wiki

HZ. PEYGAMBERİN ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ

Abdullah, Zuhre kabilesine mensub Vehb’in ve karısı
B arra’nın kızı Âmine ile evlendiği zaman 24 yaşında idi. Evlendikten
bir kaç gün sonra, bir kervanla birlikte Gazze’ye gitm e­
ğe m ecbur olmuştu. Dönüşte hastalandı ve Y esrib’de (Medine)
öldü. Bu sebeple M uhammed öksüz doğdu.
Hadislere göre, M uhammed adı kendisine büyük babası,
Ahm ed adı da anası tarafından verilm iştir. Ayni kökten gelen
bu iki kelime, m ethedilm eğe lâyık ve m etholunan mânasm
adır. Her ikisi de K u r’an’da Peygam beri zikr için kullanılmıştı.
Hazreti Peygam berin doğduğu gün, 20 Nisan 571 tarihine
tekabül ediyor, ki Arab takvim inde «Fil Yılı» na m üsadiftir.
A rablar m ühim hâdiseleri, m uhtelif devirler için başlangıç olarak
ittihaz ederlerdi. Fil yılı, İslâm ın zuhurundan evvelki devrin
başlangıcıdır.
— 33 — F : 3
H ıristiyan olan Yemen hüküm darı Ebrehe, «San’a» da bina
ettiği büyük kiliseyi A rabistan’ın ruhanî ve cismanî m erkezi
haline koymak istemişti. A rabların ekseriyet itibariyle teveccüh
ettikleri Kabe’yi bu sebepten yıkm ağa k arar verdi. Yanm
a filler alarak ve büyük bir ordunun başına geçerek m uharebe
etm ek üzere yola çıktı.
M ekke’ye üç günlük bir mesafeye kadar geldi, orada ordugâhını
kurdu. Mekke’ye adam lar göndererek M ekkelilerin
K âbe’yi yıkm alarını ve şehri kendisine teslim etm elerini istedi.
O sırada Ebrehe’nin askerleri Abd’ül-M uttalib’in bazı develerini
sürüp beraberlerinde götürm üşlerdi. Abd’ül-M uttalib,
develerinin kendisine geri verilm esini istem ek üzere, Ebrehe’­
nin karargâhına gitti. Yemen hüküm darı K âbe’nin yıkılm am asmı
rica için geldiğini zannetti. Abd’ül-M uttalib, sadece develerini
istem ek üzere geldiğini söyleyince, Ebrehe onun soğukkanlılığından
o derece m üteessir ve m ütehayyir olm uştu ki,
develerinin hemen geri verilm elerini em retti. Abd’ül-M uttalib’e
dedi ki: «Burada, askerimin başında bulunuşumun sebebini
çok iyi bilirsiniz. Kabe, sizi develerinizden ziyade ilgilendirmiyor
mu?» Abd’ül-M uttalib, cevap olarak: «Develer, malım
olduğu için, beni ilgilendiriyor. Fakat Kabe, Allaha aittir. Onu
Allah muhafaza edecektir» dedi.
M ekkeliler, Ebrehe’nin askerlerine dayanabilecek kuvvette
olm adıklarını biliyorlardı. Bunun için şehri boşaltarak dağ­
lara çekilmeğe karar verdiler. Abd’ül-M uttalib, M ekke’den ayrılırken,
Kâbe örtülerine sarılarak, Allaha şöyle dua etti: «Allahım,
Kâbe senin evindir. Onu müdafaa edecek kuvvetimiz
yoktur. Yıkılmaktan onu sen koru!»
O esnada Yemen askerleri arasında korkunç bir çiçek salgını
çıkarak onları kırıp geçirmişti. Ebrehe’nin kendisi de çi­
çek hastalığına tutuldu. K uvvetli bir kum fırtınasından sonra
yağan yağm ur, kuvve-i m âneviyeleri şiddetle sarsılmış olan
Yemen askerlerinin kalbine korku ve dehşet ilka etti. Ebrehedönüş
em rini verdi. K ılavuzlar kaçmış oldukları için, ordu
uzun m üddet çölde yolunu şaşırmış, ve Sana’ya vardıkları za­
m an Ebrehe, hastalıktan fecî şekilde etleri dökülmüş olarak,
ölm üştür. (*)
Bu hâdise Kâbenin gördüğü saygı ve itibarı daha çok yükseltmişti.
H azreti Peygam berin doğduğunun yedinci günü, büyük
babası K ureyş’in bütün şeyhlerini (reislerini) yemeğe çağırdı
ve onlara, doğan çocuğa M uhammed adını verdiğini söyledi.
D âvetlilerin içinden biri, niçin atalarından birinin ismini seç­
m ediğini sorunca, A bd’ül-M uttalib: «Onun gök yüzünde Hak
için ve yer yüzünde halk için övülen bir kimse olmasını dilerim!»
dedi.
A rabistan’da, büyük âilelerin erkek çocuklarını, doğduklarının
sekizinci günü çöldeki bedeviler nezdinde sütninelere
gönderm ek ve altı, yedi veya sekiz yaşına kadar orada bırakm
ak âdetti. Âmine evvelâ oğlunu, am calarından Ebû Leheb’in
Suveyle adlı bir cariyesine verdi. Suveyle onu bir kaç gün emzirdi.
Yetmiş yaşında bir kere daha evlenmiş olan Abd’ül-M uttalib’in
Hamza nam ında bir oğlu vardı ki, H azreti M uham m ed’le
ayni yılda doğmuştu. Suveyle H azreti M uhamm ed’in amcası
olan Ham za’yı da emzirmişti. Bu suretle, ayni yaşta olan amca
ve yeğen — ayni zam anda— süt kardeştiler.
Bir m üddet sonra, Sa’d kabilesinin süt anaları, yeni doğan
çocukları alm ak üzere M ekke’ye geldiler. Çocukların ana ve
babalarından hediyeler bekliyorlardı. Hazreti M uham m ed’in
babası ölmüş olduğu için, süt analar onunla pek ilgilenm ediler.
Sonradan onun süt anası olacak olan Halime de diğer kadınlara
uydu. Fakat Halim e ötekilerden ziyade kuru ve zayıf
olduğu için, zengin aileler öteki süt anaları tercih ettiler. Hali­
[*] K ur’an-ı Kerimin 105 inci sûresi olan Fil Sûresi, bu vak’âyı anlatmaktadır.
Meâli şöyledir:
«Bismillâhirrahmanirrahîm * (Ey Muhammed), Rabbinin (Kâbe’yi yıkmağa
gelen) fil sahiplerine nasıl (muamele) ettiğini görmedin mi? * Onların
düzenlerini boşa çıkarmadı mı? * Onların üzerine sürüyle kuşlar gönderdi *
Ki onların üzerine taşlar atıyorlardı * Sonunda onları yenik ekin gibi yapı­
verdi.»
— 35 —
me eli boş dönmektense, kocasının tavsiyesi üzerine Hazreti
M uhamm ed’i alıp Badiye’ye götürm eğe razı oldu. Çölün saf ve
tem iz havası çocuğun gelişmesine yaradı. İki sene geçtikten
sonra Halime, Hazreti M uham m ed’i M ekke’ye, anasının yanı­
n a götürdü. Bazı m üelliflere göre, çocuğa bağlı olan Halim e’-
nin isteği üzerine; diğer bazı m üelliflere göre, M ekke’de hü­
küm süren bulaşıcı bir hastalık sebebiyle çocuğun sıhhatini
m erak eden anasının arzusu üzerine, çocuk süt anasiyle birlikte
tek rar Badiye’ye geri döndü, ve ancak yedi yaşm a girdiği
vakit anasının yanm a — k a t’î o lara k — avdet etti.
H azreti M uhammed M ekke’ye geldiği vakit, annesi Yesrib
’e hareket etm ek üzere idi. Oraya gidip kocasının mezarını
ziyaret etm ek istiyordu. Çocuğu Y esrib’e götürerek babasının
öldüğü evi ve göm üldüğü yeri gösterdi. Bu ziyaret, dayıları
nezdinde bir ay kalm ış olan, Hazreti M uhammed üzerinde kuvvetli
bir tesir yaptı.
Dönüş esnasında, çocuk yarı yolda Ebva denilen yerde,
anasını da kaybetm ek acısına uğradı. Âm ine’nin câriyesi (hizmetçisi)
Ümmü Eym en ki, Yesrib yolunda onunla beraberdi,
ağlam akta olan çocuğu alıp büyük babasına götürdü. Bu mü-
ellim hâdise Abd’ül-M uttalib’in H azreti M uhamm ed’e karşı
ötedenberi gösterdiği sevgiyi arttırdı.
A bd’ül-M uttalib’in hizm etkârları her gün, K âbe’nin gölgesine
bir hah sererlerdi. Efendilerinin oğulları, torunları,
m em leketin ileri gelenleri bunun çevresinde otururlar, onun
gelm esini beklerlerdi. Ona karşı o derece büyük bir hürm et
ve tâzim beslerlerdi ki, hiç kimse halının kenarına bile ilişme­
ği göze almıyordu. Yalnız H azreti M uhammed büyük babası­
n ın yanında oturm ak im tiyazına m âlikti. Abd’ül-M uttalib: «O,
benim ihtiyarlığımın hamailidir. Öyle hissediyorum ki, hiç bir
Arabın varamadığı bir mertebeye yükselecektir», diyordu
Abd’ül-M uttalib, daha çok yaşıyamadı. Yetim çocuğu m ü­
teessir eden hüzün ve keder, zam an ile belki azalacaktı. Fakat
kader başka suretle tecelli etti: Abd’ül-M uttalib, seksen yaşında
olduğu halde, öldü. O zaman Hazreti M uhammed ancak sekiz
yaşında idi.
— 36 —
Bunun üzerine, Hazreti M uhammed — am caları arasında
kendisine büyük babası tarafından vasi olmak üzere gösterile
n — Ebû Talib’in himayesi altına girdi. Zira Ebû Talib, Hazreti
M uham m ed’in babası A bdullah’ın ana baba bir kardeşi idi.
Ailesi kalabalık olan ve K âbe’nin vekilharçlığm ı tevarüs
etm iş olm akla beraber, hal ve vakti pek yerinde olmıyan Ebû
Talib, âilesini geçindirm ek için ticaret etmeğe mecburdu.
Yeğeninin vasiliğini üzerine aldıktan pek az bir zaman
sonra, Suriye’ye götüreceği bir kafileyi hazırlam akla m eşgul
oldu. H azırlık bitti. Bu m anzara H azreti M uhamm ed’de kendisini
baba ve anasından yetim bırakm ış olan iki seyahatin hazin
hâtırasını uyandırdı. Yeni bir ayrılış, sanki amcasını ebediyen
elinden alacakmış gibi onu derin bir kedere düşürdü.
Hazreti M uhamm ed m ahzun duruyor sesini çıkarm ıyordu.
Sonra, kalbinin taşm ak üzere olduğunu hissederek, amcasının
kolları arasına atıldı ve göz yaşlarını saklam ak için başını abasının
kıvrım ları arasına soktu.
Bu apansız davranıştan büyük bir heyecan duyan Ebû Talib
dedi ki: «Vallahi, onunla beraber gideceğiz. O benden ayrılmaz,
ben de ondan ayrılmam.» Ve H azreti M uhammed, am ­
casının bir işareti üzerine, deveye atladı, terkisine bindi. İlk
çocukluk çağm danberi tattığı bedevilik hayatının verdiği itiyad,
genç çocuğa, bir aydan ziyade süren seyahatin m eşakkatlerine,
hiç bir yorgunluk çekmeden, taham m ül etm ek im kânı­
nı verdi.
H avran dağının son istinat noktasını teşkil eden sarp bir
tepenin şahikasında bulunan bir m anastırm damında o turarak
Suriye ovasına bakan, Bahira nam ında pek âlim bir rahip, tâ
uzakta şim ale m üteveccih küçük bir kafilenin üzerinde uçan
muazzam bir kuş gibi, beyaz ve uzunca bir bulut gördü. Bulut,
gölgesiyle o kafileyi kaplıyor ve kafile ile birlikte y ürü­
yordu.
Kafile, m anastırın alt tarafında, kurum uş bir vâdinin kenarında
yetişm iş büyük bir ağacın yanm da durm uş, ayni zam
anda bulut da durm uş ve göklerin derinliklerine çekilerek
gözden kaybolm uştu.
— 37 —
Bahira, ağacın dallarının, yalnız onlara dokunan bir rüzgâr
tesiriyle, bükülüp güneşin şu aların d an m uhafaza etm ek
ister gibi, kafile adam larından birinin üzerine eğildiklerini gö­
rü r gibi oldu. Acele acele dam dan indi, büyük bir yem ek hazırlanm
asını em retti ve, hepsini — genç, ihtiyar, asîl veya köle
bütün kafile adam larını— dâvet etm ek üzere kafile nezdine
bir adam yolladı. Rahibin dâvetine hepsi icabet ettiler.
D âvetliler yem ekte iken, Bahira hepsini sıra ile gözden ge­
çirmiş ve okuduğu kitapların işaret ettiği kim senin bunlardan
hangisi olduğunu anlam ağa çalışmıştı. U m duğunu bulam ıyarak
hayal sukûtuna uğradı: Bu işaret kafilenin hiç bir ferdine ta tbik
olunamıyordu. Bahire dâvetlilere sordu: «Sakın, içinizden
bir kimse konak yerinde kalmış olmasın?» Cevap verdiler:
«Yalnız bir kişi kaldı, onu çok genç olduğu için bıraktık» dediler.
Bahira: «Onu da, çağırınız dedi, o da sizinle birlikte yemek
yesin.»
K ureyşî’lerden biri kalkıp H azreti M uham m ed’i çağırm a­
ğa gitti. Gelince, Bahira onu büyük bir dikkatle tetkike koyuldu.
D âvetliler yem ekten kalktıkları vakit rahip Hazreti Muham
m ed’e yaklaşarak, onu bir kenara çekti: «Genç,» dedi, «Sana
bir şey soracağım. Lât ve Uzza’ya yemin ederek, bana cevap
verecek misin?»
Bahira, dâvetlilerin adlarına yem in ettiklerini duyduğu
putlar hakkında onun ne düşündüğünü anlam ak istemişti. Fak
at H azreti M uhammed: «Bana putlara dair bir şey sorma; çünkü
dünyada onlardan ziyade nefret ettiğim bir şey yoktur» diye
cevap verdi. «Öyle ise», dedi Bahira, «Allah namına, bana
cevap verecek misin?»
— «Bana soracağını sor, Allah namına sana cevap verece­
ğim.»
Onun üzerine Bahira kendisini ilgilendiren bütün şeyleri,
âilesini, durum unu, vakit vakit gördüğü rüyaları ve daha bir
çok m eseleleri sordu. Aldığı cevaplar, beklediği m ukabelelere
tam am iyle tevafuk ediyordu. Nihayet, çocuk kendisine veda
edip arkasını dönünce gömleğinin yakası arkaya doğru hafif­
— 38 —
çe kaydı ve Bahira onun iki kürek kemiği arasında, ensesinin
altında, m ukaddes m etinlerin haber verdiği yerde «Peygamberlik
M ührünü» gördü. Ebû Talib’e yaklaşarak dedi ki: «Sözlerime
dikkat et: Kardeşinin oğlu ile hemen memleketine dön;
ve onu fevkalâde bir uyanıklıkla gözet! Bilhassa bütün yahudilerden
sakın! Eğer görürlerse ve benim şimdi öğrendiğimi
öğrenecek olurlarsa, Allaha yemin ederim ki, ona fenalık ederler.
Çünkü senin kardeşinin bu oğlu dünyada büyük bir rol oynamağa
namzettir.»
İlmi herkes tarafından tasdik olunan bir adam ın şu tavsiyesinden
m ütehassis olan Ebû Talib, Suriye’deki işlerini bir
an evvel bitirm eğe gayret etti ve yeğeni ile birlikte — hiç bir
m aniaya uğram aksızm — M ekke’ye döndü.
Kendisine bir baba gibi ihtim am ve şefkat ile bakan amcasının
vesayeti altında Hazreti M uhammed büyüyor ve tam
m ânasile bir delikanlı oluyordu. Son derecede utangaç ve iffetliydi.
Kendi yaşında bulunanlar arasında en âlicenab, en gü­
zel, m ünasebetlerinde en lûtufkâr, sözünde en sadık, memnu
şeylerin hepsinden en uzak, dostluğunda en hakikatli (muhlis)
o idi. Bu sebeple hem şehrileri ona El-Emin (inanılır kimse)
lâkabını verm işlerdi.
İslâmî neşre başlam adan evvel, yaptığı teşebbüs neticesi
olarak, fakirlerin, dulların ve yetim lerin haklarını müdafaa
m aksadile «Hilf’ül-Fudul» denilen andlaşm a m eydana geldi.
M ekke’lilerin çoğu, bildiğimiz veçhile, servetlerini Suriye
ile yaptıkları ticarete borçlu idiler.
K adınlar da satm ak üzere ticaret m allarını ekseriya kervan
tertipliyen kim selere tevdi ederler ve elde edilen kârdan
onlara bir hisse verm ek suretile, ticaretle meşgul olurlardı.
Büyük çapta ticaret yapan Hatice nam ında zengin ve dul
b ir kadın, Hazreti M uham m ed’in şöhretini, iffetini ve doğrulu­
ğunu işitti ve işlerinin idaresini ona verm eyi düşündü. Onu
çağırttı ve, ticaret için, Şam ’a göndermek üzere olduğu kervanın
başına geçmesini teklif etti. H azreti M uham m ed bu teklifi
kabul etti. F akat Ebû Talib, rahip Bahira’nm sözlerini hatır-
— 39 —
lıyarak, kervan yola çıkm ak üzere iken, endişeye düştü. K ervancıları
ayrı ayrı bir tarafa çekerek yeğenini onlara em anet
e tti ve şayet bir şey olursa kendilerini m es’ul tutacağını söyledi.
Bilhassa Hatice’nin, yeğeni ile beraber gitm ekte olan kö­
lesi M eysere’ye sıkı sıkı tenbihlerde bulundu.
H azreti Muhammed, Suriye’ye götürdüğü m alları, hiç
um ulm adık bir kârla sattı. Dilinin tatlılığı, açık kalbliliği, doğ­
ruluğu ve hususile Allahın lûtfuna m azhar olanların yüzünde
görülen parlayış; eski ressam ların altından bir hale şeklinde
tasvir ettikleri ve zamanımız âlim lerinin ■— m ahiyetini izah etmeğe
m uvaffak olm aksızın— Radiation dedikleri o parlayış,
herkesin alâkasını ve teveccühünü celbediyordu.
M allar satıldıktan ve alış veriş sona erdikten sonra kervan,
M ekke’ye dönmek üzere, yola çıktı. K ervanın hangi yoldan
döndüğünü seyretm ek üzere, câriyelerile birlikte, evinin
üst katm a çıkmak itiyadında olan Hatice, eşya ve emtiası için
değil, bunları tevdi ettiği kimse için bir endişe duym akta idi.
H azreti M uhammed, yüzünün asilliği ve seciyesinin doğruluğu
ile Hatice üzerinde derin bir tesir hasıl etmişti. Fakat onu henüz
itiraf edemiyordu. İntizar günleri ona çok uzun geldi. Nihayet,
kervan gelince, H azreti M uhammed, pek dikkatli ve
m üdebbir bir vekilharç sıfatile, seyahatin hesabını Hatice’ye
verdi ve elde ettiği parlak neticeleri anlattı.
Asil Hatice, Hazreti M uham m ed’i, evvelce ona vâdetm iş olduğu
ücretin iki mislini verm ek suretile, m ükâfatlandırdı ve
servetinin idaresini ona tevdi etm ekten başka bir şey düşünmedi.
Bunun en iyi çaresi onunla evlenm ekti. Hissiyatı böyle
bir tasavvurdan onu vazeçirtm ekten uzaktı.
Tam 25 yaşına girmiş olan H azreti M uhammed kırkına yaklaşan
Hatice ile evlendi.
Hatice, Nebiyyi Ziyşanm ilk zevcesidir. Kocasının kalbinde
ona rakip olacak hiçbir kadın yaşam am ıştır. O, ölünceye kadar,
kocasının biricik sevgili karısı olarak kalm ıştır. Yedi çocuk
doğurm uştur: Bunların üçü (Kasım, Tahir, Tayyib) erkek, ve
dördü (Rukayye, Zeyneb, Üm m ü-Külsüm ve Fatım a) kızdı.
— 40 —
Erkek çocuklar henüz pek küçükken öldüler; îslâm m zuhurunda
hayatta kalan yalnız kızlardı ki, en evvel bu dini kabul edenler
arasında bulunm aktadırlar.
*
* *
Bir yangın neticesinde kısmen harap olan Kâbe’nin tam irile
ilgili bir hâdise, H azreti M uhammed’in doğruluğuna karşı
bütün hem şehrilerinin gösterdikleri hürm et ve itibarı parlak
bir şekilde ortaya koym uştur.
Islâm dan evvelki devirde Kâbe, rivayete göre, üstü
açık, dört duvardan ibaret bir bina olup, m ethali de zemin
ile beraber idi. Sel vukuunda sular m abedin içine girer, tahribat
yaparm ış. Bu durum sık sık tam irat yapılm asını gerektiriyordu.
Buna binaen bilâhare Kâbe’yi hatıllı duvar tarzında
bina edip duvarlarını yükseltm işler, kapıyı yukarı kaldırm ış­
lar, üzerini de kapatm ışlardır. Kapı önüne tahtadan bir m erdiven
koyarak K âbe’ye girilirdi. Resulü Ekrem ’in gençliğinde
bir kadın putlar adına buhur (tütsü) yakarken bina kazaen tu ­
tuşm uş ve tekrar yapılm ıştır. Hacer-i esved’in alınıp yerine
konması keyfiyeti bu tam ir esnasında vuku bulm uştur.
Kâbe’nin, iri kaya parçalarından m ürekkep eski tem elleri
üzerinde, K ureyş kabilesinin h er bir şubesi, kendisine ayrılmış
olan tam ir işile meşgul oldu. Az bir m üddet içinde duvarlar
yükseldi, «Hacer-i esved» ’in (K arataşm ) konacağı noktaya kadar
geldi.
Bu kıym etli ve m ukaddes yadigârı yerine koym ak şerefi
kime ait olacaktı? Bu hususta anlaşm ak kolay olmadı. Her
parti asilliğinin büyüklüğünü yahut şeref ve liyakatini ileri
sürerek, m ünakaşa o dereceye vardırılm ıştı ki, en feci neticelerin
m eydana gelm esinden korkuluyordu. Hased ve kıskanç­
lık içinde yanan gruplar karşı karşıya duruyorlardı. Karşılıklı
tehditler savuran gruplar, dört gün dört gece, sırf biribirlerini
gözetmek maksadile, orada kaldılar. N ihayet yaşça er
büyükleri olan Ebu Umeyye söz alarak, hepsine dedi ki: Buna
— 41 —
son vermek lâzımdır. Size teklif ediyorum: Bu halkaya ilk girecek
adamı, aramıza ayrılık sokan ihtilâfın halli için, hakem
olarak kabul edelim.»
Bu teklif kabul olundu. İşte o sırada, tahm inen otuz yaş­
larında bir genç adamın kendilerine doğru ilerlem ekte olduğunu
gördüler ve bunun «El-Emîn» olduğunu anladılar. Bundan
daha iyi bir tesadüf olamazdı. Hepsi onu hakem olarak kabulde
m utabık kaldılar ve ihtilâfın sebeplerini kendisine anlattılar.
Onlar sözlerini bitirince, H azreti M uhammed, karşılıklı olarak
ileri sürdükleri iddiaları m ünakaşa edecek yerde: Bana
bir yaygı getirin, yere serin» dedi. Yaygı gelip yere serildikten
sonra, H azreti M uhammed k ara taşı eline alarak yaygının ortasına
koydu; sonra: Her kabilenin ulusu yaygının önüne gelsin,
ucunu tutsun» deyip tuttu rd u ; sonra, yaygının ucunu tutanlara
hitap ile dedi ki: Şimdi, hepiniz beraber şu yaygıyı yapılmakta
olan duvarın hizasına kadar kaldırınız!»
Hepsi itaat ettiler. Yaygı «Hacer-i Esved — Kara taş» m
konacağı yere kadar kalkınca, H azreti M uhammed, onu alıp
bizzat yerine koydu.
Böylece, Resul-i Ekrem ’in tedbiri sayesinde, her tü rlü anlaşm
azlık bertaraf oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir