Genel

IBN-I KAVVAM

IBN-I KAVVAM

Kavvâm’ın yanında çeşit çeşit meyvelerin bulunduğu bir tabak vardı. Suâli sorana dönerek; “Mü- temekkin o kimsedir ki, şu tabağa işâret ettiği an, içinde ne varsa harekete başlar.” buyurdu. Bizler tabağın içindeki meyvelerin İbn-i Kavvâm’ın işâreti ile hareket et­meye başladığını gördük.”

Ebû Abdullah anlatır: “Emîr Ehderî bir gün babama şöyle di­yordu: Şarka giderken, Melik Kâ­mil ile berâberdim. Bâlis şehrine gelince, Fahrüddîn Osman ile be- râber İbn-i Kavvâm’ı ziyarete git­tik. İbn-i Kavvâm, talebeleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Biraz sonra bir asker gelip; “Efendim! Bizim bir katırımız ve üzerinde beş bin dirhem para vardı. Onu kaybettik. Bir hayli aramamıza rağmen, bulamadık. Sizden yar­dım istemeye geldik.” ded;| Bekr bin Kavvam askere; “Ol buyurdu ve; “Allahü teâlânırij ile inşâallah katırın kapımızın < ne gelecektir, o zaman hay alır gidersin.” dedi. Bir süre: İbn-i Kavvâm kalktı ve ki doğru gitti. Dışarıda bir ki durduğunu gördük. Sâhibi alıp gitti. Biz de sultânın yi geri döndük. Gördüklerirrjf hepsini sultâna anlattık, onunla görüşmek istedi. Fİ İbn-i Kavvâm’ın bulunduğu deye giremiyordu. Onu kendfl rafına çağırmak için FahrG Osman’ı gönderdi. Fahrüddîn j man da, İbn-i Kavvâm’a; “Ef dimi Sultan sizinle görüşmekti yor. Fakat bu beldeye girme müsâade edilmiyor. Sultan, bâ Şeyh hazretleri bize gelet

 

mi? diye soruyor.” dedi. Bunun üzerine İbn-i .Kavvâm; “Senin, melikinin yanından ayrılıp, Rum melikinin yanına gitnlen olur mu?” diye sorunca, Fahrüddîn Osman; “Hayır!” cevâbını verdi. O da; “Aynen, bizim de dostlarımızı bırakıp onun yanına gitmemiz uy­gun değildir” buyurdu ye dâveti kabûl etmedi.”

Şemseddîn Hâbûrî şöyle an­latır: “Halep’teki Nizâmiyye Med­resesinde okurken, orada bulu­nanlara Ebû Bekr bin Kavvâm’ı çok medh ederdim. Bâzı fıkıh ilimleri; “Ö mübârek zâtı gidip görelim. Fıkıh, hadîs ve tefsîr il­minden bâzı şeyler sorup istifâde edelim.” dediler. Bunun üzerine ben, onlarla birlikte Bâlis’e git­mek için yola çıkacağım sırada, bir talebe geldi ve bana; “Ebû Bekr bin Kavvâm sizi çağırıyor.” dedi. Ben ona, İbn-i Kavvâm’ın nerede olduğunu sordum. O da; “Ebû Feth’in dergâhında.” dedi. Ben, onu görmek isteyenleri de yanıma alarak, Ebû Feth’in der­gâhına onunla görüşmeye gittim. İbn-i Kavvâm’ın huzûruna girince, fıkıh âlimlerini göstererek; “Bunla­rın burada ne işi var?” dedi. Ben de; “Sizi ziyâret etmek ve bâzı suâller sormak için geldiler.” de­dim. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm onların hepsine birer birer baktı. Çok heybetli gözüktüğünden, hiçbirinin konuşmaya cesâreti kalmadı. İbn-i Kavvâm her birinin yüzüne bakarak; “Niçin konuş­muyorsunuz? Niçin suâl sormu^ yorsunuz?” dedi. Bu soruyu bir­kaç kere tekrarladığı hâlde, hiç biri suâl sormaya cesâret edeme­di. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm, sırayla herbirine; “Senin suâlin şu idi, cevâbı da şudur” diyerek, hepsinin suâllerini cevaplandırdı. Bunu gören fıkıh âlimlerinin hepsi tövbe ve istigfâr ettiler.”

İbrâhim bin Ebû Tâhir Betâihî anlatır: “Babam Şam’da vefât et­tiği zaman, talebeleri bana; “Sen, Seyyid Ahmed hazretlerinden icâ- zet, diploma getirmeden babanın yerine geçemezsin.” dediler. Bu­nun üzerine, Seyyid Ahmed’den icâzet almak için Betâih’e gitmek üzere yola çıktım. Bâlis, yolumun üzerindeydi. Bâlis’e geldiğimde, Ebû Bekr bin Kavvâm’ı ziyâret et­tim. Bana izzet ve ikrâmda bulun­du ve nereden geldiğimi ve niçin Betâih’e gideceğimi sordu. Son­ra; “Oradaki Seyyid Ahmed’den icâzeti kolayca alırsın.” dedi. Ben tekrar yola koyuldum. Betâih’e vardığım zaman, Seyyid Ah- med’in huzûruna çıktım. Durumu anlattım. Bana zorluk çıkarma­dan, icâzetnâme ile bir de seccâ- de verdi, Şam’a geri dönerken, yolda kalbim İbn-i Kavvâm’ın sevgisi ile doldu. Kendi kendime; “Gidip Ebû Bekr bin Kavvâm’a talebe olayım.” diye düşünerek, icâzetnâmemi nehire attım ve doğruca onun dergâhına çıktım. Bir süre dersini dinledim. Bir ara bana dönerek; “Yâ İbrâhim, sen benim taiebemsin.” buyurdu. Orada bulunanlar sebebini sordu­lar. O da; “Yüzüne bakın.” deyin­ce, hepsi benim yüzüme baktılar.

 

1BN-I KAVW


 

 

 

Şems«| ziyâretine ı Bekr bin K duğunu sc bin Kavvâr heybetindi Kawâm’ır man, Ebû[ lerek; “Ho| ca bana; sorunca;1 na; “Ey el yince, âye| meâlen; dan) sortı| ilimden aj dönerek; rûh hakkııl

N SİL KONUŞURUM

3 iliyle anlatır: “Bir gün İbn-i Kavvâm’ın i la çıktım. Yolda kendi kendime; “Ebû n’ ı ıha vardığım zaman, ona rûhun ne ol- Î! t düşündüm. Yanına girince; Ebû Bekr îye başladı. Çok heybetli olduğu için, »racağımı unuttum. Daha sonra İbn-i /Kldım ve tam sefere çıkacağım za- K .’âm’ın bir talebesi benim yanıma ge- ti i; konuşmak ister.” dedi, Yanına varın- en Kur’ân-ı kerîmi okudun mu? diye t j okudum.” dedim. Bunun üzerine ba

i        »presi 85. âyet-i kerîmesini oku.” de- y kudum. Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ

1         bir de sana ruhtan (rûhun hakîkatın- ‘ Hûl), Rabbimin bildiği bir iştir ve size is ¡y verilmiştir.” buyuruyor. Sonra bana

I        c, Resûlullah efendimizin konuşmadığı a konuşurum?” buyurdu.”

 

 

 

 

“Ne gört| runca; ”İki lâlden bir nû Bunun üzeri talebelerimir Bundan son be oldum ve

Bir zamı rina gitmek i izin istedim. [ me bir hii’atl oturduğun kimse bun bağlanır ve dedi. Hocat du» Kiminle hizmette bı dât’a gittim [ dım. Orada bulunan herkes, bana hizmet etmek için yarıştılar. Bir gün beni bir yere dâvet ettiler. Orada bir Türk ayağa kalkarak; “Arkadaşlar, ben bu zâtın üzerin­deki gibi hil’at görmedim.1‘ dedi. Ben de; “O, hocamın hediyesi­dir.” deyince, oradakiler; “Allahü teâlânın ve onun gibilerin bereke­ti, bizlerin üzerine olsun.” dedi* ler.”

İsmâil bin Sâiim şöyle anlatın’ “Bizim bir mikdar koyunumı vardı, boyunlarımızı, bir çoba her sabah otlatmaya götürür, ak­şamları geri getirirdi. Bir gün ylr koyunları otlatmak için götürd Fakat akşam olunca koyunl

 

getirmedi. Merak içinde kaldık. Doğruca İbn-i Kavvâm’a gittim. Beni görünce, daha bir şey de­meden: “«oyunların mı kaybol­du?” diye sordu. Ben de; “Evet!” dedim. Bunun üzerine; “Senin koyunlarını on iki kişi aldı. Sizin çobanı falan yerde bağladılar. Şimdi onlar falan yerde uyuyorlar. Çünkü, Allahü teâlâya onlara de­rin bir uyku vermesi için duâ et­tim. Koyunlannızdari biri de yav­ruladı, şu anda yavrusunu emziri­yor.” dedi. Hemen İbn-i Kav- vâm’ın dediği yere gittik. Her şe­yin, anlattığı gibi olduğunu gör­dük.11

Feleküddîn bin Huzeyme şöyle anlatır: “Bağdât’ın düşman eline geçtiği sene, ben Şam’day­dım. Ailem ise Bağdât’ta kalmıştı. Onların durumlarını çok merak et­tiğim için, Bağdât’a gitmek üzere yola çıktım. Bâlis’den geçerken, İbn-i Kavvâm hazretlerini ziyâret ettim ve durumu ona anlattım. Bana; “Senin hanımın ve çocuk­larının hepsi sağdır. Fakat karde­şin öldürülmüştür. Hanımına bir kimse hizmet ediyor. Onun eşkali şöyle şöyledir. Hanımın falan so­kak üzerinde, bahçesinde ağaçlar olan bir evdedir.” dedi. Ben bun­ları işitince, rahatladım ve yola çıktım. Bağdât’a girince, hiç kim­seye sormadan doğruca İbn-i Kavvâm’ın târif ettiği yere gittim. Gerçekten söylediği gibi, hanımı­mın bulunduğu evin bahçesinde çeşitli ağaçlar vardı.”

İmâm Muhyiddîn bin Nehhâs anlatır: Bir zamanlar, Ebû Bekr bin Kavvâm, Türey’den köyüne gider gelirdi. Köyde küçük bir mescid vardı. O mescidde oku­nan ezânı ve ikâmeti kimse işit­mezdi. Ben, evde kendi kendime; “Köyün güneyine bir câmi yaptı­rayım.” diye düşündüm. Mescide gidince, İbn-i Kavvâm’ın yanına oturdum. Birden İbn-i Kavvâm bana dönerek; “Yâ Muhyiddîn! Sen neden büyük bir câmi yap­mıyorsun?” diye sordu. Ben de; “Efendim! Ben böyle bir şey yap­mayı düşünüyorum.” dedim. O da bana; ”Câmiyi binâ etmek is­tediğin yeri bana göstermeden câmiyi yapma.” dedi.

Birlikte câmi yaptırmak iste­diğim yere gittik. Orada bira^ur- duktan sonra bana dönerek; “Bu­rada bir ev varmış, o ev yıkılmış ve içindekiler toprağa gark ol­muştur.” dedi. Bunun üzerine, oraya câmi yapmaktan vaz geç­tim. Bir süre sonra, başka bir iş için orayı- eştim. Gerçekten bir ev enkâzı çıktı. İçinde, toplu hâlde ölüler vardı.

Ali bin Saîd Zûreyzir şöyle anlatır: Ebû Bekr bin Kavvârrfdan ilim öğrenmeye başladığım za­man çok gençtim. Bir gün Ku­düs’e gitmek istedim. Hocam Ebû Bekr’den izin istedim, ver­medi. Sonra; “Evlâdım! Çok gençsin, başına bir şey gelebilir.” dediyse de, ben çok ısrar edince, izin verdiler. Giderken de bana; “Benim himmetim senin üzerine­dir. Seni demir kafes gibi muhafa-

 

za ederim. Şam’ın Kureyş köyüne vardığında, orada bulunan Ali bin Cemel ismindeki zâtı ziyâret et. Çünkü o, Allahü teâianın evliyâ- sındandır.” dedi. Ben de; “Başüs- tüne!” deyip yola koyuldum.

Kureyş köyüne vardığım za­man, o zâtın evini sordum. Kapıyı çocuklarından biri açtı ve; “Yâ Ali! İçeri gir. Babam bize, bugün Ali isminde, Ebû Bekr bin kavvâm’ın bir talebesi gelecek diye haber verdi.” dedi. Ben evde yokken gelirse, onu içeri alın, beni bekle­sin.” dedi. Ben de, misâfir oda­sında Ali bin Cemel’i beklemeye başladım. Ali bin Cemel gelince benimle müsâfeha etti ve; “Biraz önce hocan geldi ve seni bize tavsiye etti. Himmetinin senin üzerinde olduğunu söyledi.” dedi. Geceyi orada geçirdim.

Ertesi gün tekrar yola çıktım. Kudüs’e yaklaştığım sırada, göl­gelik altında oturan bir kişi gör­düm ve selâm verdim. Selâmımı aldı ve; “Ey genç! Benim yanıma gel, sabahtan beri seni bekliyo­rum.1‘ dedi. Onun kötü niyetli bir kişi olacağını düşünerek yanına gitmekten çekindim. Bunu fark edince; “Yâ Ali! Hocan Ebû Beki bin Kavvâm yanıma gelerek, seni bana tavsiye etti.” dedi. Bunun üzerine onunla berâber evine git­tik. Birlikte yemek yedik. Nama/: vakti gelince; “Gel, Harem’de na­maz kılalım.” dedi. Mescid-i Ha­rem’de vakit namazlarını kılıp eve geri döndük. O zât sabaha kadar namaz kıldı.

Sonraki gün ben, îbrâhim a eylılsselâmın kabrini ziyâret onu» yanından ayrıldım. İbrâ a eyhisselâmın kabri şerifleri1 yaklaşırken, karşıma dört so*, gunou çıktı, onlardan korktum, anda yanımda beyaz elbiseli t ;işi belirdi ve; “Sen yoluna devâm eti* dedi. Onların arasından geçe­rek yoluma devâm ettim. Bana Hiçbir şey yapamadılar. İbrâhim aleyhisiselânıın kabrini ziyâret et- t m ve orada çok duâda bulun­um. ‘

Sonra hocamın yanına dön­düm. Denildi ki: “Evliya, seni hu- ûrıina getiren, ondan ayrı oldu­ğun zâman koruyan, ahlâkı ile se­pin ahlâkını, edebi ile senin ede- pin! guzelleştirendir.” Hocamın Ijıuzûruna girince, bana yolculu- urn boyunca, olanların hepsini anlattı ve; “O beyaz elbiseli zât olrr asaydı, soyguncular senin e|- 3isi3le»ini bile alacaklardı.” dedi, eri o beyaz elbiseli zâtın hocam İd jğuınu anladım.

Zekîyyüddîn Ebû Bekr bin zyyûb şöyle anlatır: “Moğollar îagdât’ı istilâ ettikleri zaman, amcairı ile Halep’teydik. Amcam, bıi Bekr bin Kavvâm’ın talebele- inderjıdi. Beni Bâlis’e, ibn-i Kav- vârn’ın yanına gönderdi ve; “Sen Ebû Bekr bin Kavvâm’ı hiç gör- medirjı, hem onu ziyâret et, hem Eiâğdât’taki akrabâlarımız ve

illerimiz ne hâldedir? Oğlum sevin ne hâldedir? diye sor.” di. Eîâlis’e varıp huzuruna girin- bana; “Sen, Ebû Bekr bin Ey- d musun?” deyince; “Evet!”

 

\ l’.SİLK

Ism/ııl tvıı Ebıi Haşan şo>lo ar*| ı.jiiıln hac.Cci fiıtmuK için vold çıu Ir‘ dışımız 7aman. önce MeKe’ye               topraklarına gir

ı’nrriıık Annpnı mp tvıhnm h.>-\^n V4|iı*l q„ . _          **

îa>

ii-.’ ^lunç hastalığım ol-î

1P *,Wert«’ur s»*”^ ..lıW8 ^,0 h,raz «a

duğu ıçm ^                          anne ve tabama yetişirim.”

l^pvaU^.Uvand^bır– Sonra u»™jı J     5r\n,

Öir

hetuien başka hizmetim görecek ^ ağlamaya başladım. Bu sırada; .¡^ y0Kıu. Û/untumden

•di> rn»e               tu r- .

vam-ın talebelerinden tlegi1 rnn,,fer> Eöu Bekr hjn Kgv Ben de. “Evet, onun taleheieMna* ‘ bir ses duvdum ne o ses: “Onu ve-sîlp ederek Aiıah ’ ;Jw,m Bunun üzeri” dorlı. Btîn de hocamı vesile edsrp.. ‘^d

an yardım iste.’

u

başladım. Vallahi daha duAmı ^ Halî bâlâya yalvarmaya h.ıaetlerinin yanı başımda oiduş, r,e‘^tım. İbnı Kavvâm ağlıyorsun’? Ağlanacak ne .-ar ıv,„’u&rQum 0ana. r hı/lı bir şekilde beni anne ve         elimden tutarak

irinna vardığımda, benim ıç.n ^”>ar,ınB ulaştırdı. Yan­daşımdan geçenleri bir bir anlar-,,, * r, g0ldLırT) 0n|

 

 

 

cevabını verdim. Sonra; “Seni amcan gönderdi. Bağdât’taki ak­rabalarının, oğlu Hüseyin’in ve mallarının durumunun ne olduğu­nu soruyor değil mi?” dedi. Ben, “Evet!” dedim. Bunun üzerine; “Akrabâlarından bâzılan esir düş­tü. Bâzıları sağ sâlim evlerinde. Bütün mallan kapının altındaki kuyuya gömüldüğü için, Moğollar mallarını gasb edememişler. Oğlu Hüseyin ise onlann elinde esirdir.” dedi. Bağdât’a gidip gitmeme

_akk\nda hiçbir şey söylemedi. ^ra bana; “Sen Şatîbeyt sara- tanır m,s,n?“ diye sorunca, *-vet tanırım. Fakat hiç içine gir­dim.’1 dedim. Bunun üzerine;

l,      u andaMoğollar o sarayın mai- talan ediyorlar.” dedi. Ben ‘6rnen târiv,, saati ve günü bir

yere not ettim.

Q„ ^aleP’te sevdiğim genç ve bit kadın vardı. Bir gün Unla tenhg yerde buluştuk; Be-

 

ni kendi nefsi için: istedi. Fakat reddettim. Bunun Özerine bana bir yüzük verdi. Elen de o yüzüğü parmağıma taktım^ Bunu Ailahü teâlâdan başka kiniş© bilmiyordu. Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanın­dan vedâlaşıp ayrılırken, elimi tut­tu. Sonra; “Bu yüzük kimindir?” diye suâl etti. Ben | kanamdan cevap veremedim. Bana; “Tövbe

et oğlum, tövbe et!” buyurc Ben de tövbe edip Halep’e var ca, o kadınla bir daha görüşn dim.

Bir süre sonra Bağdat’a’ tim. Akrabâlarımızın durumunij Ebû Bekr hazretlerinin söyle gibi olduğunu gördüm. Amc oğlu Moğolların elinde esir

 

 

 

* KRAMETÎ İNKÂR *

..

B>r gürı trbı l <j <■ twrT Ktfvvâm’ın butundugu yerde bir vefât etti. Cem ¿3 ia’iı&mda, a beldenin’lİeti gefehlen bulundu. Cerfâ/- j- \ * rliflrfcen, vâli, kâdı ve unSm bir ta oturdular. Bbû L > i I*[1]1 Kdyvârr) ve talebeleri bir terafe ı dular VâH_ve k. .ü ««’ivârdn kerametleri hafcfanda koni/ lor Evlıyânm keı > * K’n İçki, hakikat olmadığını söyleşi (mâm ise, sâttlı > ı F.rı se öldugu İçin, o konuda hiçbir söylemedi. Defiı- V mtıkton sonra, orada bulunanlar Bekr bin Kavvân ‘,r »> nıa gelip selâm verdiler. 0 da, ı ma dönüp; “Ya ıı> * ı Miın selâmına cevap vermem ” di. 0 da sebebim mm »i, ‘Çünkü sen. evliya hakkırda bt-tı reddetmedir »r 11’ ra mânı olmadın.” buyurdu Sc I*ad: ve ’.alının bı ıı iutf .■ yere gitti vo onlara; “Sız evliyi kerametlerini mı . k r r1 .¡ersini/? Sı/ın ayaklarınızın altı ne olduğunu biliye’ rufunuz?” dedi. Onlar, ne olduğunu dular. Ebû Bekr tu ı..<Vı.ım da, “Sızın ayaklanman altı bir mağara var. İç ı i ■ ,)iı kimse ı!e hanımı medfundur.-û şimdi kalkacak v< b-ıım le konuşacaktır. Bu kışı, bun hr *ene evvel bı. >üıielı nn meliki ıdı Kendisi, hanım birlikte bir sedirin ıns’r\t.n oturmaktadır” dedi Sonra ser ın gitmesine ı. >■« n ıedı ve orayı kazmalannı emr< Kakılan yerde her * /m I; n t Kavvâm’ın söylediği gibi otdt

Bu olaydan sc s, y ıı ve kâdı, evlıyânm kerametli inkar etmedi              ‘               J

 

Orada birisine, sarayın Moğoliar tarafından yağma edildiği günü ve saati sordum. O da; “Şu gün, şu saatte sarayı yağmaladılar.” dedi. Ben de not ettiğim gün ve saatlere baktım. Ebû Bekr bin Kavvâm’ın söylediği saat ve gün olduğunu gördüm.

İbrahim bin Ebû Tâlib Betâihî anlatır: Bir gün Ebû Bekr bin Kav- vâm’ı ziyâret etmek için yola çık­tım. Yolda bir kervana rastladım ve onlarla arkadaş oldum. Yol bo­yunca, içkiden ve içki meclislerin­den bahsettiler. Bâlis’e varıp Ebû Bekr bin Kavvâm’ın huzûruna gir- | dim. Beni görünce; “Hayırdır yâ [ Ibrâhim bu hâlin nedir?” dedi, j Ben de; “Benim hâlim nasıldır ! efendim?” dedim. O zaman; “Elinde içki ve âletleri var” deyin­ce, ben de; “Yolda gelirken bir kervandakiİerle yol arkadaşlığı yaptım. Onlar devamlı içkiden bahsetmişlerdi. Demek ki konuş­maları bana da tesir etmiş.” de­dim. Bunun üzerine Ebû Bekr bin Kavvâm; “Evlâdım, iyi kimselerle bulun. Kötü kimselerden elinden geldiği kadar uzak dur. Çünkü onlarla sohbet, dünyâ ve âhirette yüz karasıdır.” buyurdu.

İBN-İ MUHAYRIZ; Tâbiînden, meşhur hadîs âlimi ve veli. Kün­yesi Ebû Muhayrız el-Mekkî’dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 717 (H.99) senesinde vefat etti. Kudüs’te yaşamış olup, zamânın- da Şam âlimi olarak meşhur ol­muştur. Ebû Mahzûre’den, Saîd- ül-Hudrî’den, hazret-i Muâvi- ye’den, Ubâde bin Sâmit’ten, Ab­dullah bin Sa’dî’den ve daha bir­çok âlimlerden hadîs-i şerîf dinle­yip, rivâyet etmiştir. Rivâyetleri Kutüb-i-Sitte denilen meşhur ha­dîs kitaplarında yer almıştır.

Abdullah bin Muhayrız’dan; Abdülmelik bin Ebî Mahzûre, Ab- dülaziz bin Abdülmelik, Muham- med bin Yahyâ, Mekhül eş-Şâmî, Büsr bin Abdullah Hadramî, Hâlid bin Düreyk, Ebû Bekr bin Hafs ve diğer hadîs âlimleri hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Evzâî selef içinde onu beş meşhur âlimden biri saymış faziletini zik­retmiştir. Recâ bin Hayve, Medî- neliler İbn-i Ömer’in ilimdeki yük­sek derecesi ile iftihar ederlerdi. Biz de, Şam’da İbn-i Muhayrız ile iftihar ederdik demiştir.

İbn-i Muhayrız son derece sabırlı ve mütevâzî bir zât idi. O, kendisinin dîn-i İslâmî yaşamada­ki gayreti ve takvâsı için birşey verilmesini istemezdi. Tanındığı zaman oradan uzaklaşırdı. Bu hâli de Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıd- vân hâline tam uygun idi ki, onlar kendilerini tanıyıp Eshâb’dan ol­dukları için normal fiyatından çok tenzilât yapanlardan birşey satın

 

almazlardı. Ahmed bin Hanbel, İsmâil bin İbrâhim’den rivâyetle Recâ’ bin Ebû Seleme diyor ki: İbn-i Muhayrız elbise almak için bir manifaturacının dükkânına gir­di. Orada olan birisi manifaturacı­ya; “Sen bu zâtı tanıyor musun? Bu zât İbn-i Muhayrız’dır.” dedi. İbn-i Muhayrız hemen kalktı ve; “Biz paramızla bir şey almaya geldik, dînimizle değil.” diyerek j oradan aynldı.

Buyurdu ki: “İpek elbise giy­mek suretiyle haram işlemekten- se; vücûdumun her yerinin alaca (cilt hastalığı) olmasını daha çok severim.”

Hanımının dokuduğu elbise­leri giyerdi. Zamanındaki bâzı kimseler bunu uygun görmezlerdi. Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona: “Sen hem zâhidlik yapıyor­sun hem de bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum” de­di. Bunun üzerine İbn-i Muhaynz; “Nefsimi temize çıkarmaktan Alla- hü teâlâya sığınırım” dedi. Bun­dan sonra Mısır kumaşından ya­pılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye başladı.

Allah korkusundan beti benzi sararmış bir halde; “Ey Allah’ım, benzim senin korkundan sara­rıp solmuş ve rengini kaybet­miş bir hale gelecek şekilde korkmayı nasip etmeni istiyo­rum.” diye duâ eder ve ağlardı. İnsanların iki yüzlü olmasına, ne­fislerinin arzuları peşinden koş­malarına çok üzülür ve bu şekilde onların hâlini şöyle açıklardı: “Eğer sîzler iyi güzel şeyleriniz ol­duğu zaman insanlara gösteriş yapar, öğünür, onu parmağınızla gösterir ve beğenmiyecekleri bir şey olduğu zaman da gizlerseniz; Allahü teâlâ böyle olanları kıyâ- met günü Cehennem’e atar ve onu yalancı diye adlandınr.”

İbn-i Muhayrız dedi ki: Pey­gamberimizin Eshâbından Fudala; İbn-i Ubeyd ile görüştüm. Nasihat istedim: “Eğer bu üç haslet sen­de bulunursa Allahü teâlâ bu has­letlerle sana iyilikler ihsân eder, Bu üç haslet, bilmediğini öğren, dinlemesini bil, kendini ziyaret et­meyeni ziyâret et” buyurdu.

Anne babaya çok hürme edilmesini emir ve tavsiye buyur rur, onlara hürmetsizlik edilme-‘ istemezdi. “Kim anne ve baba« nın önünde yürürse, haklan riayet etmemiş olur. Ancak an ve babasının yolu üzerindeki ve cefâ veren bir şeyi almak iy öne geçmesinde bir mahzur yo!

