile bahsedemez. Halbuki aslolan,
    insanın kendini bilmesidir. O halde insanın kendi kendini
    okuması şarttır. Kendinin âlimi olması zaruridir. Kendini
    bilen kişiye ârif denir. Cehalet ise insanın varlığından gafil
    olması, kendini bilmemesidir. Yunus un dediği gibi; “İlim,
    ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir. / Sen kendini
    bilmezsin, ya nice okumaktır?”
    Cenab-ı Hak, madde kalıbımızdan evvel ruhlarımızı
    yarattı ve onlara sordu; “Ben, sizin Rabbınız değil
    miyim?” Ruhlar; “Evet sen bizim Rabbimizsin”, dediler.
    Bütün insanlar, bu sebeple, bilerek veya bilmeyerek
    Rabb’ını arıyor. Beşeriyet bu arayışta yanılmasın, doğruyu
    bulsun diye de Cenab-ı Hak insanlığa peygamberleri ve
    onların yolunu takip eden insan-ı kâmilleri göndermiştir. O
    halde denilebilir ki, peygamberleri ve de kâmilleri takip
    edenler Hakk’ı ve huzuru bulanlardır. Aksine hareket edenler
    ise arayışına devam etmekle de kalmayıp, huzuru bula
    mamanın yorgunluğu ile kalırlar.
    Esasen insanın, İslâm’dan başka yollarda huzuru bulması
    mümkün değildir. Cenab-ı Hak buna işaretle Kur’ân-ı
    Kerim’inde “Allah indinde din İslâm’dır” buyurmaktadır.
    Bundan çıkan mânâ, “insan ruhu ancak Allah’a
    İslâm yoluyla vuslat eder”. Fahr-i Kâinat Efendimiz bir
    hadis-i şeriflerinde: “Her insanın kalbinden Allah’a bir
    yol gider” buyuruyor. Kâfir ve münafık, günah ve hataları
    ile bu yolu tıkar. Halbuki huzur, insanın, Yaratan’in yolunda
    olması hadisesidir. Yani kalb yoluyla insanın Allah’a
    vuslatıdır. İçinde yaşadığımız bugünkü dünyada ne tahrif
    edilmiş dinler, ne de beşerî sistemler bu yolu anlatmaya
    muktedirdirler. Halbuki İslâm, en mükemmel şekilde bu
    yolu anlatan ve yaşatan İlâhî bir dindir. Onun için tasavvuf,
    insanın Yaratıcının yolunda olması hadisesidir.
    Denilebilir ki, İslâm ve tasavvuf, insanın Rabbını, kendi
    -107-
    kendine bulması ve mahviyyetini ilân ederek, Rabbınm
    gücünü ilân etmesi olayıdır. O halde asıl iktidar, müzmindedir.
    İslâm, insana evvela kendi nefsine âmir olmayı,
    sonra da etrafına rahmetle muamele etmeyiemreder. Onun
    için İslâm’ın olduğu her toplumda, rahmet ve adalet vardır.
    İslâm’ın olduğu yerde kesinlikle zulüm olmaz.
    Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah’a gitmesidir. Buna
    “seyr-i sülük1’ de denir. Seyr; daha evvel bu yolları
    geçmiş kâmil bir insanın tavassûtu ile yapılır. Bir nehri bile
    vasıtasız geçemeyen insanın, Allah’a vasıtasız ulaşacağını
    düşünmek jnuhaldjr. Peygamberimiz Hz. Muhammed
    (s.a.v.) bile Cebrail’e uyarak,,-bunu, nefsinde yaşamıştır.
    Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa!nin, Hızır (a.s.) ile olan dost
    luğu bu nükteyi ifade etmektedir. Yine Kur’ân’da; “Vesileye
    sarılınız!” diye ,buyury kıy or. İşte bu vesile, odur.
    Yaradılışından dolayı bütün mahlukat, seyr halinde
    kendini Yaradan’a koşar. Bu koşuşun adı aslında zikirdir.
    Nitekim bir âyet-i kerimede: “Gökte ve yerde ne varsa
    hepsi Felek’te yüzerler”, buyurulurken başka bir âyette
    de: “Gökte ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı zikrederler”
    diye buyurulmaktadır. Kısaca* özetleyecek olursak,
    varlık âlemi varlığının gereği olarak kendini Yaratan ı teşbih
    eder. Hatta eşyanın dilinden’anlayan ârifler, onların lisan-ı
    hal ile Allah’ı zikrettiğini ifade buyururlar.
    Yaradılış gayesi* Allah’ı tanımak ve bilmek olan insanın
    zikrinin daha kâmil anlamda olması zaruridir. Kur’ ân-ı
    Kerim’de “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet
    etsinler diye yarattım” buyuruluyor. İnsanın varlık âlemine
    gelişindeki maksat, Allah’ı bilmektir. Bizim literatürümüzde
    münevver, Allah’ı bilen aydın insan demektir.
    Bir başka anlamda, geldiği Rabbma kalb
    yoluyla gidip, O’nun tecellilerini gönlünde seyreden
    insan, nura, yani aydınlığa kavuşmuş demektir. Onun
    için münevver, Islâm’ı yaşayan ve gönlünde
    Hakk’ı bulandır. O halde bu nurdan mahrum olan insa-
  • 108-
    na münevver demek sadece bir deyimden ibarettir. İnsan,
    esasen münevver olmak mecburiyetindedir de. Meseleye
    bir başka açıdan bakacak olursak, insan gözünün hiçbir
    zaman doymadığını görüyoruz. İhtirasının sonsuz, azim
    ufuklarının da hudutsuz olduğunu müşahede ediyoruz.
    Buna işaretle Yüce Peygamberimiz: “İnsanoğlunun bir
    vadi altını olsa İkincisini ister, iki vadi altını olsa bir
    üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak bir avuç toprak
    doyurur” buyurmaktadır. Demek oluyor ki, hırsın
    sonu yoktur. Zaten insanın yaradılışı da bunu gerektirir.
    Şöyle ki Allah’ı tanımak için ve de bulmak için insanoğluna
    bahşedilen ruh cevheri, sahibini buluncaya kadar bu arayış
    ve koşusuna devam edecektir. Onun için Rabbını arayan
    ruhu, madde ile tatmin etmek mümkün değildir. Nitekim
    Kur’ân’da “Kalbler ancak Allah’ı zikirle mutmain
    olur” buyurulmaktadır. Kalbi mutmain olan insan münevver
    insandır.
    Buraya gelmişken, bir değerlendirmeyi yapmak da yerinde
    olur kanaatindeyiz. Bugün içtimâî, İktisadî, hukukî
    v.b. toplum huzursuzluklarının temelinde yatan gerçek, fert
    plânında insanların manevî doyumsuzluğu, doyumu sadece
    maddede aramış olmalarıdır. Varlığını vücuda getiren ve
    bütün kâinatı yoktan vareden Allah’a, insanoğlunun ihtiyacı
    sonsuz iken, O’na cebinde taşıdığı bir anahtarlık kadar
    değer vermeyen insanın, huzur bulması nasıl mümkün
    olabilir ki? Kaldı ki huzur, O’na kavuşmakla mümkün olabiliyor.
    İslâm, Hak’ta ifna olmuş insanın, Allah adına
    arzı işlemesini emreder. İslâm, çalışmayı, kazancı, terakkiyi,
    kısaca topyekun tasarrufu Allah adına kabul eder.
    İslâm’da reddedilen madde, nefis hesabına kazanılan
    ve insanı Hak’tan koparan, başka bir ifade ile
    nefsin önünde put mesabesinde olan maddedir. O
    halde İslâm, maddeyi değil, bu anlayışı reddediyor. Hak
    hesabına maddeyi kazanmak ise ibadettir.
    İnsan, dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmağa elverişli
    yaratılmıştır. Hayvanlar, dünya; melekler, ahiret; insan
    ise hem dünya ve de ahiret için yaratılmıştır. Bu münasebetle
    de İslâm, insanı her iki âlemin tasarrufunu elinde
    bulunduran varlık olarak telakki eder. Birini diğerine tercih
    etmeyen, Allah için her ikisini de kazanan bir görüş getirmiştir.
    Onun için ne sadece dünya, ve ne de sadece âhiret
    istenmeyip Allah rızası talebi ile her ikisi istenilir.
    Dünyanın içinde bulunduğu bunalımlardan kurtuluş
    ancak İslâm’la mümkündür. Maddeye esir olmayan,
    maddeyi esir alan, Hak için madde hakimiyeti kuran
    bir dünya, özellikle bir nesil bekliyoruz. Selâm maddeyi
    esir eden kahramanlara!#

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir