Hâtim-i Esam

Bir gün Şâkîk-i Belhî, Hâtim-i Esam’a sordu: “Ne kadar zaman­dır buraya geliyor, beni dinliyor­sun?” “Otuz üç sene.” “Bu kadar zaman içinde benden ne öğren­din, neler istifâde ettin?” “Sekiz şey istifâde ettim.” dedi. Şakîk, bunu duyunca; “Yazıklar olsun sana ey Hâtim! Bütün zamânımı sana harcadım, senin ise, sekiz şeyden fazla istifâden olmamış.“ diye çok üzüldü. Hâtim; “Ey ho­cam, doğrusunu istiyorsan, böy- ledir. Bundan fazlasını zâten işte- mem. Bana bu kadar yetişir. Çün­kü, dünyâda ve âhirette felâket­lerden kurtulup ebedî saâdete ka­vuşmanın, bu sekiz bilgi ile olaca­ğını iyi biliyorum.” dedi. Hocası; “Söyle bunları ben de anlaya­yım.” buyurunca;

Hâtim; “Ey hocam! Birincisi, insanlara baktım, herkes bir şeyi seçmiş, onu sevmiş gördüm ve bu sevgilerin çoğu, onlara ölüm yatağına kadar, bâzıları öldüğü vakte kadar, bâzıları da mezara girinceye kadar, arkadaşlık ediyor ve sonra onları yalnız ve zavallı olarak bırakıp ayrılıyorlar. Onunla berâber kimse mezara girmiyor, dert ortağı olmuyor. Bu hâli gö­rünce, düşündüm ve kendime dedim ki, dünyâda öyle dost seç­meliyim kİ, mezara benimle gel­sin, bana orada arkadaşlık etsin. Aradım, taradım, Allahü teâlâya yapılan ibâdetlerden başka, böyle sâdık bir sevgili bulunmadığını gördüm. Dost olarak onlan seç­tim ve onlara sarıldım.” dedi.

Şakîk, bunu duyunda, | güzel yapmışsın yâ Hât!rri^| doğru söylüyorsun, İkinci da söyle, anlıyayım dedi.

Hâtim dedi ki: Ey ho01 İkinci faydam; insanlara herkesi, arzûları, keyifleri koşuyor, nefsin istekleri arkanı yürüyor gördüm ve şu âyet-l meyi düşündüm: “Allahd dan korkarak nefsleıine uyma« yanlar, elbette Cennet’e 0W«f! çeklerdir”. Çok düşündüren] Kur’ân-ı kerîmin baştan başş’j doğru olduğunu, bilgilerimi», t*0* rübelerimle, aklımla, vicdânımla anladım ve tâm inandım. Nefsimi düşman bilerek, ona aldanmanı* ya, uymamaya karar verdim v* ı mücâdeleye başladım. Nefsimin arzu ve isteklerini yapmadım. Nl- hâyet teslim olarak, ibâdetlerden kaçan o nefsin, şimdi Allahü teâ­lâya itâata koştuğunu, isteklerden vazgeçtiğini gördüm. Şakîk bun­ları işitince, Allahü teâlâ sana iyi­likler versin, ne güzel yapmışsın, üçüncü faydayı da söyle dinleye­yim dedi.

•ndisi tedârik yoluna giderdi, indisinden icâzet alan talebe, m bir ahlâk ve edeb numunesi larak mezûn olurdu. Hâfız Os- an Efendinin, elli civârında tale- 18İ kitaplarda kaydedilmiştir. Ye- Ikuleli Seyyid Abdullah Efendi, ıbârîzâde Derviş Ali Efendi, Ha- an Üsküdârî, Bursaiı Mehmed endi, Kürtzâde Bursaiı İbrahim, •rviş Mehmed Kevkek ve Yû- ‘ jf-i Rûmî, Hâfız Osman Efendi- ‘n ileri gelen talebeleri arasırida- ır.

“) Tuhfe-i Hattâtin; ş.301 I) Hat ve Hattâtân (Habib Efendi), İstanbul 1305, s.121 Ş) Sicilli Osmânî; c.3, s.421

4)Sefinet-ül-Evllyâ; c.3, s.297

I)    Tam İlmihâl Seâdet-I Ebediyye; (49.

Baskı) ,s.1084

1)Kâmûs-ül-A’lâm; c.3, s.1914

7)   Islâm Âlimleri Ansiklopedisi; c. 16, s.357

Hâtim-i Esâm hazretlerinin Mesâlim-i Hâ- tim-il-Esam adlı yazma eserinin 66b ve 67a sayfa­lan. Eser, SO- leymâniye Kütüphânesi, Ayasofya Kısmı 511/3 numarada kayıtlıdır.

 

 

 

rettiği için çalıştım, sebeplere ya­pıştım. Fakat yalnız O’na güven­dim. O’ndan istedim ve O’ndan bekledim.

Şakîk bu sözleri işitince, yâ Hâtim, Ailahü teâlâ, her işinde im- dâdına yetişsin! hazret-i Mûsâ’nın Tevrât’ına, hazret-i îsâ’nın İncili­ne, hazret-i Dâvûd’un Zebûr’una ve hazret-i Muhammed aleyhis- selâmın Kur’ân-ı kerîmine baktım. Bu dört kitabın bu sekiz temel üzerinde bulunduğunu gördüm. Bu sekiz esâsı ezberleyip bunlara uyanlar, hayatlarını bunların üzeri­ne kuranlar, bu dört kitaba uy­muş, emirlerini yapmış olurlar de­di.

Birgün Belh’deki meclisinde; “Yâ Rabbî! Bu meclistekilerden bugün kim günah işlemiş, kimin defteri siyah olmuş, kim günaha cesâret etmiş ise onu bağışla” dedi. Orada mezar açıp, devamlı

kefenleri soyan birisi vardı. Gece olunca, eskisi gibi kabristana git­ti. Bir mezarı açarken mezarın içinden, “Utanmaz mısın ki, Esam’ın huzûrunda bağışlandın ve şimdi aynı günahı işlersin.“ se­sini duydu. Kalktı ve Hâtim’in hu- 4 zûruna geldi. Başından geçenleri anlattı ve tövbe etti.

Muhammed Râzî anlatır: “Senelerce Hâtim-i Esam’ın hiz­metinde bulundum. Sâdece bir kere hâriç, hiç kızdığını görme­dim. O da, pazardan geçerken bir bakkal talebesini yakalamış; “Ma­lımı alıp yedin, parasını ver.” di­yordu. Hâtim bunu görünce; “Ey Efendi! Biraz yardımcı ol, borcunu ödemesi için biraz mühlet tanı.“ dedi. Fakat bakkal “Olmaz” diye dayattı. Bunun üzerine çok üzü­len Hâtim-i Esam, yanında taşıdı­ğı havlusunu yere vurdu. Bir anda pazarın ortası altınla doldu. Hâ- tim-i Esam, bakkala; “Alacağın ne

 

kadarsa onu al, fazlasını alma, sonra elin kurur.” dedi. Bakkal alacağını aldı. Fakat para hırsın­dan biraz daha almaya kalkınca eli kurudu ve çolak oldu.

Birisi Hâtim-i Esam’a; “Nasıl namaz kılarsın?” diye sordu. O da şöyle buyurdu:

“Namaz vakti gelince temiz bir kalb ile niyet ederek abdest alırım. Abdest uzuvlarımı yıkar,, kalben de tövbe ederim. Sonra câmiye giderim. Mescid-i Harâm’ı gözümün Önüne getirir, Makâm-ı Ibrâhim’i iki kaş arasında tutar, Çennet’i sağımda, Cehennem’i solumda, Sıratı ayaklarımın altın­da, can alıcı meleği arkamda dü­şünür, kalbimi Allahü teâlâya ıs­marlar, sonra tizimle Allahü ek- ber der, hürmetle kıyam, heybetle kırâat, tevâzuyla rükû, tazarrû He (kendini alçaltarak) secde, hilm ile cülûs (tehiyyattaki oturuş), şükür­le selâmı yerine getiririm. Benim namazım böyledir.”

Hâtim-i Esâm israf konusun­da çok titiz idi. Bir âlimin çok israf ettiğini duydu. Onun evine gide­rek; “Ben Acemli bir kimseyim, bana dînimi öğret.” dedi, “önce ne öğrenmek istiyorsun?” diye sorunca, Hâtim-i Esâm; “Bana abdest almayı öğret.” dedi. O zât bütün uzuvlannı sırayla ve üç de­fa yıkadı. Abdesti tamamlayınca Hâtim-i Esam; “Ben senin huzû- runda bir abdest alayjm da, be­nim yanlışlanmı düzelt.” dedi. Hâ­tim-i Esam abdest alırken kolları­na gelince dörder defâ yıkadı.

Bunun üzerine o zât; “Suyu israf şttin.” deyince, Hâtim-i Esam “Ben nerede israf ettim?” dedi. O zât da; “Kolunuüç kere yıkayaca­ğın yerde dört defâ yıkadın.” de­di. Hâtim-i Esam da; “Ben bir avuç suyu israf ettim. Sen ise çok ve güzel şeyleri israf ediyorsun.” dedi. O zât anladı ki Hâtim-i Esam dînî bilgi öğrenmeye döğil, ders vermeye gelmiş. Evine girdi ve kırk gün kimsenin yüzüne bak­madı.

Nükteli ve hikmetli sözler söyleyen Allah dostu Hâtim-i Esam buyurdu ki:

“Dünyâ için üzülmen kötü, âhiret için üzülmen iyidir.”

“Tövbe; gafletten uyanmak, günahı hatırlamak, Allahü teâlânın lütfunu, hükmünü zikretmektir.”

“Tövbekâr dört şeyi yapar: Lisânını gıybetten, yalandan, ha- sedden, boş sözden korur. Kötü arkadaşlardan ayrılır. Günahını hatırladığı zaman, Allahü teâlâdan hayâ eder, ölüme hazırlanır. Böy­le olup da Allah’ın nzâsı dışında iş yapmayan kimseyi, Allahü teâlâ sever. Şeytandan korur ve Ce- hennem’den emin kılar.”

“Her söz için doğruluk, her doğruluk için iş, her iş için de sa­bır gerekir.”

Hâtim-i Esam hazretlerine; “Bizden bir kimse nasıl ve ne za­man dünyâya ibret gözü ile ba­kanlardan olabiliriz?” diye sor­duklarında; “Dünyâda her şeyin

Şöyle naklederler:, m* &?’*p dâvet etmişti. Fakat kabût ötmedi. Isrât • ama l.ç şaıtmrı var. N6reye istersem oraya otururuna h ğımı yerime. Ne dersem om* yapacaksa* <fedi. ettt. Hâtım-ı Esam cfâvet edenin evine gfttt ve konulduğu yere oturdu Senin yetin orası 4tj$f ‘Ben önceden şart koştum ” dedi. Sofra getirdiği ekmeği Otkenp yedi. E rinde; “Ben ne istersem onu dedi Sofra kalktfktan sonra’ kızdır getir.” dedi. Htametçi s^ytenert – mir tavanın içir»

Sonra oradakiler«; ^rırr kıyâmet güt ve

gına inşnıyor musunuz’?” diye sönmese < diler.. “Diyelim. ki„. fcumst- Arasai jn#$föaı* gelip su tavaya ayağınızı koyarak« bürada \ hesabını veriniz.” dedi. Bunun uiertne oradaki] cumûz yetmez.” dediler, *Yann kıyâmet gûnuAHatiö; nasıl cevap vereceksiniz. Arasat meydanının kızgın üzerinde nasıl duracaksınız? Halbuki Aliahü tAttft m»İMfe “Her nimetin şükründen muhakkak sttutacaliMiKb* sur sûresi: 8) buyurmaktadır.” dedi. Bunun üzerine orad? bu» lunanların hepsi ağlamaya başladılar.”

 

 

 

sonunun harap, herkesin gidece­ği yerin de toprak olduğunu gör­düğümüz zaman! Bir kimsenin evinden veya yakınından bir ce- nâze çıkar da o kimse bundan ib­ret almazsa, ona he ilmin, ne hik­metin, ne de vâz ve nasihatin bir faydası olur.”

“Ey kul! Allahü teâlâya isyân ettikleri için insanlara buğzettiğin halde, kendin Allahü teâlâya is­yân edince, kendi nefsine buğ- zetmeyişin sende insâfın olmayı­şındandır.”

Bir kimse Hâtim-i Esam haz­retlerinden nasihat istedi. Bu kim­seye nasîhat olarak şöyle buyur­du: “Eğer dost istersen Allahü te- âlâ kâfi, yol arkadaşı istersen Ki- râmen kâtibîn melekleri yeter. Eğer arkadaş istersen, Kur’ân-ı kerîm yeter. Eğer iş istersen, Alla-

 

 

hü teâlâya ibâdet etmek yeter. Eğer vâz, nasihat istersen, ölüm yeter. Eğer bu söylediklerimi ka­bullenmemiş isen sana Cehen­nem yeter.” buyurdu.

“Dilinle doğru söylemeye ve gözünle (haramdan sakınıp, âle­me) ibret nazarı ile bakmaya dik­kat et! Allahü teâlâya sığınarak kendine sâhib ol.”

Bir zâta Hâtim-i Esam; “Na­sılsınız.” dedi. O da; “Selâmet ve âfiyetteyim.” deyince, buyurdu ki: “Selâmet ancak Sırat köprüsünü geçtikten sonra olur. Afiyet ise Cennet’te bulunmandır,”

“Eğer sizde şu üç şey varsa ne âlâ! Şâyet bu üç şey sizde yoksa, hâliniz harap, çâresiz Ce- hennem’de yanarsınız. Birincisi, elinizden kaçmış olan geçmiş günlerinizin hasreti içinde olmayı­nız. Çünkü geçmiş günlerinizde yapmış olduğunuz ibâdetlere ne ilâvede bulunabilirsiniz, ne de gü­nahlar için bir bahâne ve mâzeret bulabilirsiniz. Şâyet bugün geç­miş günleriniz için mâzeret ara­makla meşgûl olursanız bugünün hakkını ne zaman ödeyeceksiniz. Bugün dünü düşünmek dünü zâyi etmek olmaz mı? İkincisi; bu gü­nü ganimet bilip çalışmak müm­kün olduğu kadar tâat ve ibâdet yapmak, haksızlık yapılmış olan hasımları hoşnut etmek. Üçüncü- sü; acabâ yarın kurtulacak mıyım yoksa mahv mı olacağım diye korkup endişelenmek.”

“Şu üç halde iken seni ölü­mün yakalamasından sakın! Kibir,

hırs ve böbürlenme halleri. ÇO Allahü teâlâ kibirlenen kir en miskin kimseden gelen bir fü lete düşürmeden, gururlan! kimseyi aç ve susuz bırak yemek istediği bir şeyin dan geçmesine mâni olmadı hırslı kimseyi de idrâr ve ne tin içinde bırakmadan bu dün dan ayırmaz.“

“Beş türlü kalp vardır, vardır ölüdür, kalp vardır ha kalp vardır gâfildir, kalp var mühürlüdür, kalp vardır sapa lamdır. Kâfirin kalbi ölüdür. GtK| nahkânn kalbi hastadır. Nas?l kimsenin kalbi gâfildir. Kalbirnlzdi’| perde vardır diyerek fenâ iş yapa»! nın kalbi de mühürlüdür. Allahü^ teâlâdan korkup dâimâ ibâdetti5; bulunan kimsenin kalbi de sağ- S lam olan kalptir.”

“İnsanlara ilim öğretip, in­sanlar ondan öğrendikleri İlim ile amel ettikleri halde kendisi amel etmeyen kimse, kıyâmet günü pişmanlığı en çok olan kimsedir.”

“Dört şey olmadan, dört şeyi iddiâ eden yalancıdır. 1) Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmadan, Allahü teâlâyı sevdi­ğini iddiâ-eden, 2) Fakirleri yok­sullan aşağı görerek, Resülullah efendimizi sevdiğini iddiâ eden,

3) Elinden geldiği halde fakirlere sadaka vermeyerek, Cennet’I sevdiğini iddiâ eden, 4) Günahfar- dan sakınmadığı halde, Cehen­nem ateşinden korktuğunu iddiâ eden yalan söylemiştir.”

Cimri birinin hastalandığı za- «n sadaka dağıttığını görünce; llah’ım bu kulunun hastalığını ftm ettir. Çünkü bunun böyle laka dağıtması, kendi günah­tı İçin keffâret, fakirler için de tha faydalı ^olmaktadır.” diye etti.

“Şu üç halde kendine dikkat meyi vazîfe bil: Bir iş yaptığında llahü teâlânın seni gördüğünü lından çıkarma. Bir şey söyledi- in zaman, Allahü teâlânın duy- uflunu hiç unutma. Sükût ettiğin man da Allahü teâlânın senin jhsllni ve nasıl sükût ettiğini bildi­ğini dâimâ hatırında tut.”

1) Tiıbakât-üs-Sûfiyye; s.91 I) Hllyet-ül-Evliyâ; c.8, s.73 I) Nefehât-ül-Clns; s. 108,116

4) Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49.

Baskı) s.1084 t) Sıfât-üs-Safve; c.4, s.134 D Hak Sözün Vesîkalan (2.baskı); s.332

1)Tezkiret-ül-Evliyâ; c.1, s.221

2)Islâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.185

HATTAT HÂFIZ OSMAN IFENDİ; Osmanlı Devletinde ye­tişen âlim, velî ve büyük hattatlar­dan. 1642 (H.1052) senesinde İs­tanbul’da doğdu. Babası, Haseki Câmiinin müezzini Ali Efendi idi. Zamânının hat üstâdı olması se­bebiyle, ilmî yönden çok hattatlığı İle meşhûr oldu. Osmanlı Devleti­nin en meşhûr hattâdı Şeyh Ham­dullah Efendiden yüz sene sonra gelip, onun gibi yeni bir çığır açtı­ğı için; “Şeyh-i sâıiî“ (İkinci şeyh) nâmıyla anıldı. 1698 (H.1110) se­nesinde İstanbul’da vefât edip, müdâvimi olduğu Kocamustafa- paşa’daki Sünbül Efendi Dergâhı bahçesinde defnedildi.

Küçük yaşta, Allahü teâlânın yüce kitabı Kur’ân-ı kerîmi ezber­leyen Osman Efendi, Hâfız Os­man nâmıyla anılmaya başlandı. Küçücük yaşında Kur’ân-ı kerîme saygısı ve edebi ile dikkatleri çek­ti. Sadrâzam Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa tarafından himâye edildi. Kur’ân-ı kerîm yazısına isti- dât ve hevesi dikkate alınarak, hat ustalarından Derviş Ali Efen­diden ders alması temin edildi. Derviş Ali Efendi kendisinin yaşlı­lık devresinde olması sebebiyle böyle kâbiliyetli bir talebeyi oya­lamak istemedi. Kendi talebeleri- jl nin ileri gelenlerinden olan Suyol-** cuzâde Eyyûblu Mustafa Efendi­ye havâle etti. Suyolcuzâde’den, aklâm-ı sitte adı verilen; sülüs, nesih, muhakkak, reyhânî, tevkî ve rik’a adındaki altı çeşit yazı şeklini öğrendiğine dâir icâzet al­dı. Bu sırada on sekiz yaşındaydı. 1659 (H.1070) senesinde Şeyh Hamdullah’ın yazı stilini zamânın- da en iyi bilen hattat Nefeszâde İsmâil Efendiye talebe oldu. Yeni­den “Elif-be”den başladı. Şeyh Hamdullah’ın yazı üslûbunun bü­tün inceliklerine vâkıf oldu. Yazıla- n Şeyh Hamdullah’ın yazılanna o kadar benzerdi ki, işin mütehassı­sı olan kimseler bile, imzâsız yazı- lann kime âit olduğunu ayırt ede­mezlerdi.

 

Hâfız Osman, kırk yaşına ka­dar Şeyh Hamdullah’ın usûlünde yazı yazmaya devâm etti. 1679 (H.1090) senesinde sülüs ve ne­sihte kendi usûlünde eserler ver­meye başladı. Şeyh Hamdullah’ın yedinci asır hattatlarından Yâkut- ül-Musta’sımî’yi unutturduğu gibi, Hâfız Osman’ın ünü de beş sene gibi kısa bir süre içerisinde Şeyh Hamdullah’ı insanların zihninden sildi. Hat’tan (güzel yazıdan) bah­sedilen her yerde Hâfız Osman akla gelirdi. Devrin ileri geten hat­tatlarından Ağakapılı İsmâil Ağa, Hâfız Osman Efendinin üstünlü­ğünü kabûl ederek; “Hüsn-i hattı biz bildik, Osman Efendi yazdı” derdi. Zamânın pâdişâhı Sultan İkinci Mustafa Hana 1694 sene­sinde hat dersleri vermeye başla­dı. Hâfız Osman Efendi, Pâdişâ­hın arzu ettiği yazılan yazar, Pâdi­şâh da o yazıları taklîd ederdi. Hâfız Osman Efendi yazı yazar­ken, Pâdişâh hokkasını tutardı.

Sultan Üçüncü Ahmed Hân da, Hâfız Osman’ın hat dersi verdiği talebeleri arasındaydı.

Sünbül Efendi dergâhı şeyh­lerinden Seyyid Alâeddîn Efendi­den aldığı ilim ve feyzle, kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye eden Hâfız Osman Efendi, ilim ve ibâ­dette zühd ve takvâda çok ilerle­mişti. Hâl ve hareketlerini, ahlâk ve tabiatını Allahü teâlânın emri­ne, Resûl-i ekremin sünnet-i şeri­fine uydurmakta büyük mesafeler katetmişti. Her hafta Cumâ gün­leri Sünbül Efendi dergâhına gi­der, dervişlere zikr esnâsuıda ne­zâret eder, onlara yol gösterirdi. Zikr esnâsında kendisinden ge­çer, koynuria koyduğu varaklar hâlindeki yazılar, ortalığa yayılırdı. Üzerinde fevkalâde güzellikte ya­zılar bulunan bu varaklar, orada bulunanlar tarafından toplanır, daha sonra Hâfız Osman’ın mü- sâdesiyle arzu edenlere dağıtılır­

yanıldıklarını, aldandıklarını anladım ve

dı. İhtiyâcı olan dervişler, kendisi­ne verilen varakı satarak ihtiyâcını görür, ihtiyâcı olmayan da bere­ketlenmek için o varakı saklar, evinin en güzel köşesine asardı.

Hafız Osman Efendi, gâyet mütevâzî ve cömertti. Altahü teâ- lânın bir kulunu memnun etmek­ten bir müslümanın işini görüp, duâsını almaktan çok hoşlanırdı. Meşk (Hat) dersi almak için gelen hevesli ve istidâtlı olan herkesle ilgilenirdi. Pazar ve Çarşamba günleri umûmî ders yapardı. Bir gününü zenginlere, bir gününü de fakirlere ayırmıştı. Cumâ günleri Sünbül Efendi Dergâhına gider­ken evinden erken vakitte çıkar, yolu üstünde, elindeki yazısını tashîh ettirmek için bekleyen tale­belerle tek tek ilgilenirdi. Bekliye- ni gördüğünde hemen atından İner, yol üstündeki bir taşa oturur, gerekli düzeltmeyi yapardı. Tale­belerinin özürlerini kabül eder, onları sıkıntıya sokmazdı. Blrgün talebelerinden biri peşi sıra geldi. Tâkib edildiğini anlayan Hâfız Os­man Efendi, dönüp ona ne arzu ettiğini sordu. O da, rahatsızlığı sebebiyle birkaç gündür dersine gelemediğini, meşkini tashîh ettir­mek için de fırsat bulamadığını söyledi. Osman Efendi, talebenin özrünü kabul edip, hemen’atın- dan indi. Yol üstünde bir taşa oturup, gerekli tashihi yaparak ta­lebenin gönlünü ve hayır duâsını aldı.

Hâfız Osman Efendinin bu hâlleri pâdişâh hocası olduktan sonra da değişmedi. Aynı tevâzu ve aynı alçak gönüllülüğü devâm etti. Eline geçen malı Allah yolun­da, fakir fukarâya harceder, ken­disi eski hâlinde devâm ederdi.

Hâfız Osman Efendi, vakitle­rini bir an boş geçirmez, ya ilim öğrenmekle, ya ibâdet etmekle, ya ilim öğretmekle, veya hat dersleri vermekle geçirirdi. Elinin alışkanlığının bozulmaması için hergün mutlakâ yazardı. Hacca giderken de her konaklayışta yazı yazmış, el alışkanlığının bozuma- masına çok dikkat etmiştir.

ömrünün sonuna doğru has­talanıp felç hâli vâki oldu. Pâdi­şâh bizzat ilgilenip, kendi doktor- lannı gönderdi. Yapılan tedâvi ne­ticesi, Allahü teâlânın izniyle nisbî şifâ bulup üç sene daha yaşadı., Meşk çalışmalarına ara verme-^ den, hastalığında bile devâm etti.

Vefât etmeden önce, en son dersini Yedikuleli Emîr Efendiye verdi. Emîr Efendinin İmâm-ı Zey- nelâbidîn hazretlerinin bir şiirin­den; “Ve eykane ennehû yevm-el- firâk” (O, onun ayrılık günü oldu­ğunu kat’î olarak bildi) mısra’ı üzerindeki hat çalışmasını tashîh edip, düzeltti. İki saat sonra vefât eyledi. Sünbül Efendi Dergâhı bahçesinde defnine müteâkib imâm efendi telkîn vermek içip, kalkınca, orada bulunan zamânın eviiyâsından Sipâhi Mehmed De­de, hemen müdâhale edip; “Hacı Efendi, zahmet çekme! Merhu­mun işi çoktan tamam oldu. Rûhu illiyyîne yükseldi. Hak teâlâ şefâa- tini müyesser eyleye!” dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

dı. İhtiyâcı olan dervişler, kendisi­ne verilen varakı satarak ihtiyâcını görür, ihtiyâcı olmayan da bere­ketlenmek için o varakı saklar, evinin en güzel köşesine asardı.

Hafız Osman Efendi, gâyet mütevâzî ve cömertti. Altahü teâ- lânın bir kulunu memnun etmek­ten bir müslümanın işini görüp, duâsını almaktan çok hoşlanırdı. Meşk (Hat) dersi almak için gelen hevesli ve istidâtlı olan herkesle ilgilenirdi. Pazar ve Çarşamba günleri umûmî ders yapardı. Bir gününü zenginlere, bir gününü de fakirlere ayırmıştı. Cumâ günleri Sünbül Efendi Dergâhına gider­ken evinden erken vakitte çıkar, yolu üstünde, elindeki yazısını tashîh ettirmek için bekleyen tale­belerle tek tek ilgilenirdi. Bekliye- ni gördüğünde hemen atından İner, yol üstündeki bir taşa oturur, gerekli düzeltmeyi yapardı. Tale­belerinin özürlerini kabül eder, onları sıkıntıya sokmazdı. Blrgün talebelerinden biri peşi sıra geldi. Tâkib edildiğini anlayan Hâfız Os­man Efendi, dönüp ona ne arzu ettiğini sordu. O da, rahatsızlığı sebebiyle birkaç gündür dersine gelemediğini, meşkini tashîh ettir­mek için de fırsat bulamadığını söyledi. Osman Efendi, talebenin özrünü kabul edip, hemen’atın- dan indi. Yol üstünde bir taşa oturup, gerekli tashihi yaparak ta­lebenin gönlünü ve hayır duâsını aldı.

Hâfız Osman Efendinin bu hâlleri pâdişâh hocası olduktan sonra da değişmedi. Aynı tevâzu ve aynı alçak gönüllülüğü devâm etti. Eline geçen malı Allah yolun­da, fakir fukarâya harceder, ken­disi eski hâlinde devâm ederdi.

Hâfız Osman Efendi, vakitle­rini bir an boş geçirmez, ya ilim öğrenmekle, ya ibâdet etmekle, ya ilim öğretmekle, veya hat dersleri vermekle geçirirdi. Elinin alışkanlığının bozulmaması için hergün mutlakâ yazardı. Hacca giderken de her konaklayışta yazı yazmış, el alışkanlığının bozuma- masına çok dikkat etmiştir.

ömrünün sonuna doğru has­talanıp felç hâli vâki oldu. Pâdi­şâh bizzat ilgilenip, kendi doktor- lannı gönderdi. Yapılan tedâvi ne­ticesi, Allahü teâlânın izniyle nisbî şifâ bulup üç sene daha yaşadı., Meşk çalışmalarına ara verme-^ den, hastalığında bile devâm etti.

Vefât etmeden önce, en son dersini Yedikuleli Emîr Efendiye verdi. Emîr Efendinin İmâm-ı Zey- nelâbidîn hazretlerinin bir şiirin­den; “Ve eykane ennehû yevm-el- firâk” (O, onun ayrılık günü oldu­ğunu kat’î olarak bildi) mısra’ı üzerindeki hat çalışmasını tashîh edip, düzeltti. İki saat sonra vefât eyledi. Sünbül Efendi Dergâhı bahçesinde defnine müteâkib imâm efendi telkîn vermek içip, kalkınca, orada bulunan zamânın eviiyâsından Sipâhi Mehmed De­de, hemen müdâhale edip; “Hacı Efendi, zahmet çekme! Merhu­mun işi çoktan tamam oldu. Rûhu illiyyîne yükseldi. Hak teâlâ şefâa- tini müyesser eyleye!” dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

takvâya sarıldım. Rabbimin affına ve ¡lisânlarına kavuşmak için, O’ndan korkarak dînîn dışına çıkmadım, haramlar­dan kaçtım. Şakîk bunları işitince, ne güzel söylüyorsun yâ Hâtim, altıncı faydanı da söyle dedi.

Hâtim dedi ki, altıncı faydam; insanlara baktım, birbirlerinin mallarına, mevkilerine ve ilimleri­ne göz dikerek, fırka fırka, parti parti ayrılarak, birbirlerine düş­manlık ettiklerini gördüm ve şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: “Sizin düşmanınız şeytandır. Yâni sizi, Allah yolundan, müslümanlık- tan ayırmak için uğraşanlardır. Bunları düşman biliniz!” Kur’ân-ı kerîmin doğru söylediğini bildim. Şeytanı ve onun gibi müslüman- larla uğraşanları düşman bilip, sözlerine aldanmadım, onlara uy­madım. Onların tapındıklarına tapmadım. Allahü teâlânın emirle­rine itaat ettim. Ehl-i sünnet âlim­lerinin gösterdiği yoldan ayrılma­dım. Kurtuluş yolunun, doğru yo­lun, yalnız Ehl-I sünnet yolu oldu­ğuna inandım. Nitekim, Allahü te- âlâ meâlen; “Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayınız. O sizin en belli düşmanmızdır, diye sizden söz almadım mı idi, bana itâat, ibâdet ediniz! Kurtuluş yolu, ancak budur.” buyuruyor. Onun için müslümanları aldatmağa raşanları dinlemedim. Muham 1 med aleyhisselâmın yolunu gö*J teren Ehi-i sünnet âlimlerinin ki taplarından ayrılmadım deyince Şakîk; ne güzel yapmışsın ve n_ güzel söylüyorsun, yedinci faydâi yı da söyle dedi.       ‘■{

Hâtim dedi ki, yedinci fay* dam; insanlara baktım, gördür», ki, herkes yiyip içmek, para ka * zanmak için uğraşıyor. Bu yüzderV hârâm ve şüpheli şeyleri de alı­yorlar ve zillete, hakâretlere katla* nıyorlar. Şu âyet-i kerîmeyi dü-; şündüm: “Allahü teâlâ tarafın­dan rızkı gönderilmeyen yeryü­zünde bir canlı yoktur.” Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğunu v» elbette doğru olduğunu ve o can­lılardan biri olduğumu bildim. Rız­kımı göndereceğine söz verdiği­ne, elbette göndereceğine güve­nerek, O’nun emrettiği gibi çalış­tım deyince, Şakîk, ne iyi yapmış­sın ve ne iyi söylüyorsun, sekizin­ci faydayı da söyle! dedi.

Hâtim, dedi ki, sekizinci fay­dam; insanlara baktım, herkesin, bir kimseye veya bir şeye güven­diğini, sırtını ona dayadığını gör­düm. Bâzıları altınlarına, mal ve mülküne, bâzıları sanatına ve ka­zancına, bâzıları mevki ve rütbe­lerine, bâzıları da kendi gibi bir in­sana güveniyor. Sonra şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: “Allahü teâ­lâ, yalnız kendisine güvenenle­rin her zaman imdâdına yetişir.” Her zaman ve her işimde yalnız Allahü teâlâya güvendim. O em-

Hâtim dedi ki, üçüncü fay­dam, insanların hâline baktım, herkes dünyâda bir sıkıntıya gir­miş, böylece dünyalık toplamağa uğraşıyorlar gördüm, sonra şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: “Dün­yâ malından, sarıldığınız, sakla­dığınız her şey, yanınızda Ical- mıyacak, sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığı­nız iyilikler ve ibâdetler sizinle beraber kalacaktır.” Dünyâ için

 

ıpladıklarımı, Allah yolunda har- flâdım, fukarâya dağıttım. Yâni feâki kalmaları için, Allahü teâlâya ddünç verdim. Şakîk bu sözleri İşitince, ne güzel yapmışsın ve ne ‘güzel söylüyorsun yâ Hâtim, dör­düncü faydayı da söyle dinliyeyim dedi.

Hâtim dedi ki, dördüncü fay­dam; insanlara baktım, herkesin

f GÜZEL KILINAN ■           NAMAZ

Rebâh bin el-Hirevî şöyle îanlatır: îsâ bin Vûsuf, bir mee- fllste konuşan Hâtim-i Esam’a ggradı ve şöyle sordu; “Ey Hâ- ftimi Sen namazını güzel kılı­yor musun?” Hâtim, “Evet” dedi. 0; “Nasıl kılıyorsun?” di­ye sordu. Hâtim şöyle buyur­du: “Emre uyuyorum, korku İle yürüyorum, niyetle giriyo­rum, büyük bilip tekbir alıyo­rum, tertil ve tefekkürle oku­yorum, huşû ile rükû ediyo­rum, tevazu ile seccfe ediyo­rum, tam teşehhüd içinde oturuyorum, sünnete göre se­lâm veriyorum ve selâmı Al­lah’a hâs kılarak veriyorum. Namazımın kabûl olunmaya­cağından korkarak, korkuyla nefsime dönüyorum. Ölene kadar onu muhâfaza^ edici­yim.” Bunun üzerine îsâ bin Yûsuf; “Sen namazını güzel kılıyorsun, “buyurdu.

başkalarını beğenmediğini gör­düm. Buna sebeb, birbirlerine ha- sed etmeleri, birbirlerinin mevki­lerine, mallarına ve ilimlerine göz dikmeleri olduğunu anladım ve şu âyet-î kerîrçıeye dikkat ettim: “Dünyâdaki maddî, mânevi bü­tün nzıklannı aralarında taksim ettik.” Herkesin ilim, mal, rütbe, evlâd gibi rızıklarının, dünyâ yara­tılmadan evvel, ezelde taksim edildiğini, kimsenin elinde bir şey olmadığını ve çalışmağı, sebeble- re yapışmayı emrettiğinden, O’na itâat etmiş olmak için, çalışmak lâzım geldiğini ve hased etmenin büyük zararlanndan başka, zâten lüzumsuz olduğunu anladım ve Allahü teâlânın ezelde yaptığı tak­sime ve çalışınca Rabbimin gön­derdiğine râzı oldum. Bütün müs- lümanlarla sulh üzere olup terke- si sevdim ve sevildim. Şakîtİbun-

….              ‘               V

ları işitince, ne iyi yapmışsın ve ne iyi söylüyorsun; beşinci fayda­yı da söyle dinliyeyim yâ Hâtim! dedi.

Hâtim dedi ki: Beşinci fay­dam; insanlara baktım, birçoklan- nın insanlık şerefini, kıymetini, âmir, müdür olmakta, insanların kendilerine muhtâc olduklarını ve karşılannda eğildiklerini görmekte zannettiklerini ve bununla iftihâr ettiklerini, öğündüklerini gördüm. Bâzıları da, kıymet ve şeref, çok mâl ve evlâd ile olur sanarak, bunlarla iftihâr ediyorlar. Bir kısmı da insanlık şerefi, malı, parayı, in­sanların hoşuna gidecek, herkesi eğlendirecek yerlere sarfetmektir sanarak, Allahü teâlânın emrettiği


yerlere ve emrettiği şekilde hare edemiyorlar ve bununla öğünü- yorlar gördüm ve şu âyet-i kerî­meyi düşündüm: “En şerefliniz ve en kıymetliniz, Allahü teâlâ- dan çok korkamnızdır.” İnsanla­rın

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*