; tur. Kim anne ve babasını ismîy* le veya lakabıyla çağırır» edebsizlik etmiş olur. Ancak bc bacığım, anneciğim diye söyl* mesi müstesnâdır.*

İbn-i Muhaynz vefât ettiğr man Recâ’ bin Hayve şöyle d: .T “Allahü teâlâya yemin ederirrı İbn-i Muhayrız’ın yaşamasını i lunduğu beldedeki insanlar i,” bir emân olarak sayıyordun! Çünkü Allahü teâlânın sevgili larının bulunduğu yere toplu ! gelmez. Bunu Allahü ta Kur’ân-ı kerîmde haber veri tedir.

 

İbn-i Muhayrız, insanların ah­de vefâ göstermelerini isterdi ki kendisi buna son derece dikkat ederdi. Mûsâ bin Ukbe diyor ki: İbn-i Muhayrız ile Remle’deki bir cenâzede berâber bulundum. Şöyle diyordu: “Anladım ki içle­rinden birisi vefât ettiği zaman müslümanlar: “Bizleri İslâm dîni üzere öldüren Allahü teâlâya hamd olsun“ derler. Sonra bunu unuturlar. Ne ölümü ne de bu söyledikleri sözlerini hatırlarına getirirler.” Buyurdu ki: “Mescidde üç kelâm hâriç her türlü kelâmı konuşmak câiz değildir. Bunlar; namaz kılanın kelâmı, zikredenin kelâmı, Allahü teâlânın dînini öğ­reten veya ondan birşey soranın kelâmı.”

Birçok zühd ve verâ sâhibi zât İbn-i Muhaynz hazretlerini gö­rünce kendilerini onun yanında çok küçük görürlerdi. Buyurdu ki: “Hayırlı şeyler gördüğünüz zaman Allahü teâlâya hamd ediniz. Bir münker gördüğünüz zaman he­men hiç vakit kaybetmeden Alla­hü teâlâdan bu belânın ümmet-i Muhammed’den kaldınlmasını is­teyiniz.”

Buyurdu ki: “Biz ameli ilim­den daha efdal görürüz. Fakat bugün ilme, amelden çok daha fazla ihtiyacımız var. (Çünkü ilim unutuldu).”

İbn-i Muhaynz yedi günde bir Kur’ân-ı kerîmi hatmederdi. İbn-i Muhayrız’da çok az kimselerde bulunan iki haslet vardı. Birincisi, bir yerde doğru olan ortaya çıkın­ca artık orada konuşmazdı. İkin­cisi ise yapmış olduğu iyilik ve ibâdetleri çok gizler kimseye belli etmezdi. İbn-i Muhayrız son dere­ce vefâ sahibi olup, dostlarını her işlerinde gözetir onlara yardım ederdi. O kökü Cennet’te olan cömertlik ağacına yapışmış, Alla­hü teâlânın beğendiği kadar çok cömertti.

1} Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.22 ‘

2)   Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.68

3)   Hilyet-ill-Evliyâ; c.5, s. 138

4)   Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.116

5)   İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.198

İBN-İ NÜCEYD; Onuncu yüzyıl­da yaşamış büyük velîlerden. İsmi İsmâil bin Nüceyd bin Ahmed bin Yûsuf es-Sülemî. Künyesi Ebû Amr’dır. Ebû Abdurrahmân es- Sülemî’nin dedesidir. İbn-i Nü­ceyd diye meşhûr olmuştur. Do­ğum târihi belli değildir. Nişâbur- iudur. 976 (H.366) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.

Nişâbur’da doğup yaşayan Ebû Amr bin Nüceyd, küçük yaş­tan îtibâren âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerin­de bulundu. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini görüp feyz aldı ve sohbetlerinden istifâde etti. Ebû Osman el-Hîrî hazretlerine talebe olup, hizmet ve sohbetinde bu­lundu. Bir ara Ebû Osman el-HÎ- rf’nin sohbetlerinden uzaklaştı. Bu hâli kendisi şöyle anlattı:

İlk defâ Ebû Osman Hîrî’nin meclisinde tövbe ettim. Bir süre

 

sonra tekrar günâh işlemeye baş­layınca, sohbetlerini terk ettim. Bu zâtı ne zaman görsem, utan­cımdan kaçardım^ Fakat bir gün beni görünce; “Yavrucuğum, gü­nahsız ve temiz olduğun sürece düşmanlarınla oturma. Çünkü düşman şendeki kusuru görür ve bundan dolayı sevinir. Buna da sen üzülürsün. Günah,işlemen gerekiyorsa, gene bizim yanımıza gel, biz sana katlanırız. Böylece düşmanın istediği duruma düş­müş ve onu sevindirmiş olmaz­sın.” deyince, günah işlemekten vazgeçtim ve samîmî bir şekilde tövbe ettim.

Ebû Osman el-Hffî hazretleri­nin hizmet ve sohbetinde olgun­laşıp kemâle gelen İbn-i Nüceyd, yüksek haller ve kerâmetler sâhi- bi bir velî oldu. Pekçok hadîs-i şerîf ezberleyip rivâyet etti. Amel­lerinde sâdece Allahü teâlânın rı­zâsına kavuşmayı gâye edindi. Riyâdan ve gösterişten uzak, sâ­de bir hayat yaşamaya çalıştı.

İbn-i Nüceyd, Ebû Amr Züc- câcî’ye; “Farz namazlarda ilk tek­biri getirirken neden hâlin değişi­yor?” diye sordu. Züccâcî şöyle cevap verdi: “Bir farza stdk ve doğrulukla başlamamak husu­sunda korkuyorum. Bir kimse “Al- îahü ekber” (Allah en büyüktür) der de kalbinde O’ndan büyük bir şey bulunursa veya ömür boyun­ca O’ndan başka birinin yüceliğini ve büyüklüğünü kabûl ederse, kendini kendi diliyle yalanlamış olur.”

Ebû Osman el-Hîrî hazretleri­nin en son. vefât eden talebesi olan Ebû Amr bin Nüceyd soh­betleriyle insanlara islâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâ ve âhirette saâdete, mutlu­luğa kavuşmaları için gayret etti. İnsanların hayırlı işler yapmasını ve iyi kimselerle beraber bulun­masını tavsiye etti.

Bu hususta buyurdu ki: “Alla­hü teâlâ bir kuluna hayır murâd ederse, ona sâlih ve ihtiyar zâtla­ra hizmet etmeyi, onların istedik­leri işleri yapmayı, hayır yollarına girmeyi ve bu hayırları görmeyi nasîb eder.”

“Kula lâzım olan şey, sünnete uygun olarak kulluğa yapışmak ve bu yolda yürümektir.”

“Faydasız ilim, sâhibine faydadan çok zarar verir.”

“Tasavvuf nedir?” diye soran birisine buyurdu ki: “Tasavvuf, Al­lahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta sabr etmektir.”

Nefsinin arzulanna muhalefet eden İbn-i Nüceyd hazretleri; “Bir kimsenin gözünde nefsinin değeri olursa, ona işlediği günâh basit gelir.”

“Bana nasîhat et.” diyen biri­sine; “İlim ile meşgûl ol. Bütün müslümanlara hürmet et. Günleri­ni boş geçirme. İnsanların arasın­da garib ol. İlim ve müslümanlara hürmet ile meşgûl olman, Allahü teâlânın emirlerinden sana bir hissedir.”

Çeşitli zamanlarındaki nasi­hatlerinde buyurdu ki:

“Kim bir şeyin ona faydalı ve­ya zararlı olduğunu bilmezse, ce- hâletini ortaya koyar.”

“Halkın karşısındaki îtibar ve mevkiini bir tarafa atıverenin, dünyâdan ve dünyâ ehlinden yüz çevirmesi gâyet kolay olur.”

“İnsanı terbiye etmek, ona ihsânda bulunmaktan daha ha­yırlıdır.”

“Emirleri hafif tutmak, o emri veren âmiri az tanımaktan ileri ge­lir. Eğer kul, emir veren, âmir olan Allahü teâlâyı tam hakkı ile tanır­sa, emirlerini hafif görmez.”

Âlimlere ve velîlere karşı çok saygı duyardı. Şah Şûcâ Kirmânî hakkında şöyle buyurdu:

Şah Şucâ Kirmânî’nin hatâ etmeyen keskin bir firaseti vardı. Şöyle derdi: “Harama bakmaktan gözü muhâfaza edenin, kendini nefsânî arzulara kapılmaktan ko­ruyanın devamlı murâkabe ile bâ­tınını, kalbini sünnete tâbi olarak zâhirini îmâr edenin ve helâl lok­ma yemeyi alışkanlık hâline geti­renin fırâseti şaşmaz. Firâseti tam isâbet kaydeder.”

İbn-i Nüceyd hazretleri ince bir düşünce tarzına sahipti. Nak­lederler ki: Ebû Kâsım Nasrâbâdî onunla birlikte Semâ meclisin- deydi. Ebû Kâsım Nasrâbâdî’ye; “Bu Semâı neye göre dinliyor­sun?” diye sordu. Ebû Kâsım;

“Oturup gıybet yapmaktan ve bu­nu dinlemektense semâ dinlemek daha iyidir.” cevabını verdi. Bu­nun üzerine İbn-i Nüceyd hazret­leri; “Semâ esnâsında yapmama gücüne sâhib olduğun bir hareket senden sâdır olsa, yüz yı! gıybet etmek ondan iyidir.” buyurarak semânın uygun olmadığını bildir­di.

Allahü teâlâdan, O’nun rızâ­sından başka bir şey istemeyece­ğim diye söz vermiş ve ahdine kırk yıl sâdık kalmıştı. Evli bir kızı vardı. Bu kızı hastalanmıştı. Dok­torlar tedâvisinden âciz kalmışlar­dı. Bir gece dâmâdı hanımına; “Şendeki bu derdin devâsı ba­bandadır.” dedi. Hanımı; “Nasıl?” diye sordu. “Baban kırk yıldır Al­lahü teâlâya rızâsından başka bir şey istemeyeceğine dâir söz ver- * miştir. Şâyet ahdini bozup duâ edecek olursa, Hak teâlâ sana şi­fâ verir.” dedi. Kadın gece yarısı babasının yolunu tuttu.

İbn-i Nüceyd hazretleri gece Vakti kızını görünce; “Yavrum! Bu vakitte senin buraya gelmene se­bep nedir?“ dedi. Kızı; “Senin gibi bir babam var. Allah’ın dînindeki hüznün faziletini senden dinleye­yim diye geldim. Ayrıca yaşamak ve Allahü teâlâyı zikretmek istiyo­rum. Hak teâlânın hastalığıma şi­fâ vermesi için duâ etmeni arzû ediyorum.” dedi. İbn-i Nüceyd hazretleri; “Ahdi bozmak câiz de­ğildir. Sen eğer bugün ölmezsen, yann öleceksin. Ölecek olanın öl­mesi iyidir. Babasının ciğerpâresi

 

buradan uzaklaş, beni günaha sokma. Şâyet senin için ahdimi bozarsam, sen iyi bir evlâd ol­mazsın.” dedi. Kızı; “O halde ve- dâlaşalım, zîrâ bana öyle geliyor ki, ecelim yakındır. Bu hastalıktan kurtulamayacağım.” dedi. İbn-i Nüceyd buyurdu ki: “Gelir cenâze namazını kılarım.” Bunun üzerine kızı babasına vedâ edip ayrıldı. Evine varıncaya kadar hastalığı iyileşip sıhhatine kavuştu. Hattâ babasının vefâtından sonra kırk sene daha yaşadı.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve insanlara anlatmakla geçiren İbn-i Nüceyd hazretleri, hac vazi­fesini yerine getirmek üzere gittiği Mekke-i mükerremede 976 (H.366) senesinde vefât etti. Ora­da defnedildi.

1)  Tezkiretü’l-Evliyâ; c.2, s.220

2)   Risâle-i Kuşeyrî; s.171

3)  Tabakâtü’s-Sûfiyye; s.454

4)  Tabakâtü’l-Kübrâ; c.1, s.120

5)   Şezerâtü’z-Zeheb; c.2, s.245

6)   Hilyetü’l-Evliyâ; c.10, s.379

7)  Nefehâtü’l-Üns; s.269

8)  Sefînetü’l-Evliyâ; s.154

9)  Tabakâtü’i-Evliyâ; s.107

10)    İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.191

İBN-İ SEMMÂK; Evliyânın bü­yüklerinden. İsmi Muhammed bin Sabih, künyesi Ebü’l-Abbâs’tır. İbn-i Semmâk lakabı ile meşhur oldu. Kûfelidir. Doğum târihi bilin­memektedir. 799 (H.183) senesi Kûfe’de vefât etti.

İbn-i Semmâk, zami de gelen âlimlerinden edeb öğrendi. Hişam Wn A’möş ve başkalarındart1 dinledi ve bu ilimde müt: oldu. Ahmed bin Hanbel h ri kendisinden hadîs rivây bulundu. Ma’rûf-u Kerhî ‘ talebelerinin önde geleni» dir.

İbn-i Semmâk hazretl ara Bağdât’a gelip Halîfe Reşîd ile görüştü ve ona n’ larda bulundu. Bir gün; “Er­minlerin emîri! Senin Allahü nın huzurunda bir yerin v’ Ancak jlâhî huzurda duruşu; tikten sonra Cennet’e vey* hennem’e gideceksin. Aca! nin yerin hangisi olacak?” I du. Hârûn Reşîd bu sözleri yunca kendini tutamayıp ağ! ya başladı.

İbn-i Semmâk hazretleri rünü Kûfe’de geçirdi. Hikr söz ve nasihatleriyle meşhur du.

İbn-i Semmâk, bildikler öğrendiklerini yerine getiren lah’ın sevgili bir kuluydu. Bir zında; “İçinizde Allahü teâlâyı ‘ tırlatan fakat kendileri unu* pekçok kimseler vardır. Yine ö* leri vardır ki, Allahü teâlânın sak, haram kıldığı şeylere ka cüretkâr olup, haram işledikl halde, başkalarını Allahü teâlâ yaklaştırmaya çalışırlar. Yine s den öyleleri vardır ki, kendileri lahü teâlâdan kaçtıktan halde, sanları Hakk’a çağırırlar.” diye

 

ALLAHI’ TKÂLÂ MKTH KlUYOR

İDn-ı Semm.ık hazretleri bir .îm Harun Reşirt'”^ bulundu gu bir meclise geldi. Eshâtw kiramı idleyhımiırndvan) ve haz- rot ı Ebu Bekr. Ömer ve Osman’ı (radıyallahü anhûmi şu söz­lerle rnedh etti: “Allahü teâiaya harr.d olsun. ResûlullaM efendimize salât ve stslam olsun. Sonradan gelenlctden. yâ­nı Eshât>> kiramdan olma>anldi(ian bin tâne^ı, Eshab-i kı mımlan en aşağıda olanın deıecesine yakldşamaz. Onlar Al- hhü tiiâlânın a/âbından emin oldular. Babalarımız ve dede lerımı/ de îmân edip, kılıç korkusundan emin oldular. Yâ Llj.ı Bekr! Sen Allahü teâlâya kulluk ve itaatte oyle bir dere­ceye ulaştın kı, Allahu teâlâ Kıır’ân-ı kerîmde sem medhu &f;na edı>or. Ya Ömer! Sen bir hafife, emir değil, müsluman Idrın bdbasısın. Yâ Osman! Sen ına/ICımsun ve günahsız olarak şehıd edilip defnedildin. Sen olgunluk vaşında idin. Anu küçük b:r çocuk gım ıgüridhsızj vefat ettin.” buyurdu.

 

 

 

ilmiyle âmil olmayan, bildikleriyle amel etmeyen ve gaflet içinde ka- lanlann hâlini dile getirdi.

İbn-i Semmâk hazretleri za- mânın ileri gelen devlet adamları­na nasihat eder, mektuplar gön­derirdi. Muhammed bin Haşan, Rukbe’ye vâli tâyin edilmişti. Ona yazdığı mektupta: “Her hâlinde takvâ üzere ol-, haramlardan sa­kın, Allahü teâlânın nimetlerine şükret ve O’ndan kork. Nimete şükretmek; günâh işlememekle olur. Muhakkak her nimette bir delil, hüccet ve mesûliyet vardır. Hüccet, delil, o nimetin Allahü te­âlâ tarafından verilmiş olmasıdır. Mesuliyetine gelince; o, nimet ol­duğu halde günah işlememektir. Allahü teâlâ sana afiyet versin. İş­lediğin günahları ve yaptığın

kusurları affetsin.” buyurdu.

Muhammed bin el-Yemân anlatır: Bağdâtlı arkadaşlarımdan birisi, İbn-i Semmâk hazretlerine mektup yazıp, dünyâyı kendisine anlatmasını istedi. Cevabında; “Allahü teâlâ dünyâyı şehvetlerle ve âfetlerle doldurdu, helalleri güçlüklerle, haramlan da mesûli- yetlerle birleştirdi. Helâller için hesâba çekeceğini, haramlar için azâb edeceğini bildirdi. Vesse- fâm.” yazarak gönderdi.

Söylenilen Söze çok dikkat edilmesini herkese söylerdi ve “Sen, duyduğunu, başkalarına söyleyenden daha çok, gizler gö­rünenden kork. Çünkü böyle kim­seye, insanlar yalan yakıştıramaz­lar daha çok inanırlar. Sizden biri­

 

n’ız bâzan kendisine itimâd eden birine bir söz söyler, o da onu ya­yar, bu yüzden ülkeler harâb olur.” buyurarak gıybet edilme­mesini ve az konuşmayı, sırrını hiç kimseye söylememeyi tavsiye ederdi.

“Akıllı kimselerin arzusu, dü­şüncesi, Cehennem’den kurtul­mak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu, oyun ve eğlencedir.” ve “ölüm meleği yastığının dibinde durduğu halde uyuyup gaflete dalan kimseye çok şaşılır.” sözleriyle âhireti unu­tup gaflette olan insanlara duydu­ğu hayreti bildirmiştir. Her şeyden evvel farzları yapıp haramlardan

KIR K \KI> \K SI

liın-ı Semmâk, Ahhası halîfelerinden birinin huzû- runn girdi. Hjiıft- hu sırada bu ¡çıyrvdu H.ılıft\ Ibn-ı Sı-mır.âk’a: “Bana n.ı^fhcit et.” dedi. İbn-i Semmâk; “Susuzluktan ölecek bir halde olsan ve seni ölüm­den kurtaracak suyu bütün servetin karşılığında vere­cek nls-ılrr no vjprjıdm?” diye sordu. Halîfe: “Bütün servetimi verir suyu alır­dım.” deyince İbn-i Sem­mâk; ”0 halde, bir bardak su kadar kıymeti olan ser­vetinle niçin öğünüp duru­yorsun?” dedi.

ve şüpheli şeylerden sakın söyler, nâfilelerle uğraşılacak man olmadığını bildirir; ”Za. din bilgilerini alıp, faydasız şe. terk etmek, akıl sâhiplerinin dir.” buyururdu.

“Allahü teâlâ dünyâyı lez lerle ve âfetlerle doldurdu. H teri güçlüklerle, haramlan da I sûliyetlerle berâber kıldı.“ Yi, “İnsanlar üç kısımdır: Birinci günahkârlar sınıfi olup, günah na tövbe edip bir daha günah dönmek istemeyenlerdir. Bu “ iyidir. Makbuldür. İkincileri, gC; işlerler, sonra tekrar tekrar gür işlerler, sonra üzülürler, sonra günah işlerler, sonra da ağl Bunların kurtulması umulur. F helâk da olabilirler. Üçüncül günah işlerlerken pişman ol lar, pişman olurlar üzülmezi# yine günah işlerler ağlarrr Bunlar Cennet yolundan Ceh nem yoluna sapmış olanlar buyurdu.

Yine; “İnsan günahlar ~ sakındığı kadar, Allahü teâ tanır.” buyurarak Allahü te; tanıyan kimsenin günah işle yeceğini bildirmiştir.

Ömründe hiç evlehm Kendisine; “Niçin evlenmiy nuz?” diye sorduklarında; * bir şeytanla başa çıkamıyo İki şeytanla nasıl baş edebiliı buyurdu. “Nasıl?” dedikler “Benim bir şeytanım var. Evi ce bir de evlendiğim kadının tanı buna eklenecek. Ben t şeytanla nasıl baş ederim?” yurdu.

 

Bir gün kendisine amelsiz ilimden sordular, O; “Amelsiz ilim peşinde koşanın misâli şeytandır. Kendisini makam, mevki arzusu­na kaptıranın misâlî Firavun’dur. Yâni makam korkusundan îmân etmemiştir.” sözleriyle amelsiz ilim sâhiplerini ve makam, mevki peşinde koşanların hâlini haber verdi.

Riyâkar kimse hakkında da; “İlim ve amel sahibi olduğu halde riyâkâr olan kimse, içinde gizledi­ğini (riyâyı) insanlara bildirseydi elbette insanlar ondan yüz çevirir ve akılsız olduğuna hükmederler­di.[2]‘ buyurdu.

Muhammed bin Semmâk ya­şayışı ve hikmetli sözleriyle, bin­lerce insanın Allahü teâlânın râzı olduğu yola kavuşmasına sebeb oldu. Hıristiyan bir genç iken, İbn- i Semmâk’tan işittiği sözlerden kalbinde îmân nûru parlayan Mâ- rûf-i Kerhî’yi, imâm-ı Ali Rızâ’ya götüren ve orada îmân etmesine sebeb olan İbn-i Semmâk hazret­leridir.

Allahü teâlâya itâat edenleri çok severdi. Bu sebeple vefâtın- dan az önce; “Yâ Rabbî! Âsî ol­duğum zamanlarda bile sana itâ­at edenleri sevdiğimi bilirsin. Be­nim itâatkâr kullarına olan bu sev­gimi Isyân ve günahlanma keffâ- ret say.” buyurdu.

4)   Risâle-i Kuşeyrî; s.71

5)   Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.303

6)  Târih-i Bağdâd; c.5, s.365

7)   İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.219

İBN-İ ÜSTÂD-ÜL-A’ZAM;

Yemen’in meşhur velîlerinden. İs­mi Abdullah bin Alevî ibni Üstad- ül-A’zam olup seyyiddir. 1240 (H.638) senesinde doğdu. 1330 (H.731)’da vefât etti.

Babasından ve dedesi Üstaz- ül-A’zam’dan ilim, edep ve İslâm ahlâkını öğrendi. Ayrıca zamânı- nın meşhur âlimlerinden de ilim tahsil etti. Fıkıh ilmini Ahmed bin Abdurrahmân bin Alevî’den, Şeyh-i kebîr Abdullah bin İbrahim Bakşîr’den öğrendi. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini bilhassa babasından ve zamanının seçkin âlimlerinden olan dedesinden gördü. Bu ilimlerde iyice yetişip icâzet aldı. İlimde yüksek derece­lere ulaştı. Tasavvufta da kemâle erip faziletli bir zât oldu. İlim ve fazîlette zamânının en meşhur âli­miydi. Bulunduğu memleketin her yerinde tanındı.

Daha sonra Terîm’den Ye- men’e gidip Ehûr şehrinde Amr bin Meymün’dan da ilim öğrendi. Buradan hacca gitti. Medine’ye gidip Peygamber efendimizin tür­besini ziyâret etti. Bir sene Medi­ne’de kaldıktan sonra, Mekke’ye gidip sekiz sene kaldı. İlmî mütâ­lâalar ile ve ilim öğretmekle meş­gul oldu. Mekke ve Medine’de çok tanınıp sevildiğinden, kendi-

 

TÖVBEYE SAÖİKAT

Abdullah bin Alevî hazretleri, bir zaman Mekke-i mûkerre- mede şarab içen bir kimseyle karşılaştı. Böyle mübârek bir yerde, böyle çirkin bir günâhın işlenrrjesini hoş karşılamadı.

0          kimse, Abdullah bin Alevî hazretlerinle:

“Ben terzilik yapıyorum. Şarap içmeye öyle alışmışım ki, onu içmesem sanatımı, işimi yürütemiyorum. İçmezsem, ça­lışamıyorum. Her ne kadar bırakmak istesem de, bırakamıyo­rum. Bunu bırakırsam, işimi devâm ettiremem.” dedi. Abdul­

lah hazretleri; “Şayet Allahü teâlâ

mesleğini devâm ettirmeni nasîb etlerse, içki içmeye tekrar

 

 

 

 

dönmeyeceğine dâir bana söz ver!” deyince, Abdullah hazretleri, Allahü t seye tövbe etmeyi nasîb etmesi ve için yalvardı. O kimse içkiyi terk etti iedi. O kimse de “Peki!” bâlâya duâ edip, bu kim- tovbesini kabûl etmesi İşini, içkisiz de yapabil­

 

 

 

Abdullah bin Alevî hazretlerinin del bir sadâkat gösterdi ki; sâlihlerden hâdiseden bir müddet sonra, Abdul bir münâdînin, bu kimsenin ismini söyleyerek; “Filân kimse için, filân yerde bir kabir kazınız! Kirr dnün cenâze namazın­da bulunursa, Allahü teâlâ onu magfret eder.” diye nidâ etti­ğini gördü. Uyandığında, hemen o kirişlenin hâlini sordu. Ve- fât ettiğini bildirdiler. Bildiriİen yere kabri kazıldı. Abdullah bin Alevî cenâze namazını kıldırdı. Org ya defnettiler.

 

 

 

 

sine İmâm-ül-Harameyn lakabı verildi. Çok zekî ve münâzara kâ- biliyeti yüksekti. Çok ibâdet eder, devamlı oruç tutar ve az uyurdu. Mekke’deyken âdeti şöyleydi: Sabah namazı vaktinde sükûnet ve vakar içinde Mescid-i harâma gider, Kâbe yanında sabah nama­zını kılardı. Namazdan sonra kuş­luk vaktine kadar Kur’ân-ı kerîm okurdu. Sonra kuşluk namazını kılardı. Yatsı namazı vaktine ka­dar M îscid-i Harâmda kalır, yatsı nama;:;nı da kılıp ayrılırdı. Mek­ke’de bulunduğu sırada, Hacira- mevt’iıı ileri gelenleri bir mektup

k£»fdeşi Ali bin Alevî ile ye gönderdiler. Kendisine yaçları olduğunu, ilminden



[1]    El-A’lâm; c.2, s.68

[2]    Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, s.203

IBN-I KAVVAM


 

 

 

Kavvâm’ın yanında çeşit çeşit meyvelerin bulunduğu bir tabak vardı. Suâli sorana dönerek; “Mü- temekkin o kimsedir ki, şu tabağa işâret ettiği an, içinde ne varsa harekete başlar.” buyurdu. Bizler tabağın içindeki meyvelerin İbn-i Kavvâm’ın işâreti ile hareket et­meye başladığını gördük.”

Ebû Abdullah anlatır: “Emîr Ehderî bir gün babama şöyle di­yordu: Şarka giderken, Melik Kâ­mil ile berâberdim. Bâlis şehrine gelince, Fahrüddîn Osman ile be- râber İbn-i Kavvâm’ı ziyarete git­tik. İbn-i Kavvâm, talebeleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Biraz sonra bir asker gelip; “Efendim! Bizim bir katırımız ve üzerinde beş bin dirhem para vardı. Onu kaybettik. Bir hayli aramamıza rağmen, bulamadık. Sizden yar­dım istemeye geldik.” ded;| Bekr bin Kavvam askere; “Ol buyurdu ve; “Allahü teâlânırij ile inşâallah katırın kapımızın < ne gelecektir, o zaman hay alır gidersin.” dedi. Bir süre: İbn-i Kavvâm kalktı ve ki doğru gitti. Dışarıda bir ki durduğunu gördük. Sâhibi alıp gitti. Biz de sultânın yi geri döndük. Gördüklerirrjf hepsini sultâna anlattık, onunla görüşmek istedi. Fİ İbn-i Kavvâm’ın bulunduğu deye giremiyordu. Onu kendfl rafına çağırmak için FahrG Osman’ı gönderdi. Fahrüddîn j man da, İbn-i Kavvâm’a; “Ef dimi Sultan sizinle görüşmekti yor. Fakat bu beldeye girme müsâade edilmiyor. Sultan, bâ Şeyh hazretleri bize gelet

 

mi? diye soruyor.” dedi. Bunun üzerine İbn-i .Kavvâm; “Senin, melikinin yanından ayrılıp, Rum melikinin yanına gitnlen olur mu?” diye sorunca, Fahrüddîn Osman; “Hayır!” cevâbını verdi. O da; “Aynen, bizim de dostlarımızı bırakıp onun yanına gitmemiz uy­gun değildir” buyurdu ye dâveti kabûl etmedi.”

Şemseddîn Hâbûrî şöyle an­latır: “Halep’teki Nizâmiyye Med­resesinde okurken, orada bulu­nanlara Ebû Bekr bin Kavvâm’ı çok medh ederdim. Bâzı fıkıh ilimleri; “Ö mübârek zâtı gidip görelim. Fıkıh, hadîs ve tefsîr il­minden bâzı şeyler sorup istifâde edelim.” dediler. Bunun üzerine ben, onlarla birlikte Bâlis’e git­mek için yola çıkacağım sırada, bir talebe geldi ve bana; “Ebû Bekr bin Kavvâm sizi çağırıyor.” dedi. Ben ona, İbn-i Kavvâm’ın nerede olduğunu sordum. O da; “Ebû Feth’in dergâhında.” dedi. Ben, onu görmek isteyenleri de yanıma alarak, Ebû Feth’in der­gâhına onunla görüşmeye gittim. İbn-i Kavvâm’ın huzûruna girince, fıkıh âlimlerini göstererek; “Bunla­rın burada ne işi var?” dedi. Ben de; “Sizi ziyâret etmek ve bâzı suâller sormak için geldiler.” de­dim. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm onların hepsine birer birer baktı. Çok heybetli gözüktüğünden, hiçbirinin konuşmaya cesâreti kalmadı. İbn-i Kavvâm her birinin yüzüne bakarak; “Niçin konuş­muyorsunuz? Niçin suâl sormu^ yorsunuz?” dedi. Bu soruyu bir­kaç kere tekrarladığı hâlde, hiç biri suâl sormaya cesâret edeme­di. Bunun üzerine İbn-i Kavvâm, sırayla herbirine; “Senin suâlin şu idi, cevâbı da şudur” diyerek, hepsinin suâllerini cevaplandırdı. Bunu gören fıkıh âlimlerinin hepsi tövbe ve istigfâr ettiler.”

İbrâhim bin Ebû Tâhir Betâihî anlatır: “Babam Şam’da vefât et­tiği zaman, talebeleri bana; “Sen, Seyyid Ahmed hazretlerinden icâ- zet, diploma getirmeden babanın yerine geçemezsin.” dediler. Bu­nun üzerine, Seyyid Ahmed’den icâzet almak için Betâih’e gitmek üzere yola çıktım. Bâlis, yolumun üzerindeydi. Bâlis’e geldiğimde, Ebû Bekr bin Kavvâm’ı ziyâret et­tim. Bana izzet ve ikrâmda bulun­du ve nereden geldiğimi ve niçin Betâih’e gideceğimi sordu. Son­ra; “Oradaki Seyyid Ahmed’den icâzeti kolayca alırsın.” dedi. Ben tekrar yola koyuldum. Betâih’e vardığım zaman, Seyyid Ah- med’in huzûruna çıktım. Durumu anlattım. Bana zorluk çıkarma­dan, icâzetnâme ile bir de seccâ- de verdi, Şam’a geri dönerken, yolda kalbim İbn-i Kavvâm’ın sevgisi ile doldu. Kendi kendime; “Gidip Ebû Bekr bin Kavvâm’a talebe olayım.” diye düşünerek, icâzetnâmemi nehire attım ve doğruca onun dergâhına çıktım. Bir süre dersini dinledim. Bir ara bana dönerek; “Yâ İbrâhim, sen benim taiebemsin.” buyurdu. Orada bulunanlar sebebini sordu­lar. O da; “Yüzüne bakın.” deyin­ce, hepsi benim yüzüme baktılar.

 

1BN-I KAVW


 

 

 

Şems«| ziyâretine ı Bekr bin K duğunu sc bin Kavvâr heybetindi Kawâm’ır man, Ebû[ lerek; “Ho| ca bana; sorunca;1 na; “Ey el yince, âye| meâlen; dan) sortı| ilimden aj dönerek; rûh hakkııl

N SİL KONUŞURUM

3 iliyle anlatır: “Bir gün İbn-i Kavvâm’ın i la çıktım. Yolda kendi kendime; “Ebû n’ ı ıha vardığım zaman, ona rûhun ne ol- Î! t düşündüm. Yanına girince; Ebû Bekr îye başladı. Çok heybetli olduğu için, »racağımı unuttum. Daha sonra İbn-i /Kldım ve tam sefere çıkacağım za- K .’âm’ın bir talebesi benim yanıma ge- ti i; konuşmak ister.” dedi, Yanına varın- en Kur’ân-ı kerîmi okudun mu? diye t j okudum.” dedim. Bunun üzerine ba

i        »presi 85. âyet-i kerîmesini oku.” de- y kudum. Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ

1         bir de sana ruhtan (rûhun hakîkatın- ‘ Hûl), Rabbimin bildiği bir iştir ve size is ¡y verilmiştir.” buyuruyor. Sonra bana

I        c, Resûlullah efendimizin konuşmadığı a konuşurum?” buyurdu.”

 

 

 

 

“Ne gört| runca; ”İki lâlden bir nû Bunun üzeri talebelerimir Bundan son be oldum ve

Bir zamı rina gitmek i izin istedim. [ me bir hii’atl oturduğun kimse bun bağlanır ve dedi. Hocat du» Kiminle hizmette bı dât’a gittim [ dım. Orada bulunan herkes, bana hizmet etmek için yarıştılar. Bir gün beni bir yere dâvet ettiler. Orada bir Türk ayağa kalkarak; “Arkadaşlar, ben bu zâtın üzerin­deki gibi hil’at görmedim.1‘ dedi. Ben de; “O, hocamın hediyesi­dir.” deyince, oradakiler; “Allahü teâlânın ve onun gibilerin bereke­ti, bizlerin üzerine olsun.” dedi* ler.”

İsmâil bin Sâiim şöyle anlatın’ “Bizim bir mikdar koyunumı vardı, boyunlarımızı, bir çoba her sabah otlatmaya götürür, ak­şamları geri getirirdi. Bir gün ylr koyunları otlatmak için götürd Fakat akşam olunca koyunl

 

getirmedi. Merak içinde kaldık. Doğruca İbn-i Kavvâm’a gittim. Beni görünce, daha bir şey de­meden: “«oyunların mı kaybol­du?” diye sordu. Ben de; “Evet!” dedim. Bunun üzerine; “Senin koyunlarını on iki kişi aldı. Sizin çobanı falan yerde bağladılar. Şimdi onlar falan yerde uyuyorlar. Çünkü, Allahü teâlâya onlara de­rin bir uyku vermesi için duâ et­tim. Koyunlannızdari biri de yav­ruladı, şu anda yavrusunu emziri­yor.” dedi. Hemen İbn-i Kav- vâm’ın dediği yere gittik. Her şe­yin, anlattığı gibi olduğunu gör­dük.11

Feleküddîn bin Huzeyme şöyle anlatır: “Bağdât’ın düşman eline geçtiği sene, ben Şam’day­dım. Ailem ise Bağdât’ta kalmıştı. Onların durumlarını çok merak et­tiğim için, Bağdât’a gitmek üzere yola çıktım. Bâlis’den geçerken, İbn-i Kavvâm hazretlerini ziyâret ettim ve durumu ona anlattım. Bana; “Senin hanımın ve çocuk­larının hepsi sağdır. Fakat karde­şin öldürülmüştür. Hanımına bir kimse hizmet ediyor. Onun eşkali şöyle şöyledir. Hanımın falan so­kak üzerinde, bahçesinde ağaçlar olan bir evdedir.” dedi. Ben bun­ları işitince, rahatladım ve yola çıktım. Bağdât’a girince, hiç kim­seye sormadan doğruca İbn-i Kavvâm’ın târif ettiği yere gittim. Gerçekten söylediği gibi, hanımı­mın bulunduğu evin bahçesinde çeşitli ağaçlar vardı.”

İmâm Muhyiddîn bin Nehhâs anlatır: Bir zamanlar, Ebû Bekr bin Kavvâm, Türey’den köyüne gider gelirdi. Köyde küçük bir mescid vardı. O mescidde oku­nan ezânı ve ikâmeti kimse işit­mezdi. Ben, evde kendi kendime; “Köyün güneyine bir câmi yaptı­rayım.” diye düşündüm. Mescide gidince, İbn-i Kavvâm’ın yanına oturdum. Birden İbn-i Kavvâm bana dönerek; “Yâ Muhyiddîn! Sen neden büyük bir câmi yap­mıyorsun?” diye sordu. Ben de; “Efendim! Ben böyle bir şey yap­mayı düşünüyorum.” dedim. O da bana; ”Câmiyi binâ etmek is­tediğin yeri bana göstermeden câmiyi yapma.” dedi.

Birlikte câmi yaptırmak iste­diğim yere gittik. Orada bira^ur- duktan sonra bana dönerek; “Bu­rada bir ev varmış, o ev yıkılmış ve içindekiler toprağa gark ol­muştur.” dedi. Bunun üzerine, oraya câmi yapmaktan vaz geç­tim. Bir süre sonra, başka bir iş için orayı- eştim. Gerçekten bir ev enkâzı çıktı. İçinde, toplu hâlde ölüler vardı.

Ali bin Saîd Zûreyzir şöyle anlatır: Ebû Bekr bin Kavvârrfdan ilim öğrenmeye başladığım za­man çok gençtim. Bir gün Ku­düs’e gitmek istedim. Hocam Ebû Bekr’den izin istedim, ver­medi. Sonra; “Evlâdım! Çok gençsin, başına bir şey gelebilir.” dediyse de, ben çok ısrar edince, izin verdiler. Giderken de bana; “Benim himmetim senin üzerine­dir. Seni demir kafes gibi muhafa-

 

za ederim. Şam’ın Kureyş köyüne vardığında, orada bulunan Ali bin Cemel ismindeki zâtı ziyâret et. Çünkü o, Allahü teâianın evliyâ- sındandır.” dedi. Ben de; “Başüs- tüne!” deyip yola koyuldum.

Kureyş köyüne vardığım za­man, o zâtın evini sordum. Kapıyı çocuklarından biri açtı ve; “Yâ Ali! İçeri gir. Babam bize, bugün Ali isminde, Ebû Bekr bin kavvâm’ın bir talebesi gelecek diye haber verdi.” dedi. Ben evde yokken gelirse, onu içeri alın, beni bekle­sin.” dedi. Ben de, misâfir oda­sında Ali bin Cemel’i beklemeye başladım. Ali bin Cemel gelince benimle müsâfeha etti ve; “Biraz önce hocan geldi ve seni bize tavsiye etti. Himmetinin senin üzerinde olduğunu söyledi.” dedi. Geceyi orada geçirdim.

Ertesi gün tekrar yola çıktım. Kudüs’e yaklaştığım sırada, göl­gelik altında oturan bir kişi gör­düm ve selâm verdim. Selâmımı aldı ve; “Ey genç! Benim yanıma gel, sabahtan beri seni bekliyo­rum.1‘ dedi. Onun kötü niyetli bir kişi olacağını düşünerek yanına gitmekten çekindim. Bunu fark edince; “Yâ Ali! Hocan Ebû Beki bin Kavvâm yanıma gelerek, seni bana tavsiye etti.” dedi. Bunun üzerine onunla berâber evine git­tik. Birlikte yemek yedik. Nama/: vakti gelince; “Gel, Harem’de na­maz kılalım.” dedi. Mescid-i Ha­rem’de vakit namazlarını kılıp eve geri döndük. O zât sabaha kadar namaz kıldı.

Sonraki gün ben, îbrâhim a eylılsselâmın kabrini ziyâret onu» yanından ayrıldım. İbrâ a eyhisselâmın kabri şerifleri1 yaklaşırken, karşıma dört so*, gunou çıktı, onlardan korktum, anda yanımda beyaz elbiseli t ;işi belirdi ve; “Sen yoluna devâm eti* dedi. Onların arasından geçe­rek yoluma devâm ettim. Bana Hiçbir şey yapamadılar. İbrâhim aleyhisiselânıın kabrini ziyâret et- t m ve orada çok duâda bulun­um. ‘

Sonra hocamın yanına dön­düm. Denildi ki: “Evliya, seni hu- ûrıina getiren, ondan ayrı oldu­ğun zâman koruyan, ahlâkı ile se­pin ahlâkını, edebi ile senin ede- pin! guzelleştirendir.” Hocamın Ijıuzûruna girince, bana yolculu- urn boyunca, olanların hepsini anlattı ve; “O beyaz elbiseli zât olrr asaydı, soyguncular senin e|- 3isi3le»ini bile alacaklardı.” dedi, eri o beyaz elbiseli zâtın hocam İd jğuınu anladım.

Zekîyyüddîn Ebû Bekr bin zyyûb şöyle anlatır: “Moğollar îagdât’ı istilâ ettikleri zaman, amcairı ile Halep’teydik. Amcam, bıi Bekr bin Kavvâm’ın talebele- inderjıdi. Beni Bâlis’e, ibn-i Kav- vârn’ın yanına gönderdi ve; “Sen Ebû Bekr bin Kavvâm’ı hiç gör- medirjı, hem onu ziyâret et, hem Eiâğdât’taki akrabâlarımız ve

illerimiz ne hâldedir? Oğlum sevin ne hâldedir? diye sor.” di. Eîâlis’e varıp huzuruna girin- bana; “Sen, Ebû Bekr bin Ey- d musun?” deyince; “Evet!”

 

\ l’.SİLK

Ism/ııl tvıı Ebıi Haşan şo>lo ar*| ı.jiiıln hac.Cci fiıtmuK için vold çıu Ir‘ dışımız 7aman. önce MeKe’ye               topraklarına gir

ı’nrriıık Annpnı mp tvıhnm h.>-\^n V4|iı*l q„ . _          **

îa>

ii-.’ ^lunç hastalığım ol-î

1P *,Wert«’ur s»*”^ ..lıW8 ^,0 h,raz «a

duğu ıçm ^                          anne ve tabama yetişirim.”

l^pvaU^.Uvand^bır– Sonra u»™jı J     5r\n,

Öir

hetuien başka hizmetim görecek ^ ağlamaya başladım. Bu sırada; .¡^ y0Kıu. Û/untumden

•di> rn»e               tu r- .

vam-ın talebelerinden tlegi1 rnn,,fer> Eöu Bekr hjn Kgv Ben de. “Evet, onun taleheieMna* ‘ bir ses duvdum ne o ses: “Onu ve-sîlp ederek Aiıah ’ ;Jw,m Bunun üzeri” dorlı. Btîn de hocamı vesile edsrp.. ‘^d

an yardım iste.’

u

başladım. Vallahi daha duAmı ^ Halî bâlâya yalvarmaya h.ıaetlerinin yanı başımda oiduş, r,e‘^tım. İbnı Kavvâm ağlıyorsun’? Ağlanacak ne .-ar ıv,„’u&rQum 0ana. r hı/lı bir şekilde beni anne ve         elimden tutarak

irinna vardığımda, benim ıç.n ^”>ar,ınB ulaştırdı. Yan­daşımdan geçenleri bir bir anlar-,,, * r, g0ldLırT) 0n|

 

 

 

cevabını verdim. Sonra; “Seni amcan gönderdi. Bağdât’taki ak­rabalarının, oğlu Hüseyin’in ve mallarının durumunun ne olduğu­nu soruyor değil mi?” dedi. Ben, “Evet!” dedim. Bunun üzerine; “Akrabâlarından bâzılan esir düş­tü. Bâzıları sağ sâlim evlerinde. Bütün mallan kapının altındaki kuyuya gömüldüğü için, Moğollar mallarını gasb edememişler. Oğlu Hüseyin ise onlann elinde esirdir.” dedi. Bağdât’a gidip gitmeme

_akk\nda hiçbir şey söylemedi. ^ra bana; “Sen Şatîbeyt sara- tanır m,s,n?“ diye sorunca, *-vet tanırım. Fakat hiç içine gir­dim.’1 dedim. Bunun üzerine;

l,      u andaMoğollar o sarayın mai- talan ediyorlar.” dedi. Ben ‘6rnen târiv,, saati ve günü bir

yere not ettim.

Q„ ^aleP’te sevdiğim genç ve bit kadın vardı. Bir gün Unla tenhg yerde buluştuk; Be-

 

ni kendi nefsi için: istedi. Fakat reddettim. Bunun Özerine bana bir yüzük verdi. Elen de o yüzüğü parmağıma taktım^ Bunu Ailahü teâlâdan başka kiniş© bilmiyordu. Ebû Bekr bin Kavvâm’ın yanın­dan vedâlaşıp ayrılırken, elimi tut­tu. Sonra; “Bu yüzük kimindir?” diye suâl etti. Ben | kanamdan cevap veremedim. Bana; “Tövbe

et oğlum, tövbe et!” buyurc Ben de tövbe edip Halep’e var ca, o kadınla bir daha görüşn dim.

Bir süre sonra Bağdat’a’ tim. Akrabâlarımızın durumunij Ebû Bekr hazretlerinin söyle gibi olduğunu gördüm. Amc oğlu Moğolların elinde esir

 

 

 

* KRAMETÎ İNKÂR *

..

B>r gürı trbı l <j <■ twrT Ktfvvâm’ın butundugu yerde bir vefât etti. Cem ¿3 ia’iı&mda, a beldenin’lİeti gefehlen bulundu. Cerfâ/- j- \ * rliflrfcen, vâli, kâdı ve unSm bir ta oturdular. Bbû L > i I*[1]1 Kdyvârr) ve talebeleri bir terafe ı dular VâH_ve k. .ü ««’ivârdn kerametleri hafcfanda koni/ lor Evlıyânm keı > * K’n İçki, hakikat olmadığını söyleşi (mâm ise, sâttlı > ı F.rı se öldugu İçin, o konuda hiçbir söylemedi. Defiı- V mtıkton sonra, orada bulunanlar Bekr bin Kavvân ‘,r »> nıa gelip selâm verdiler. 0 da, ı ma dönüp; “Ya ıı> * ı Miın selâmına cevap vermem ” di. 0 da sebebim mm »i, ‘Çünkü sen. evliya hakkırda bt-tı reddetmedir »r 11’ ra mânı olmadın.” buyurdu Sc I*ad: ve ’.alının bı ıı iutf .■ yere gitti vo onlara; “Sız evliyi kerametlerini mı . k r r1 .¡ersini/? Sı/ın ayaklarınızın altı ne olduğunu biliye’ rufunuz?” dedi. Onlar, ne olduğunu dular. Ebû Bekr tu ı..<Vı.ım da, “Sızın ayaklanman altı bir mağara var. İç ı i ■ ,)iı kimse ı!e hanımı medfundur.-û şimdi kalkacak v< b-ıım le konuşacaktır. Bu kışı, bun hr *ene evvel bı. >üıielı nn meliki ıdı Kendisi, hanım birlikte bir sedirin ıns’r\t.n oturmaktadır” dedi Sonra ser ın gitmesine ı. >■« n ıedı ve orayı kazmalannı emr< Kakılan yerde her * /m I; n t Kavvâm’ın söylediği gibi otdt

Bu olaydan sc s, y ıı ve kâdı, evlıyânm kerametli inkar etmedi              ‘               J

 

Orada birisine, sarayın Moğoliar tarafından yağma edildiği günü ve saati sordum. O da; “Şu gün, şu saatte sarayı yağmaladılar.” dedi. Ben de not ettiğim gün ve saatlere baktım. Ebû Bekr bin Kavvâm’ın söylediği saat ve gün olduğunu gördüm.

İbrahim bin Ebû Tâlib Betâihî anlatır: Bir gün Ebû Bekr bin Kav- vâm’ı ziyâret etmek için yola çık­tım. Yolda bir kervana rastladım ve onlarla arkadaş oldum. Yol bo­yunca, içkiden ve içki meclislerin­den bahsettiler. Bâlis’e varıp Ebû Bekr bin Kavvâm’ın huzûruna gir- | dim. Beni görünce; “Hayırdır yâ [ Ibrâhim bu hâlin nedir?” dedi, j Ben de; “Benim hâlim nasıldır ! efendim?” dedim. O zaman; “Elinde içki ve âletleri var” deyin­ce, ben de; “Yolda gelirken bir kervandakiİerle yol arkadaşlığı yaptım. Onlar devamlı içkiden bahsetmişlerdi. Demek ki konuş­maları bana da tesir etmiş.” de­dim. Bunun üzerine Ebû Bekr bin Kavvâm; “Evlâdım, iyi kimselerle bulun. Kötü kimselerden elinden geldiği kadar uzak dur. Çünkü onlarla sohbet, dünyâ ve âhirette yüz karasıdır.” buyurdu.

İBN-İ MUHAYRIZ; Tâbiînden, meşhur hadîs âlimi ve veli. Kün­yesi Ebû Muhayrız el-Mekkî’dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 717 (H.99) senesinde vefat etti. Kudüs’te yaşamış olup, zamânın- da Şam âlimi olarak meşhur ol­muştur. Ebû Mahzûre’den, Saîd- ül-Hudrî’den, hazret-i Muâvi- ye’den, Ubâde bin Sâmit’ten, Ab­dullah bin Sa’dî’den ve daha bir­çok âlimlerden hadîs-i şerîf dinle­yip, rivâyet etmiştir. Rivâyetleri Kutüb-i-Sitte denilen meşhur ha­dîs kitaplarında yer almıştır.

Abdullah bin Muhayrız’dan; Abdülmelik bin Ebî Mahzûre, Ab- dülaziz bin Abdülmelik, Muham- med bin Yahyâ, Mekhül eş-Şâmî, Büsr bin Abdullah Hadramî, Hâlid bin Düreyk, Ebû Bekr bin Hafs ve diğer hadîs âlimleri hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Evzâî selef içinde onu beş meşhur âlimden biri saymış faziletini zik­retmiştir. Recâ bin Hayve, Medî- neliler İbn-i Ömer’in ilimdeki yük­sek derecesi ile iftihar ederlerdi. Biz de, Şam’da İbn-i Muhayrız ile iftihar ederdik demiştir.

İbn-i Muhayrız son derece sabırlı ve mütevâzî bir zât idi. O, kendisinin dîn-i İslâmî yaşamada­ki gayreti ve takvâsı için birşey verilmesini istemezdi. Tanındığı zaman oradan uzaklaşırdı. Bu hâli de Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıd- vân hâline tam uygun idi ki, onlar kendilerini tanıyıp Eshâb’dan ol­dukları için normal fiyatından çok tenzilât yapanlardan birşey satın

 

almazlardı. Ahmed bin Hanbel, İsmâil bin İbrâhim’den rivâyetle Recâ’ bin Ebû Seleme diyor ki: İbn-i Muhayrız elbise almak için bir manifaturacının dükkânına gir­di. Orada olan birisi manifaturacı­ya; “Sen bu zâtı tanıyor musun? Bu zât İbn-i Muhayrız’dır.” dedi. İbn-i Muhayrız hemen kalktı ve; “Biz paramızla bir şey almaya geldik, dînimizle değil.” diyerek j oradan aynldı.

Buyurdu ki: “İpek elbise giy­mek suretiyle haram işlemekten- se; vücûdumun her yerinin alaca (cilt hastalığı) olmasını daha çok severim.”

Hanımının dokuduğu elbise­leri giyerdi. Zamanındaki bâzı kimseler bunu uygun görmezlerdi. Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona: “Sen hem zâhidlik yapıyor­sun hem de bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum” de­di. Bunun üzerine İbn-i Muhaynz; “Nefsimi temize çıkarmaktan Alla- hü teâlâya sığınırım” dedi. Bun­dan sonra Mısır kumaşından ya­pılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye başladı.

Allah korkusundan beti benzi sararmış bir halde; “Ey Allah’ım, benzim senin korkundan sara­rıp solmuş ve rengini kaybet­miş bir hale gelecek şekilde korkmayı nasip etmeni istiyo­rum.” diye duâ eder ve ağlardı. İnsanların iki yüzlü olmasına, ne­fislerinin arzuları peşinden koş­malarına çok üzülür ve bu şekilde onların hâlini şöyle açıklardı: “Eğer sîzler iyi güzel şeyleriniz ol­duğu zaman insanlara gösteriş yapar, öğünür, onu parmağınızla gösterir ve beğenmiyecekleri bir şey olduğu zaman da gizlerseniz; Allahü teâlâ böyle olanları kıyâ- met günü Cehennem’e atar ve onu yalancı diye adlandınr.”

İbn-i Muhayrız dedi ki: Pey­gamberimizin Eshâbından Fudala; İbn-i Ubeyd ile görüştüm. Nasihat istedim: “Eğer bu üç haslet sen­de bulunursa Allahü teâlâ bu has­letlerle sana iyilikler ihsân eder, Bu üç haslet, bilmediğini öğren, dinlemesini bil, kendini ziyaret et­meyeni ziyâret et” buyurdu.

Anne babaya çok hürme edilmesini emir ve tavsiye buyur rur, onlara hürmetsizlik edilme-‘ istemezdi. “Kim anne ve baba« nın önünde yürürse, haklan riayet etmemiş olur. Ancak an ve babasının yolu üzerindeki ve cefâ veren bir şeyi almak iy öne geçmesinde bir mahzur yo!

; tur. Kim anne ve babasını ismîy* le veya lakabıyla çağırır» edebsizlik etmiş olur. Ancak bc bacığım, anneciğim diye söyl* mesi müstesnâdır.*

İbn-i Muhaynz vefât ettiğr man Recâ’ bin Hayve şöyle d: .T “Allahü teâlâya yemin ederirrı İbn-i Muhayrız’ın yaşamasını i lunduğu beldedeki insanlar i,” bir emân olarak sayıyordun! Çünkü Allahü teâlânın sevgili larının bulunduğu yere toplu ! gelmez. Bunu Allahü ta Kur’ân-ı kerîmde haber veri tedir.

 

İbn-i Muhayrız, insanların ah­de vefâ göstermelerini isterdi ki kendisi buna son derece dikkat ederdi. Mûsâ bin Ukbe diyor ki: İbn-i Muhayrız ile Remle’deki bir cenâzede berâber bulundum. Şöyle diyordu: “Anladım ki içle­rinden birisi vefât ettiği zaman müslümanlar: “Bizleri İslâm dîni üzere öldüren Allahü teâlâya hamd olsun“ derler. Sonra bunu unuturlar. Ne ölümü ne de bu söyledikleri sözlerini hatırlarına getirirler.” Buyurdu ki: “Mescidde üç kelâm hâriç her türlü kelâmı konuşmak câiz değildir. Bunlar; namaz kılanın kelâmı, zikredenin kelâmı, Allahü teâlânın dînini öğ­reten veya ondan birşey soranın kelâmı.”

Birçok zühd ve verâ sâhibi zât İbn-i Muhaynz hazretlerini gö­rünce kendilerini onun yanında çok küçük görürlerdi. Buyurdu ki: “Hayırlı şeyler gördüğünüz zaman Allahü teâlâya hamd ediniz. Bir münker gördüğünüz zaman he­men hiç vakit kaybetmeden Alla­hü teâlâdan bu belânın ümmet-i Muhammed’den kaldınlmasını is­teyiniz.”

Buyurdu ki: “Biz ameli ilim­den daha efdal görürüz. Fakat bugün ilme, amelden çok daha fazla ihtiyacımız var. (Çünkü ilim unutuldu).”

İbn-i Muhaynz yedi günde bir Kur’ân-ı kerîmi hatmederdi. İbn-i Muhayrız’da çok az kimselerde bulunan iki haslet vardı. Birincisi, bir yerde doğru olan ortaya çıkın­ca artık orada konuşmazdı. İkin­cisi ise yapmış olduğu iyilik ve ibâdetleri çok gizler kimseye belli etmezdi. İbn-i Muhayrız son dere­ce vefâ sahibi olup, dostlarını her işlerinde gözetir onlara yardım ederdi. O kökü Cennet’te olan cömertlik ağacına yapışmış, Alla­hü teâlânın beğendiği kadar çok cömertti.

1} Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.22 ‘

2)   Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.68

3)   Hilyet-ill-Evliyâ; c.5, s. 138

4)   Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.116

5)   İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s.198

İBN-İ NÜCEYD; Onuncu yüzyıl­da yaşamış büyük velîlerden. İsmi İsmâil bin Nüceyd bin Ahmed bin Yûsuf es-Sülemî. Künyesi Ebû Amr’dır. Ebû Abdurrahmân es- Sülemî’nin dedesidir. İbn-i Nü­ceyd diye meşhûr olmuştur. Do­ğum târihi belli değildir. Nişâbur- iudur. 976 (H.366) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.

Nişâbur’da doğup yaşayan Ebû Amr bin Nüceyd, küçük yaş­tan îtibâren âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerin­de bulundu. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini görüp feyz aldı ve sohbetlerinden istifâde etti. Ebû Osman el-Hîrî hazretlerine talebe olup, hizmet ve sohbetinde bu­lundu. Bir ara Ebû Osman el-HÎ- rf’nin sohbetlerinden uzaklaştı. Bu hâli kendisi şöyle anlattı:

İlk defâ Ebû Osman Hîrî’nin meclisinde tövbe ettim. Bir süre

 

sonra tekrar günâh işlemeye baş­layınca, sohbetlerini terk ettim. Bu zâtı ne zaman görsem, utan­cımdan kaçardım^ Fakat bir gün beni görünce; “Yavrucuğum, gü­nahsız ve temiz olduğun sürece düşmanlarınla oturma. Çünkü düşman şendeki kusuru görür ve bundan dolayı sevinir. Buna da sen üzülürsün. Günah,işlemen gerekiyorsa, gene bizim yanımıza gel, biz sana katlanırız. Böylece düşmanın istediği duruma düş­müş ve onu sevindirmiş olmaz­sın.” deyince, günah işlemekten vazgeçtim ve samîmî bir şekilde tövbe ettim.

Ebû Osman el-Hffî hazretleri­nin hizmet ve sohbetinde olgun­laşıp kemâle gelen İbn-i Nüceyd, yüksek haller ve kerâmetler sâhi- bi bir velî oldu. Pekçok hadîs-i şerîf ezberleyip rivâyet etti. Amel­lerinde sâdece Allahü teâlânın rı­zâsına kavuşmayı gâye edindi. Riyâdan ve gösterişten uzak, sâ­de bir hayat yaşamaya çalıştı.

İbn-i Nüceyd, Ebû Amr Züc- câcî’ye; “Farz namazlarda ilk tek­biri getirirken neden hâlin değişi­yor?” diye sordu. Züccâcî şöyle cevap verdi: “Bir farza stdk ve doğrulukla başlamamak husu­sunda korkuyorum. Bir kimse “Al- îahü ekber” (Allah en büyüktür) der de kalbinde O’ndan büyük bir şey bulunursa veya ömür boyun­ca O’ndan başka birinin yüceliğini ve büyüklüğünü kabûl ederse, kendini kendi diliyle yalanlamış olur.”

Ebû Osman el-Hîrî hazretleri­nin en son. vefât eden talebesi olan Ebû Amr bin Nüceyd soh­betleriyle insanlara islâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyâ ve âhirette saâdete, mutlu­luğa kavuşmaları için gayret etti. İnsanların hayırlı işler yapmasını ve iyi kimselerle beraber bulun­masını tavsiye etti.

Bu hususta buyurdu ki: “Alla­hü teâlâ bir kuluna hayır murâd ederse, ona sâlih ve ihtiyar zâtla­ra hizmet etmeyi, onların istedik­leri işleri yapmayı, hayır yollarına girmeyi ve bu hayırları görmeyi nasîb eder.”

“Kula lâzım olan şey, sünnete uygun olarak kulluğa yapışmak ve bu yolda yürümektir.”

“Faydasız ilim, sâhibine faydadan çok zarar verir.”

“Tasavvuf nedir?” diye soran birisine buyurdu ki: “Tasavvuf, Al­lahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta sabr etmektir.”

Nefsinin arzulanna muhalefet eden İbn-i Nüceyd hazretleri; “Bir kimsenin gözünde nefsinin değeri olursa, ona işlediği günâh basit gelir.”

“Bana nasîhat et.” diyen biri­sine; “İlim ile meşgûl ol. Bütün müslümanlara hürmet et. Günleri­ni boş geçirme. İnsanların arasın­da garib ol. İlim ve müslümanlara hürmet ile meşgûl olman, Allahü teâlânın emirlerinden sana bir hissedir.”

Çeşitli zamanlarındaki nasi­hatlerinde buyurdu ki:

“Kim bir şeyin ona faydalı ve­ya zararlı olduğunu bilmezse, ce- hâletini ortaya koyar.”

“Halkın karşısındaki îtibar ve mevkiini bir tarafa atıverenin, dünyâdan ve dünyâ ehlinden yüz çevirmesi gâyet kolay olur.”

“İnsanı terbiye etmek, ona ihsânda bulunmaktan daha ha­yırlıdır.”

“Emirleri hafif tutmak, o emri veren âmiri az tanımaktan ileri ge­lir. Eğer kul, emir veren, âmir olan Allahü teâlâyı tam hakkı ile tanır­sa, emirlerini hafif görmez.”

Âlimlere ve velîlere karşı çok saygı duyardı. Şah Şûcâ Kirmânî hakkında şöyle buyurdu:

Şah Şucâ Kirmânî’nin hatâ etmeyen keskin bir firaseti vardı. Şöyle derdi: “Harama bakmaktan gözü muhâfaza edenin, kendini nefsânî arzulara kapılmaktan ko­ruyanın devamlı murâkabe ile bâ­tınını, kalbini sünnete tâbi olarak zâhirini îmâr edenin ve helâl lok­ma yemeyi alışkanlık hâline geti­renin fırâseti şaşmaz. Firâseti tam isâbet kaydeder.”

İbn-i Nüceyd hazretleri ince bir düşünce tarzına sahipti. Nak­lederler ki: Ebû Kâsım Nasrâbâdî onunla birlikte Semâ meclisin- deydi. Ebû Kâsım Nasrâbâdî’ye; “Bu Semâı neye göre dinliyor­sun?” diye sordu. Ebû Kâsım;

“Oturup gıybet yapmaktan ve bu­nu dinlemektense semâ dinlemek daha iyidir.” cevabını verdi. Bu­nun üzerine İbn-i Nüceyd hazret­leri; “Semâ esnâsında yapmama gücüne sâhib olduğun bir hareket senden sâdır olsa, yüz yı! gıybet etmek ondan iyidir.” buyurarak semânın uygun olmadığını bildir­di.

Allahü teâlâdan, O’nun rızâ­sından başka bir şey istemeyece­ğim diye söz vermiş ve ahdine kırk yıl sâdık kalmıştı. Evli bir kızı vardı. Bu kızı hastalanmıştı. Dok­torlar tedâvisinden âciz kalmışlar­dı. Bir gece dâmâdı hanımına; “Şendeki bu derdin devâsı ba­bandadır.” dedi. Hanımı; “Nasıl?” diye sordu. “Baban kırk yıldır Al­lahü teâlâya rızâsından başka bir şey istemeyeceğine dâir söz ver- * miştir. Şâyet ahdini bozup duâ edecek olursa, Hak teâlâ sana şi­fâ verir.” dedi. Kadın gece yarısı babasının yolunu tuttu.

İbn-i Nüceyd hazretleri gece Vakti kızını görünce; “Yavrum! Bu vakitte senin buraya gelmene se­bep nedir?“ dedi. Kızı; “Senin gibi bir babam var. Allah’ın dînindeki hüznün faziletini senden dinleye­yim diye geldim. Ayrıca yaşamak ve Allahü teâlâyı zikretmek istiyo­rum. Hak teâlânın hastalığıma şi­fâ vermesi için duâ etmeni arzû ediyorum.” dedi. İbn-i Nüceyd hazretleri; “Ahdi bozmak câiz de­ğildir. Sen eğer bugün ölmezsen, yann öleceksin. Ölecek olanın öl­mesi iyidir. Babasının ciğerpâresi

 

buradan uzaklaş, beni günaha sokma. Şâyet senin için ahdimi bozarsam, sen iyi bir evlâd ol­mazsın.” dedi. Kızı; “O halde ve- dâlaşalım, zîrâ bana öyle geliyor ki, ecelim yakındır. Bu hastalıktan kurtulamayacağım.” dedi. İbn-i Nüceyd buyurdu ki: “Gelir cenâze namazını kılarım.” Bunun üzerine kızı babasına vedâ edip ayrıldı. Evine varıncaya kadar hastalığı iyileşip sıhhatine kavuştu. Hattâ babasının vefâtından sonra kırk sene daha yaşadı.

Ömrünü İslâmiyeti öğrenmek ve insanlara anlatmakla geçiren İbn-i Nüceyd hazretleri, hac vazi­fesini yerine getirmek üzere gittiği Mekke-i mükerremede 976 (H.366) senesinde vefât etti. Ora­da defnedildi.

1)  Tezkiretü’l-Evliyâ; c.2, s.220

2)   Risâle-i Kuşeyrî; s.171

3)  Tabakâtü’s-Sûfiyye; s.454

4)  Tabakâtü’l-Kübrâ; c.1, s.120

5)   Şezerâtü’z-Zeheb; c.2, s.245

6)   Hilyetü’l-Evliyâ; c.10, s.379

7)  Nefehâtü’l-Üns; s.269

8)  Sefînetü’l-Evliyâ; s.154

9)  Tabakâtü’i-Evliyâ; s.107

10)    İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.191

İBN-İ SEMMÂK; Evliyânın bü­yüklerinden. İsmi Muhammed bin Sabih, künyesi Ebü’l-Abbâs’tır. İbn-i Semmâk lakabı ile meşhur oldu. Kûfelidir. Doğum târihi bilin­memektedir. 799 (H.183) senesi Kûfe’de vefât etti.

İbn-i Semmâk, zami de gelen âlimlerinden edeb öğrendi. Hişam Wn A’möş ve başkalarındart1 dinledi ve bu ilimde müt: oldu. Ahmed bin Hanbel h ri kendisinden hadîs rivây bulundu. Ma’rûf-u Kerhî ‘ talebelerinin önde geleni» dir.

İbn-i Semmâk hazretl ara Bağdât’a gelip Halîfe Reşîd ile görüştü ve ona n’ larda bulundu. Bir gün; “Er­minlerin emîri! Senin Allahü nın huzurunda bir yerin v’ Ancak jlâhî huzurda duruşu; tikten sonra Cennet’e vey* hennem’e gideceksin. Aca! nin yerin hangisi olacak?” I du. Hârûn Reşîd bu sözleri yunca kendini tutamayıp ağ! ya başladı.

İbn-i Semmâk hazretleri rünü Kûfe’de geçirdi. Hikr söz ve nasihatleriyle meşhur du.

İbn-i Semmâk, bildikler öğrendiklerini yerine getiren lah’ın sevgili bir kuluydu. Bir zında; “İçinizde Allahü teâlâyı ‘ tırlatan fakat kendileri unu* pekçok kimseler vardır. Yine ö* leri vardır ki, Allahü teâlânın sak, haram kıldığı şeylere ka cüretkâr olup, haram işledikl halde, başkalarını Allahü teâlâ yaklaştırmaya çalışırlar. Yine s den öyleleri vardır ki, kendileri lahü teâlâdan kaçtıktan halde, sanları Hakk’a çağırırlar.” diye

 

ALLAHI’ TKÂLÂ MKTH KlUYOR

İDn-ı Semm.ık hazretleri bir .îm Harun Reşirt'”^ bulundu gu bir meclise geldi. Eshâtw kiramı idleyhımiırndvan) ve haz- rot ı Ebu Bekr. Ömer ve Osman’ı (radıyallahü anhûmi şu söz­lerle rnedh etti: “Allahü teâiaya harr.d olsun. ResûlullaM efendimize salât ve stslam olsun. Sonradan gelenlctden. yâ­nı Eshât>> kiramdan olma>anldi(ian bin tâne^ı, Eshab-i kı mımlan en aşağıda olanın deıecesine yakldşamaz. Onlar Al- hhü tiiâlânın a/âbından emin oldular. Babalarımız ve dede lerımı/ de îmân edip, kılıç korkusundan emin oldular. Yâ Llj.ı Bekr! Sen Allahü teâlâya kulluk ve itaatte oyle bir dere­ceye ulaştın kı, Allahu teâlâ Kıır’ân-ı kerîmde sem medhu &f;na edı>or. Ya Ömer! Sen bir hafife, emir değil, müsluman Idrın bdbasısın. Yâ Osman! Sen ına/ICımsun ve günahsız olarak şehıd edilip defnedildin. Sen olgunluk vaşında idin. Anu küçük b:r çocuk gım ıgüridhsızj vefat ettin.” buyurdu.

 

 

 

ilmiyle âmil olmayan, bildikleriyle amel etmeyen ve gaflet içinde ka- lanlann hâlini dile getirdi.

İbn-i Semmâk hazretleri za- mânın ileri gelen devlet adamları­na nasihat eder, mektuplar gön­derirdi. Muhammed bin Haşan, Rukbe’ye vâli tâyin edilmişti. Ona yazdığı mektupta: “Her hâlinde takvâ üzere ol-, haramlardan sa­kın, Allahü teâlânın nimetlerine şükret ve O’ndan kork. Nimete şükretmek; günâh işlememekle olur. Muhakkak her nimette bir delil, hüccet ve mesûliyet vardır. Hüccet, delil, o nimetin Allahü te­âlâ tarafından verilmiş olmasıdır. Mesuliyetine gelince; o, nimet ol­duğu halde günah işlememektir. Allahü teâlâ sana afiyet versin. İş­lediğin günahları ve yaptığın

kusurları affetsin.” buyurdu.

Muhammed bin el-Yemân anlatır: Bağdâtlı arkadaşlarımdan birisi, İbn-i Semmâk hazretlerine mektup yazıp, dünyâyı kendisine anlatmasını istedi. Cevabında; “Allahü teâlâ dünyâyı şehvetlerle ve âfetlerle doldurdu, helalleri güçlüklerle, haramlan da mesûli- yetlerle birleştirdi. Helâller için hesâba çekeceğini, haramlar için azâb edeceğini bildirdi. Vesse- fâm.” yazarak gönderdi.

Söylenilen Söze çok dikkat edilmesini herkese söylerdi ve “Sen, duyduğunu, başkalarına söyleyenden daha çok, gizler gö­rünenden kork. Çünkü böyle kim­seye, insanlar yalan yakıştıramaz­lar daha çok inanırlar. Sizden biri­

 

n’ız bâzan kendisine itimâd eden birine bir söz söyler, o da onu ya­yar, bu yüzden ülkeler harâb olur.” buyurarak gıybet edilme­mesini ve az konuşmayı, sırrını hiç kimseye söylememeyi tavsiye ederdi.

“Akıllı kimselerin arzusu, dü­şüncesi, Cehennem’den kurtul­mak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu, oyun ve eğlencedir.” ve “ölüm meleği yastığının dibinde durduğu halde uyuyup gaflete dalan kimseye çok şaşılır.” sözleriyle âhireti unu­tup gaflette olan insanlara duydu­ğu hayreti bildirmiştir. Her şeyden evvel farzları yapıp haramlardan

KIR K \KI> \K SI

liın-ı Semmâk, Ahhası halîfelerinden birinin huzû- runn girdi. Hjiıft- hu sırada bu ¡çıyrvdu H.ılıft\ Ibn-ı Sı-mır.âk’a: “Bana n.ı^fhcit et.” dedi. İbn-i Semmâk; “Susuzluktan ölecek bir halde olsan ve seni ölüm­den kurtaracak suyu bütün servetin karşılığında vere­cek nls-ılrr no vjprjıdm?” diye sordu. Halîfe: “Bütün servetimi verir suyu alır­dım.” deyince İbn-i Sem­mâk; ”0 halde, bir bardak su kadar kıymeti olan ser­vetinle niçin öğünüp duru­yorsun?” dedi.

ve şüpheli şeylerden sakın söyler, nâfilelerle uğraşılacak man olmadığını bildirir; ”Za. din bilgilerini alıp, faydasız şe. terk etmek, akıl sâhiplerinin dir.” buyururdu.

“Allahü teâlâ dünyâyı lez lerle ve âfetlerle doldurdu. H teri güçlüklerle, haramlan da I sûliyetlerle berâber kıldı.“ Yi, “İnsanlar üç kısımdır: Birinci günahkârlar sınıfi olup, günah na tövbe edip bir daha günah dönmek istemeyenlerdir. Bu “ iyidir. Makbuldür. İkincileri, gC; işlerler, sonra tekrar tekrar gür işlerler, sonra üzülürler, sonra günah işlerler, sonra da ağl Bunların kurtulması umulur. F helâk da olabilirler. Üçüncül günah işlerlerken pişman ol lar, pişman olurlar üzülmezi# yine günah işlerler ağlarrr Bunlar Cennet yolundan Ceh nem yoluna sapmış olanlar buyurdu.

Yine; “İnsan günahlar ~ sakındığı kadar, Allahü teâ tanır.” buyurarak Allahü te; tanıyan kimsenin günah işle yeceğini bildirmiştir.

Ömründe hiç evlehm Kendisine; “Niçin evlenmiy nuz?” diye sorduklarında; * bir şeytanla başa çıkamıyo İki şeytanla nasıl baş edebiliı buyurdu. “Nasıl?” dedikler “Benim bir şeytanım var. Evi ce bir de evlendiğim kadının tanı buna eklenecek. Ben t şeytanla nasıl baş ederim?” yurdu.

 

Bir gün kendisine amelsiz ilimden sordular, O; “Amelsiz ilim peşinde koşanın misâli şeytandır. Kendisini makam, mevki arzusu­na kaptıranın misâlî Firavun’dur. Yâni makam korkusundan îmân etmemiştir.” sözleriyle amelsiz ilim sâhiplerini ve makam, mevki peşinde koşanların hâlini haber verdi.

Riyâkar kimse hakkında da; “İlim ve amel sahibi olduğu halde riyâkâr olan kimse, içinde gizledi­ğini (riyâyı) insanlara bildirseydi elbette insanlar ondan yüz çevirir ve akılsız olduğuna hükmederler­di.[2]‘ buyurdu.

Muhammed bin Semmâk ya­şayışı ve hikmetli sözleriyle, bin­lerce insanın Allahü teâlânın râzı olduğu yola kavuşmasına sebeb oldu. Hıristiyan bir genç iken, İbn- i Semmâk’tan işittiği sözlerden kalbinde îmân nûru parlayan Mâ- rûf-i Kerhî’yi, imâm-ı Ali Rızâ’ya götüren ve orada îmân etmesine sebeb olan İbn-i Semmâk hazret­leridir.

Allahü teâlâya itâat edenleri çok severdi. Bu sebeple vefâtın- dan az önce; “Yâ Rabbî! Âsî ol­duğum zamanlarda bile sana itâ­at edenleri sevdiğimi bilirsin. Be­nim itâatkâr kullarına olan bu sev­gimi Isyân ve günahlanma keffâ- ret say.” buyurdu.

4)   Risâle-i Kuşeyrî; s.71

5)   Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.303

6)  Târih-i Bağdâd; c.5, s.365

7)   İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.219

İBN-İ ÜSTÂD-ÜL-A’ZAM;

Yemen’in meşhur velîlerinden. İs­mi Abdullah bin Alevî ibni Üstad- ül-A’zam olup seyyiddir. 1240 (H.638) senesinde doğdu. 1330 (H.731)’da vefât etti.

Babasından ve dedesi Üstaz- ül-A’zam’dan ilim, edep ve İslâm ahlâkını öğrendi. Ayrıca zamânı- nın meşhur âlimlerinden de ilim tahsil etti. Fıkıh ilmini Ahmed bin Abdurrahmân bin Alevî’den, Şeyh-i kebîr Abdullah bin İbrahim Bakşîr’den öğrendi. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini bilhassa babasından ve zamanının seçkin âlimlerinden olan dedesinden gördü. Bu ilimlerde iyice yetişip icâzet aldı. İlimde yüksek derece­lere ulaştı. Tasavvufta da kemâle erip faziletli bir zât oldu. İlim ve fazîlette zamânının en meşhur âli­miydi. Bulunduğu memleketin her yerinde tanındı.

Daha sonra Terîm’den Ye- men’e gidip Ehûr şehrinde Amr bin Meymün’dan da ilim öğrendi. Buradan hacca gitti. Medine’ye gidip Peygamber efendimizin tür­besini ziyâret etti. Bir sene Medi­ne’de kaldıktan sonra, Mekke’ye gidip sekiz sene kaldı. İlmî mütâ­lâalar ile ve ilim öğretmekle meş­gul oldu. Mekke ve Medine’de çok tanınıp sevildiğinden, kendi-

 

TÖVBEYE SAÖİKAT

Abdullah bin Alevî hazretleri, bir zaman Mekke-i mûkerre- mede şarab içen bir kimseyle karşılaştı. Böyle mübârek bir yerde, böyle çirkin bir günâhın işlenrrjesini hoş karşılamadı.

0          kimse, Abdullah bin Alevî hazretlerinle:

“Ben terzilik yapıyorum. Şarap içmeye öyle alışmışım ki, onu içmesem sanatımı, işimi yürütemiyorum. İçmezsem, ça­lışamıyorum. Her ne kadar bırakmak istesem de, bırakamıyo­rum. Bunu bırakırsam, işimi devâm ettiremem.” dedi. Abdul­

lah hazretleri; “Şayet Allahü teâlâ

mesleğini devâm ettirmeni nasîb etlerse, içki içmeye tekrar

 

 

 

 

dönmeyeceğine dâir bana söz ver!” deyince, Abdullah hazretleri, Allahü t seye tövbe etmeyi nasîb etmesi ve için yalvardı. O kimse içkiyi terk etti iedi. O kimse de “Peki!” bâlâya duâ edip, bu kim- tovbesini kabûl etmesi İşini, içkisiz de yapabil­

 

 

 

Abdullah bin Alevî hazretlerinin del bir sadâkat gösterdi ki; sâlihlerden hâdiseden bir müddet sonra, Abdul bir münâdînin, bu kimsenin ismini söyleyerek; “Filân kimse için, filân yerde bir kabir kazınız! Kirr dnün cenâze namazın­da bulunursa, Allahü teâlâ onu magfret eder.” diye nidâ etti­ğini gördü. Uyandığında, hemen o kirişlenin hâlini sordu. Ve- fât ettiğini bildirdiler. Bildiriİen yere kabri kazıldı. Abdullah bin Alevî cenâze namazını kıldırdı. Org ya defnettiler.

 

 

 

 

sine İmâm-ül-Harameyn lakabı verildi. Çok zekî ve münâzara kâ- biliyeti yüksekti. Çok ibâdet eder, devamlı oruç tutar ve az uyurdu. Mekke’deyken âdeti şöyleydi: Sabah namazı vaktinde sükûnet ve vakar içinde Mescid-i harâma gider, Kâbe yanında sabah nama­zını kılardı. Namazdan sonra kuş­luk vaktine kadar Kur’ân-ı kerîm okurdu. Sonra kuşluk namazını kılardı. Yatsı namazı vaktine ka­dar M îscid-i Harâmda kalır, yatsı nama;:;nı da kılıp ayrılırdı. Mek­ke’de bulunduğu sırada, Hacira- mevt’iıı ileri gelenleri bir mektup

k£»fdeşi Ali bin Alevî ile ye gönderdiler. Kendisine yaçları olduğunu, ilminden

UYUMA!

Bulunduğu beldenin tüccarlarından biri şöyle anlatır: 6lis şehrinden Hama şehrine gitmek için yola çıktık. Bize *un tehlikeli olduğunu söylediler. Bunun üzerine Ebû Bekr ı Kavvâm hazretlerine gittik. Ona; “Efendim, Hama şehri* gideceğiz. Fakat yolun tehlikeli olduğu söylendi. Bizi yal– bırakmayıp, duâ etmenizi diliyoruz;” deyince, Ebû Bekr Kavvâm; “İnşâallah” buyurdu. Biz yola çıktık. Ben hay­rı üzerindeydim. Hama’ya yaklaştığımız sırada beni uyku stırdı. Tam uyuyacağım sırada yanımdaki zât elini omuzu- a koyup; “Biz uyumadık ve sizi koruduk. Şimdi sen de uyu- e!B buyurdu. Ben gözlerimi açınca, konuşan zâtın Ebû kr bin Kavvâm olduğunu gördüm. Sonra bana selâm verdi berâber yola devâm ettik. Hama’ya girdiğimizde yanımız­ın ayrıldı.”



[1]    El-A’lâm; c.2, s.68

[2]    Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, s.203

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir