imâm-ı a’zam ebû hanîfe; Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyanın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ’dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A’zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe’de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe’de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Kabri Bağdat’ta olup, ziyâret yeridir. Aslen İran’ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin dedesi Zû- tâ Müslüman olup, Hazreti Ali’ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de Hazreti Ali ile görüşüp sohbetinde bulundu. Hazreti Ali Sâbit’e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.
Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A’zam’ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe’de geçti. Ailesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü’t-Tufeyl Âmir bin Vâ- sile’yi (radıyallahü an- hüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi. Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasını şöyle anlattı: “Küçük yaşlarda babamla be- râber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât şöyle diyordu: “Resû- lullah’tan sallallahü aleyhi ve sellem işittim, buyurdu ki: “Kardeşinin başına gelen bir musîbetten
bağdat evliyaları 143
imâm-ı a’zam ebû Hanîfe
dolayı sevinme! Allahü teâlânın ona âfiyet verip, seni o musibete mübtelâ kılması mümkündür” Ben; “Bu zât kimdir?” diye sordum. “Resûlul- lah’ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik’tir” diye cevap verdiler.” İmâm-ı A’zam Ebû Ha- nîfe’nin doğup büyüdüğü Küfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerin- dendi. Kûfe’de pek çok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe’yi kendilerine merkez seçmişlerdi. îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe’de yaşıyorlardı. Es- hâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îti- kâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbi- în’in büyükleri de Kûfe’de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gi
bi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsiline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa’bî’nin yanından geçiyordu. Şa’bî hazretleri onu yanına çağırıp; “Nereye devâm ediyorsun?” diye sordu. O da; “Çarşıya, pazara devâm ediyorum” dedi.Şa’bî hazretleri; “Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?” buyurdu. İmâm-ı A’zam; “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum” dedi. Şa’bî hazretleri sözlerine devâm ederek; “İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum” buyurdu. Şa’bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A’zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe’deki âlimlerin ders halkalarına de
vâm etmeye başladı. Şa’bî’nin ilim meclisine devâm edip keiâm ilmi (îman ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsile başladı. Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O’na dâimâ ham- dolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet
etmek de fıkhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim… İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir.” İmâm-ı A’zam, fıkıh ilmini öğrendiği hocası Hammâd bin Ebî Süley- mân’ın derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediği ni görürdü ve; “Benim yanımda ders halkasının başına Nu’mân’dan başka kimse oturmayacak buyururdu. İmâm-ı A’zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îti- kâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra’ya da de- fâlarca gidip, Dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı. İmâm-ı A’zam’ın Hammâd bin Ebî Süley- mân’dan ilim tahsil ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans’ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir Dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olma
dığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyet’i tam olarak bilmeyen bâzı Müslümanlar onun hîle- lerine aldanıp İslâmiyet’ten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A’zam hazretlerinin hocası, Dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâ- sında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü. Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd’ın rah- metullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân Müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan Dehrî’den ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek Dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; “Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu Dehrî’- dir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o Dehrî’nin hile ve tuzaklarına kapılan Müs- lümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim” dedi.
Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A’zam’ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A’zam; “Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim” dedi. Dehrî, İmâm’ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: “Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?” İmâm-ı A’zam şöyle cevap verdi: “Sayıları bilir misin?” Dehrî; “Evet” deyince, İmâm-ı A’zam; “Birden önce hangi sayı vardır?” dedi. Dehrî; “Birden önce bir şey yoktur” dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam buyurdu ki: “Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?” Bu söz üzerine Dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: “Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur?” Ebû Hanîfe; “Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?” diye
sordu. Dehrî; “Mumun ışığı her tarafta aynıdır” dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam; “Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?” buyurdu. Dehrî cevap veremedi. Dehrî yine dedi ki: “Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O’nun yeri neresidir?” İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; “Bu sütte yağ var mıdır?” buyurdu. Dehrî; “Evet vardır” dedi. Ebû Hanîfe; “Yağ bu sütün neresindedir?” diye sorunca, Dehrî; “Hiçbir yerine mahsûs değildir?” dedi. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri; “Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?” buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi. Dehrî son olarak; “Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?” diye sordu. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: “Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir ke- recik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim” dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; “Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbi- hi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten
kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O’nun işi bu- dur” buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan Dehrî, İmâm-ı A’zam’a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri, Hammâd bin Ebî Süleymân’ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: “Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim” Hocası Hammâd’ın dersine de vâm ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tâbiîn- den olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâ- yeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. İmâm-ı A’zam’ın hocalarından en meşhûru, fıkıh ilminde hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân’dır. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe’de ders aldığı hocalarından bâzıları şunlardır: Âmir bin Şerâhil eş- Şa’bî, Süleymân bin Mih- rân el-A’meş, Ebû İshak es-Sebîî, Hâkim bin Utey- be, Mansûr bin Mu’temir et-Teymî Küfe dışında diğer ilim merkezlerine de giden İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri bâzan bir sene süren seyâhatlerinde Mekke ve Medîne’ye gitti. Bu beldelerin meşhûr âlimleriyle görüşüp onlardan ilim öğrendi. Elli beş defâ hac yaptı.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Küfe dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği hocalarından bâzıları da şu zâtlardır: Tâbiîn büyüklerinden Amr bin Dînâr el-Cümahî, Ebû Zübeyr Muhammed, İbn-i Şihâb ez-Zührî, Hazreti Ebû Bekr’in torunu Kâsım bin Muhammed, Medîne’nin meşhûr âlimlerinden Hişâm bin Urve ve Yahyâ bin Saîd el-En- sârî, Basra’daki en meşhûr âlimlerden Eyyûb bin Keysân es-Sahtiyânî, Ka- tâde bin Diâme, Bekr bin Abdullah Müzenî. Ayrıca Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunlarından Zeyd bin Ali’den ve Muhammed Bâkır’dan da ilim ve mârifet öğrenen İmâm-ı A’zam’a, Muhammed Bâkır hazretleri buyurdu ki: “Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanla rın kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak.” Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Abbâs’ın ilmini Mekke fa- kîhi Atâ bin Ebî Rebâh ve İkrime’den, Hazreti Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in âzâdlısı Nâfî’den öğrendi. Böylece, Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Mes’ûd ve Hazreti Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi. İlimde hiç kimseye nasîb olmayan yüksek bir dereceye ulaştı. Tasavvuf ilmini de Sil- sile-i aliyye denilen evliyanın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık’tan öğrendi. Onunla sohbet edip feyiz alarak tasavvufta yüksek makâma ulaştı. Zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının en büyük âlimi olan İmâm-ı A’zam
bir gün Halîfe Mansûr’un yanına girdi. Orada bulunan îsâ bin Mûsâ, Man- sûr’a; “Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır” dedi. Halîfe Mansûr; “Ey Nûmân, bu ilmi kimden aldın?” diye sorunca; “Hazreti Ömer’den ilim alanlar vâsıtasıyla Hazreti Ömer’den, Hazreti Ali’den ilim alanlar vâsıtasıyla Hazreti Ali’den, Abdullah bin Mes’ûd’dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes’ûd’dan aldım” cevâbını verdi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr; “Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın” dedi. İmâm-ı A’zam başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere, dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp, zamânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimlerüstün kimseler hattâ Hı- ristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür. İmâm-ı A’zam’ın hocası Hammâd bin Ebî Sü- leymân vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri den ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir. İmâm-ı A’zam Ebû Ha- nîfe’nin başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr olan Yâ- kûb bin İbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Haşan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Abdullah bin Mübârek, Veki’ bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyâs, Yahyâ bin Zekeriy- yâ, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyet bin Yezid el- Advî, Kâsım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir. İmâm-ı A’zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı.
Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Birdefâ- sında onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için bir ilim heyeti Kû- fe’ye gelmişti. Aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu bu heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmıştır. İmâm-ı A’zam talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz” buyururdu. Gerek ilim meclisine gerek sohbetlerine uzaktan yakından gelen pek çok kimse ondan ilim ve mârifet tahsil ettiler. Sohbetleri sırasında insanların müşküllerini cevaplandırdığı gibi gönüllerinigelenleri, onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A’zam’ın olduğunu görerek, ısrârla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî Süley- mân’ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeğe başladı. İmâm-ı A’zam, hocası Hammâd’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün te- vâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların karşılaştıkları zorluklara çare bulan tek mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, İran, Hind,
Yemen ve Arabistan’ın her tarafından gruplar hâlinde gelen talebeler, fet- vâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu. İmâm-ı A’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Her gün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fet- vâ verirdi. Öğleden önce kaylüle yapıp, bir miktâr uyuyup, öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele açık olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yenferahlatan nasihatlerde bulundu. Bir sohbeti sırasında, mü’minleri sevmekle ilgili olarak buyurdu ki: “Allah bize, insanların mü’min olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.” Talebelerinin önde gelenlerinden İmâm-ı Ebû Yûsuf’a şu vasiyette bulundu: “Ey Yâkûb (Ebû Yûsuf)! Sultana saygı göster. Makam ve mevkiine hürmet et. İlmî bir mesele için seni çağırmadığı zaman yanına gitmekten kaçın. Çünkü ona gidip gelmeyi çoğaltırsan, îti- bâr etmez olur. Sultanın dostları ve tarafları ile buluşma. Etrafındakilerden uzaklaşırsan, şerefin ve merteben
yerinde kalır. Halk önünde konuşma, yalnız sorduklarına cevap ver. Halk ve tüccar arasında da dînî ve zarurî bilgiye âid olmayan sözlerden kaçın. Zîrâ onlar, kötü zanda bulunabilirler ve yaklaşmanı kendilerinden rüşvet almana atfederler. Hanımının yanında yabancı kadınlardan konuşma. Sen başka kadınlardan bahsedince, o da kendinde yabancı erkeklerden söz etmek hakkını bulur. Her halde Allahü teâlâdan kork, kötülüklerden korun. Emânetlere riâyet et. Küçük-büyük, zengin- fakir herkese iyilik ve na- sîhatta bulun. Hiç kimseyi küçük görme. Vakarlı ol ve herkese değer ver. Zi- yâretine gelenleri iyi karşıla. Meselelerine cevap ver. Eğer o, meselenin ehli ise ilim ile meşgûl olur, değilse sana muhabbet ve sevgi besler.Hoca ve üstâdlarına hürmet et, onlara dil uzatma. İnsanlardan dâimâ çekin. Allah için gizli hâlinde ne isen, açık durumda da öyle ol. Çok gülme. Zîrâ çok gülmek kalbini öldürür. Vakarlı bir şekilde yürü. Acele acele ve salına salına yürüme, işlerinde aceleci olma. Konuşurken yüksek konuşma, bağırıp çağırma. Dâimâ kendin için sükûn ve sükûtu tercih et.
Nefsini her zaman murâkabe edip gözet ve kontrol et. Ölümü hatırından çıkarma. Hocaların ve kendisinden ilim aldığın zâtlar için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dile. Kur’ân-ı kerîm okumaya devâm et. Kabirleri, büyük zâtları ve mübârek yerleri çokça ziyâret et. Hayvânî zevklerine ve nefsinin arzûlarına düşkün kimselerle düşüp kalkma. Yalnız dîne dâvet yolunda böyleleriyle birlikte bulunmakta bir mahzur yoktur. Oyun ve eğlence yerleri ile söğülüp sayılan yerlere gitme. Ezan okununca câ- miye gitmeye hazırlan. Seninle bir hususta is- tişâre etmek, danışmak isteyen kimseyi dinle. Seni Allahü teâlâya yaklaştıracağını bildiğin şeyleri ona söyle. Bu tavsiyemi de kabûl eyle. Çünkü bundan dünyâ ve âhirette istifâde edeceksin. Cimrilikten sakın. Zîrâ herkes cimrilere buğze- der. Onları sevmez. Aç gözlülük ve yalancılıktan sakın. Güzel huylu ol. İnsanları incitmekten kaçın. Her zaman her yerde temiz elbise giy. Dünyâya rağbeti ve hırsını azaltarak nefsini temizle. Dünyâ sevgisini içinden at. Kalbin temiz olsun. Yolda giderken sağa sola bakma. Dâimâ önüne bakarak yürü. Münâzara âdâbını bilmeyen ve id- diâlarını delilleriyle isbât
edemeyen kimselerle söze girişmekten kaçın. Mevki ve makam peşinde koşan, halk arasındaki meselelere dalan ve bu sûretle kendilerine şöhret ve menfaat sağlamak isteyenlerin sözlerine ve aralarına karışma. Çünkü onlar bu hususta seni haklı bilseler de, sözlerine önem vermezler. Şarlatanlıkları ile seni susturmak ve utandırmak isterler. Bir cemâat içinde bulunduğun zaman seni saygı ile öne geçirmedikçe kendiliğinden ileri safa geçme. Aynı şekilde mu- âmele görmeden de mih- râba geçip imâm olma. Zâlim sultan ve âmirlerin yanında bulunma. Belki onlar yanında, doğru ve helâl olmayan bir iş yaparlar da onları men edemezsin. Senin sustuğunu gören insanlar onların söz ve hareketlerinden o işin hak ve doğru olduğunu sanırlarİlim meclislerinde hiddet ve şiddet göstermekten sakın. Beni de hayırlı duâdan unutma. Bu nasî- hatımı kabûl et. Onu ancak sana, senin ve bütün Müslümanların iyiliği için yapıyorum.” Talebesi Yûsuf bin Hâ- lid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip, Basra’ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun, ilim sâ- hiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâ- sıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Sultanı küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme. Sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kur
ma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme!.. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin aksini iddiâ ederlerse onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısminindir, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler…Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret. Bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bâzan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, mü- sâmaha göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri gibi davran.” Haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri helal lokma husûsunda buyurdu ki: “Dînin alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider, azâba yakalanır ve çok pişman olur.”İmâm-ı A’zam’ın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamânına isâ- bet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi. Emevî Devleti’nin son bulup, Abbâsî Devleti’nin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhid oldu. Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A’zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti, diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan sapık ve bozuk fırkalarda olanlarla mücâdele etti. Bu fırkaların herbiri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A’zam’a devlet idâresinde bir vazife vermek istedi ve bu hususta zorladı. Fakat İmâm-ı A’zam bâzı sebeplerden dolayı kabûl edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, 747 (H.130) yılında Mekke’ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke’de de talebelere ders ve fetvâ vererek İlmî mütâlaalar yaptı. Ab- bâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe’ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri, o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayıldılar. Müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yaptılar. Böylece Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete kavuşturdular. Bu
hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler. Emevîler devrinde bâzı baskı ve işkenceler gören İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri, Abbâsîler devrinin ilk zamanlarında ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devâm etti. Abbâsî Devleti içinde de karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A’zam hazretleri bu karışıklıklara rağmen ders verme işini devâm ettirdi. 762 (H.145) senesinde meydana gelen hâdiselerden sonra Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansûr onu Kûfe’den Bağdat’a getirtti. “Mansûr haklı olarak halîfedir, diye herkese bildir” dedi. Buna karşılık temyiz mahkemesi reisliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri çok tak- vâ sâhibi olup, dünyâ makamlarına kıymet vermediğinden kabûl buyurmadı. Mansûr onu hab- settirdi. Her gün otuz değnek vurdurdu. İmâm-ı A’zam’ın mübârek ayaklarından kan aktı. Halîfe Mansûr bir ara pişman olup otuz bin akçe gönderdi ise de kabûl buyurmadı. Tekrar hapsedip her gün on değnek fazla vurdurdu. On birinci günü halkın hücûmundan korkulup zorla sırt üstü yatırıldı. Ağzına zehirli şerbet döküldü. 767 (H.150) senesinde şehit edildi. Vefât ettiği anda secdeye kapandı. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve göz yaşıyla karşılandı. Cenâ- zesini Bağdat kâdısı Haşan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz şendin! İçimizde en çok ibâ
det edenimiz şendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan şendin!” Cenâzesi- nin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defâ cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırdı. Bağdat’ta, Hayzeran kabristânmın doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtına çok üzüldüler. İmâm-ı Şâfiî’nin hocasının hocası İbn-i Cerîhe vefât ettiğini duyunca is- tirca âyetini (İnnâ lillah…) okuyup, “Yâni ilim gitti deseniz ya!” buyurdu. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefât haberi ulaşınca, o da; “İlim ışığı söndü, ebe- diyyen onun gibisini bulamazlar” dedi.Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: “Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşuyorum.” “Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider” ha- dîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A’zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı A’zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Harezmî, İmâm-ı A’zam’ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medreseyaptırdı. Sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi de- fâlarca tâmir ettirdi. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliy- ye denilen yüksek din ilimlerinde en üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin reisidir. Tefsîr ilminde müfessirle- rin başı, üstâdı derecesin- deydi. Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sâhibiydi. İmâm-ı Şâfiî hazretleri; “Fıkıh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfe’nin kitaplarını okusun” buyururdu. Abdullah bin Mübârek de; “Fıkıh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs birini görmedim” buyurdu. Büyük âlim Mis’ar, Ebû Hanîfe’nin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. “Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe’yi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım” demiştir. Ebû Yûsuf buyuruyor ki: “Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi birini görmedim. Hadîs-i şerifleri açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur” Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: “Biz- ler, Ebû Hanîfe’nin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir.” Âli bin Âsim diyor ki: “Ebû Hanîfe’nin ilmi, za
mânındaki âlimlerin ilimlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfe’nin ilmi fazla gelir.” Büyük hadîs âlimi A’meş, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’den birçok mesele sordu. İmâm-ı A’zam, suâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevap verdi. A’meş, İmâm-ı A’zam’ın hadîs ilmindeki derin bilgisini görün- ce;”Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları ri- vâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız!” dedi. “Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A’meş’in yanındaydı. Birisi gelip, birşey sordu. A’meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. 0 esnâda, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe geldi. A’meş, bu suâli İmâm’a sorup cevâbını istedi. İmâm-ı A’zam hemen geniş cevap verdi. A’meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîs- den çıkardın dedi. İmâm-ı A’zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs ezberlemişti. Bunlardan yalnız on iki bin kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü; “Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehen- nem’de çok acı azap görecektir” hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin verâ ve takvâsı
daha çok olduğundan, hadîs nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi naklederdi.” İmâm-ı A’zam, İslâmiyet’i; îman, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitne ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce îtikâdda birlik ve berâber- liği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerde Allahü te- âlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır. Hadîs-i şerîfte; “îman Süreyya yıldızına çıksa, Fârisoğullarından biri elbette alıp getirir” buyruldu. İslâm âlimleri, bu ha- dîs-i şerîfin İmâm-ı A’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslüman- lardır (Yâni Eshâb-ı ki- râmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tâbiîn- dir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir… (yâni Tebe-i tâbiîn- dir)” buyruldu. İmâm-ı A’zam da, bu hadîs-i şerîf
le müjdelenen tâbiînden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrât-ül- Hisan, Mevdû’ât-ül Ulûm ve Dürrül-Muhtâr’da yazılı hadîs-i şeriflerde buyruldu ki: “Âdem (aleyhis- selâm) benimle öğündü- ğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünü- rüm. İsmi Nûmân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır.” “Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünürüm. Onu sevenbeni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.” “Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nûmân bin Sâbit’tir.”
“Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamâmmn en yükseğidir”
Hazreti Ali de; “Size bu Küfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, bir çok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû Bekir ve Ömer için helâk olacaklardır” buyurduİmâm-ı A’zam’ın za- mânında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medhetmiş- ler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: “Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik’in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet gösterdi. 0 gittikten sonra yanındakilere; “Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nûmân bin Sâbit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder” dedi. Sonra Süf- yân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe’nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı.” Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: “Haşan bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevab birini görme
dim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.” İshâk bin Ebû Fe- dâ’dan nakl olunur: “İmâm-ı Mâlik’i gördüm. İmâm-ı A’zam’la el ele tutup berâber yürürlerdi. Câmiye gelince kendisi durup önce İmâm-ı A’zam’ın girmesini beklerdi.” Hakîkate varmış evliyanın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; “Eğer Mûsâ ve îsâ aleyhi- messelâmın kavimlerin- de Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı” buyurmuştur. İmâm-ı Şâfiî; “Ben Ebû Hanîfe’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin” buyurmuştur. Ahmed ibni Hanbel: “İmâm-ı A’zam, verâ, zühd ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi. Âhiret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik’e; “İmâm-ı A’zam’ dan bahsederken; onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mu- kâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep methederim” buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî; “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârifdi. Tak- vâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi” buyurmuştur. Yahyâ Mu- âz-ı Râzi anlatır: “Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve yâ Resûlallah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında, Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara, buyurdu.” İmâm-ı Rabbâ- nî hazretleri buyurur ki: “İmâm-ı A’zam abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Takvâ sâhibi, sünnete uymakta ictihâd ve istin- batta, şer’î delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A’zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine takdim ederdi” İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde’ ve Meâd risâlesinde de şöyle buyurur: “Büyük İmâm Ebû Hanîfe’nin yüksek derecesinden, takdir edilemeyen şânından ne yazayım. Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En mütte- kîsi o idi. Şâfiî’den de, Mâ- lik’den de, İbn-i Han- bel’den de her bakımdan üstün idi.” Yine İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) veMuhammed Pârisâ (rah- metullahi aleyh) buyurdular ki: “îsâ aleyhisse- lâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ic- tihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A’zam’ın (rahme- tullahi aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A’zam’ın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şâhittir.”Son asrın, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Sey- yid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: “İmâm-ı A’zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Gey- lânî gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a’mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmekicâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A’zam za- mânında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Câfer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nur ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; “O iki sene olmasaydı Nûmân helâk olurdu” sözü ile anlatabil
diler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Câfer-i Sâdık’dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyalığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyruldu. Vâris, her hususta verâset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi.”İslâm âlimleri, İmâm-ı A’zam’ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu ağacın dallarına benzetmişler, onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir. İslâm dünyâsında ilimleri ilk defâ tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini (kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâ- ideleri o tesbit etmiştir. Böylece onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte,
bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A’zam’ın zamânında ve daha sonra yetişen mez- heb imâmları, İslâm âlimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmâm-ı A’zam= En büyük imâm” adıyla anılmıştır.İmâm-ı A’zam, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ileher hâlükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi. Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile, karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbe- derdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muâ- rızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.
Hâsılı İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İslâmiyet’in Müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îti- kâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslü- manlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur. İmâm-ı A’zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanâ- atkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Hazreti Ebû Bekir’e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar, her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhad- dislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzu ile; “Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allah’a hamde- din. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir” buyururdu. Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnet- târ bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cumâ günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca; “Şu seccâdenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı. Bir defâsında ihtiyar bir kadın gelip, ben faki
rim, bana şu elbiseyi mâ- liyeti fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; “Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi. Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı A’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı. İmâm-ı A’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazınıkıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâbei muazzama içine girip burada iki rekat namaz kıldı. Namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak; “Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek duâ etti. O anda; “Ey Ebû Ha
nîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim” diye bir ses işitildi. Her gün ve her gece Kur’ân-ı kerîmi bir kere sonuna kadar okur, hatmederdi. Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevüleri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam; “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu” deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: “Böyle ehemmi
yetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam o gence; “Bak biz seni unutmuyoruz” diyerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti. Vâsıt şehrinde fazîletli bir zât vardı, ismi (Nû’mân’ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım, durumu İmâm-ı A’zam’a, yâni Nûmân bin Sâbit’e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölenrevüleri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam; “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu” deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: “Böyle ehemmi
yetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam o gence; “Bak biz seni unutmuyoruz” diyerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti. Vâsıt şehrinde fazîletli bir zât vardı, ismi (Nû’mân’ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım, durumu İmâm-ı A’zam’a, yâni Nûmân bin Sâbit’e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen
180 bağdat evliyaları
imâm-ı a’zam ebû hanffe
annemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim.” İmâm-ı A’zam’ı çeke- miyen biri, onu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir zi- yâfete dâvet etti, imâm-ı A’zam bu dâveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında dâvet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A’zam ellerini yıkamak için nehire gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, yâni yemekten önce el yıkamaya uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören dâvet sâhibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı. İmâm-ı A’zam, bir gece rüyâsında Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rüyâsını Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Sî- rîn’e anlattı. İbn-i Şîrîn; “Bu rüyânın sâhibi sen değilsin, bunun sâhibi Ebû Hanîfe olsa gerek” dedi. “Ebû Hanîfe benim!” deyince, İbn-i Şîrîn, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; “Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ih- yâ eder” buyurdu” dedi. Bir gece yatsı namazını cemâatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescidde iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezânına kadar konuşup, diğer ayağıİmâm-ı A’zam’ın büyüklüğünü çekemeyenler, onun Peygamber efendimizin sünnet-i se- niyyesini bırakıp sâdece kendi aklıyla ve kıyas yoluyla hareket ettiği dedikodusunu yayıyorlardı. Söylenenler Peygamber efendimizin torunlarından Muhammed Bâkır hazretlerinin kulağına ulaştı. Seyyid Muhammed Bâkır hazretleri İmâm-ı A’zam’la görüştüğü zaman ona buyurdu ki: “Sen, ceddim Resûlul- lah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dînini kıyasla değ işti riyorm ussun?” İmâm-ı A’zam; “Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makâma oturunuz benim size hürmetim var” dedi. Bunun üzerine, Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A’zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti: İmâm-ı A’zam;”Size üç suâlim var. Cevap lütfediniz! Kadın mı daha zayıftır, erkek mi?” diye sordu. O da; “Kadın daha zayıf” dedi. “Kadının mirâs- da hissesi kaç?” diye sordu. “Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır” deyince; Bu, ceddin Re- sülullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nass- la (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum. İkincisi: Namaz mı daha fazîletli, yoksa oruç mu?” “Namaz daha fazîletli”, diye cevap verdi. “Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.
Üçüncüsü: Bevil mi daha pis, yoksa meni mi? “Bevil daha pisdir” diye cevap verdi. “Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim be- vilden sonra gusül, me- niden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah efendimizin dînini değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun” dedi. Nass (Ki- tapdan ve sünnetden delil) olan yerde kıyas yap
Yahya Bin Muhammed Kirmâ- nî’nin İmâm-ı A’zam’ın menkıbelerini anlattığı Menâkıb-ül- İmâm’ül-A’zam ve Meşâhir-i Es- hab adlı eserinin 1b ve 2a sayfaları. Eser, Süleymâniye Kütüphanesi Hekimoğlu Kısmı 806 numarada kayıtlıdır.
madiğim, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü. İmâm-ı A’zam’ın eserleri çok olup zamâmmıza kadar gelenleri on tâne- dir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf’un ri- vâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin toplayıp yazdığı Zâhirür-rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir. 1) Risâle-i Reddi Havâ- riç ve Reddi Kaderiyye, 2) EI-Fıkh-ul-Ekber, 3) El- Fıkh-ül-Ebsât, 4) Er-Risâle Osman-ı Bustî, 5) Kitâb-ül- Âlim vel-Müteallim, 6) Va- siyyet-Nûkirrû,7) Kasîde-i Nûmâniyye, 8) Ma’rifet-ül- Mezâhib, 9) El-Asl, 10) El- Müsned-ül-İmâm-ı A’zam li Ebî Hanîfe.
1) Menâkıblar (Kerderi, Mekkî, Ze- hebi, İbn-i Abdilber) 2) Hayrâtü’l-Hisân 3) Tabakât-üs-Seniyye (Temîmî) 4) Vefeyâtü’l-A’yân 5) El-Cevâhirü’l-Mudiyye; s.26 6) Miftâhu’s-Seâde; c.2, s.63 7) Tezkiretü’l-Evliya; s.129 8) İbn-i Âbidîn; c.l, s.48-53 9) Brockelman; Gal.l, s.169,171, Sup.l, s.284-287 10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1069 11) Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.325 12) Fâideli Bilgiler; (3. Baskı) s.42, 156 13) Rehber Ansiklopedisi; c.8, s.127 14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.236
imâm-ı a’zam ebû hanîfe
08
Kas