Hakk’ı aramak ve bulmak

Biberin fıtratında mevcut bir ihtiyaç olan “Hakk’ı ara-Viı”, İlâhî programa göre yönlendirilmezse insanın bâtılı ten Ih edip yaşaması tabiî bir sonuç olur. O bakımdan, hnvMİ.ı gelişinin gayesi “Hakk’ı aramak ve bulmak” olan lir.,inin; kendini bu âleme gönderenin İlâhî programını I’ilmesi, bulması ve yaşaması şarttır. Bu durumda insanın lınlırına “Bu İlâhî program nedir?” diye çok haklı bir soru

■ ilebilir. Bu soruya cevap olarak deriz ki:

Hu İlâhi program, beşerin gerek iç ve gerekse dış tabiatım teminat altına alan İlâhî bir düzenlemedir. Hiç şüphesiz ki, bu düzenlemede esasın kaynağı da Kur’ân-ı Kerim’dir. Müşahhas örnek olan Hz. Peygamberin sünneti de ikinci nıı.ı kaynaktır. Bu iki ana kaynağa dayanan ‘İcma’ ve ‘Kıyas’ da aynen bu kaynaklar gibi insanın iç ve dış Alemini programlar. Buna göre -kul olarak- insanın bu dört ,m<ı kaynak ile yaşaması ve şartlanması, dünya hayatının ve de ahiretinin teminatıdır. Aksi takdirde beşerin maddî ve mânevî helâki söz konusudur.

Lsasen beşer, tabiat sahnesine çıkışından zamanımıza kadar yönlendirilmiş ve hayatı programlandırılmıştır. Bu

programlandırma ya nefsi adına (beşerî), veya Hak adına (İlâhî) olmuştur. Bu sebepten, Hz. Âdem’den zamanımıza kadar gelen iki yol olmuştur. Bunlardan biri Hak, diğeri de bâtıldır.

Hak yol, haklı olan yoldur. Bu yolda nefse hakimiyet söz konusudur. Onun için nefsin terbiye ve tezkiyesi zaruridir. Bu yolun adına ‘Sırat-ı Müstakim’ denir; yani yegane doğru olan yol demektir. Cenab-ı Hak, Sure-i Fâtiha’da, “Bizi doğru yola hidayet eyle” buyurmakla bu yolu meth ve tavsiye ediyor. Kurtuluş ancak bu yoldadır.

Yine Kur’ân-ı Kerim’de“(Bizi) nimet verdiğin kimselerin yoluna (ilet); kendilerine azap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil” buyurulmaktadır.

Mutlak imtihanı kazanmak için var olan insan, elbetteki bu yolu bulmak mecburiyetindedir. Âlemde daha birçok yollar vardır. Bunlardan ancak biri insanı Rabb’ına götürür. Nitekim Câbir b. Abdillah’dan rivayet edildiğine göre; Peygamber Efendimiz bir gün ashabı ile otururken kumlar üzerinde bir çizgi çizmiş, sonra bu ana çizginin sağına, soluna ikişer tâli çizgi daha çizmiş ve sonra elini ortaya, ilk çizdiği ana çizginin üzerine koyarak: “Bu yol Allah’ın yoludur”, demiş, ve şu âueti okumuş: “İşte benim yolum bu(dur); ona uyun, (Bs«ka) yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın! (Azabından) korunmanız iı-in (Allah) size böyle tavsiye etti”.

O halde kurtuluş için bu yolu (Sırat-ı Müstakîm’i) bulmak zaruridir.

Sırât-ı Müstakim

Mezhep ve meşrep ölçüleri, Sırât-ı Müstakimi tarif eder. Bilindiği gibi İslâm, zamanımıza kadar iki ana yolla gelmiştir. Bunlardan biri, İslâm’ın dış tabiatının İlâhî kaidelerini ‘Ehl-i Sünnet ve’I-Cemaat’ mikyası içinde değerlendiren mezhepler; diğeri de, yine Ehl-i Sünnet yolu

iç tabiatını programlayan meşreplerdir.

I Uı ıkı nna yol dışındaki arayışlar, zamanla büyük amelî • •• hatta vnhim derecede itikadî hatalarla sonuçlanmıştır. O lıahle bl/lere düşen, sadece bu iki yoldan Hakk’a talip , ılıııak ve O’na varmaktır.

“Meşrep ve mezheplerin dışında, nadiren de olsa, müc-ı, İn,I derecesinde bir şahsın yeni bir yol ihdas etmesi ıımlıııkıln değil midir?” sorusu sorulabilir. Bu soruya vere-. ‘iiıııi/ cevap şudur: ‘Mezhepte müctehid’ düşüncesine evet’, yeni bir yol ihdas edilmesine ‘hayır’. Kaldı ki, mez-11* I ‘te müctehid olma şartlarını taşıyacak evsafta bir kimse I Hiı|tinkü durumda görülmemektedir.

İnsanlar, olaylara belli mikyaslarla bakarlar. Aynı mese-leye laikli mantıkla bakıldığı zaman farklı neticelerin alındiği l ‘lı vakıadır. Halbuki o mesele veya hüküm, tek olmasına ı t’lmen farklı neticeler zuhur eder. Bu ise insanı, tenakuza ilildi irerek helâke götürür. Tarihî seyr içinde bu böyle olmuştur Meselâ, bir K. Goldzier, Resulullah’ın hadislerine

I lakmış, ama bir Buharî, bir Müslim olamamıştır. Bu tip ımi’.teşrikler, onların kavradığı hakikatleri kavrayamamış,

I ıllrtkls -hikmetten mahrum kalarak- küfürlerine destek ara-

II ır,lardır. Bu durum, nebâtı yeşerttiği halde yılanı kör eden Nisan yağmuruna benzetilebilir. Mevlânâ’nın dediği gibi,

Şnifi, hakikati gerçek olarak değil, ters veya çift flttrttr”. Hata, vebal, hakikatte değil, gözdedir.

Bazı kimseler, Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini ve Resulul-lalı’ın hadislerini kendi mantalitelerine alet ederek hakikati •■avunduklarını iddia ederler. Bu ise, insanı küfre götüren bir davranıştır.

Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’inde maddî ve manevî ı |erçek ve salim- bir mantalite ortaya koyarak bu mantali-leyl Peygamberimiz’in şahsında müşahhas hale getirmiştir. Uöylece ‘İslâm Akaidi’, Peygamberimiz’de gerçek şeklini kazanmıştır. Her âyet ve her hadis, o şekilde maddeten vemânen -mahviyet derecesini bulamadıktan sonra- nefse âlet edilir ve hükümler saptırılır. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim, ‘birlik’ diyor; ama nasıl birlik?.. ‘Sabır’ diyor.. ‘Muhabbet’ diyor; ama nasıl?.. ‘Kanaat’ diyor; ama nasıl kanaat?.. Bütün bunlar, Peygamberimiz’de ve O’nun cemiyetindeki şekiller ve ritimler üzerine olursa isabetli olur ve makbule geçer. Resulullah’ın hayatı, Kur’ân-ı Kerim hakikatlerinin ispatlandığı gerçek laboratuvardır. Ehl-i Sünnet mezhep ve meşrepleri de o laboratuvarın aynasıdır. O bakımdan, bu laboratuvar şartlarını taşımayan görüş ve mantık, kesinlikle ayna olamaz ve hakikati yansıtmaz. Aynı âyet ve hadisleri delil gösterse de… Bu, şuna benzer: Bir apartmanda, bir sarayda, bir kulübede ortak malzeme olarak çimento, demir kullanılır; ama hiçbir zaman bu kulübe demir ve çimento kullanılması sebebiyle saray olmaz. İşte bu yüzden İslâm Akaidi ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat üzere olan yoldur; hakiki yol… Çünkü âyet ve hadisler, gerçek mânânın muradı istikametinde ve hedefe tam isabet edecek şekilde İslâm binasının inşasında maharetle kullanılmıştır. Burada önemli olan, âyet ve hadisleri İslâm binasındaki hakikî yerlerine yerleştirme maharetini gösteren keyfiyetli insaı dır.*

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*