Genel

İbn-i Kavvâm

açılması için İtan Melik Nâsır’a mürâcaat et- Sultan Melik, kanalın açılma- Ve temizlenmesi için emir verdi. *kat yarısına gelmeden çok raflı olduğu için, Sultan Melik, alın temizlenme işini bıraktırdı, süre sonra İbn-i Kavvâm, bu nalın açılmasının lâzım olduğu- görerek, talebeleriyle birlikte irat Nehrinin kenarına gitti. Bir

C

r göstererek: “İşte kanalın başı ırasıdır.” dedi ve kendisi de ka- !W( açma işinde çalışmaya başla- 01. Bu durumdan haberdâr olan h«lk, Allah rızâsı için çalışmak itlere oraya geldiler. Bir gün ka­nal açma çalışmalarını sürdürür- kan, şimşek çakıp gök gürledi. Arkasından iri tâneli dolu yağma­ya başladı. Bunun üzerine talebe­lerinden biri, “Efendim! Bu hava­da çalışılmaz.” dedi. İbn-i Kav­vâm talebesine; “Çalışınız ve kal­binizi ferah tutun.” buyurdu. Son­ra buluta işâret etti ve; “Allahü te- âlânın izni ile sağa sola dağıl! Al­lahü teâlânın bereketi sende ol­sun.” dedi. Bulut sağa sola dağı­lıp güneş açtı. Oradakiler çalış­malarına devâm ettiler. Beldeye su gelinceye kadar, böyle soğuk hava bir daha olmadı. Kanal te­mizleme çalışmaları İbn-i Kav- vâm’ın gayret ve bereketiyle kısa sürede tamamlandı. O kanala, “Şeyh Ebû Bekr Kanalı“ denildi.

Yine bir gün Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanındaydım. Orada bulunanlardan birisi; “Mütemek- kin (şânı şerefi yüksek) insanın alâmeti nedir?“ diye sordu. İbn-i

 


 

edilmesi için memleketine Eiini istediler. Bunun üzeri- <kp’den ayrılıp Yemen’e şehrine gitti. Bu strada âkil, fâzıl ve meşhur kim-

 

selerle görüşüp istifâde etti. Kar­şılıklı ilim alış verişi yaptılar. Daha sonra Terîm şehrine gitti ve ora­daki âlimlerle İlmî mütâlâalarda bulundu. Buradan Ehûr şehrine geçip şeyhi Ömer bin Meymûn’u ziyâret etmek istedi. Ancak oraya vardığı gün hocası vefât etti. Ce­nazesini yıkayıp, kefenledi ve def­nettiler. Bu hocası vefât edeceği sırada talebeleri yanına toplanıp kendisinden sonra kimi halîfe bı­rakacağını sordular. Bunun üzeri­ne şöyle buyurdu: “Ben ölünce beni yıkayıp kefenleyiniz. Bu sıra­da sizin yanınıza şöyle şöyle va­sıfları bulunan bir kimse gelecek işte o kimse benden sonra yeri­me geçecek kimsedir.” diye ibn-i Üstâd-ül-A’zam’ı târif etti.

Onu gördüklerinde hocaları­nın târif ettiği zât olduğunu anla­dılar ve yapılan vasiyeti kendisine bildirdiler. Kendisinin orada kal­ması ve insanlara rehberlik yap­ması için ısrar ettiler. Tevâzu gös­terip istemedi. Bunun üzerine ho­casının oğlu vasiyeti bildirip ba­basının hırkasını ona giydirdi. Bundan sonra insanlara rehberlik edip, Allahü teâlânın emir ve ya­saklarını anlattı. Ayrıca Şâfiî mez­hebi fıkhı dersleri verdi. Pekçok talebe yetiştirdi. Başta Ali, Mu- hammed, Ahmed adındaki üç oğ­lu, kardeşinin oğlu Muhammed Ebû Bekr ve Alevî, amca oğulları Ahmed ve Allâme Muhammed bin Alevî, hocasının oğlu Şeyh Abdullah Fakîh Ahmed bin Ab- durrahmân, Şeyh Ali bin Sülem, Fadl bin Muhammed, Şeyh Ab­dullah bin Fakîh Fadl, Ârif-i Billah Muhammed bin Ebî Bekr bin Ab- bâd, Şeyh Muhammed bin Ali bin Şuayb el-Ensârî ve daha pekçok kimse onun derslerinde ve soh­betlerinde yetişip, kemâle ermiş­tir.

Derslerinde, sohbetlerinde ve münâsebetlerinde dâimâ insanla­ra faydalı olmuş, onların saâdete kavuşması için çalışmıştır. Huzûr runa gelenlerden müşkülü, sıkıntı­sı olanlar onun bereketli nazarla­rıyla sıkıntılarından kurtulurlardı.

Tevâzûda, alçak gönüllülükte emsâline az rastlanırdı. Büyük- küçük herkese mütevâzî davra­nırdı. Kendisini asla büyük gör­mezdi. Dünyâya hiç düşkünlük göstermezdi. Gariplere, fakirlere, yetimlere çok yardım ederdi. Cö­mertliği şaşılacak derecedeydi. Muhtaçlar için husûsî bir yardım müessesesi kurmuştu. Komşuları ve yaşadığı beldenin insanları onun çok iyilik ve yardımını gör­düler. İnsanlara hem dîn-i İslâmî anlatarak mânen ve ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle de madden yardımcı olurdu. Yaşadığı Terîm şehrinde kendisini tanıyan tanı­mayan herkese yardımı ulaşırdı. Benî Alevî Mescidi için bir hurma bahçesi, arâziler ve su kuyusu, çeşmeler vakfetti. Bunların gelir­leri, mescidin bakımı ve misafirleri barındırmak için harcanırdı. Yine vefât edenlere kabir hazırlanması, bebeklere süt verilmesi için vakıf­lar kurdu. Yaptığı hizmetler o ka­dar genişledi ve insanlara faydalı oldu ki, o zaman sultanlar bile böylesini yapamazdı.

Menâkıb-ı Benî Alevî kita­bında, Târih-i Basît ve Vasît ki­taplarında zikredilen menkıbele­rinden bir kısmı şöyledir:

Bir gün İbn-i Üstâd-ül-A’zam Abdullah hazretlerinin yanına fa­kirlerden bir bölük kimse geldi. Karınları açtı. Abdullah hazretleri, İbn-i Nâfi’ isimli hizmetçisine; “Fi­lan ambara git! Oradan bu fakirler için hurma getir! Karınlarım do­yursunlar.” buyurdu. Hizmetçi o ambarın boş olduğunu gâyet iyi bildiğinden, “O ambar boş.” dedi.

O  zât, aynı emri tekrarlayınca, hizmetçi, ambarı boşalttıklarını, içinde hiçbir şey kalmadığını, ta- mâmen boş olduğunu bildirdi. O yine; “Sen ambara git! Orada hur­ma bulursun.” deyince, hizmetçi gitti. Hakîkaten orada hurma bu­lunduğunu gördü ve alıp getirdi. Fakirler o hurmaları yiyip karınla­rını doyurdular.

Ahmed bin Nu’mân isminde bir kimsenin bir hayvanı vardı. Hayvanı satmak üzere pazara gi­derken, kendi kendine; “Bu hay­vanı şu kadar fiyata satabilirsem, aldığım ücretin şu kadar mikdârını Abdullah bin Alevî hazretlerine hediye edeceğim.11 diye niyet etti. Pazara vardı. Hayvanını kolaylıkla ve arzû ettiği fiyata sattı. Sonra, Abdullah bin Alevî hazretlerinin bulunduğu Terîm beldesine dön­dü. Fakat yolda yaptığı niyeti, sa­daka vermeyi unutmuştu. Abdul­lah bin Alevî bunu yanına çağırıp,

o  niyetini hatırlattı. O kimse hayret etti. Bu niyetini hiç kim ye söylememişti. Bunun, o zl bir kerâmeti olduğunu anlıya nezrini, adağını yerine getirdi, i*

Bir defâsında iki kişi, birli Abdullah bin Alevî hazretleri ziyâretine geldiler. Yolda bir Abdullah hazretlerinin yanına v‘ dıklarında kendisine hurma, diğ. ise ekmek verilmesini arzu e” Yanına vardıklarında her ikisi ‘ de arzu ettikleri şeyleri ikrâm etft

Hizmetçilerinden birisi şöy‘ anlatır: “Bir defâ kendisi ile be * ber bir sefere çıktık. Bir yere v«: dığımızda bana, yüksekçe bir y_ re çıkıp, uzakta Fîl beldesinde b; lunan Şeyh Ömer isimli bir zâ‘ çağırmamı söyleyince, emretti gibi yaptım. Üçüncü defâ seslen-’ diğimde, o zâtın; “Lebbeyk, bu­yurun efendim!” diye cevap verd;; ğini işittim. Aradaki mesâfe çolS uzaktı. Abdullah hazretlerinin ça~; ğırdığını söyledim. Biraz sonra çı­ka geldi. Sür’atle geldiği için, çok terlemiş ve terden elbisesi ıslan­mıştı. Berâberce oturup sohbete başladılar. Öyle derin mânâlı ko­nuşuyorlardı ki, ben yanlarında bulunup kendilerini dinlediğim hâlde bir şey anlayamadım. Bu hâlde akşam namazı vakti oldu. Namazdan sonra vedâlaştılar. Şeyh Ömer memleketine gitti. Abdullah bin Alevî, kendisi hayat­ta olduğu müddetçe bu hâli hiç kimseye haber vermememi em­retti. Ben de bu kerametini, onun sağlığında hiç kimseye söyleme­dim. Vefâtından sonra anlattım.

 

Kİ/İMI.K İtKKUtKKDİ

Abdullah bin Alevî hazretleri, her sene haccederdi. Bunu evliyâdan çok kimse haber vermiştir. İnsanlar onu, memleketi olan Terîm beldesinde zannederler, fakat o hac zamanı hacılar arasında bulunurdu. Bir sene talebelerinden Müflih bin Abdul­lah hacca gitmeye niyet etti. Gidip, hocası Abdullah bin Alevî hazretlerinden izin istedi. O da! “Minâ’ya vardığın zaman, filân oğlu filânı sor. Bizim selâmımızı söyle, o sana istediğin konu­da yardım eder.” buyurdu. Müflih bin Abdullah diyor ki: “Mi­nâ’ya vardığımda, o kimseyi buldum. Bana çok yardımda bu­lundu. Hocamdan suâl etti. Ben de, şu anda Terîm beldesinde bulunduğunu, hâlinin iyi olduğunu söyledim. O kimse hayret etti. “Daha dün, bizimle beraber Arafat’ta vakfe yaptı. Şimdi nasıl Terîm’de olur?” dedi. Benim ihtiyaçlarımı giderdi. Ben Te- rîm’e döndüğüm zaman, hocamın yanına gittim. Haccımı teb­rik etti. Ben de; “Asıl ben sizin haccınızı tebrîk ederim.” deyip, şâhid olduğum durumu anlattım. “Sen bunu gizli tut! Ama se­nin arzun da hâsıl oldu. Orada sıkıntı çekmedin.” buyurdu. Ben bu hâlin, onun bir kerameti olduğunu anladım ve kendisi­ni hayatta iken bunu kimseye anlatmadım.

 

 

 

Yine talebelerinden Müflih el- Hamîdî anlatır: Yolculuğa çıkmış­tım. Yolda eşkıyâlar önümü kesti­ler. Beni öldürmek ve malımı al­mak istiyorlardı. Hocam Abdullah bin Alevî hazretlerinden yardım istedim. Onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ ettim. Tam bu sırada, bir kişinin; “Abdullah bin Alevî ge­liyor.’1 dediğini işittim. Bu sözü duyan şakilerin her biri bir tarafa dağıldı. Bana hiçbir zarar vere­mediler.

Abdullah bin Alevî hazretleri­nin talebelerinden birisi, bir yerde zirâat yapıp ekin ekmişti. Onun ekin ektiği bölgede, iki grup ara­sında muhârebe oldu. Muhârebe- de gâlip gelenler, orada bulunan ekinlerin kendilerine geçtiğini, do­layısıyla oradaki mahsûlü kendile­rinin hasad edeceklerini bildirdi­ler. Ekinlerin sâhibi olan talebe, hocası hürmetine Allahü teâlâya duâ etti. O kimseler ekinleri biçip, hasad etmek için tarlaya geldikle­rinde, ekinlerin hasad edilmiş ol­duğunu görüp, üzüntüyle geri döndüler. Sonra fakirlerden biri gidip baktı. Ekinin hasad edilme­miş olduğunu gördü ve bunu on­lara haber verdi. Geri dönüp bak­tıklarında, yine gördüler ki, ekin hasad edilmiş, kaldırılmış. Anladı­lar ki, bu mahsûl korunmakta, muhâfaza edilmektedir. Bunu an-

 

?ln£| ge I lan ig ‘ Vefâ’n1 iılâHmı om ir

 

ladıktan sonr| ile uğraşmak İbn-i Üs1| lah bin Alevî ten sonra, ce| edildi. Artan ” bâzısı aldı. Bil ya sürseler, Al

o yara iyileşir«

1)   Câmiu Kerâmll

2)   Meşre-ür-Revî;|

3)   İslâm Âlimleri i

İBN-İ VEFÂ med); Evliyârl İsmi Ali, babl med’dir. Nisbl Ensârî olup, san’dır. İbn-i VI olmuştur. Tefsîl edebiyât ilimle! bir zâttı. 1358| Kâhire’de do£ de Ravda’da v«|

İbn-i Vefâ babasını kaybl etmeden önce,I ve diğer oğlu ¿1 dan sâlih bir zâl Muhammed Zel zât, İbn-i Vefâ’yl yütüp, terbiye <1 renrhelerini sağl iyi şekilde tahsîl| lâklı yetiştiler.

İbn-i Vefâ oıl diğinde, evliyânıl olan babası Mull yerine irşâd, Alkl

İladaki mahsûl

i, geçtiler, r.

0          r ı jarr Aij>dul-

leıi veîât sttik- yıkarııp,! gasl Sahabelerinden İn hangi yara­nın izni ile


 

liırı Nl’UlMim- phurlapnoan İki Muham- Kuraşî,

İÜ Ebirl- Wl6 neştıûr

I  tasavvuf ve lin” ölüp, Velî ft) senesinde 104 (H.807)

lüçük yaşta labas: vefât |bn-i Vefâ’yı astlar n- |şşmsed(|în btaktı. Şu Irdeş ni bil­fiil ilmi öjğ- ] kardeş, on güzel a

V

l/a:

lifli

|d

ve yasaklarını bildiren, ins doğru yolu anlatma makân oturdu. Kısa zamanda babası meşhûr olup sevildi. Talebe!« sevenleri günden güne arttı, betleri herkes tarafından ani cak şekilde tatlı ve tesirliydi, zarîf ve güzel giyinir, yaşayış* ahlâkı ile insanlara örnek olur Mâlikî mezhebinden ve ŞâzitîJ katındandı. İmâm-ı Şa’rânî hakkında; “Evliyânın sözler duydum ve eserlerini çok ok dum. Ondan daha âlimi ve söz rinden daha delillisini, sağlam ‘ görmedim.” buyurmuştur.

İbn-i Vefâ, geceleyin evine çıkıp, Ravda denilen yere gideı Şehirden çıkarken sur kapılârir yaklaşınca kapılar onun kerâme- tiyle açılıp, sonra kapanırdı. Şeh­rin vâlisi, bir gece şehri dolaşır* ken kapıların açık olduğunu göre­rek nöbetçiye; “Neden açık!” diye sordu. Nöbetçi; “İbn-i Vefâ haz­retleri çıkmak için gelince, kapıla­ra işâret ediyor, kapılar da açılı­yor.” dedi. Vâli durumu öğrenince onun büyüklüğünü anlayıp seven­lerden oldu.

İbn-i Vefâ hacca gitmişti. Bu sırada susuzluk başgösterdi. Ha­cılar susuzluktan telef olmak üze­reydiler. Bunun üzerine İbn-i Ve- fâ’ya gelip durumu anlattılar. O da; “Yâ Rabbî! Susuzlara kere­minle, lütfunla su ihsân eyle.” di­ye başlayan bir şiir okuyup, duâ etti. Duâsı üzerine bolca yağmur yağdı. Su ihtiyâcı karşılandı.

İbn-i Vefâ’nın ikâmet ettiği ev,

 

sultanların makâmı gibiydi. Vezîr İbn-i Zeytün onun bu hâlini ayıp­lar, kendi kendine; “Dünyâ ehline hiçbir şey bırakmadı.” derdi. İbn-i Vefâ bu sözü işitince; “Dünyânın belâ ve musibetini, âhiretin de azabını, dünyâya düşkün olanlara bıraktık.” demişti.

İbn-i Vefâ’nın kıymetli eserleri ve şiirleri vardır. Vasiyetleri birkaç cild kitap hâlindedir. Kendisine ilâhî feyz geldiği zaman üç gün içinde bir kaç cild tutan vasiyetle­rini yazmıştır. Bu vasiyetlerinden bâzı bölümler şöyledir:

“Dünyâ dertlerine tutulmuş din kardeşini tedbirsizlikle suçla­yıp, kınama. Çünkü o, ya maz­lumdur; Allahü teâlâ sonunda onu kurtaracaktır veya günah işlemiş­tir, başına gelen musibetler günâ­hına keffârettir. Yâhut da Allahü teâlâ, yüksek derecelere ve ma­kamlara ulaştırmak için onu dün­yâ dertlerine mübtelâ kılmıştır.”

 

 

 

ZENGİN Sl.l’İl.fcR

İbn-i Vefâ hazretlerine. Şâziliyye tarikatının mensupları­nın güzel elbise giymelerinin ve lezzetli yiyecekler yernplori nin sebebi sorulup. Selef-i sâlihîn böyle giyinip, böyle ye­mezdi dediklerinde; “Onların ftuzel elbise giyinmelerimi’ se­bebi, Allahü teâlânın kendilerine ıhsan ettiği mmetleıe tazı olup göstermek için ve insanlara zengin görünmek içindi, zamanda insanların bir kısmının eski giyinmeleri, halkın elin­de olanlara bakıp, fakir ve muhtaç durumda olduklarını gös­termek içindi. Fakat Selef-i sâlihîn eski elbise giyip, lezzetli yiyeceklere düşkünlük göstermediler. Onların zamanında gaflet içindeki insanlar, dünyalık kazanmak için hırsla çalışı­yorlardı ve görünüşlerini süslemeye gayret ediyorlardı. Elle­rindeki dünyalıkla servetle iftihar ediyorlardı. Selef-i sâlihîn zamanlarındakiler, gaflet ehline muhâlefet ettiler. Eski elbi­se giydiler, yavan yediler. Böylece gaflet ehline uymaktan sa­kındılar. Ama Şâziliyvo tarıKıtı ıver.suplan. zamanlar ınddki fakirlerin hâllerine baktılar. Onlar, zenginlerin kendilerine acı­yıp yardım etmerlen ve boylrcc dünyalığa kavuşmak ıçh eski elbıs’i giyiyorlardı. İşte, Şjzıhyye tarikatı mensupları d-ı. dünyâya düşkünlük gösteren o fakirlere muhâlefet göstere­rek. yer» ve ğiızel elbiseler giydiler. Halka zongın gözüktü­ler.” buyurdu.

 

“Devamlı elde kalmayacâk olan bir şeyin varlığı ile övünmek ve kendi başına da gelebilecek bir şeyden dolayı başkasını ayıp­lamak ahmaklıktır. Çünkü pek iyi bilirsin ki, başkasının başına ge­len senin, senin başına gelen şey de başkasına revâ görülebilir. Bıl- nu iyi düşün!”                                                          ]

‘l.ünyânın zevkleri ve lez: zetteri boştur. Bunlara kavuş mak i,,in dînini dünyâya deği­şenler. dîninden tâviz verenle»’,; rüşvet vererek çerçöp satın al maya t. alışmış sayılırlar. Hazret

i   Ömer bir gün yanındaki eshâb, ile giçu -ken, onları görüp çöplü­ğün yarıında uzun müddet eğledi. Kokusundan rahatsız olup; “Bizi neden burada eğliyorsunuz?” de­diklerinde, hazret-i Ömer çöplüğü göstere -ek; “İnsanların kavga edere! elde etmek istedikleri dünyâ- «âni haram ve mekruhlar) işte bucfiır.” buyurdu.”

