Günümüzden daha yüzyıl önce, doktorların zatürre, verem, akut romatizmal ateş, tifo ve bunun gibi daha birçok mikrobik enfeksiyonlarda yapabildikleri, hastalığın gidişi hakkında bilgi vermek ve hastalara iyi bir hemşire bakımı sağlamakla sınırlıydı. Herşey 1925’de Boston, Londra ve Edin-burgh’da bir kaç akıllı doktorun ciddi hastalıklar için uygulanan tedavilere yakından bakmaları, dikkatlerini tifo ateşi ve delirium tremes (korkutucu halüsinasyonlar ve şiddetli tre-morlarla giden bir durum) durumlarında uygulanan geleneksel tedaviler üzerine toplamaları ile başladı. Bu durumdaki hastaları kusturmak için destansı bir gayret sarfedilmedikçe hastalar ölüyorlardı. Hastalarda hemorojik şokun kronik belirtileri ortaya çıkana dek, büyük miktarda kan vücutlarından alınıyordu. Ek olarak, vücudun sıvı içeriğini azaltmak amacıyla, deriye yüksek dozlarda cıva, çeşitli bitki ürünleri ve su toplayıcı merhemler sürülüyordu. Ünlü hekim Galenin ortaya attığı, iç organların tıkanıklığının tüm insan hastalıklarının temeli olduğu düşüncesi, genel kanıya hakimdi. Galen büyük bir olasılıkla, karaciğer ve akciğer tıkanıklığı olan hastaların kalp yetmezliğinden öldüğünü gözlemiş ve bu düşüncesini tüm hastalıkları içerecek şekilde genelleştirmişti.
20. yüzyılın ilk yarısından itibaren tıbbi pratik tutucu ve her işe burnunu sokmayan bir havaya büründü. Hastalığın aktif tedavisi; kalp hastalıkları için dijitalistler, ağrılar için morfin gibi kısıtlı bir takım işlerle sınırlanıyordu. Bu istisnalar dışında hekimin en büyük sorumluluğu doğru tanı ve pnog-noz için hastalığın doğal gidişi ve patolojisi hakkında yeterli bilgi edinmek ve ondan sonra hastayı tedavi etmekti.
Bundan 50 Yıl önce tıp bilimi ve tıbbi araştırma terimleri çok kullanılmıyordu. Tıp ve biyolojinin bütünlüğünü anlatan biyomedikal sözcüğü henüz keşfedilmemişti. O zaman bilimin görevi hastalık mekanizmalarının açıklanması ve tanı yöntemlerinin geliştirilmesiydi. Promokoksik pnomöninin (zatürre) tedavisinde tavşan antiserumunun sınırlı başarısı henüz yeni ortaya çıkmıştı. Fakat hastalık tedavisinde yeni olarak öğrenilmesi gereken tek konu buydu.
Yüzyılın başlarında Alman bakteriyologu Paul Ehrlich mikroorganizmaları yok etmek için yeni bir sınıf kimyasal maddenin araştırılması gerektiğini öne sürdü. Birkaç yıllık araştırmadan sonra sifiliz tedavisi için arsphenamine adlı kullanışlı fakat bazı toksik yan etkileri olan bir madde buldu. Bu
Yaşamımızı değiştirerek, 20. Yüz-yıVa imza atan buluşları nasıl s ıralayabiliriz? Bu buluşlar toplumları nasıl etkiledi?
bileşiğin ilen devredeki sifılize çok az etkisi vardı veya bazen hiç etkisi yoktu. Bu ve pnomöni için bulunan yeni anti— serum bir yana, bakteryel enfeksiyonları yenmek için ne etkili bir yc! vardı ne de gelecekte böyle bir keşfin olacağına dair bir işaret.
I908’de Almanya’da sülfonilamid boyası sentezlenmiş-ti. Fakat 1932’de bir Alman bakteriyologu olan Gerhard Do-magh’ın, sülfonilamidin bir türevi olan prontosili fare ve tavşanlardaki streptokok enfeksiyonlarında denemesine dek bu maddenin bulunuşunun hiç bir yararı olmadı. Prontosil anlı hayvanlardaki bakteriyel enfeksiyonlan iyileştirebiliyor, fakat test tüplerinde hiç bir anti-bakteriyel etki göstermiyordu. 1933’de prontonil ilk kez stafılokok septisemisi olan bir insan üzerinde kullanıldı ve başan sağlandı. Eğer araştıncılar prontosil deneylerini in-vitro (deney tüplerinde) sürdürse-lerdi, sülfonilanidin anti-bakteriyel etkisi anlaşılmayacaktı.
İKİNCİ TIP DEVRİMİ
Tıp biliminin ikinci devrimini başlatan antibiyotikler için yol açılmıştı. Enfeksiyöz bakterilerin, konakçının hücrelerine zarar vermeden öldürülebildiği haberi tüm dünya hekimlerini şaşkına uğrattı. 1930’lara dek, Âleksander Fleming’in penisilini keşfine, pratik bir uygulama alanı olmayan bir merak gibi bakıldı. Ancak 1930 larda bu buluş, tüm dikkatleri üzerine çekti. I939’da Howard Floney ve Emest Chain ta-rafnıdan saf penisilinin izole edilmesi ve 1941 ’de üretim tekniklerinin geliştirilmesi herkesi, tıbbın güçlü ve kesin tedavi çağına girdiğine inandırdı.
1944’de Selman Waksman verem gibi dirençli ve tersinmez birçok enfeksiyonun streptomisin ile kontrol altına alınabileceğini gösterdi. Böylece tıp, biyomedikal bilimler doğrultusunda gelişmeye başlayarak yepyeni bir boyut kazandı.
Geçen 10 yıl içinde bu araştırmalann oluşturduğu temel ile kanserin hücresel işleyişi hakkında daha önceki kuşak bilim adamlarının ve hekimlerinin tahmin bile edemeyeceği pek çok buluş yapıldı. Bu gün genç araştırmacılar bu hastalığın da yakın bir gelecekte yenileceğine inanmaktadırlar. Aynı şekilde nörologlar, kardiyologlar, endokrinologlar, psikiyatristler ve diyet uzmanları da bu araştırmaların sürmesiyle her sorunun üstesinden gelineceği inancındadırlar.
GÖKLERE DOĞRU
Wrihgt kardeşlerin uçmayı ilk kez başarmalarından yaklaşık 4 yıl sonra, 21 Mart 1908’de Henry Farman Paris ya-
Theodore von Karman
kınlarında lssyl-es-Moulineax da uçmayı deniyordu. Toplanan kalabalığın meraklı bakışları altında 3 dakika 31 saniyede aldığı 2.004.8 metne, resmen izlenen bu uçuş için bir dünya rekoruydu. Ancak daha da önemlisi Farman, Theodore von Karman’a uçan bir makineyi ilk kez görme fırsatını veriyordu. daha önce uçuşla hiç ilgilenmemiş olan 26 yaşındaki Macar genci, hayran kalmıştı.
Von Karman, Paris’te Sarbonne’da dersler vermek için bulunuyordu. Kuramsal fizikçi olarak pratikten oklukça uzaktı, uçaklar hakkında hiçbirşey bilmiyordu. Zor deneylerden değersiz sonuçlar çıkarmak gibi doğal bir yeteneği vardı ve haftalarca süren çalışmaları, sırf ne olacağını görmek için bastığı bir düğmeyle boşa çıkarması ile de tanınıyordu.
Birçok fizikçi gibi von Karman da uçuş fiziğini sıvı mekaniği içinde düşünüyordu, çünkü uçuşun temel bir sorunu aynı zamanda sıvı mekaniği içinde temel bir sorundu: Nasıl olmaktaydı da bir kuşun yay biçimindeki kanadının üstündeki renksiz, kokusuz, tatsız bir “sıvı” (yani hava!) onu kaldırmaktaydı?
Geçmiş yüzyıllarda bilim adamları bununla pek az uğraşmışlardı ve ilk uçakları yapanlar da fizik kuramı ile pek ilgilenmiyorlardı. Onlar, değişik biçimlerdeki kanatların yarattığı kaldırma kuvveti ile havada hareket eden bir cismin yarattığı sürükleme ve direnci ölçmek için pek de akıllıca olmayan deneyler düzenlemekle uğraşıyorlardı. Üst yüzü dış bükey olan bir cismin nasıl kaldırma kuvveti yarattığı ve havada hareket eden bir cismin neden dirençle karşılaştığı gibi soruların yanıtlarını bulmadan da uçak yapmaktaydılar. Forman gibi pilot – mühendislerin asıl uğraşı buydu.
Bu sıralarda uçuş kuramı Ludvvig Prandtl’ın kafasında şekillenmekteydi. Von Karman’ın ustası olan Prandtl metal
talaşları emen bir vakum sistemi geliştirmişti. Hayanın tx lardan geçişi üzerine çalışması onu, “sınır tabaka”, (x nun yüzeyini sarmakta ve kalan sıvıların akışını yavşalatn taydı. Prandtl’ın bu tabakanın etkilerini açıklayan denkl leri, sonradan kaldırma ve direnci açıklamaya yardım < Bunlar uçuş bilmecesinin kilit noktalarıydılar.
1908’de von Karman ve Prendte Göttingen Ünivers sinde birlikte çalışmaya başladılar. Bu sıralar havacılar, kanada etki eden tüm güçleri açıklayan çağdaş bir kuranr tiyorlardı. Böyiece mühendisler uçağın uçuşta göstereceği < ramşlan ve performansı önceden bilebileceklerdi.
Bazı kuramsal çalışmaların yapılmasına rağmen gerçe pratik mühendisler için kuramın pek az bir değeri ya 1907’de bir İngiliz Mühendisi olan Frederick William ü hester gerçek bir kanat üzerine temellerin ve kaldırma sürüklemeyi açıklayan karmaşık bir kuramsal çalışma ya; ladı. Fakat bu kuram matematik dilinden yoksundu. Praı Upchester’in çalışmasının önemini kavradı ve Lancheı 1908’de Göttingen’i ziyaret ettiğinde iki bilim adamı saa süren yoğun tartışmalar yapma olanağını buldular. 7 yıl s ra Prandtl, Lanchester’in soyut dilini, açık ve kullanışlı tematik diline dönüştürdü. Lanchester-Prantdl kanat kı mı, bir kanat çevresindeki hava dolaşımı hakkında geçmi: ki düşüncelerin hatalarını gösterdi ve konuya yeni bir açı ma getirdi.
Bu kurama göre, kaldırma gücünün çoğu kanadın kısmındaki hava girdabından veya buna bağlı olarak bi; girdabın ortasından geliyordu. Bu girdap, havayı kanatın tünden altına göre daha hızlı bir şekilde itiyor ve basınç kı kaldırma gücünü yaratıyordu.
Kanada bağlı girdap dışında, ona eşit güçte bir de rüklenen girdap vardı. Girdabın varlığı ve sürükleme ola bunun gerçekleştirdiği, sonradan diğer araştırmacıl; kanıtlanmıştır.
Von Karman 1929’da Almanya’yı Nazi hareketi ne niyle terketti ve Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nün C genheim Uçuş Bilimi Laboratuvarı’na yönetici olarak ataı Pasadena’daki laboratuvan canlı bir araştırma merkezi I ne geldi ve bilimsel kuram ile mühendislik pratiği arasını boşluk doldurulmaya başlandı. Turbulans üzerindeki çalışr ilk kuşak sesten hızlı uçakların yaratılmasına yardım etti, ramsal çalışması ile ilk katı yakıtlı roketlerin yapılmasına kıda bulundu ve atmosfere giren roketlerin çevrelerinde olı ısıların hesaplanması için bir yol buldu.
Hava-ısı-dinamiği, hava-ısı-kimyası, gaz-dinamiği, n
net-sıvı dinamiği ve diğer gizemli alanlar, bir zamanlar von Karman ve Prandtl’a son derece devrimci gelen kanat biliminin yerini aldı. Fakat bu bilimin öğrencileri, bu iki insanın yaptığı gibi, kuram ile pratik arasında köprüler kurdular. Böyle pratik kuramcılar olmasaydı, havacılık teknolojisi, von Kar-men’ın lssy-les-moulineax’da izlediği basit uçakla, insanoğlunu güneş sisteminin ötesine götüren uzay aracı arasında bir yerde saplanıp kalacaktı.
EDISON’UIM ÇÖP SEPETİNDEN
20. yüzyılın sonlarında filizlenen elektronik teknolojileri, o çağ için, en az günümüzde silikon chiplerin ve mikrobilgisayarların bizdeki anlamlan kadar, etkileyici olan basit teknolojiler üzerine kurulmuştur. 1906’da Amerikalı mucit Lee de Forest (tarafından geliştirilen triot vakum tüpü, radyonun henüz emekleme devresindeki teknolojisini dönüştürmüş ve çağdaş elektronik çağının kurulmasına öncülük etmiştir.
