Fahr-i kainatın mübarek yüzü ile bütün aza-i şerifesi ve mübarek sesi, bütün
insanların yüzlerinden ve azalarından ve seslerinden güzel idi. Mübarek yüzü
bir mikdar yuvarlak idi ve neş’eli olduğu zamanda ay gibi nurlanırdı.
Sevindiği,mübarek alnından belli olurdu. Resulullah efendimiz gündüz nasıl görürse, gece
de öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları da görürdü.
Yana ve geriye bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı.
Mübarek gözleri büyük ve kirpikleri uzun idi. Mübarek gözlerinde bir mikdar kırmızılık
vardı ve gözlerinin karası gayet siyah olup, geceleri sürme çekerdi. Fahr-i
alemin alnı açık idi. Mübarek kaşları ince olup, kaşları arası açık idi. İki
kaşı arasındaki damar, hiddetlenince kabarırdı. Mübarek burnu gayet güzel olup,
orta yeri bir miktar yüksek idi.
Mübarek başı büyük idi. Mübarek ağzı küçük değildi. Mübarek dişleri beyaz olup,
öndekiler seyrek idi. Söz söyleyince, sanki dişleri arasından nur çıkardı.
Allahü teâlânın kulları arasında O’ndan daha fasih ve daha tatlı sözlü kimse
görülmedi. Mübarek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alır ve ruhları
cezb ederdi. Söz söylediği zaman, kelimeler inci gibi dizilirdi.. Bazan iyi
anlaşılması için, üçkere tekrar ederdi. Cennet’te Muhammed aleyhisselam gibi
konuşulacaktır.
Fahr-i alem efendimiz, güler yüzlü idi. Tebessüm edekek güler ve mübarek ön dişleri
görünürdü. Gülünce, nuru duvarlar üzerine aks ederdi. Ağlaması da, gülmesi gibi
hafif idi. Kahkaha ile gülmez, yüksek sesle de ağalamazdı. Ama üzülünce,
mübarek gözlerinden yaş akardı. Ümmetinin günahlarını düşününce, Allahü
teâlânın korkusundan ve Kur’an-ı kerimi işitince ve bazan da namaz kılarken
ağlardı.
Resulullah efendimiz, Arap olup ten rengi kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gayet
güzel, nurlu ve sevimli idi.
Arab, lügatda güzel demektir. Mesela, lisan-ı Arab, güzel dil demektir. Istılah
manası ise, yani coğrafyada Arab demek, Arabistan isimli yarımadada doğup
büyüyen, oranın iklimi, havası, suyu ve gıdası ile yetişen ve onların kanından
olan kimse demektir. Anadolu’daki kandan gelenlere Türk, Bulgaristan’da doğup
büyüyenlere Bulgar, Almanya’dakilere Alman dedikleri gibi, Resulullah
sallallahü aleyhi ve sellem de, Arabistan yarımadasında doğduğu için Arab’dır.
Arablar beyaz, buğday benizli olur. Bilhassa Peygamberimizin sülalesi beyaz ve çok
güzel idi. Zaten dedeleri İbrahim aleyhisselam, beyaz olup, Basra şehri
ahalisinden Taruh isminde beyaz bir Müslümanın oğlu idi. Kafir olan Azer,
İbrahim aleyhisselamın babası değil, amcası ve üvey babası idi.
Sevgili Peygamberimizin babası Abdullah’ın güzelliği, Mısır’a kadar yayılmıştı ve
alnındaki nurdan dolayı, iki yüze yakın kız, evlenmek için Mekke’ye gelmişti.
Fakat, Muhammed aleyhisselamın nuru, Amine’ye nasib oldu.
Amcası Abbas ile Abbas’ın oğlu Abdullah da beyaz idi. Peygamberimizin kıyamete kadar
evladı da güzel ve beyazdır.
Resulullah’ın Eshabı’da beyaz ve güzel idi. Hz.Osman, beyaz sarışın idi. Resulullah
efendimizin, Rum imparatoru Herakliüs hükümetine gönderdii sefiri Hz. Dıhye-i
Kelbi çok güzel olup, sokaklarda yürürken, yüzünü görmek için Rum kızları
sokaklara çıkardı. Cebrail aleyhisselam çok defa, Dıhye anh şeklinde gelirdi.
Mısır, Şam, Afrika, Sicilya ve İspanya yerlileri Arab değildir. Arablar, İslâmiyet’i
dünyaya yaypmak için Arabistan yarımadasından çıkarak buralara geldiklerinden,
bugün buralarda da mevcuttur. Nitekim Anadolu’da, Hindistan’da ve başka
memlekeketlerde de mevcuttur. Fakat, bugün bu memleketlerin hiç birinin
ahalisini Arab diye isimlendirmek doğru olmaz.
Mısır halkı esmerdir. Habeşistan halkı siyahtır. Bunlara Habeş denir. Zengibar
ahalisine Zenci denir. Bunlar da siyahtır. Anadolu’ya misafir gelen siyah
fellahlar, habeşler, zenciler, hürmet ve ikram olunmak için, kendilerini, Arab
diye tanıtmıştır.
Anadolu’nun saf Müslümanları da sözlerine inanıp bunları sevmişlerdir. Çünkü bu sevgide
siyah, beyaz ayırımı yoktur. İnsanın siyah olması, imanın şerefini azaltmaz.
Bilal-i Habeşi hazretleri ve Resulullah’ın çok sevdiği Hz.Üsame siyah idiler.
Allahü teâlâ insanın rengine değil, imanının kuvvetine ve takvasına kıymet
vermektedir. Bazı art niyetliler bir yandan, siyah insanları aşağı ve iğrenç
olarak tanıttılar. Kara kedileri, köpekleri, “Arab, Arab” diye
çağırarak, siyah resim ve karikatürlere Arab diyerek, gençliğe, Arab’ı siyah
olarak tanıttılar.
Resul-i ekrem efendimiz, çok uzun boylu olmadığı gibi, kısa da değildi. Yanına uzun bir
kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman, mübarek omuzu, oturanların
hepsinden yukarı olurdu.
Fahr-i alem efendimizin, mübarek parmakları iri ve mübarek kolları etli idi. Mübarek
avuçlarının içi genişi idi. Bütün vücudunun kokusu, miskten güzel idi. Mübarek
bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi.
Enes bin Malik hazretleri diyor ki: “Resulullah’a on sene hizmet ettim. Mübarek
elleri ipekten yumuşak idi. Mübarek teni miskten ve çiçekten daha güzel
kokuyordu. Mübarek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mübarek
ayaklarının parmakları iri, altı da çok yüksek olmayıp yumuşak idi.
Mübarek saçları ve sakallarınını kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışda ondüle
idi. Mübarek saçları uzundu. Önceleri kakül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır
oldu. Mübarek saçlarını bazan uzatır, bazan da keser, kısaltırdı, saç ve
sakalını boyamazdı.
Vefat ettiği zaman, saç ve sakalaındaki ak kılların sayısı yirmiden az idi. Mübarek
bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunuğu ve şekli, mübarek kaşları kadar idi.
Emrinde hususi berberleri vardı. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem
efendimiz, misvakını ve tarağını yanından ayırmazdı.Mübarek saçını ve sakalını
tararken aynaya nazar ederdi.
Güzel huyların hepsi, sevgili Peygamberimizde toplanmıştı. Güzel huyları, vehbi yani
Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, kesbi yani çalışarak, sonradan kazanmış
değildir. Bir Müslümanın ismini söleyerek hiç bir zaman lanet etmemiş ve asla
mübarek eliyle kimseyi döğmemiştir. Allah için intikam almış; kendi için,
hiçbir kimseden intikam almamıştır. Akrabasına, Eshabına ve hizmetçilerine
tevazü ederek, iyi müamele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi.
Hastaları ziyarete gider, cenazelerde bulunurdu. Eshabının işlerine yardım
eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgul olmazdı. Mübarek
ruhu, melekler aleminde idi.
Fahri alem efendimiz, insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de yok dediği
görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar
iyilikleri, o kadar ihsanları vardı ki, Rum imparatorları, İran şahları ve
hiçbir hükümdar, O’nun kadar ihsan yapamazdı.
Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir hayat sürerdi ki, yemek ve içmek
hatırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veya falanca yemeği pişiriniz
demezdi. Yemek getirilirse yer, her ne meyve verseler kabul ederdi.
Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile yemek yerken,
herkesten sonra el çekerdi. Herkesin hediyesini kabul ederdi. Hediye getirene
karşılık olarak kat kat fazlasını verirdi.
Peygamber efendimizin mübarek gözleri uyur, kalb-i şerifi uyumazdı. Aç yatıp tok
kalkardı. Hiç esnemezdi. Mübarek vücud nurani olup, gölgesi yere düşmezdi.
Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mübarek kanını içmezdi.
Resulullah efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı,
peygamberlik hallerinden, kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye takat
getiremezdi. Halbuki kendisi, hayasından, mübarek gözleri ile kimsenin yüzüne
bakmazdı.
Allahü teâlâ tarafından Resulullah olduğu bildirildikten sonra, şeytanlar göklere
çıkarak haber alamaz ve kahinler söyleyemez oldular. Server-i alem efendimiz, bizim
bilmediğimiz bir hayat ile şimdi hayattadır.
Cesed-i şerifi asla çürümez. Kabrinde blir melek durup, ümmetinin söyledikleri
salevat-ı şerifleri kendisine haber verir. Minberi ile kabr-ı şerifi arasına
Radva-i mutahhera denir. Burası Cennet bahçelerindendir. Kabr-i şerifini
ziyaret etmek, taatlerin en büyüğü ve ibadetlerin en kıymetlisidir.
Peygamber efendimizin güzelliğini, Eshab-ı kiramın büyükleri şöyle anlattı:
Ebu Hüreyre hazretleri; “Resulullah’dan daha güzel bir kimse görmedim, sanki
güneş bütün parlaklığı ile yüzünde parlıyordu. Güldüğü zaman, dişleri duvarlara
aydınlık saçardı” buyurdu.
Hazret-i Ali; “O’nu aniden gören, heybetinden korkuya kapılırdı. O’nunla sohbet
edip tanıyan, hemen ısınıp severdi” buyurdu.
Cabir bin Semüre hazretleri; “Resulullah, mübarek elini yüzüme sürdü. Elinde,
sanki attarların yani koku satan kmiselerin çantasından yeni çıkarılmış gibi
güzel bir koku, serinlik buldum. Resulullah efendimiz, elini bir kimsenin eline
müsafeha için değdirmiş olsa,y bütün gün o kimsenin elinden o güzel koku
çıkmazdı” buyurdu.
Hazret-i Aişe validemiz; “Resulullah, bir çocuğun başını okşadığı zanan, diğer
çocuklar arasında o çocuk, güzel kokusundan hemen belli olurdu” buyurdu.
Hz.Ebu Hüreyre; “Yürüyüşünde Resulullah’tan daha sür’atli kimseyi görmedim. Sanki
yer kendisinde dürülüyordu. O’nunla yürürken, biz bütün gücümüzü sarf edip
kendimizi zorluyorduk” buyurdu.
Peygamber efendimiz, fevkalade güzel konuşurdu. Sözün nereden başlatılıp nerede
bitirileceğini en mükemmel bir şekilde bilirdi. Sözleri, söyleyiş bakımından
berrak son derece fasih ve beliğ idi. Söz ve kelimelerinde mananın doğruluğu
her zaman kendini gösterdi. İfade etme gücü, fevkalade olduğundan, konuşurken
hiç yorulmaz ve külfet çekmezdi.
Ulema-i rasihin denilen, peygamber efendimize varis olan yüksek İslâm alimleri, O’nu
bütün güzellikleriyle görmüş ve aşık olmuşlardır. Bunların en başında Hz. Ebu
Bekir-i Sıddık gelmektedir.
O,Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizdeki nübüvvet nurunu görüp;
üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrak ederek, aşık olmuş ve bundan öyle
ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse onun gibi olamamıştır.
Hazret-i Ebu Bekir, her an, her baktığı yerde Resulullah efendimizi görürdü. Bir
keresinde halini; “Ya Resulallah! Nereye baksam sizi görüyorum” diye
arzetmişti. Bir keresinde de; “Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize
(yanılmanıza) değişirim” demişti.
Resulullah efendimizin güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de,
müminlerin annesi hazret-i Aişe validemiz idi. Hazret-i Aişe; alime, müctehid,
akıllı, zeki, edibe idi. Gayet beliğ ve fasih konuşurdu. Kur’an-ı kerimin
manalarını, helal ve haramları, Arab şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi
bilirdi.
Resulullah’ı medheden şiirleri vardır. Şu iki beyti, hazret-i Aişe validemiz söylemiştir:
“Ve lev semi’ü fi Mısre evsafe haddihi;/Lema bezelu fi sevmi Yusufe min
nakdi./Levima Zeliha lev reeyne cebinehu,/Le aserne bilkat’il kulubi alel
eydi.”
Tercümesi şöyle: “Eğer Mısır’dakiler, O’nun (Peygamber efendimizin) yanaklarının
güzelliğini işitmiş olsalardı; (güzelliği dillere destan olan) Yusuf
aleyhisselama hiç para vermezlerdi. Yani bütün mallarını, onun yanaklarını
görebilmek için saklarlardı. Zeliha’yı, “Yusuf aleyhisselama aşık oldu
diyerek” kınayan kadınlar, Resulullah’ın nurlu alnını görselerdi,
ellerinin yerine kalblerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”
Hazret-i Aişe validemiz buyuruyor ki: “Bir gün Resulullah, mübarek nalınlarının
kayışlarını çıkarıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübarek yüzüne baktım.
Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyor, gözlerimi
kamaştırıyordu. Şaşa kaldım.
Bana doğru bakıp, “Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun?” buyurdu.
“Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve mübarek alnınızdaki
ter danelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim” dedim.
Resulullah,kalkıp yanıma geldi. “Ya Aişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin!”
buyurdu. Hazret-i Aişe validemizi takdir ve taltif etti.
Resul-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, mübarek bedeninde toplanan,
görünen ve görünmeyen güzellikler hiçbir ferdin bedeninde toplanmamıştır.
İmam-ı Kurtubi hazretleri şöyle bildirmiştir: “Resul-i ekrem efendimizin
güzelliği büsbütün görünmemiştir. Eğer hakiki güzelliği görünseydi, Eshab-ı
kiram O’na bakmaya takat getiremezdi. Şayet hakiki güzelliğini gösterseydi, hiç
kimse bakmaya dayanamazdı.”
Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize; “Ya Resulallah! Siz mi güzelsiniz, Yusuf
aleyhisselam mı daha güzeldir?” diye sordular.
Efendimiz cevap olarak; “Kardeşim Yusuf benden sabih (güzel), ben ondan melihim
(sevimliyim). Onun görünen güzelliği, benim görünen güzelliğimden çoktur”
buyurdular.
Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; “Allahü teâlânın gönderdiği her
peygamber güzel yüzlü, güzel seslidir. Sizin Peygamberiniz ise, onların en
güzel yüzlüsü ve en güzel seslisidir” buyurdular.
Resulullah efendimizin, Kur’an-ı kerimde geçen isimlerinden biri de Kur’an-ı kerimin kalbi
olan Yasin suresindeki “Yasin” kelimesidir. Ulema-i rasihinin
büyükleri; “Yasin, “Ey benim muhabbet deryamın dalgıcı olan
habibim” demektir” buyurmuşlardır.
Bu deryanın ismini duyarlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip
nasibi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resulullah’ın
aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryadlar, içli gözyaşları ve yakıcı
mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir.
Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, Resulullah efendimize olan muhabbet ve aşkını dile
getirdiği kasidelerinden birinde şunları yazmaktadır:
Server alem, sana aşık olup da, yanarım!
Her nerede olsam, o güzel cemalin ararım.
Kabe kavseyn tahtının sultanı sen, ben bir hiçim,
Misafirinim dememi, saygısızlık sayarım.
Her şey cihanda senin şerefine yaratıldı
Rahmetin bana da yağsa, o an olur beharım.
Herkes Kabe’yi tavaf için geliyor Hicaz’a,
Sana kavuşmak şevkiyle, ben dağları aşarım.
Seadet tacı giydirildi, rüyada başıma,
Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanırım.
Dostunu öven aşıkların bülbülü, ey Cami!
Peygamber efendimizi medheden parça parça yazılmış şiirler ve medhiyeler bir tarafa,
O’nun için pek çok eser yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve
san’atları bütün dünyayı ve asırları kaplamış olanları bile, Resulullah’ı
medhetmekten aciz olduklarını beyan etmiştlerdir.
Resulullah efendimizin güzelliğini hiç kimse tam olarak anlatamamıştır. O’nu görüp
güzelliğine aşık olanlar, dilleri döndüğü kadar anlatmağa çalışmışlar, o
güzelliği bildirmeğe insan gücü yetmez demişlerdir. İslâm alimlerinin
kitaplarında o aşıkların haber verdiklerinden yüzlercesi yazılmıştır.
Okuyanlar, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberini, düşünülemiyecek bir düzende
ve bakmağa doyulamayacak bir güzellikte yaratmış olduğunu hemen anlatır.
Görmeden, O’na gönül verirler. Habibullah’a aşık olanlar, her nefeste, ciğerlerine giren
havanın serinliğinde, O’nun sevgisinin tadını duyarlar. Aya her bakışlarında,
O’nun mübarek gözlerinden gelmiş olan ışınların akslerini aramakla
zevklenirler. O’nun güzelliği deryasında bir damlaya kavuşanların her zerresi;
“Güzel yanağını bilen, güle hiç bakmaz,Senin sevginde eriyen, derman aramaz!” diye söyler.
Bir gün hazret-i Ömer, Peygamber efendimize; “Ya Resulullah! Allahü teâlâya yemin
ederim ki, canım hariç, bana her şeyden sevgilisin” dedi.
Resulullah efendimiz ise; “Ben, kendisine canından daha sevgili olmadıkça, sizden
biriniz asla iman etmiş olmaz” buyurdular. Bunun üzerine hazret-i Ömer;
“Ya Resulallah! Sana Kur’an-ı kerimi gönderen Allahü teâlâya yemin ederim
ki, sen bana canımdan daha sevgilisin” deyince; “Ey Ömer, şimdi (tamam)
oldu” buyurdular.
Enes bin Malik’den rivayetle bir hadis-i şerifde buyruldu ki: “Hiç biriniz, ben
ona, evladından da, pederinden de ve bütün halktan daha sevgili olmadıkça iman
etmiş olmaz.”
Bir kimse, Resulullah efendimize gelip sordu: “Ey Allahü teâlânın Resulü!
Kıyamet ne zaman kopacaktır?” Peygamber efendimiz; “Kıyamet için ne
hazırladın?” buyurdular. O kimse; “Evet, çok namaz kılarak, oruç
tutarak, sadaka vererek kıyamet için hazırlanmadım. Lakin ben, Allahü teâlâyı
ve O’nun Resulünü seviyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz;
“Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurdular.
Vefatından sonra Peygamber efendimizin ayrılığına dayanamayan Bilal-i Habeşi hazretleri,
Şam’a gitmiş, burada bir müddet kaldıktan sonra, bir gece rüyasında Peygamber
efendimizi görmüş ve; “Beni ziyaret etmeyecek misin ya Bilal?”
buyurması üzerine, Medine’nin yolunu tuttu. Bilal-i Habeşi, Resulullah
efendimizle geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları döktü.
Uzun müddet ağladıktan sonra, Resulullah’ın torunları hazret-i Hasen ve hazret-i
Hüseyn’in ısrarları ile bir gün sabah namazı vaktinde ezan okumaya başladı.
Onun sesini duyan herkes, sokaklara döküldüler ve Resulullah ile yaşadıkları
saadetli günleri, Bilal-i Habeşi’nin okuduğu ezan sadalarıyla hatırlayıp ağladılar.
Bilal-i Habeşi hazretleri de, ağlamaktan ezanı güçlükle tamamlayabildi.
Resulullah’ı sevmek, bütün Müslümanlara farz-ı ayndır. O serverin sevgisi bir gönüle
yerleşirse, İslâmiyet’i yaşamak, imanın ve İslâm’ın tadına, doyulmaz zevkine
ermek, çok kolay olur. Bu sevgi, iki cihanın efendisine tam uymala sebeb olur.
Bu sevgi ile, Allahü teâlânın, Habibine ikram ettiği sonsuz ve anlatılması mümkün
olmayan nimetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük-büyük bir
Müslümanı, doğrudan doğruya Resulullah’ın sevgisine götüren Ehl-i sünnet
alimleri ve kitapları, bu bereketlerin senetleridir.
Resul aleyhisselamın mübarek ismini anan veya duyan mü’minin, Resulullah’ın şerefli
meclisinde bulunuyormuş gibi; sükunet, edeb, kalb ve bedenle tazim üzere bulunması
vaciptir.
Resulullah efendimizin mübarek sözlerinde ve işlerinden bildirilen birşeyi, O’nun şanını
yükseltecek bir şey ile mukabele etmek, O’na tazimden ve hürmettendir. İnsanlar
arasında aşağılık ve düşük bir mertebe için kullanılan kelimelerle, Resulullah’ı
vasfetmemek de O’na tazimdendir.
Birçok yabancı kimse gelip, Resulullah’ı ilk gördüklerinde, daha söz, iş ve hallerine
muttali’ olmadan, sadece görmekle, hak peygamber olduğunu anlarlardı. Nitekim
şairi Abdullah bin Revaha hazretleri, “Hiçbir mu’cizesi olmasa, kendisi
mu’cize idi.” demiştir.
Bazı alimler, Resulüllahın hüsnü cemalinin hepsini Allahü teâlâ bize göstermedi.
Çünkü bütün güzelliği görünseydi, mübarek yüzüne gözler bakamazdı. Neş’eli
olduğu zamanlar nurlu yüzü ayna gibi parlar, parlaklığı yanlarındaki duvarlara
aksederdi. Gece karanlığında dışarıdan içeriye girenler, yüzünün nurunun
aydınlığında yere düşmüş iğneyi görürlerdi
Resulullah efendimizin görmesi bizim görmemiz gibi değildi. İbni Abbas hazretleri,
“Resulullah efendimiz gündüz nasıl görürse gece karanlığında da öyle
görürdü,” buyurmuştur.
Hz.Aişe validemiz de, “Resulullah efendimiz aydınlıkta nasıl görürse karanlıkta da
öyle görürdü” buyurmuştur. Fahr-i alem efendimiz ashabına:”Vallahi
sizin rükunuz ve secdeniz benden gizli kalmaz. Hiç şüphesiz ben sizi önümden ve
arkamdan görürüm” buyurmuştur.
Yine Müslim’de geçen Enes bin Malik hazretlerinin bildirdiği hadis-i şerifte,
Efendimiz : “Ey Âdemoğulları! Elbette ben sizin imamınızım. O halde rüku
ve secdeyi benden önce etmeyin. Hiç şüphesiz sizin önce yapmanız bana malum
olur. Çünkü sizi önümden ve arkamdan görürüm” buyurdu.
İmam-ı Mücahid hazretleri, “O, kalktığın ve secde edenler arasında dolaştığın
zaman seni görüyor,” (Şura suresi: 218) ayet-i kerimesinin tefsirinde
şöyle buyurmuştur: Resulüllah efendimiz önünde olanları gördüğü gibi arkasında
olan safları da görürdü.Bu durum Resulüllah efendimiz hakkında alışılmışın ötesine geçen bir hususiyettir.
Gözde görme sıfatını yaratan Cenab-ı Allah başka uzuvlarda da yaratmaya
kadirdir .
Efendimiz, genelde önüne bakardı. Yeryüzüne bakışı gök yüzüne bakışından ziyade idi. En
çok baktığı göz ucu ile bakmaktı. Gerçekten de edebin gereği olan şey,
gözlerini muhafaza etmektir. Oraya buraya baka baka yürümek edepsizlik
nişanıdır,denilmiştir.
Hazret-i Ali buyurdu ki: “Fahr-i alem mübarek gözleri büyüktü. Mübarek kirpikleri
uzundu. Mübarek gözlerinin karası gayet siyahtı. Mübarek gözlerinde biraz
kırmızılık vardı. Bu özellik gözde gayet güzel olmayı gerektirici bir vasıftır.
Bir zaman Resulüllah efendimiz beni Yemen diyarına gönderdi. Orada Yahudi
alimlerinden bir kişi bana:”Eba’l-Kasım’ın vasfını bana söyle” dedi.
Ben de, çok uzun değildir, kısa da değildir, dedim. O Yahudi alimi devam
etti:” Gözlerinde kırmızılık vardır ve sakalı çok güzeldir,
“dedi.Ben: ” Vallahi Resulullah hazretlerinin sıfatı böyledir”,
dedim. O zaman Yahudi alimi: “Ben babalarımın ve dedelerimin kitaplarında O’nun vasfını böyle buldum. Ben
şehadet ederim ki, o nebidir ve Allah’ın resulüdür. Bütün Âdemoğullarına resul
olarak gönderilmiştir,” dedi.
Resulullah efendimizin işitmesi de bizimki gibi değildi. Fahr-i alem efendimiz, “Hiç
şüphesiz ki, ben, sizin görmediğinizi görürüm ve işitmediğinizi işitirim.”
buyurmuştur.Hakim bin Hizam hazretleri anlatır: “Bir gün Resulüllah efendimiz eshab-ı kiramı
arasında oturuyordu. Onlara: – Benim işittiğimi siz de işitiyor musunuz? diye sordu. – Hiçbir şey işitmiyoruz, ya Resulallah! dediler.O zaman Resulullah efendimiz:
-Muhakkak ben, göğün ve yıldızların sesini işitirim. Onun ses verdiği inkar
edilemez. Çünkü onda bir karış yer yoktur ki, üzerinde secde veya kıyam edici
bir melek bulunmasın, diye buyurdu.
Efendimizin sesi, işitmesi gibi yüz görünüşü ve konuşması da çok farklı idi. Fahr-i alem
efendimizin alnı parlak ve açıktı. Mübarek kaşları sık ve ince idi. Kaşlarının
arası açıktı. İki kaşının arasında olan damarı gazab zamanında kabarırdı.
Mübarek dişleri beyazdı ve çok sık değildi, araları açıktı. İnci gibi berrak, sağlam ve
güzeldi. İbn-i Abbas hazretlerinden buyurdu ki, Fahr-i alem efendimizin ön
dişleri seyrekti. Söz söylediği zaman sanki dişlerinin arasından nur çıkardı.
Mübarek dudaklarının mübarek ağzını yumduğu zamanda görünen şekli, güzelliği Allah’ın
kullarından hiçbir kimseye verilmiş değildi. Görenler, öylesine güzellik ve
letafet üzere idi, demişler gördüklerini tam ifade edememişlerdir.
Hz. Ebu Kursafe şöyle anlatır: “Ben, annem ve teyzem Resulullah efendimize gidip
biat ettik. Dönüp eve geldiğimiz zaman bana:
-Oğlum, hiç bunun gibi yüzü güzel, elbisesi temiz, sözü yumuşak ve tatlı bir
kimse biz görmedik. Ağzından nur çıktığını görüyorduk, dediler.
Mübarek ağız suyunun vasfı hakkında çok mucize ve kerametler beyan olunmuştur.
Bunlardan biri ittifakla nakledilen bir hadiste gelmiştir ki, Hayber gazasında
Hazret-i Ali’nin gözleri çok ağrıyordu. O kadarki, gözlerini açmaya muktedir
olamıyordu. Fahr-i alem efendimiz o gün eline sancağı alıp gözlerine mübarek
ağız suyundan sürdü. Öyle sıhhat nasib oldu ki, sanki hiç gözleri ağrımamış
gibi oldu.
Hz. Utbe’de de kurdeşen dedikleri hastalık arız olmuştu. Fahr-i alem onun sırtına
ve karnına bir miktar ağız suyundan sürdü ve mübarek eliyle sığadı. Sıhhat
bulduktan sonra bedeni öyle hoş kokulu oldu ki, ondan güzel koku olmazdı.Resulullah
efendinmizin konuşması hakkında şöyle buyurulmuştur. Allahü teâlânın
yaratıkları arasında ondan daha fasih ve şirin konuşan, üslubu hızlı ve akıcı
bir kimse yoktu. Mübarek sözleri gönülleri alır ve ruhları cezbederdi.Konuşması o derecede idi ki, onun nihayetine akıl yetişmezdi. Nasıl böyle olmasın ki, bu şerefli lisanı ile Hak teâlânın emir yasaklarını insanlara bildirdi. Allah’ın
muradı onun lisanından beyan oldu. Allahın emir ve yasaklarının hepsi onun vasıtasiyle açıklanıp bildirilirdi. Farzlar ve sünnetler onunla açık seçik ortaya konulmuştur. Doğruluk ve olgunluk yolu, dünyaya geliş ve Allaha dönüş caddesi onunla açık ve aydınlık hale gelmiştir. O derecede konuşması akıcı ve aydınlık, sözleri açık ve berrak idi ki, sözsöylediği zaman kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese şerefli kelimelerinin sayılması kabildi.
Aişe-i Sıddıka validemiz anlatır:
Resulullah efendimiz sözünü sizin dizdiğiniz gibi dizmezdi. O öyle söz söylerdi ki, eğer sayıcı bir kimse onları saymak istese sayılması kabil olurdu. Bazı yerde anlaşılsın diye bir kelimeyi üç kere tekrarlardı. “Ben Arabın en açık ve aydınlık konuşanıyım” diye buyururdu. Cennet ehli Muhammed aleyhisselamın diliyle konuşurlar.
Hazret-i Ömer bin Hattab, bir gün:
– Ya Resulallah! Ne haldir ki, sen bizim aramızdan çıkıp yabancı bir diyaragitmedin. Yine de fesahatte, güzel konuşmada hepimizden üstünsün, dedi.
Fahr-i Kainat efendimiz:
-İsmail’in “aleyhisselam” konuştuğu dil kaybolup gitmişti. Cebrail aleyhisselam onu bana getirdi, ezberletti, buyurdu.
Velhasıl lisanın kemaline delalet eden şeylerin nihayeti yoktur. Bu mananın tasdiki,akıllı kişiler katında asla delile ve isbata muhtaç değildir. Bazı alimler,Peygamber efendimizin lafzı az ve manası çok olup asla fasihlerin divanlarından
hiç birinde geçmemiş olan şerefli sözlerinden bazısını toplamışlardır.
Resulüllah efendimizin gülmeleri de itital üzere olduğunu hazret-i Aişe validemiz şöyle bildirmiştir: “Ben Resulüllah efendimizin gülmeğe itibar edip tam olarak güldüğünü görmedim. Sadece tebessüm ederlerdi.”
İbni Ebi Hale buyurdu ki: “Resulullah efendimizin en fazla gülmesi tebessüm şeklinde idi. Gülerken mübarek dişleri
habbü’l-ğamam gibi görünürdü.”
Habbü’l-ğamam,buluttan tane tane düşen çiğ damlası veya dolu tanesidir, mübarek dişlerini ona benzetmiştir.
İbn-i Hacer buyurdu ki: “Bütün hadis-i şeriflerden açıkça anlaşılan şudur ki:Peygamber efendimizin çok görülen hali tebessüm idi. Az olarak güldüğü de görülmüştür. Kahkaha iye gülmenin mekruh olması, en çok görülen hal olmasında veya çok kuvvetli görülmesindedir. Zira böyle gülmek vakarı giderir.
İbn-i Battal “Resulüllah efendimizden uyulması gereken nesne o fiilidir ki, ona devam eylemiştir”, diye buyurdu.
Yani gülme hususunda Resulüllah efendimizden en çok görülen tebessüm olunca mü’min olana da yaraşan, gülecek olduğu zaman tebessüm etmek ve aşırı derecede gülmemektir. Arada sırada beşeriyet icabı acayip bir şeyin idrakinden zaruri olarak çok veya kuvvetli gülmek vaki olursa bir şey lazım gelmez. Uygun olmayan bunun çok vaki olmasındadır.
Ebu Hüreyre’nin bildirdiği hadis-i şerifte, Fahr-i Alem efendimiz
“Çok gülme! Zira şüphesiz çok gülmek kalbi öldürür”, diye buyurmuştur.
Ebu Hüreyre hazretleri buyurdu ki:
“Resulüllah efendimiz güldükleri zaman nuru duvarların üzerine ışık saçardı.”
Peygamber efendimizin, Cebrail aleyhisselam geldiğinde ta o halet kendilerinden gidinceye kadar tebessüm ettikleri görülmezdi.
Tebessüm etmek, güleryüzlü olmak çok iyidir. Fakat kahkaha ile gülmek hoş değildir.Ayet-i kerimede, “Az gülüp, çok ağlasınlar!” [Tevbe 82] buyuruldu.
Hadis-i şeriflerde de çok gülmenin zararları şöyle bildirildi:
“Gafletinden habersiz gafile şaşılır. Şu kişiye de şaşılır ki, ölüm onun peşinde iken, o dünyanın peşinde koşar. Rabbinin kendinden razı olup olmadığını bilmeden kahkaha ile gülene de şaşılır.”
“Gülerek günah işliyen, ağlıyarak Cehenneme gider.”
“Eğer benim gördüğümü siz görseydiniz, az güler çok ağlardınız”
Peygamber efendimiz, Hz. Mikailin gülmeyişinin sebebini Hz. Cebraile sual edince,”Cehennem yaratıldığından beri hiç gülmemiştir” cevabını verdi.