sindeki bir çok höyük ve eski yerleşim tepeleri, vaktiyle bir kültür yöresi imiş (3). Buralarda yapılan kazılarda bulunan kalıntılardan, eski çağların vejetasyonu ve favnası ile bugünkülerin aynı o\madı§,\ anlaşılrrvt§tır.• ZİFâ Alacahöyük te bulunan reliyeflerden ve geyik »Ve yaban domuzu kemiklerinden anlaşılmaktadır ki, o çağlarda buralarda adı geçen hayvanların yaşayabileceği orman ve sulak yerler bulunmakta idi. O kadar ki, Alişar’da bulunan levhalarda Hitit kralı Anitta bir seferden dönerken bir çok arslan, kaplan, yaban domuzu, bataklık domuzu, ayı vb. yaban hayvanlarını avladığı ve bunları sevdiği .tanrılarına adadığı yazılıdır (3).
Başka bir örnek daha: M.S. 4. yüzyılın ilk yarısında Roma İmparatoru Constantius, Kayseri yakınlarındaki bir mâlikânesine arasıra istirahat için gelip oralarda vahşi hayvanlardan arslan, kaplan ve ayı avı yaparmış (6).
Seneler öncesi bir inceleme gezisi için Tokat’a giderken, Çamlıbel’den geçtikten sonra yüksekçe bir yerden bakıldığı zaman ta ufuklara kadar düz, dalgalı ve engebeli alan ve bütün çevre, İç Anadolu’da her zaman tanık olduğumuz gibi, ağaçsız, kuru uzayıp gittiğini görmüştüm. Oysa “Evvel zaman içinde” buraların tümüyle ormanlık olduğunu ve kağnılarla gidildiği zaman arabalarının ağaçlara sürtünerek gittiklerini yaşlılar anlatmışlardı.
Yine hikâye ederler ki, 1916’da bir Amerikan ziraatçı buraların ormanlarla kaplı olduğunu görmüş, rastlantı bu ya, gel zaman git zaman aynı kimse İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Tarım Bakanlığında tarım uzmanı olarak memleketimize gelip buraları tekrar gördüğü zaman alanın çırçıplak durumuna hayretle bakarak: “Bir memlekete ödev olarak verilse ancak bu kadar başarı sağlanır” demiş!
Lisede Türkçe ve Edebiyat hocamız bize “Güzel Yazılar” adındaki kitaptan pasajlar okuttuğu zaman bu kitapta “İkiyüzelli Kuruşa Bir Asır” parçasını hüzünle hatırlarım. Bu parçanın yazarı Ahmet Hikmet bir gün Boğaziçi’nde gezerken uzaklardan balta seslerini duymuş ve seslerin geldiği tarafa gittiği zaman bir kaç baltacının göklere uzanmış levend ağaçları kesip durduklarını görmüş ve sorduğu zaman, koruluğun 250 kuruşa satıldığını söylemişler!
Evet, Boğaziçi’nde kavak ve söğüt ağacı pek bulunmaz. Kesilen bu ağaçlar en az 4 nesillik çam ağaçları olsa gerek. İşte biz Boğaziçi’ni, Büyük ve Küçük Çamlıca tepelerini böyle çıplak duruma getirecek kadar başarı göstermişizdir ve halâ da bu başarıyı göstermekteyiz! Ünlü Alman Mareşali Moltke yüzbaşı iken Sultan Mahmut zamanında 1835-1839 y.llarında olmak üzere
4 u|| bizde hizmet etmişti. Anılarında (7), Bizans zamanında boğazın her iki yakası ormanlar^ örtüUi idi. simdi ise çıplak ve işlenmemiş tepeler haline, yalnız vadilerde kümeler VıaVmae görkemli yeşillikler var, di\or .
Kuşkusuz Anadolu’muzun çıptak duruma gelmesinin bütün günahı bizim değil, örneğin Ankara’daki Roma Hamamı, ki bu hamam Roma İmparatorluğu’nun Asya tarafındaki parçasında en büyük hamam imiş, kimbilir ne kadar orman kül etmiştir (8).
Bu hamamı görmeyenlere görmelerini salık veririm. Hamamda yalnız yıkanacak kısım değil, çok geniş olan bütün hamam alanını ısıtacak ve âdeta kalorifer düzeni olarak tanımlanacak bir düzen bulunmaktadır. Memleketimizde 20 yıldan fazla bir süre arkeolojik kazılar ve araştırmalar yapan Kurt Bittel adındaki ünlü Alman arkeologu, bu Roma hamamının çapının 220×160 metre ve belki de daha fazla bir genişlikte olduğunu ve ta Bizanslılar zamanına kadar kullanılmış olacağını, yalnız hamamın değil, eklerinin de ısıtıldığını ve 500 yıllık bir süre içinde bir çok ormanların kül olmasına neden olduğunu yazmaktadır (9).
Ama, çok eski çağlara gitmeye gerek kalmadan şu gerçek de var: Yıldırım ile Timur Çubuk ovasında savaşa hazırlandıkları sırada Timur fillerini meşe ormanları içinde saklamıştır. Buna göre o zamanlar Ankara çevresi meşe ormanları ile kaplı bulunmakta idi. Bugün ise yalnız Hacı Kadın deresinde bu meşelerin bir iki cılız mümessilleri kalmış bulunmaktadır.
Dahası var: Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir), Zaro Ağa’nın askerlik yaptığı sıralarda Ankara’dan Eskişehir’e giderken ormanlar içinden geçmiş olduğunu yazmaktadır (10). Zaro Ağa uzun yaşamış bir kimse olup sanırım 155 yıl yaşamıştı, ölümü de 1955’lerde olacak. Zaro Ağa’nın askerliğini 20 yaşında yaptığını kabul edersek, şu halde yaklaşık 135 yıl önce Ankara ile Eskişehir arası ormanlıkmış. Şimdi bu durumu tasavvur etmek bile güç olsa gerek!
Şu halde gerek imparatorluk ve gerek Cumhuriyet döneminde ormanların tahrip edilmesinde bizim günahımız da az değildir. Kaldı ki “Cebel-i Mubah” deyimini herhalde başkaları icat etmedi. Bunun anlamı, dağı, daha doğrusu ormanlara girip ağaç kesmekte, ormanları açmakta bir sakınca yoktur, buna kimse karışmaz, bu işi herkes yapabilir, demektir! İşte bu kafa ile ormanlar büyük ölçüde yok edilmiştir. Ancak Cumhuriyet döneminde ormanlar devletleşti-
iş ise de, orman kıyımı yine, hem de büyük 3de sürüp gitmiştir ve gitmektedir.
İşin tuhaf yönü şu ki, herkes ormanların ırlı olduğunda birliktir, ama yine de ormanla- kesilmesi, yakılması ve açılması bir türlü fenememektedir Oysa yurdun çıplak ve kuru l&jruma gelmesi sel, seylaplara ve dolayısiyle erozyona neden olması hep bitki örtüsünün yok «dilmesi sonucudur.
Uzmanların yaptıkları hesaplara göre her yıl erozyonla sürüklenip giden verimli topraklarımız, 18 santimetre kaltnhğmâa bir yere ser))se, genişliği orta büyüklükteki bir ilimize eşit bir alanı alacak bir düzey tutar. Bunun anlamı da, Birand’ın dediği gibi, genişliği değişmeyen vatan düzeyinde üretim alanı, yaşam alanını daralt-
İtti. ffi Hin# ite Un küçülmektedir mı.
1962 yılında Karapınar’ın erozyon yüzünden uğramış olduğu felâket, gözümüzü açması gereken bir işaret olmalıdır. O yıl, Konya’nın bir ilçesi olan Karapınar’da erozyon yüzünden ekinlerin % 100’ü harap olmuştur.
Karapınar ve yöresindeki erozyonu, ora halkının kendileri bu belayı yaratmışlardır. Şöyle ki, aşırı otlatmaktan dolayı çevrenin bitki örtüsü hatta köklerine kadar yok edilmiştir, üstelik bir de oralarda yetişen ve boyları 50-60 santimetre olan kara yavşan otları da süpürge yapmak ve yakacak olarak sökülmüş, böylece otlatların bitki örtüsü yok edildiği için kumullar oluşmuş, rüzgâr, fırtına kumları Karapınar ve köylerinin damlarının içine kadar sürüklemiştir. Hatta Karapınar’ın yanından Ereğli’ye giden asfalt yoldan geçen araçlar yollarını göremedikleri için durup kalmışlardır!
Nihayet erdemli bir idareci olan o zamanki Karapınar kaymakamı, Devlet Babayı imdada çağırmış ve aynı zamanda basın da alarma geçmiştir. Felâketi gören Devlet Baba yardım elini uzatmış, Toprak-Su teşkilâtı el koyarak, bu teşkilâtın Karapınar’daki genç ziraat yüksek mühendislerinin himmetleri ve olağanüstü çabaları sayesinde 10 yıl içinde orasını âdeta bir cennete çevirmişlerdir. Görmeyenlere Karapınar’ı görmelerini salık veririm.
Karapınar mucizesini yaratan genç idareci ile teknik elemanlarımız herhalde Atatürk’ün Ankara Orman Çiftliği girişiminden esinlenmiş olsalar gerektir. Atatürk bugünkü Orman Çiftliği’nin yerinde bir çiftlik kurmak girişimini açıkladığı zaman, yerli ve yabancı uzmanlar o çıplak, kıraç ve bataklıkta bir çiftlik kurulamayacağını söylemişlerdi. O zaman Atatürk, evet, burası Ankara’nın kenarında hem bataklık, hem çorak, hem de kötü bir yer. Ama, burasını biz ıslâh etmezsek kim gelip ıslâh edecek, demiş ve işe başlanmasını emir buyurmuşlardır.
Bugün Atatürk Orman Çiftliği Ankara’nın yanıbaşında yeşil bir vaha durumunu almış ve böylece Ankara halkının nefes alacakları ve boş zamanlarında hoşça vakit geçirecekleri bir gezi ve eğlence yeri olmuştur.
Sorun odur ki, memleketin her tarafında birer Ankara Atatürk Orman Çiftliği {/e terâpmar mucizesi yaratmak gerekir. Orta Asya’dan gelip buradan bir vatan edindik. Artık başka bir diyara gidip de orada yeni bir vatan edinmek olanağı söz konusu olamayacağına göre, bu vatanı çöle çevirmek değil, yaşanacak bir durumda bulundurmak ve torunlarımıza bugün yerdiğimiz dedelerimiz gibi değil, abadan bir vatanı miras bırakmak çabasını göstermek başlıca görevimiz olmalıdır.
Bunu nasıl yapabiliriz? Kanımca başlıca şu önlemler alınmalıdır: Bugün artık lekeler halinde kalmış bulunan ormanlarımızı iyice koruyarak açmaları, yangınları ve kaçak kesmeleri ciddi olarak önlemeli ve politik düşüncelerle orman bakımından herhangi bir ödün vermemek çabasına girmeliyiz.
Orman öyle bir organizmadır ki, dokunul- madığı takdirde toprağını kendisi hazırlayıp yavaş yavaş genişler, gelişir ve çevresine yayılmaya başlar, yeter ki onu rahat bırakalım.
İkincisi bugün orman içinde ve çevresinde yaşayan ve 8 milyon olduğu söylenen halkın geçimini sağlamak gerekir, öyle bir geçim ve iş olanağı ve alanı ki, ormanda, ya da orman çevresinde yaşayan orman köylüsü, ormanın kendi yaşamı için mutlaka gerekli olduğu inanç ve bilincine varmalı ve orman tahribatının kendi yaşamı zararına olduğunu kavrayacak bir düşünce içinde olmasını sağlamalıdır.
Üçüncüsü milletçe ormanlarımızın artık tahribinin değil, genişletilmesinin bir memleket borcu olduğu inancına vararak, bilinçli ve plânlı değerlendirme dışında, ormanların âdeta dokunulmaz olduğunu kafalarda yerleştirmelidir. Bunun için de aileden başlayarak okullarımızda, kent ve köylerimizde geniş bir ağaç sevgisi kampanyasına girilmelidir. Her şey aileden başlar yargısıyla ana ve babalar çocuklarına ağaç, orman, hayvan ve bir kelime ile doğa sevgisi aşılamalı, aynı zamanda ve özellikle öğretmenler ilk ve orta okullarda ağaç ve doğa sevgisini çocuklarımızda uyandırmak için her fırsatta çaba harcamalıdırlar.
Bu konuda din adamlarımıza da büyük görevler düşer. Camilerde vaizler, örneğin Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından nasıl kuyuya atıldığını, ya da Hz. Isa’nın nasıl çarmıha gerildiğini, yahut istibranın nasıl yapılacağını uzun boylu ve bütün ayrıntılarıyla anlatmaları yanında biraz da ağacın, ormanın fazileti üzerinde durarak cemaatı aydınlatmalı ve ağaç dikmenin ve ormanı korumanın bir ibadet olduğunu söylemelidirler. Hatta Diyanet işleri Başkanlığı bu konuda metinler* hazırlayarak, bu metinlerin hutbelerde ve vaizlerde okutulmasını sağlamalıdır.
Bir kaç sene öncelerine kadar ordu da ağaçlandırmada büyük çabalar harcamakta iken buna son verilmiştir. Bu çabanın yeniden canlandırılması herhalde çok yararlı olacaktır.
Sonuç olarak ağaç ve orman konusunda diyecek odur ki, aydını, idarecisi, öğretmeni, ziraatçısı ve ormancısı el birliğiyle ağaç yetiştirmenin ve ormanı korumanın ulusal ve kutsal bir görev olduğunu hal(ca aşılamak için her türlü çabayı harcamalı, devlet de ağaçlandırmak için gerekli hiç bir fedakârlıktan kaçınmamalıdır. Bir zamanlar köylerin çevresinde koruluklar kurulmasına başlanmıştı. Bu işe yeniden ve daha ciddi olarak başlamalıdır.
Yapı kerestesi bakımından olan savurganlık da orman bakımından büyük bir rol oynamaktadır. Ormanları çok zengin olan memleketlerden örneğin yüzölçümünün % 44’ü orman olan
Avusturya’da (12), aynı zamanda ormanları çok bol olan Almanya vb. memleketlerde dahi, elektrik ve telefon direkleri betondan yapılmakta, yapılarda da iskeleler için borular, beton kalıpları için de bilmem hangi materyalden levhalar kullanılmaktadır. Bizim de bu yöntemleri, hem de daha zarurî olarak, benimsememiz gerekir, inceleme için sık sık batıya giden uzmanlarımız herhalde bu yöntemleri görmüş olacaklardır.
- Milliyet Gazetesi, 2.12.1978.
- Bamm, Peter 1965. Frühe Stätte der Christenheit, S. 121. Knauer Verlag Mönchen.
- Otten, Heinrich 1966. Fischer Welgeschichte, Band 3, S. 105 – 112. Fischer Verlag Frankfurt a/M.
- Bott6ro, Jean 1965. Aynı e$er, Band 2, S. 102.
- Birand, Hikmet 1968. Alıç Ağacı ile Sohbetler, s. 255. Ongun Kardeşler Matbaası, Ankara.
- Bidez, Joseph 1940. Juliander Abtrünnige, S. 31, 346. Roher Verlag Brünn.
- Moltke, Helmut 1879. Briefe über Zustände und Begebenheiten in der Türkei.
- Akman, Arif 1975. Tarımın Sesi, sayı 7, s. 20, Ankara.
- Bittel, Kurt 1977. Deutsch – Türkische Gesellschaft – Mitteilungen, Heft 98, S. 1 – 9, Bonn.
- Halikamas Balıkçısı (Cevat Şakir) 1971. Mavi Sürgün, 2. baskı. Remzi Kitabevi, İstanbul.
- Birand, Hikmet 1969. Karapınar Olayı ve Erozyon, s. 11 – 22, Ankara Üniversitesi Yayınlan No. 66.
- Akman, Arif 1976. Miras Yediler Gibi. Tanmm Sesi, sayı 10, s. 9, Ankara.