RESÛLÜLLAH Hazretleri tebliğ ve ta’limiyle muvazzaf
bulunduğu İslâm’ı tam beş senedir ilân ediyor, ancak
iman edenlerin sayısında ise göze çarpacak nisbette bir
çokluk görülmüyordu. Nitekim beş sene boyunca yapılan
tebliğ neticesinde Müslüman sayısı henüz kırka bile varamamıştı.
Demek ki, senede on kişiden az insan kazanılı
yordu. Bu çok sevimsiz bir netice gibiydi. Ama bu işin kıymet
ölçüsü, çokluk ve sayı fazlalığı ile değildi. Rabbimiz:
– Sana tebliğden başkası yoktur, buyuruyor; tebliğini
yap, takdirime karışma, şeklinde emir vermiş oluyordu.
Bu sebeble Resülüllah Hazretleri eksilmeyen bir şevk
ve azimle bulduğu bütün fırsatları değerlendiriyor; hac
mevsimlerinde toplananlara, alış-veriş için panayırlarda
bir araya gelenlere nâzil olan âyetlerin hükümlerini açık
ve yumuşak bir dille tebliğ ediyor, ta’limde bulunuyordu.
Müşriklerin tepkisi ise her geçen gün büyüyordu.
Müslümanların sayısının gittikçe çoğalması onlan korkutmaya
başlamıştı. İş genişlemeden önünü almak isteyen
bu iman mahrumları, Müslümanlara işkence ediyor,
geçim sıkıntısına maruz bırakıyor, Mekke’de birlikte yaşamamak
için akla gelen bütün hiyle ve oyunları tatbikten
geri kalmıyorlardı. Bu çekilmez işkencelerden sonradır ki,
Resûlüllah’a müracaat eden ashâbdan bazıları: – Biz dinimizi icabınca yaşamakta zorluk çekiyoruz.
Daha fazla tahammül edemeyeceğiz. Bize bir hicret yeri
göster, oraya gidelim, dediler.
Resûlüllah Hazretleri de ashabının duyduğu huzursuzluğu
gidermek istediğinden, bu müracaatı yerinde bularak
eliyle Habeşistan tarafını işaretledi:
– İşte şu tarafa gitseniz ziyan görmezsiniz. Habeşistan
Necâşî’si kimseye zulmetmez. Orası doğruluk yurdudur.
Allah sizi belki orada ferahlığa kavuşturur.
Canı yanan ilk Müslümanlardan beşi âilesiyle birlikte,
gerisi yalnız olarak (15) kişi sahile doğru yola koyuldular.
Hazret-i Osman’ın, zevcesini merkebe bindirip ilk önce
yola çıktığını duyan Resûlüllah Aleyhisselam:
– Lût Peygamber’den sonra hanımıyla hicret eden ilk
insan Osman’dır, buyurdu.
Demek Resûlüllah’ın kızı Rukıyye de damadı Osman’la
birlikte ülkelerini terketmek zorunda kalmışlardı.
Kimseye sezdirmeden aynlanların içinde:
Ebû Huzeyfe, zevcesi Sehl ile: Ebû Seleme, zevcesi
Ümmü Seleme ile; Ebû Sebre, zevcesi Ümmü Gülsüm ile:
Âmir bin Rebi’, zevcesi Leylâ ile; diğerleri de daha değişik
yollarla tek başlarına hareket etmişlerdi.
Âmir bin Rebi’ yol hazırlığı içindeyken hanımı Leylâ’yı
gören Hazret-i Ömer, telaşlarından durumu sezer gibi olmuş:
Leylâ’ya hitaben:
– Sizi yeni bir hazırlık içinde görüyorum. Zannedersem
bu, bir göç hazırlığıdır, demişti.
Artık takati tükenmiş olan Leylâ, çekinmeden cevap
verdi:
– Sen bizi işkenceden işkenceye uğrattın. Belki Allah
bize nefes alacağımız bir yer ihsan eder!
