Varlık âleminden geçip, ‘Mutlak Varlık’a varmak için
yapılan yolculuğa ‘Seyr-i Sülük’ denir. Vahdet şerbetini
içmiş büyüklerin ifadesiyle, ^varlığı yoklukla neticelemeyi
gaye edinmiş yolculuk”tur. Sâlik, elini verdiği
zatın terbiyesinde varlığından soyunmak kararı ile bü seyre
(yolculuğa) başlar. “Zât tecellisine ermekle yolculuk
kemâle erer. Aranılan budur. Bulunan “Mutlak Varlık”la,
varlıklar unutulur. Bu işin sonunda emir alınıp tekrar bu
âleme dönmek gerekirse, “geldiğin yolla gelecekler!
getir” büyurulur. Bu, en yüksek makamdır. Bu zirveye
varan kâmile, ‘mürşid’ denir.
Nefsi inkârla ^başlayan bu yolculuk, kemâl noktasına
kadar bazı basamaklardan tırmanır:
Fenâ fi’ş-Şeyh: Mürşidin muhabbetinde yok olma,
erime ve kaybolma demektir. “Onda yok olma” ile başlayan
bu hal, sonsuz teslimiyeti gerektirir;. Yaptığı işlerde
hikmetler aranır. Kusurlar “ene”ye mal edilir. Teslimiyet
esas olan bu yolculukta mürşidin kâmil olması gerektir.
İslâm’ı yaşaması ve dava etmesi onun ana meselesidir. Bu
zatın hali, Allah tarafından bir elbise gibi ona giydirilir. Bu
- 11-
zatın, mülkün sahibinden “irşad etme” emrini alması
zaruridir. O bakımdan bir insanın bir cemaat tarafından
mürçid ölarak seçilmesi yanlıştır. Seçilen bu kişi dinî ilimlerde
ve yaşayışta ne kadar ilerde görünürse görünşüii,
böyle bit vazife ile mükellef olması mümkün değildir. Karganın
bülbül olması nasıl muhâl ise, Hak tarafından böyle
bir emre muhatap ölmadan irşad makamında olmak da
muhâldir.
Salike ilk nazar Fena fi’ş-Şeyh’de ölür. Kâmil insanın bu
nazarı ile vuslat yolculuğu başlar. “Emmare Makamı” nda
olan nefis, ona nazar edenin âşkını üzeriricle gösterir.
Nefs-i Emmâtfe: NefsirHlk basamağıdır; kötüyü emreder,
Hak düşünülrrfe^, gaye ve gayeye varrtıak için düşünülenler
bâtıldır. Islâjlı için, uyulan kimsenin sözlerini paha
biçilmez mücevherdir, diye değerlendirip’ijpzarirta rtıâzhar
olmak için gayret etmek gerekir. Zor bir düşmandır. Hiçbir
mücadele onunla yapılan kadar zor olrrıaz. Zira bu mücadelede
Tevhid, başı çekerse kürtüluş kol’aydır. Yani, çokça
“Lâilahe illallah” demek; ötesini anla. Vücut” ülkesini
tasarrufu altına aldığı an; akıl, irade, hisler kısaca herşey
onun emrindedir. Böyle insan hem maddeten, hem mânen
tehlikelidir. Mücahede ve mücadele fle nefsin bu ülkesinden
kurtulan insan, “Levm Sahrasında kendini bulur”. Buna
‘Nefs-i Levvâme’ denir. Nefs-i Errimafre ile mukayese
edilemeyecek İlâhi üstünlükleri mevcuttur. Kabul etmek
lazım ki, burası da £min bir yer değildir’ Sâlik burada
Hakk’a}bir&z daha yakın olmasına rağrtıeri mâsivânm içinde
bulunur. Hata eder, günah işler, ama pişman olur.
Nedametle ağlar. Ah, ’ vah eder; sonunda aynı hataları
tekrar eder. Kısada, “Hak yolculuğu”nda, bir hal üzerinde
devam eden bir istikrarı yoktur. Kurtulmak için nisbet
olunan ‘Kâmil’e teslimiyet bir kayda ‘bağlanmamak. Muhabbeti
ile muhabbetlenmeli, ‘İsm-i celâle cankurtaran
simidi gibi sarılıp onu dilden ve kalbden kesmemeli. Sonunda
‘Kâmil İnsan’m himmet ve nazarı erişir, bu vadi de’
geçilir. - 12-
Mânen devam eden yolculuğun bu noktasında “Mülhime
Ülkesi”ne varılır. Bu makamda salik, ‘Hu’ ismini
vird edinir. Bu âlem, sinyaller âlemidir. Varlığın izafi, ‘Mutlak
Varlık’m ise hakiki olduğunun şifreleri çözülür. Rahmânî
tecelliler olduğu gibi sadık olmayan ilhamlar da bu
halde zuhur eder.
Esma-i İlâhiye’ nin tecellisini salik bu makamda görür,
çeşitli nûranî berzahlardan geçer. Kapılmaması, “maksadım
Allah rızasıdır”, deyip teslimiyet ile yolculuğuna devam
etmesi şarttır. Bu makam, nefis âleminde Hak ile bâtılın
sınırıdır. Kâmil mürşidi olmayanın buradan öteye seyri
mümkün değildir. Şu kadar ki, yaptığı zikrin mükâfatını alır,
fakat mânen yolculuğu burada noktalanır. Bu noktaya
gelmişken zamanımızda bilerek veya bilmeyerek yanlış ifade
edilen bir meseleye parmak basmak istiyorum.
Mesele şu:
“Seyr-i Sülük’a karar vermiş bir insanın, İslâm’ın zahirî
düsturlarını tam bilmesi şarttır.” Aşağı-yukarı, iddianın
özü budur. Buna cevaben deriz ki; Seyr-i Sülük’ta bulunan
insanın, İslâm’ın zahirî düsturlarını tam bilmesi mümkün
değildir. Seyr-i Sülük için esas; teslimiyet, mahviyet
ve hizmettir. İslâm’ın zahirî düsturlarının öğrenilmesi bu
yolculukta hal iledir. Yani burada, kâl’in (sözün) değeri
yoktur. Maksadı Allah rızası olan salikin hali; zikir, havfullah,
muhabbetullahtır. Durum bu olunca, İslâm’ın zahirî
düsturlarım, bilmeyen ümmi insan için “Seyr-i Sülük’ta
bulunamaz” iddiası, ilmî mesnedden mahrumdur. Seyr-i
Sülûk’un zahir ile ilgisi olmakla beraber esası manevi bir
yolculuktur. Nitekim Peygamberimiz, “Her insanın kalbinden
Allah’a bir yol gider” hadisi ile bu yolculuğun
sahasını belirlemiştir. Şu kadar var ki, Seyr-i Sülük’ta
olan salikin hataya düşmesine mani olmak için mürşid-i
kâmilin, İslâm’m zahirî düsturlarını bilmesi lüzumludur. Hal
böyle iken, geçmiş devirlerde “Kurbiyet Makamı”na
kadem basmış insan-ı kâmillerin bir çoklarının dahi ümmi - 13-
olduğunu görmekteyiz. Meselâ, Peygamber Efendimizin
methiyesini kazanmış Üveysü’ 1-Karânî, tasavvuf tarihinde
büyük velijerden olduğu rivayet edilen (intisabından
evvel eşkiya olan) Fudayi b. Iyaz; mezhep imamı, İmamı
Şâfii Hazretleri’ninmürşidi çoban Şeybân-ı Râi Hazretleri,
yakinen tanıdığımız Yunus Emre, onun ile aynı devirde
yaşayan Hz. Mevlânâ’nın talebesi olan Kuyumcu Selâhaddin
gibi büyükler ümmi kâmillerdir. Zahir ilmi bilmemelerine
rağmen halleri, yaşayışları İslâm’ın tâ kendisi idi.
O halde esas; zahirî ilimleri bilmek değil, İslâm’ı yaşamaktır.
Bu yolculukta teslimiyet, mahviyet ve hizmet olursa vuslata
ermemek için hiçbir sebep yoktur. Esasen, bu manevî
mektebin gayesi budur. Aksi halde, dörtbaşı mamur bir
insanın bu yola intisabına niçin gerek duyulsun? Bu hususu
böylece noktaladıktan sonra esasa geçelim.
Nefş-i Mülhime’de Nazar-ı Hak, kâmil insan vasıtasıyla
zuhur edince salik, beşerî sıfatlardan kurtulup İlâhî
sıfatları hal edinmeğe başlar. Bu dönemde Esma-i
İlâhiye’nin ve Efâl-i Ilâhiye’nin tecellileri zuhur eder.
Muhabbeti gittikçe artar; teslimiyeti, mahviyeti ve hizmeti,
intisap ettiği kâmil insana karşı doruk noktasına varır.
Resulullah muhabbetinin gönül âleminde kök salmağa başladığı
bu an, mânâ âleminin hâzinelerinin bulunduğu
“Nefs-i Mutmaihne’ hali. Bu hal ve makamda hazineler
unutulur, hep ötesi düşünülür. Bu durumda nefis mutmain
olmuş, gönül de Huzur-u. Resulullah’a varmıştır. Her an
Peygamber aşkı artar; gittikçe korlaşan bu sevda, saliki
Peygamber huzurundan ayırmaz. Bu îriakamda da salik,
mürşidin direktifine göre ya ‘Hak’ ya da ‘Hay’ ismini vird
edinir.
. Bu hale ‘Fenâ fi’r-ResuF denir. Yolculuk hızlanmıştır.
Gönül, Sıfat-ı Bâri’nin tecellisini ve nurlarını seyreder.
Nefis bu makamda Razıye ve Merzıye makammdadır.
Artık kul Rabb’mdan, Rabb’ı da kulundan razı olmuştur.
Allah’ın kulundan razı olması, lütfunun ve kahrının hoş - 14-
olduğuna kulun inanmasından sonradır. Yani kul, Allah’dan
razı olursa Allah da kulundan razı olur.
Nefsin bu halinden sonra Tecelli-i Zât zuhur eder. Bu,
Seyr-i Sülûk’ta kemâl noktasıdır. Bu halde Fenâ Fi’llah
zuhur eder. İkilik ortadan kalkmıştır.
Görünen kendi zatıdır; “değil sanma gayrullah” ölçüsünde
yok olunmuş, nefis aradan çekilmiştir, “ferie”,
unutulur, Halik ile olunur. Bu halin izahVzor ve mahzurludur.
Şu kadar bilinrpeli ki, bu haller bu yolun tabiî bir
rieticesidir. Ancak, yaşayanın halini izhar etmesi mahzurludur.
Zira, bu haller hususi hallerdir. Halbuki mh’min hususî
hallerden değil, umumî kaidelerden yani İslâm’ın zahirî
düsturlarından sorumludur. Mezkur hallerin izahı, zahire
terslik manzarası hissini verdiğinden bu halleri setretmek
vaciptir. 4 V
Bu hallerden sofıra Bekâ Bfllah, Bekâ Ender halleri
zuhur eder!ki, bunlar çok yücçI hallt erdir%