“Dîni dünyâ isteklerine âlet eden, |jeı kesin îmânını bozan kö­tü din ,a:i ;m: İblîs’ten daha zarar­lıdır. ÇiıSıiıü, Şeytan vesvese ver­diği içih mümin bir kimse onun düşman ¡olduğunu bilir. İblîs’in is- yân etmiş sapıtmış bir düşman olduğunu asiâ unutmaz. İblîs’e uyduğu takdirde âsî bir kul olaca­ğını anlM günâhına derhâl tövbe eder Raobindten af dilen Kötü dir« adamı olkı ulemâ-i sû’ ise, hak ile bâtılı Ms aştırarak, hevâ ve he­veslerini?) nefslerinin arzusuna göre hü^jûm verirler. BöyJece doğru yoldan ayrılırlar. Kendileri­

ne uyanların da yaptıkla« , gider. İyilik yaptıklarını, zann leri hâlde dalâlete düşerler, din adamlarından Allah’a onlarla bir arada bulunmak kın! Sâdık, iyi ve sağlam din leriyle birlikte bulun.“

“Bütün hâllerinde, ®‘ yardımcı olacak ve kemâto tiirecek arkadaşı seç.”

“Devamlı tâat üzere olı sağlayan îtikâd olan Ehl-i îtikâdı üzere bulun.”

“Başkasının sözlerini ve lerini iyiye tevil etmek müm(< jse, kötü tevil yapmayacak ve I cûm edenlerin hücumunu delî kabûl etmeyecek kadar hü zan ve iyi düşünce sâhibi ol.”

“AHahü teâlânın merhameti vardır diyerek isyâna kalkışma; kahrından da korkarak ümitsiz* liğe düşme.”

“Bir zâlime kalben meyleden* kimseyi fitne ateşi sarar. Böyle ikimse, ancak Aliahü teâlânın yar­dımı ile kurtulur.”

| “Sakın Aliahü teâlânın lütfuna Inazhâr olmuş ve senden üstün kılınmış kimseye hased etme. Çünkü hasedin sebebiyle Aliahü teâlânın gazabına uğrayabilirsin. Çehren değişip, kötü âkıbetlere düşebilirsin. Nitekim Âdem aley- Hisselâma hased edip, böbürle­nerek secde etmeyen iblîs, mtel’ûn oldu. İblîs’in bu hâlinde sinin için bir ihtar vardır. Şöyle ki: Hjakk’a dâvet eden gerçek bir rehber gördüğün zaman, sakın ona hased etme ve ona itaat et­mekten kaçınma, ona uy! Böyle yapmadığın takdirde, menfi hare­ketin, şendeki razı oiunulan güzel sıfatların tamâmen silinip, gazabı celb eden kötü sıfatlara düşmene yol açar. Fakat Ehl-i sünnet îtikâ- dında olan, yetişmiş ve yetiştire­bilen bir hidayet rehberine tâbi ol­man, senin şeytânî suretini melek sûretine çevirir. O zaman gerçek kulluk zirvesine doğru yükselme­ğe başlarsın.’[1]

“Mârifet ve hakkı tanıma nis- betinde muhabbet, muhabbet nisbetinde de yakınlık olur.“

“Aliahü teâlâ bir kulunu se­verse, onun kalbini, râzı olduğu kullarının sevgisiyle doldurur.”

“Aliahü teâlâ kimin kalbini kendi sevgisi ile doldurursa, onun kalbi başka bir şeyle meşgûl ol­maz. Çünkü o, görünüşte halkla, iç hali ile de Aliahü teâlâ iledir.”

İbn-i Vefâ’nın yazdığı eserler­den bâzıları şunlardır:

1) El-Bahis alel-Hâlis fî Ah- vâl-il-Havâs, 2) Tefsîr-ül-Kur’ân, 3) Şiirlerinin toplandığı Dîvan’ı, 4) Mefâtih’-ül-Hazâin-ül-Âliyye, 5) Müveşşihât, 6) Kitâb-ül-Vasâyâ.

İBRÂHİM BİN ALİ EL-A’ZEB;

Evliyânın büyüklerinden ve Han- belî mezhebi fıkıh âlimlerinden. Künyesi Ebû İshâk ve Ebû Mu­hammed olup, lakabı Şemsüd- dîn’dir. 1162 (H.557) senesinde doğdu. 1213 (H.610) senesinde Ümm-i Ubeyde köyünde vefât et­ti. Baba ve dedesinin bulunduğu türbeye defnedildi.

İbrâhim bin Ali doğunca, ba­bası ona Abdurrahmân ismini koydu. Babası, o gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Re- sûl-i ekrem, oğluna İbrâhim adını koymasını ve künyesinin de, Ebû Muhammed olmasını emretti. O da bu emri hemen yerine getirdi.

Ebû Muhammed İbrâhim ön­ce amcasından Kur’ân-ı kerîm öğrendi. Babasından, amcasın­dan, Ebü’l-Feth ej-Bettâ’dan ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi ve Hanbelî mezhebinin in­celiklerini öğrendi. Mukâyeseli hukuku ise Ebü’l-Feth İbn-i Me- nâ’dan tahsil etti. Bunun yanında Kâdı’l-Kudât İbn-üş-Şehrazûrî’nin derslerine devâm etti. İlimde çok yüksek bilgilere sâhib oldu. Çeşit­li konularda fetvâ verdi. 1207 (H.604) senesinde, Bâb-ün-Ne- vâ’ya kâdı tâyin edildi. Derb-i lyâr Medresesinde ders verdi.

Ebû Muhammed İbrâhim, ârif ve kâmil bir zâttı. Tasavvuf ilmini, Sultân-ül-Evliyâ adıyla bilinen de­desi Ahmed bin Ebi’l-Hasan er- Rıfâî’den öğrendi.

Ebü’l-Meâli Âmir bin Mes’ûd

 

el-lrâkt bir gün Ebû Muhammed İbrâhim’in huzûruna gitti. Acem memleketlerine gideceğini bildi­rip, duâsını istedi. O zaman; »y0|. cuiuk sırasında herhangi bir sıkın­tıya düşersen, ismimi söyleyerek yardım iste.” buyurdu. Nihâyet vedâ edip yola koyuldu. Horasan taraflarında kâfileyi eşkıyâlar bastı ve mallarını aldılar. O zaman Ebû Muhammed hazretlerinin buyur­duğu söz aklına geldi. Fakat ya­nındakilerden çekinip onun ismini söyleyemedi. Zîrâ onlar, bunun mânâsını anlayacak durumda de­ğildiler. O mübârek zâtın ismini kalbinden geçirdi. O anda, Et Muhammed İbrahim’i elinde sıyla karşısındaki dağın üzerin” gördü. Elindeki âsasıyla malL alan haydutlara bir takım işâref yapıyordu. Çok geçmeden o k’r ler malları getirip teslim ettiler “Buralardan hiç bir zarar ve ziyî görmeden gidebilirsiniz. Çünk size izin vardır.” dediler. Sebebi sorduklarında; “Şu dağın tepesir d# sizden aldığımız malları ge vermemizi emreden birini gördü Onun heybet ve azametinde güç ve kuvvetimiz kalmadı. O muhâlefet etmekten çok çekind


 

 

O  İSTESE DE İSTEMESE DE

Meâli bin Hilâl el-Abedâ^ Ebû Muhammed ibrâhim haz- . retlerının; Bızım gelme« arffi ettlKlerlml ancak blzl zi â. ret edebfc- buyurduğunu duydu         .|s(ese de ^

meşe de ben onu zıyare, Merim . di geçM 0nun ikamet

Snîras’Sff ST’ **• ^«ında, «W* bir arslana rastladı. Arslan, „¡e[ine hQc£|m ett| Korkuyla gerl

dondu Ertes, gun ve daha                                            ün|erde ne

mek ‘Stedı ise, o aralan hep karşısına çıktı. Hâlbuki ondan ? başka herkes rahatça sd^ » ^ |anm ^ ; kunmuyordu.  Y

Bu hâle şaşırdı ve meseleyi bâzılarına anlattı. Aklına ge- \ lenlen de söyledi. Ona; -Bu arsla sana ^ vemremesi6 0

buyuk zatın S0zunejuçuk bir lti sebeı,iytedir.. ded|ter. ^

Bunun uzerme ‘Sfgfar okuyup, |,s bir myetle tövbe etti, i Tövbekar o arak yo^ çık,p, &a Muhammedibrâhim.in ,

na gitti. tolan da kalkıp onun»,™ geldi. Ebû Muhammed İbrahim, arslanla şakalaş,llar w ona^önerek. –H geld)nı ey tövbekar kışıl- buyurdula, 0 da



[1]    Mu’cem-ül-Müellifin; c.1, s.231

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir