Yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak gönderilen insan,
fevkalâde meziyetlere, hârikulâde üstünlüklere sahiptir. Bir
âyet-i kerimede “Biz insanı cn güzel surette yarattık”
buyrulmakla bu hakikat ifade edilmektedir. Gerçekten de
madde ve mânâsı ile Ekmel olan insanın beden kalıbı içinde
öyle fevkalâde hasletleri ve meziyetleri vardır ki, bu hususiyetleri
ve vasıfları diğer mahlukatta bulmak mümkün
değildir. Bunların başında ruh cevheri gelir.
Ruh, insanın özü, varlığının varlığıdır. Bu sebepten
olacak ki, onun aslını idrak, imkânsız denecek nisbette
zordur. Nitekim Peygamber Efendimize (s.a.v.) “Ruh nedir?”
diye sorarlar. Bu sorunun cevabını vermek üzere
Allah, sevgili Peygamberine Cebrail’i gönderir: “(Muhammedim)
sana ruhtan sual ediyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin
bir emridir”. Bazı müfessirler buradaki ‘emr’ kelimesini
‘gölge’ olarak tefsir ediyor. Yani ruh, Cenab-ı
Hakk’ın gölgesidir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi bu muazzez
ve mükerrem varlığı tanımak, kulluk şuurunu idrak
derecesinde zor bir olaydır.
- 106-
Meselâ: Altmış yaşındaki insandan ruhtan bahsetmesini
isteseler, altmış yıllık dostundan, başka bir ifade ile varlık
cevherinden yarım saat bile bahsedemez. Halbuki aslolan,
insanın kendini bilmesidir. O halde insanın kendi kendini
okuması şarttır. Kendinin âlimi olması zaruridir. Kendini
bilen kişiye ârif denir. Cehalet ise insanın varlığından gafil
olması, kendini bilmemesidir. Yunus un dediği gibi; “İlim,
ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir. / Sen kendini
bilmezsin, ya nice okumaktır?”
Cenab-ı Hak, madde kalıbımızdan evvel ruhlarımızı
yarattı ve onlara sordu; “Ben, sizin Rabbınız değil
miyim?” Ruhlar; “Evet sen bizim Rabbimizsin”, dediler.
Bütün insanlar, bu sebeple, bilerek veya bilmeyerek
Rabb’ını arıyor. Beşeriyet bu arayışta yanılmasın, doğruyu
bulsun diye de Cenab-ı Hak insanlığa peygamberleri ve
onların yolunu takip eden insan-ı kâmilleri göndermiştir. O
halde denilebilir ki, peygamberleri ve de kâmilleri takip
edenler Hakk’ı ve huzuru bulanlardır. Aksine hareket edenler
ise arayışına devam etmekle de kalmayıp, huzuru bula
mamanın yorgunluğu ile kalırlar.
Esasen insanın, İslâm’dan başka yollarda huzuru bulması
mümkün değildir. Cenab-ı Hak buna işaretle Kur’ân-ı
Kerim’inde “Allah indinde din İslâm’dır” buyurmaktadır.
Bundan çıkan mânâ, “insan ruhu ancak Allah’a
İslâm yoluyla vuslat eder”. Fahr-i Kâinat Efendimiz bir
hadis-i şeriflerinde: “Her insanın kalbinden Allah’a bir
yol gider” buyuruyor. Kâfir ve münafık, günah ve hataları
ile bu yolu tıkar. Halbuki huzur, insanın, Yaratan’in yolunda
olması hadisesidir. Yani kalb yoluyla insanın Allah’a
vuslatıdır. İçinde yaşadığımız bugünkü dünyada ne tahrif
edilmiş dinler, ne de beşerî sistemler bu yolu anlatmaya
muktedirdirler. Halbuki İslâm, en mükemmel şekilde bu
yolu anlatan ve yaşatan İlâhî bir dindir. Onun için tasavvuf,
insanın Yaratıcının yolunda olması hadisesidir.
Denilebilir ki, İslâm ve tasavvuf, insanın Rabbını, kendi
-107-
kendine bulması ve mahviyyetini ilân ederek, Rabbınm
gücünü ilân etmesi olayıdır. O halde asıl iktidar, müzmindedir.
İslâm, insana evvela kendi nefsine âmir olmayı,
sonra da etrafına rahmetle muamele etmeyiemreder. Onun
için İslâm’ın olduğu her toplumda, rahmet ve adalet vardır.
İslâm’ın olduğu yerde kesinlikle zulüm olmaz.
Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah’a gitmesidir. Buna
“seyr-i sülük1’ de denir. Seyr; daha evvel bu yolları
geçmiş kâmil bir insanın tavassûtu ile yapılır. Bir nehri bile
vasıtasız geçemeyen insanın, Allah’a vasıtasız ulaşacağını
düşünmek jnuhaldjr. Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.v.) bile Cebrail’e uyarak,,-bunu, nefsinde yaşamıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa!nin, Hızır (a.s.) ile olan dost
luğu bu nükteyi ifade etmektedir. Yine Kur’ân’da; “Vesileye
sarılınız!” diye ,buyury kıy or. İşte bu vesile, odur.
Yaradılışından dolayı bütün mahlukat, seyr halinde
kendini Yaradan’a koşar. Bu koşuşun adı aslında zikirdir.
Nitekim bir âyet-i kerimede: “Gökte ve yerde ne varsa
hepsi Felek’te yüzerler”, buyurulurken başka bir âyette
de: “Gökte ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı zikrederler”
diye buyurulmaktadır. Kısaca* özetleyecek olursak,
varlık âlemi varlığının gereği olarak kendini Yaratan ı teşbih
eder. Hatta eşyanın dilinden’anlayan ârifler, onların lisan-ı
hal ile Allah’ı zikrettiğini ifade buyururlar.
Yaradılış gayesi* Allah’ı tanımak ve bilmek olan insanın
zikrinin daha kâmil anlamda olması zaruridir. Kur’ ân-ı
Kerim’de “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet
etsinler diye yarattım” buyuruluyor. İnsanın varlık âlemine
gelişindeki maksat, Allah’ı bilmektir. Bizim literatürümüzde
münevver, Allah’ı bilen aydın insan demektir.
Bir başka anlamda, geldiği Rabbma kalb
yoluyla gidip, O’nun tecellilerini gönlünde seyreden
insan, nura, yani aydınlığa kavuşmuş demektir. Onun
için münevver, Islâm’ı yaşayan ve gönlünde
Hakk’ı bulandır. O halde bu nurdan mahrum olan insa- - 108-
na münevver demek sadece bir deyimden ibarettir. İnsan,
esasen münevver olmak mecburiyetindedir de. Meseleye
bir başka açıdan bakacak olursak, insan gözünün hiçbir
zaman doymadığını görüyoruz. İhtirasının sonsuz, azim
ufuklarının da hudutsuz olduğunu müşahede ediyoruz.
Buna işaretle Yüce Peygamberimiz: “İnsanoğlunun bir
vadi altını olsa İkincisini ister, iki vadi altını olsa bir
üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak bir avuç toprak
doyurur” buyurmaktadır. Demek oluyor ki, hırsın
sonu yoktur. Zaten insanın yaradılışı da bunu gerektirir.
Şöyle ki Allah’ı tanımak için ve de bulmak için insanoğluna
bahşedilen ruh cevheri, sahibini buluncaya kadar bu arayış
ve koşusuna devam edecektir. Onun için Rabbını arayan
ruhu, madde ile tatmin etmek mümkün değildir. Nitekim
Kur’ân’da “Kalbler ancak Allah’ı zikirle mutmain
olur” buyurulmaktadır. Kalbi mutmain olan insan münevver
insandır.
Buraya gelmişken, bir değerlendirmeyi yapmak da yerinde
olur kanaatindeyiz. Bugün içtimâî, İktisadî, hukukî
v.b. toplum huzursuzluklarının temelinde yatan gerçek, fert
plânında insanların manevî doyumsuzluğu, doyumu sadece
maddede aramış olmalarıdır. Varlığını vücuda getiren ve
bütün kâinatı yoktan vareden Allah’a, insanoğlunun ihtiyacı
sonsuz iken, O’na cebinde taşıdığı bir anahtarlık kadar
değer vermeyen insanın, huzur bulması nasıl mümkün
olabilir ki? Kaldı ki huzur, O’na kavuşmakla mümkün olabiliyor.
İslâm, Hak’ta ifna olmuş insanın, Allah adına
arzı işlemesini emreder. İslâm, çalışmayı, kazancı, terakkiyi,
kısaca topyekun tasarrufu Allah adına kabul eder.
İslâm’da reddedilen madde, nefis hesabına kazanılan
ve insanı Hak’tan koparan, başka bir ifade ile
nefsin önünde put mesabesinde olan maddedir. O
halde İslâm, maddeyi değil, bu anlayışı reddediyor. Hak
hesabına maddeyi kazanmak ise ibadettir.
İnsan, dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmağa elverişli
yaratılmıştır. Hayvanlar, dünya; melekler, ahiret; insan
ise hem dünya ve de ahiret için yaratılmıştır. Bu münasebetle
de İslâm, insanı her iki âlemin tasarrufunu elinde
bulunduran varlık olarak telakki eder. Birini diğerine tercih
etmeyen, Allah için her ikisini de kazanan bir görüş getirmiştir.
Onun için ne sadece dünya, ve ne de sadece âhiret
istenmeyip Allah rızası talebi ile her ikisi istenilir.
Dünyanın içinde bulunduğu bunalımlardan kurtuluş
ancak İslâm’la mümkündür. Maddeye esir olmayan,
maddeyi esir alan, Hak için madde hakimiyeti kuran
bir dünya, özellikle bir nesil bekliyoruz. Selâm maddeyi
esir eden kahramanlara!#