GÜN TEPEYE YAKLAŞMIŞTI
Belliye, karnında yeni peydahlanan çocuğu düşürmek için çok uğ
raşmıştı, ama düşürememişti. Sinirinden deliye dönüyordu. Neler, neler
yapmamıştı. Yaşantısını tehlikeye bile koymuştu. Uygulamadığı kocakarı
ilâcı kalmamıştı. Düşmemişti vesselâm! Rıza, şiddetle karşıttı, karısının
çocuk düşürmesine. Ona göre bu, günah bir işti. Tanrı’ya karşıt
olmak, âsi gelmekti. Bir tür cinayetti.
“N’apalım, diyordu. Allah vergisi bu; kimine çocuk verir Allah, kimine
para. Bizim de şansımıza bol bol çocuk düştü. Hem, bunda üzü
lecek ne var sanki? Âllah onların rızkını verir. Her çocuk nasibiyle
gelirmiş dünyaya, Kitabımızda da yeri var.”
Behiye küplere biniyordu kocası böyle söyledikçe:
“Ayol! diyordu; delirdin mi sen? Düşünsene bir sefer. Altıncı çocuk
bu. Sen, bir işçi parçasısm, bugün kazanır bugün yersin. Yarın
patron kızsa da, kıçına bir tekme atsa, nice olur halimiz. Geçenlerde
az kalsın, patron seni kapı dışarı etmiyor muydu? Bir hafta gözümüze
uyku girmedi, unuttun mu?”
“Korkma be karı, boş ver gitsin. Ben, onbeş yıllık işçiyim. Veririm
mahkemeye, bağırta bağırta alırım paraları…”
“Hadi hadi, saçmalama! Seni işinden atmaya görsünler bir yol. Aç
kaldığımızın resmidir, işin yoksa artık dâva aç, mahkeme kapılarında,
hökümet kapılarında sürün de sürün. Rabbim o günleri göstermesin!…
Sen üe kuruş alıncaya kadar biz, çoluk çocuk açlıktan ter ter tepiniriz.
Hem ben sana birşey söyliyeyim mi; onlar hatırlı kişi. Ne yapar yapar,
gene bir kolayım bulur.”
Bir süre konuşmadılar. Soğuk, kuşkulu bir sessizlik odanın içini
yalayıp geçti.
“Rifat’a pabuç lâzım. Bir haftadır çocukcağız tabanı yerde geziyor.
Geçen gün Dursun’a öğretmeni, eğer kitaplarını tamamlamazsan, seni
okula almam, diye gözdağı vermiş.”
“üç aydır ev kirasını da veremiyoruz.”
“Sahi, dün Ramazan efendi geldi. Size onbeş gün mühlet veriyorum,
ya kirayı ödersiniz, ya da mahkeme kapısında alırsınız soluğu. Valla da
bakmam gözünüzün yaşına, billâ da. Kış kıyamet demem, çıkarır atarım
kapı dışarı, dedi, gitti. Bakkala bir aylık borcumu* da öyle duruyor.Bakkal beş gündür veresiye vermiyor artık. Ya borcunuzu verin, ya da
veresiye yok, diyor da başka birşey demiyor bakkal.”
“Bereket, Huriye şimdilik masraflarını çıkarıyor. Gerçi dişçi fazla
birşey vermiyor. Bari bize ağırlık olmuyorlar.”
“İyi, hoş ama Behiye, doğrusunu istersen, ben, kız çocuğunun erkek
yanında çalışmasına taraftar değilim. Ama neylersin?”
Narten de bir eczacının yanında çalışıyor. Nurten onaltı, Huriye
ondört yaşlarında. Biri ilkokul üçten, ötekisi dörtten ayrılmış. Sebep
belli, parasızlık. Rıza, çocukların boğazım doyurmaktan âciz. Bırakın
okulu, başınızın çaresine bakın, demiş. Neylesin çocuklar, çalışmağa baş
lamışlar. Nurten ve Huriye haftalık 25 er liraya çalışıyorlar. Rıza’mn
ağzının çalımına bakılırsa, son günlerde patronla arası pek iyi gitmiyor.
Hele dokuma sanayimdeki bunaltı, birçok emekçinin atılması, işçileri
kara kara düşündürüyor. Rıza ve ailesi de bu yüzden epey süredir te
dirgin, kuşkulu… Bunun sonu nereye varacak, belli değil…
Huriye, Nurten her ikisi de bayağı güzel kızlar doğrusu. Hele Nurten…
Nurten’in iri iri açık yeşil, parlak gözleri, gergin birer yay gibi
inadına kavisli siyah kaşları var. Vücudu da pek fena sayılmaz. Yaşı
küçük olmasına rağmen, oldukça dolgun göğsü ve yuvarlak kalçaları var.
Mahallenin tüm yeni yetmeleri. Nurten’e vurgun.
Rıza, bir kenar mahallede oturuyor. Karanlık, pis, çamurlu bir
sokak. İki odalı, anlamsız bir ev; hem de kira, ayda elli liraya. Ay bu,
gözünii açıp kapamadan gelir çatar. Sonra, buğulu bir çevre, tedirgin,
kuşkulu, bunaltüı, çoğu süre umutsuz, maddî yaşantı için durmadan savaşan
kişiler. Sadece yaşamak, basitçe, en ilkel biçimde yaşamak için
böylesine savaşma, böylesine bir çaba, işte, yığınların kaderi. Rıza ve
ailesi, bu yığınlardan biri…
Gene bu sabah Rıza ile Behiye kavga etti. Zaten evde kavganın
gürültünün eksik olduğu gün yok ya… Behiye sordu:
“Bugün ne pişireceğiz ?…”
“Kuru fasulye,” dedi Rıza.
“Bıktık gayri, haftalardır kuru fasulye, nohut yemekten. Ben de
bıktım, çocuklar da bıktı, sen de bıktın. Can bu, çeker. Hiçbiri yemiyor
gayri ..”
“N’apalım, canı isteyen yer. Ben, bu kadar bakabiliyorum, iktidarım
bu kadar benim. Söze ne hacet, kargalara bile borçluyuz.”
Behiye öfkelendi, biraz bağırarak:
“Rıza, Rıza! Kime tafra yapıyorsun? Kabahat kimsede değil, hep
sende. Altı çocuk senin neyine gerek? Hangi çiftliklerinle, apartmanlarınla
bakacaksın bu kadar çocuğa? Herifçioğlu milyonlarla oynuyor
da, gene iki çocuktan fazla yapmıyor. Bizim de iki çocuğumuz olsaydı,
gül gibi geçinirdik. Ne nâmerde muhtaç olur, ne de kızlarımızı küçücük
yaşta el kapılarında çalıştırırdık. Hem eksik etek kısmı, o yaşta, hele
güzel de olursa, erkek yanında çalışır da hayır gelir mi o işten? Nah,
işte görüyorsun, ne bet, ne bereket kaldı evimizde-• ” “Ben n’apayım,” dedi Rıza. “Allah vergisi.”
“Allah vergisi olur mu hiç! Sen tedbir almazsan, Allahın ne kabahati
var? Bak, Ayşanımın kocası kılıf mı ne kullanıyormuş; üç senedir
çocukları olmuyor.”
“.Sus bee! Sabah sabah günaha girme, tövbe tövbe de!”
Behiye gene konuşmaya devam etti. Rıza sinirlendi, dudaklarını ısı
rıyordu. İki adım yürüdü, aniden döndü:
“Hay Allah belânı versin, nalet karı!… Ulan karı, kes çeneni de,
zıvanadan çıkarma beni; valla patlatırım ağzma!…”
Behıye sustu. Rıza dışarı çıktı. On dakika sonra tekrar içeri girdi.
Öfkesi geçmişti. Ceketini aldı, Behiye’ye döndü, yavaş bir sesle:
“Hani akşam birşeyler söylüyordun, neymiş o?…”
Simdi her ikisi de sakin ve ciddî idiler.
“Ayol Rıza! Ne zamandan beridir sana söyliyecektim, ama bir fırsatını
bulamadım. Son günlerde ben, Nurten’in vaziyetini pek beğenmiyorum.
Kız, bir haftadır kara kara düşünüyor. Hasta falan mıdır, nedir?
Yemekten aştan kesildi. Yoksa, kız evlâdı, eksik etek, başına bir felâket
gelmesin ?…”
Rıza’nın yüzünde kuşkulu bir ifade belirdi. Sol eliyle bıyıklarını
karıştırıyordu. Rıza, düşünceli olduğu zaman, bıyıklariyle oynardı. Karısına
döndü, öfkeli bir sesle:
“Valla namus meselesi, hem kızı, hem de o pezevengi köpekler gibi
gebertirim. Bu iş şakaya gelmez; anam avradım olsun, temizlerim!”
“Aman Rıza, n’apıyon sen, başımızı belâya mı sokacan? Sonra ben
n’aparım altı çocukla? Maşa varken, insan elini ateşe sokar mı? Hem,
dur bakalım, kızın belki başka bir sıkıntısı vardır. Belki de sevdalanmıştır
birine. Şimdi bunlar âhir zaman piçi, deli fişek…”
“Allah vere de ilk aklımıza gelen olmaya. Gizlice sor bakalım, neymiş
kısın sıkıntısı…”
Sonra, eyvallah dedi, hızla çıkıp gitti. Güneş bir adam boyu yükselmişti.
Puslu, ılık, tatlı bir gündü. Kışın son günleri havalar ne kadar
güsel gidiyordu.
Behiye, tarhana çorbası pişirmek için mutfağa girdi. Çocuklar yenice
uyanıyorlardı. Behiye, “Ahh,” diyordu içinden. “Nerde çokluk, orda B. luk.
Bizim neyimize altı çocuk. Beşine bakamazken, altıncısı — Bir türlü
meram anlatamadım benim çocuk delisi adama…”
Odaya girdi. Nurten ve Huriye giyinmişlerdi.
“Nurten, buraya gel bakayım kız!… Kız, sen, son günlerde sarardın,
soldun. Sen, sevda mı çekiyon kız? Yoksa bir derdin mi var?”
Nurten susuyordu.
“Söyle kız, söyle! Neye susuyorsun? Kötü kötü ihtimaller geliyor
aklımıza… Kız, sen bizi deli edecen!”
Nurten, önüne abkıyordu. Konuşmak istedi, boğazına yumruk gibi
birşeyin tıkandığını duydu. Yutkundu, gözlerinden yaşlar boşandı. Köşe*
deki minderin üstüne kapandı, hüngür hüngür ağlıyordu.Anası eğildi, Nurten’in kolundan tuttu, hınçla yukan çektir
“Kalk,” dedi; “Kalk, n’oldu, anlat!…”
Belliye’nin yüreği güm güm atıyordu:
“Hayırlar olsun, dün geceki rüyayı hiç beğenmemiştim.”
Nurten içini çekiyordu.
“Hadi aniatsana, kız !…”
“Annecim, annecim!” diye inledi Nurten. “N’olur haham duymasın,
keser beni!…”
Behiye’nin yüreği az kalsın ağzına gelecekti.
“Yanında çalıştığım eczacı var ya, işte o, işte o, beni kandırdı!”
dedi, gerisini getiremedi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Behiye’nin yüzü sapsarı olmuştu. Evinin başına yıkılacağım sandır
“Gördün mü başımıza gelenleri, gördün mü? Ey Yarabbim! Nedir
bizim bu çilemiz?” deyip deyip ellerini dizlerine vuruyordu.
Gün tepeye yaklaşmıştı. Ve Behiye, yanında kızı Nurten, ellerinde
bir dilekçe, adliye binasının üçüncü katında Cumhuriyet Savcılığına ifade
veriyorlardı.
SAMİ KATIRCIOĞLU