Herşey, 1883’de Thomas Edisonun, yeni elektrik ampü-lünü geliştirmek üzere çalışırken, elektrik akımının vakum içinde ampülün karbon tel ile artı yüklü metal levha arasında akmasını gözlemesi ile başladı. Fakat Edison, ticari bir ümit vadetmediği için Bunun üzerinde fazla durmadı.
İngiliz fizikçisi John Ambrose Fleming, Edison etkisi’nin uygulanabilirliğini gören ilk kişiydi. Çalıştığı yerdeki görevi telsiz telgraf alıcıları için daha iyi bir dedektör bulmaktı. De-dektörler, yüksek frekanslı elektroroagnetik dalgalarca taşınan ses sinyallerini, TV için yayınlanan görüntü sinyallerini veya Mors alfabesinin nokta ve çizgilerini kullanılır biçimlere dönüştürmektedirler. 1900’dan başlayarak bazı telsiz telgraf setleri, kristal dedektör kullanmaya başladı. 1915’de vakum tüp dedektöm yerini alana dek, bu kristal dedektör ilk katı—
hal (solid state) elektronik yapıydı.
Fleming, bu tuhaf elektrik lambası ile çözümü bulduğunu düşündü. Edison etkisi lambası, artı yükün levhada olduğu bir devrede kullandığında, lambanın elektriği yalnızca telden levhaya doğru geçirdiğini gösterdi.
Amerikalı mucit Lee de Forest yaşamını buluşlarla kazanıyordu. Edison gibi onun da kendisini ve buluşlarını sunmakta büyük becerisi vardı. 1902-1906 yılları arasında 30’dan fazla telsiz telgraf patenti almıştı. Bunların sonucunda Fle-ming’in diyoduna, duyarlılığını artırmak için bir güç kaynağı eklemişti. 1906’nın sonlarında bir audion üzerine patent almak için başvurdu. Ona göre bu audion zayıf elektrik akımlarını tutmakla kalmayıp, aynı zamanda güçlendirecek ve büyütecekti. Bu audionda bir tel ve bir antene bağlı iki levha vardı. Bir kaç ay sonra da Forest tel ve levha arasına zigzag biçimli bir tel yerleştirdi. Çubuk, zigzag biçimli tel ve levha ile bu ilk gerçek triod idi. Zigzag biçimli tel, akımın tüpten akışını düzenleyen bir kapı görevini yapıyordu ve bu tele giden elektrik sinyalindeki küçük bir değişiklik levhaya daha büyük bir elektriksel fark olarak yansıyordu. Yani kuramsal olarak tüp zayıf sinyalleri kuvvetlendiriyordu.
1912 yılının ortalarında da Forest ve diğer deneyciler birkaç tüpü birleştirdiler. Böylece, birinden diğer tüpe giren akımın çıkışı giderek kuvvetleniyordu. Bir süre sonra büyük bir telefon şirketi bu buluşun haklarını satın aldı. Şirketle Harold D. Amold yönetiminde yürütülen çalışmalar sonucu 2 yıldan az bir sürede de Forest’ın zayıf ve narin audion’u güçlü ve iyi iş gören bir amplifikatöre dönüştürüldü. Bu, tü-bün içinde olası en yüksek vakum yaratılarak sağlandı. Geliştirilmiş audion uzak mesafeler arası telefon ile birlikte, duyarlı ve kontrol edilebilen bir yayıncılık frekansı sağladı. Bu durum havadaki dalgaların karışmasını önlemek için çok gerekliydi.
I. Dünya Savaşında patent kısıtlamaları hükümetçe kaldırıldı ve askeri amaçlı radyo setleri geliştirildi. Savaş sonrasında radyo yayıncılığı adeta bir patlama gösterdi. 1922 sonunda 30 radyo istasyonu varken 1924’de bu sayı 500’ü aşmıştı. Birçok kişi için radyo reklamcılıkla ilk tanıştıkları araçtı ve onların spor, haberler, hava durumu gibi izlencelerle tanışmalarını sağladı. Bundan sonra ulusal kültürün oluşması ve bölgesel kültürlerin erozyonu dramatik olarak hızlandı.
Vakum tüpü amplifikatörleri, ilk sesli ¡sinemayı mümkün kıldı ve Edison’un fonografının geliştirilmesini sağladı. II. Dünya Savaşı bitiminde vakum tüpleri radar, dijital bilgisayarlar ve TV’ye kaynak oldular. 1950’lerin ortalarında, transistör-ler vakum tüpünün yerini almaya başladığında bu tüpün 18 bin den t çok çeşidi vardı. Şimdiki chip çağında bile vakum tüplerinin TV ve radar görüntülerini gösterme yeteneği aşılamamıştır. Bu, başlangıcı fantezi bir elektrik ampülüne dayanan bir teknoloji için hiç te fena değildir.
MELEZLERİN ÜSTÜNLÜĞÜ
Batı yarıküredeki yerliler, binlerce yıl rüzgar yoluyla to-zaklanmış ve şans eseri büyümüş, tahıl ürettiler. Bilimsel bir görüşe sahip olmamalarına rağmen, Meksikanın vahşi otlarını dünyanın en verimli bitkileri haline dönüştürdüler. 16. ve 17. yüzyıllarda da verimli bitki üretimi üzerindeki çalışmalar sürdü. Bu çağlanda, samanın en verimli ürünlerinden tohum elde ediliyor ve bu tohumlar, bir sonraki yıl kullanılıyordu. 1900’lere dek durum böylece sürdü. Bundan sonra ise ge-; netiğin tahıl üretimine uygulanmasıyla, tarımda yeni bir dönem başladı.
Hibrid (melez) mısırı heterozigot kavramının açılmasıyla gelişti. Charles Darwin gibi birçok bilim adamı heterozigot kavramı üzerinde çalıştı. Fakat bu kavramı bugünkü kullanım alanına sokan genetikçi Geroge Harrison Shull’dur. O ve E.M. East, ilk olarak saf mısır soylarını izole etmeyi başarmışlardır. Bu soylar, güvenilir sağlam mısır melezleri elde etmek için çaprazlandılar.
Kalıtımla ilgili daha önceden yapılan buluşlar Shull’a büyük bir avantaj sağladı. Bunların önemlisi, Darwin’in bilmediği, Mendel yasalarıydı. Ayrıca Darwin’in klasik serasında tahıl ürünleri üzerinde yaptığı kendi kendine dölleme (self-fertilization) ve çapraz üretme (cross breeding) çalışmaları da bunların arasındadır. Shull, bağıntılı soyların yapay döllenmeleri ile oluşturulan ürünlerin, birbirinden bağımsız soyların çaprazlanması sonucu oluşan ürünlere göre sağlıklı hibrid vermeleri olasılığının yüksek olduğunu gözledi. Bundan yola çıkarak sadece çaprazlamanın ürünlerin sağlığını artırmada güvenilir olmadığını anladı.
Shull deneylerine çapraz dölleme ve kendi kendini döllemenin mısır başaklan üzerindeki tahıl taneciklerine etkisini gözleyerek başladı. Bu gözlemler sonunda Shull, çapraz döllenme ve kendi kendine döllenmelerin, saf türlerin izolasyonlarıyla sonuçlandığı ve genetik açıdan düzenli türlerin, özel olarak istenen melezleri üretmek için ebeveyn olarak kullanılabileceği düşüncesine ulaştı. Ancak aksine, o sıralarda çiftçiler tarafından yetiştirilen mısır çeşitleri, gerçekte çok sayıda karmaşık melezlerin karışımlarıydılar.
Shull’un sonraki adımı, değişik mısır tanesi sayısı içeren iki saf diziyi çaprazlamaktı. Elde ettiği sonuçlar mısır yetiştirme ve geliştirme üzerine çalışmalarının sonuçlarındaki hata payını gözlemesini sağladı. Örneğin, kendi kendine döllenme sonucu yok olan bir nitelik, ilgisiz iki saf mısır soyunun çaprazlanması sonucu yeni kuşakta ortaya çıkıyordu. Bu yeni kuşak melezlerin bitkileri özellikleri bakımından büyük ölçüde saftı ve daha çok ürün veriyordu. Fakat bu ilk kuşak melez bitkilerin tohumlan bir sonraki yıl ekildiğinde ve rast-gele döllenmeye bırakıldığında sonuçta oluşan bitkiler ebeveynlerinden daha az ürün veriyordu.
Bu sonuçlar 1908 ve I909’da yayınlanan iki yayın tı. Shull, mısırlarda yapay döllenmede değişiklikler y ve bir çok ürünün yetiştirilmesinde yeni bir model çıkararak öncü olmuştur. Ancak korunan tohumlan mesiyle elde edilen yapay döllenmiş soylar ve sağlıklı kuşak hibritler, bu özelliklerini oluşturdukları ürünler dürmüyorlardı. 1900’lerde soylar çok zayıf ve verimsi; yüzden tohum şirketlerinin bunlan ticari stoklarda el olarak kullanmaları olanaksızdı. Şans eseri, bu pratik 1918’de Donald F. jones tarafından bulunan çift çapr yolu ile aşıldı.
jones ve bir öğrencisi yapay döllenen soylardan el len iki saf ürünün (ki bunu tek çapraz olarak isimlenc lardı) başka bir tek çapraza daha sokulması gerektiğiı dılar. Sonuç olarak iki tek çaprazlama, 2 ebeveynde
4 ebeveynin belirgin özelliklerini birleştiriyor ve bol ü ma olanağını sağlıyordu, jones bu amaçla iki üstün sı ti: Leamingre ve Burr VVhite tiplerinden bir çift ebev dı. Bunlan kendi izole çaprazlama sahasına ekti. Burr tek çaprazlannın stamenlerini çıkardı ve bunların L tek çaprazlan ile döllenmesine izin verdi. 1918 bah; yeni Burr-Leaming çift çapraz melez tohumlarını ekti sat zamanı, çiftçilerin kullandıkları en iyi tohumlardı ettikleri üründen %20 daha fazla ürün elde etti. Tek melezlerinin ebeveynlerinden elde edilen düşük verin lece önlenmiş oldu. Verimdeki bu artma, çiftçilere bir gelir artışı sağladı.
Mısır melezindeki başan, diğer tahıl ürünlerine ı sıdı, dünyadaki bir çok üründe melezler kullanılmaya dı. Bu gün gelişmiş ülkelerde kullanılan bu yol, dünys lemenin bir yöntemi haline gelmiştir.
ÇOCUK FOSİLİNİN GİZEMİ
Kuzey Cape Province’de Taung yakınlarında buluı fatası Afrika’da insan soyuna kanıt olan ilk fosildi. I eski Afrikalı çocuğun keşfi insanlığın kaynakları haki kuramı büyük ölçüde değiştirdi.
Hollanda Ordusu operatörlerinden Eugene Du 1890-1892 yıllarında ilk ilkel insan örneklerinden Ja\ nı’nı ortaya çıkarmasından sonra, Henry Fairfield Osb Davidson Black gibi öncü araştırmacılar, Asya’nın, olası beşiği olduğunu düşündüler. 20. yüzyılın başlannd de insan dişine benzeyen dişlerin bulunması ve 1927′ kin İnsanı’nın, keşfi onların bu düşüncelerini kuvvetle O zamanın düşüncelerine göre,Taung’da bulunan çoc rafi olarak uygun değildi.
Dahası, Taung fosilinin yapısı, hakim kavramlara muyordu. Beyinin genişliği hayret verici bir özellikti, kişi bunun, insanın gelişiminin çok erken evrelerindi de çenenin, dişlerin ve duruşun hala maymun benzeı
ğu dönemlerde gerçekleştiğini düşündü. Filtdown sahtekarlığı bu kavramı katı, kemikleşmiş bir “gerçeğe” dönüştürme çabasıydı. Çünkü 1912 yılının bu pek bilinmeyen hilesi büyük beyinli bir insan kafatası ile maymun alt çenesi ve dişlerine dayanıyordu. Taung kafatası bus anıyı tersine çevirdi. Çünkü dişleri ve duruşu insana benzeyen bir yaratık görünümü veriyordu ve aynı zamanda, beyin zamanın bazı may-munlarınınkinden daha büyük değildi.
Bulunan kafatasının bir çocuğa ait olması insan soyuna ait olması konusunda bazı şüpheler oluşturdu, çünkü örnek yaşı küçüldükçe, bu örneğe uyan bir çok değişik primat tipi ortaya çıkıyordu. Kafatasının bir çocuğa ait olduğu 20 tane süt dişinin bulunmasından anlaşılıyordu. Modem çağın 6 yaş çocuğunun dişine benzeyen ve maymun-insan arası bir canlıya ait olduğu izlenimini veren ilk molar diş sökülmüştü. Bu yanıtsız kalan iki soruyu ortaya çıkarıyordu. Çocuğun insansı görünüşünün ne kadarı gelişmemişliğin bir sonucuydu? ve Tauing çocuğu erişkin hale gelince nasıl bir şekil alacaktı?
Sonunda kafatası Johannesburçfdaki VVitatersrand Üniversitesinde antropolog Raymond A. Dart’a verildi. Dart buradaki tıp fakültesinde anatomi çalışmalarına yeni başlamış, pek deneyimi olmayan, fakat hayal gücü geniş ve bilimsel kahramanlıklara eğilimi olan biriydi. Böylece İnsanla maymun arasındaki evrimsel bağı açıklama ve kayıp halkayı ortaya çıkarma çabaları başladı.
Dart, kafatası üzerinde diğer araştırmacıların ilgilendiği birçok bulguyu bir kenara iterek, beynin yapısı üzerine ça-
lıştı. çünkü beynin insan doğrultusunda gelişmesi, onun için çok önemliydi. Kafatasının tabanında, kafayı dengede tuttuktan izlenimini veren ince noktalar buldu ve dik bir omurilik bulunduğunu iddia etti. Oysa maymunun kafası, aksine omurgaların üstüne oblik (eğik) bir denge ile oturmuştur. Dart bundan yola çıkarak şu sonuca vardı: Eğer omurga düz ise canlı dört ayak yerine iki ayak üzerinde yürüyecek, elleri ise içgüdüsel araştırmalar ve motor eylemleri için serbest kalacaktı. Aynca köpek dişinin, günümüzün modem maymu-nununkiiıden çok, insanın dişine benzediğini belirtti.
Diğer bir deyişle; insanın dik duraşu, beynindeki nitel değişimler, iki ayak üzerinde yürümesi gibi özellikler kazanması, yani “insanlaşması” beynin gelişmesi sonucu olmuştur. Dart aynca 1871 yılında Charles Darwin tarafından söylenen ‘‘Büyük bir olasılıkla öncülerimiz diğer kıtılardan çok Afrika kıtasında yaşamışlardır” sözünü yeniden gündeme getirdi.
Bu, insanlığın kökeni hakkında ortaya çıkan büyük bir değişiklikti ve birçok antropolog, Dart’ın çok ufak bir şeyden çok büyük sonuçlara vardığını düşündü. Bu düşünceler ve II. Dünya Savaşı, Dart’ın kuramının kabul edilmesini bir süre geciktirdi.
Bir bakıma Dart’ın ilk iddiası ılımlıydı. Australopitheus africanus (Afrika’nın güneyli maymunu) diye adlandırdığı türler maymun soyunun dışındaydı. Buna rağmen, bunlan insan soyu olarak değil, maymunla insan arasında bir ara tür olarak görüyordu. Daha sonra Afrika maymun-insanı üzerindeki dikkatli incelemeler, eski Asya odaklı ve beyin büyüklüğü odaklı kavramlann geçerliliğini yitirmesi, Piltdown insanın hileli ve konuyla ilgisiz olduğunun ortaya çıkması sonucu, Australopitheus sınıfı, insan türünün bir üyesi olarak kabul edildi..
I936’da Robert Bnoom’un, Sterkfontein’de bulduğu yetişkin Australopithecus ile Dart’ın kuramı birleştirildi. Bro-om ayrıca ilk olarak daha geniş ön azı ve azı dişlerine, daha sağlam kemik ve iskelete sahip diğer bir Afrikalı maymun-insan grubunun ilkini buldu. Şimdi Australopithecus robus-tus diye adlandırılan bu tür, çağdaş insanı oluşturan evrimsel kollardan biriymiş gibi görünmektedir, diğer bir deyişle tüm ilkel insan türleri, sonraki insan türlerinin atalarını oluşturmamışlardır.
Birçok araştıncı, Afrika’da, Australopithecus’un vücut yapısı, yaşam tarzı, yaşadığı iklim koşullan gibi konularda çok sayıda araştırma yapmıştır. Bunların tümü insanın evrimini anlamamıza, kendini arayan insanın kimliğine adım adım yaklaşmasına neden olmuşlardır.
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bir yandan makinaların düşünmelerinden gurur duyuyoruz, bir yandan da düşünmeye çabalayan insanlara kuşku ile bakıyoruz.
H.M.JONES’fogging” olgusunun mimarlarından bir Amerikalı’mn, 2984 yazında koşarken parkta ölmesi, sağlık için spor yapanların kqfasındaki soru işaretlerini arttırdı. Spor yapmanın ris-
5 ki nedir? Bunun ölümle sonuçlanması olasılığı nedir? Hangi önlemler alınmalıdır? v.b.