Bu söze, o güne kadar pek görülmeyen bir yumuşaklık
içinde karşılık veren Ömer: – Allah yardımcınız olsun. Belki umduğunuza erişirsiniz,
demekle yetinmişti.
Az sonra ihtiyaçlannı tamamlamış olarak gelen Âmir,
Leylâ’dan Ömer’in yumuşaklığı hakkındaki ümitli sözünü
duyunca şöyle cevap verdi:
– Sen Hattab’ın oğlunu tanımıyorsun galiba? Hattab’ın
eşeğinin İslâm’a saygı duyacağını kabûl et, ama
Ömer’in saygı duyacağını kabûl etme.
Anlaşılan Müslümanlar Ömer’den çok çekmiş, o yüzden
İslâm’a gireceğine hiç ihtimal veremez olmuşlardı.
Sahilde birleşen onbeş kişilik ilk muhacir kafilesi,
bekleyen gemilere binip açıldıkları sırada, arkalarından
yakalamak için gelen müşrik süvarilerini hayretle seyrettiler.
Şükür ki gemiler açılmış, Allah onları kurtarmıştı.
Onbeş kişilik muhacir kafilesi Habeşistan’da iyi bir
misafirperverlik gördü. Her biri iş bulup çalışırken ibâdet
huzurunu da tadabildiler. Mekke’deki komşularının reva
gördükleri zulüm ve baskıyı hatırlayıp Habeşistan melikinin
adaletperverliğine sevgi duydular.
Aradan beş ay kadar bir zaman geçmiş, peygamberliğin
altıncı senesine girilmişti. Mekke’deki zulüm ve baskı
değişmemiş, bilâkis şiddet kesbederek devam ediyordu.
Bir gün Hattab’ın oğlu Ömer, Mescid-i Haram’ın yanından
geçerken Resûlüllah’ın yeni nazil olan “El-Hâkka” sûresini
okuduğunu işitmişti. Durup dikkatle dinledi. Sûreden
geçen mânalar, ikaz ve ihtarlar, cümlelerdeki insicam, fesahat
ve belâğat katı kalbli Ömer’e te’sir eder gibi olmuş
tu. Ömer en takdirkâr ifadesini ilk defa şöyle kullanıyordu:
– Vallahi dedikleri doğrudur. Bu adam, Kureyş’in söylediği
gibi iyi bir şâirdir!
Ömer’in dudaklarından dökülen cümle henüz bitmemişti
ki Resûlüllah âyetin devamını okudu:
– O bir şâir sözü değildir. Siz ne kadar zor inanıyorsunuz Bu defa büsbütün şaşıran Ömer, hayretini şöyle ifade
etti.
– Bu nasıl adam böyle? İçimden geçeni de bildi. Demek
ki bu tam bir kâhindir!
Gariptir ki, Resûlüllah sûreyi okumaya devam ediyordu:
– O bir kâhin sözü de değildir. Siz ne kadar az düşü
nüyorsunuz!. O, âlemlerin Rabbından inen İlâhî kelâmdır!
Ömer büsbütün şaşırmıştı. Yeniden dikkat kesilerek
dinlemeye koyuldu. Kulağına gelen âyetler şöyleydi:
– Eğer, Peygamber bizim söylemediğimiz sözleri size
söylemiş olsaydı, O’nu kuvvetle yakalar, şah damarını koparırdık.
Hiç birimiz de O’nu savunamazdı!.
Bu âyet ikazları, Ömer’i bir hayli sarsmış, birazcık yumuşar
gibi olmuştu. Ama devamlı dinlediği müşrik yalan
ve iftiraları bu yumuşamayı az sonra silip onu yine eski
katılığına çıkaracaktı.
Bir gün yine Resûlüllah’ın devamlı namaz kıldığı Kâ-
be’nin yakınma varmış, sallanan Kâbe örtüsünün altına
saklanıp Resûlüllah’ın okuyacağı âyetleri dinlemeye baş
lamıştı. Ondan haberi olmadan namaza duran Resûlüllah,
namazda uzun âyetler okumuş, önündeki perde arkasında
saklı Ömer de okunanları dikkatle dinlemiş, hattâ
zaman zaman da perde arkasında ayakta durduğu yerde
ağlamıştı.
Ne var ki, Ömer’in ekseri günleri Ebû Cehil gibi azılı
İslâm düşmanlarının arasında geçiyor, akıl almaz iftira ve
isnadları dinlemekten kendini alamıyordu. Bunlar
Ömer’in dünyasında derin kin ve husumet meydana getiriyor,
bu işe ancak kendisinin son verebileceğini düşündürüyordu.
Nitekim Ebû Cehil bir gün taraftarlarını toplamış,
Ömer’i de bu toplantıya çağırmış, uzun konuşmalardan
sonra sözünü şöyle bağlamıştı: İşte bütün bu kötülükleri yapan Muhammed için
tam yüz deve vaad ediyorum. Kim O’nu öldürürse benden
yüz kızıl deve mükâfat almaya lâyık bir kahramanlıkta
bulunmuş olacaktır.
Toplantıda bulunanlar bunu kimin yapacağını araştı
rırken hemen hepsinin de ittifak ettikleri tek kişi Ömer’di.
– Bunu ancak sen yaparsın ey Ömer! diye teşvikte bulundular.
Artık bu işi bitirmeye karar vermiş olan Ömer kılıcını
çekmiş, öfkeli adımlarla Resûlüllah’m Safa tepesindeki
tebliğ evine doğru yürüyordu. Yolda rastladığı Nuaym,
Ömer’in halinden hiç de hoşlanmadı:
– Nereye böyle ya Ömer?
– Atalarımın dinini bırakan şu adama gidiyorum. Bu
işe bir son verme zamanı geldi artık.
– Ne söylüyorsun ya Ömer! Sen böyle bir iş yapacak
olursan Abd-i Menaf oğullan seni sağ gezdirirler mi?
Ömer’in hoşuna gitmeyen bu sözler şüphelenmesine
sebeb oldu:
– Seni de o sapıtmışlardan biri olarak görüyorum Nuaym,
dikkat et!
– Sen benden önce enişten Saîd bin Zeyd’le, kız kardeşin
Fâtıma’ya dikkat et! Senin kendi âilen dururken
başkasına gazaplanmaya ne hakkın var?
Bu sözler üzerine Ömer, yolunu değiştirerek, eniştesi
Saîd’le kız kardeşi Fâtıma’ya yönelmişti. Namludan çıkan
ok gibi hedefine doğru gidiyordu.
Garipliğe bakın ki, tam o sırada evde Kur’an öğretmeye
gelen Habbab da (Tâhâ) sûresini okuyordu. Kapının
güm güm çalındığını duyan Habbab, hemen kilere saklandı.
Fâtıma da Kur’an yazılı sahîfeyi elbisesi içine soktu.
Korku ile açılan kapıdan hışımla giren Ömer gürledi:
– Şu işittiğim ses ne idi?
– Aramızdaki konuşmayı işitmişsindir! Hayır! Siz bir şeyler okuyordunuz. Kulağımla işittim.
Çabuk söyleyin, siz de mi Muhammed’e inandınız?
Eniştesi Saîd’in açık kalblilikle hak dînin İslâm olduğunu
söylemesi üzerine kan beynine sıçrayan Ömer, onu
hemen yere çaldı.
Kocasını kurtarmaya gelen kız kardeşi Fâtıma’ya da
kuvvetli bir tokat vurarak yere yuvarlayan Ömer, kan revan
içinde kalan kız kardeşinin yüzünü görünce pişmanlık
hisseder gibi oldu. Okudukları Kur’an sahîfesini getirmelerini
istedi.
Fâtıma:
– Sen bir müşriksin. Eline Kur’an sayfası alamazsın.
Gider yıkanırsan temizlenmiş olursun, o zaman Kur’an
sayfasını tutabilirsin, dedi.
Hayret! Ömer buna razı oldu. Gidip guslederek tekrar
geldi. Binbir tereddüt ve vehimler içinde (Tâhâ) sûresini
okumaya başladı.
– Tâhâ. Ya Muhammedi Biz Kur’an’ı sana sıkıntıya
düşesin diye indirmedik. Kur’an Allah’dan korkanlara bir
hatırlatma ve düşündürmek için indirilmiştir. O, arzı,
yüksek semâyı halkeden tarafından gönderilmiştir.
Âyetleri okudukça damarlarındaki kanın sıcaklığını
duymaya başlayan Ömer’in dünyası değişmeye, içindeki
kin ve gayz ateşi sönmeye başladı. Sûrenin birbuçuk sayfası
bitince Hadîd sûresinin ilk âyetlerinin yazılı olduğu
sayfayı okumaya başladı.
– Peygamber, Rabbinize iman etmeniz için sizi dâvet
edip dururken size ne oluyor ki, hâlâ Allah’a iman etmiyorsunuz?
Halbuki Allah (ruhlar âleminde iken) sizden
inanacağınıza dâir söz de almıştı!
Daha fazlasına dayanamayan Ömer’in elleri titremeye
başladı. İçindeki buzlar eriyor, dünyası değişiyordu.
Kardeşi Fâtıma, eniştesi Saîd de O’nu hayretle seyrediyorlardı. Gözlerini semaya diken Ömer’in dilinden dökülen
cümleler şöyle oldu:
– Hayır, hayır! Olamaz, bundan daha güzel söz, daha
doğru söz olamaz! Bu bir beşer sözü, sıradan insan kelâ
mı olamaz. Bundan daha şerefli söz tasavvur edemiyorum!.
Ömer’in bu cümlelerini duyarak saklandığı kilerden
çıkan Habbab:
– Müjde ey Ömer! dedi ve devam etti:
– Dün gece Resûlüllah senin hakkında dua etti: “Allahım,
bu dini ya Hattab’ın oğlu Ömer’le, ya da Hişâm’ın oğ
lu Ebû Cehil’le kuvvetlendir,” diye yalvardı. Ümid ederim
ki, senin hakkındaki dua kabûl oldu. Şu Allah’ın işine
bak!
Ömer’in buna karşı suali şu oldu:
– Şimdi Allah’ın Resûlü nerede?
Kardeşi Fâtıma teminat istedi:
– O’na bir zarar vermeyeceğine söz verirsen yerini haber
veririz.
– Allah’a yemin ederim ki, artık O’na bir kötülüğüm
dokunmaz.
– Resûlüllah, Safa tepesinde Erkâm’m evindedir.
Ömer’in Habbab’a teklifi:
– Haydi beni Resûlüllah’a götür, artık ben başka
Ömer’im!
Böylece kalkıp Resûlüllah’ın bulunduğu Erkâm’ın
evine yürüdüler.
Safa tepesindeki evin kapısını çalan Ömer’in kılıcıyla
geldiğini içeriden gören Bilâl-i Habeşî, koşup Resûlüllah’a
fısıldadı:
– Ya Resûlüllah, Ömer kılıcını kuşanmış halde geldi.
Onun şerrinden Allah’a sığınırız!
Kapı arkasında bekleyen diğer sahabeler muhtemel bir tehlikeye karşı vaziyet alırken Hamza:
– Geleceği varsa, göreceği de vardır, şeklinde cesaret
verdi.
Açılan kapıdan içeri giren Ömer’i ayakta karşılayan
Resûlüllah, yanına yaklaşınca Ömer’in herkesi korkutan
kılıcının bağından tutup şiddetle sarstı, sonra da hiddetle
hitap etti:
– Ey Hattab’ın oğlu Ömer! Yüce Allah’ın senin hakkında
da rezil ve rüsvay edici âyetler indirdiğini görmeyeyim.
Sen daha ne zamana kadar böyle devam edeceksin!
Ömer susmuş, sanki nutku tutulmuştu. Ne diyeceğini
bilemiyor, dünyası âdeta başına yıkılıyordu.
Ellerini açan Allah’ın Rcsıılü duasını bir daha tekrarladı:
– Allahım, bu dini Hattab’ın oğlu Ömer’le kuvvetlendir!
Senden bunu niyaz eyliyorum!
İşte o sırada bakanların gözleri hayretli şekilde büyü
dü. Çünkü herkesi titreten Ömer’in dizlerinin âdeta bağı
çözülmüş, ayakta duramaz olmuştu. İşte iki dizi üzerine
çöküyordu. Hiddet ve şiddet sembolü bilinen Ömer’in gözlerinden
pırıl pırıl yaşlar dökülmeye başlamıştı. Ama hâlâ
tek cümle söylemiyor, hep susuyordu. Artık mukavemeti
iyice kırılmış, dayanacak bir yeri kalmamıştı. O zamana
kadar dayandığı her şey uçmuş, itimat ettiği bütün varlıklar
yok olmuştu. Kendini bütünüyle boşlukta hisseden
Ömer’in ilk cümlesi şöyle oldu:
– Yâ Resûlâllah, bir olan Allah’a ve gönderdiği Resû-
lüne iman etmek için geldim!
Ömer’in dudaklarından dökülen bu cümle bomba gibi
patladı. Tekbir getiren Resûlüllah’a ashab da iştirâk
edince Erkâm’ın küçücük evi, tekbir sesleriyle inlemeğe
başladı:
– Allahü Ekber! Allahü Ekber..
Bu sesler Harem-i Şeriften de duyulunca koşuşma lar, ne oluyor şeklinde sorup heyecanlanmalar oldu. Kimi
sevinç duyuyor, kimi de korku hissediyordu.
Daracık evde sıkışık vaziyette bulunan ashabın durumunu
gören Ömer sordu:
– Kaç kişiyiz?
– Seninle kırkı bulduk.
– Ne duruyorsunuz öyle ise, yürüyün Kâbe’ye. Açıkça
tavafımızı yapalım, ibâdetimizi edelim. Bizi Allah’a kulluktan
kim alıkoyabilir?
İşte bundan sonra bir avuç Müslüman Mekke sokaklarından
ilk defa alenen Kâbe’ye yürüdü, tavâflannı yapıp,
ibâdetlerini edâ ettiler.
İsterseniz bahsin sonuna gelmişken Ömerü’l-Fâ-
ruk’un kendisinden bir hâtırasını dinleyelim.
Der ki:
– Küfürden kurtulup imanla mes’ud olduğum gece
kendi kendime dedim ki, ben Resûlüllah’a çok karşı durdum.
Şimdi ise O’na çok karşı olan birine gidip iman ettiğimi
bildireyim. Geçmiş durumumu tamire çalışayım. Dü
şündüm ki, bunu en evvel Ebû Cehil’e bildireyim. Sabahın
erken saatinde Ebû Cehil’in kapısını çaldım. Açınca
beni ansızın karşısında bulup merakla sordu:
– Hayrola ya Ömer! Ne için geldin sabahın bu saatinde?
– Çok ciddi bir haber getirdim.
– Neymiş, söyle de meraktan kurtulayım.
– İşitmedin mi? Ben artık Allah’a ve O’nun gönderdiği
Resûlüne iman ettim. Sana bunu haber vermek için
geldim.
Suratını ekşiten Ebû Cehil, açtığı kapıyı yüzüme hızla
çarparken şöyle dedi:
– Allah senin de belânı versin, getirdiğin haberin de!
HAZRET-İ ÖMER’İN PEYGAMBERİMİZİN DUASIYLA İSLÂM’A GİRİŞİ
10
Mar