Dr Alex Comfort
California Üniversitesi, Irvine Tıp Okulu, Patoloji Profesörü
Bir kentin telefon rehberindeki sayfalardan birinde yeralan adların, atalarımızın kronolojik olarak sıralanmış adları olduğunu varsayalım. Diyelim ki, ilk ad sizin adınız, İkincisi babanızın adı, üçüncüsü babanızın babasının adıdır, vb. Eğer bütün bir insanlık tarihini geriye doğru izleyerek en eski atalarınıza kadar (yaklaşık 750 bin yıl kadar) gidebilseydik, adların tamamı aşağı yukarı 100 sayfa tutardı. Ama yazılı tarih döneminde yaşamış olanların tümü yalnızca birinci sayfayı kaplardı. Modern bilimin büyük bölümü, ilk yedi adın yaşam süresine (yaklaşık 200 yıl) sığardı, tik sütunun en altında. Demir Çağı’nda (yaklaşık olarak M.Ö. 720; V. Şalmaneser’in İbranileri İsrail’den çıkardığı dönem) yaşayan atanızın adı bulunurdu. Atın insanların hizmetine girdiği dönem, ikinci sütunun altlarında bir yere denk düşerdi. İlk sayfanın sonuna raslayan ad. aşağı yukarı ilk büyücek kentin kurulduğu sıralarda (yaklaşık olarak M.Ö. 5.200) yaşamış olan bir atanıza ait olurdu. Köpeğin evcilleştirildiği dönem (aşağı yukarı M.Ö. 15.000) ikinci sayfanın sonlarına raslardı. Bundan sonraki doksan dokuz sayfayı ise, baştan sona, küçük topluluklar halinde yaşamış olan atalarınızın adları kaplardı. İşte insanın toplumsal tarihinin zaman ölçeği böyledir.
İnsanın özellikleri nelerdir? İnsanı, insan – öncesi yada insan – olmayan yaratıktan nasıl ayırt edebiliriz? İnsan, araç kullanan ve konuşan bir ikiayaklıdır. Kavramlarla düşünme yeteneği son derece gelişmiştir insanda. Bunun nedeni, büyük bir olasılıkla, bir dile sahip olmasıdır. Gerçi öteki hayvanlar da ilkel, doğal araçlar kullanabilirler, ama insan araçları kendi amacına uygun bir biçimde icat edebilir. Dilin, insan – öncesi yaratıklar arasında ortaya çıkmış olması mümkündür; basit dili anlamak için gerekli olan kavram mekanizması. yalnızca sağır – dilsiz alfabesini öğrene- bilen maymunlarda değil, bu alfabeyi öğreneme- yen köpeklerde de vardır. İnsan dışında, tam anlamıyla iki ayak üzerinde yürüyen hiçbir çağdaş insangil yoktur.
İnsan beyninin büyüyerek (gözle görülmeyen siyah boşlukların ve pi-mezonlarının varlığını bile saptayabilen) kavramsal «bilgisayarsa dönüşmesi, çocukluk çağındaki öğrenme süresini artırmıştır. İnsanoğlu, doğumundan beş yaşına gelinceye kadar hızlı bir büyüme gösterir, daha sonra büyüme bir duraklama yada yavaşlama dönemine girer ve ergenlik çağında yeniden hız kazanır. Domuz yavrusu doğar doğmaz yürümeye başlar, oysa insan «başkalarına bağımlımdir, doğduğu sırada salt kendi gücüne dayanacak durumda değildir, dünyaya gelişinden ergenlik çağına kadarki süre boyunca büyük ölçüde ana- babasının korumasına muhtaçtır. Çocuğun anasıyla ve babasıyla olan yoğun ilişkileri, gelişmesinde ve topluma uymasında büyük rol oynar. Kanguru yavrusu için anasının kesesi neyse, insanoğlu içinde çocukluk ve aile odur: dölyata- ğımn bir devamı.
Büyümenin iki aşamaya ayrılmasına ilişkin olarak bir başka süreç, yani ruhsal – cinsel gelişme de gözle görülür bir biçimde ikiye ayrılır. Birçok hayvanın yavrusu, deneysel olarak, daha sonraki çiftleşmeyi yansılayan «cinsel» oyunlar oynar. Bu oyunlar genellikle üstün gelmeyle (grup içinde kendine toplumsal bir yer bulma) ilgilidir. Hayvanlarda gerçek cinsel davranış, cinsel hormonların ve ikincil cinsel özelliklerin belirmesiyle birlikte ergenlik çağında başlar. Bu dönemde, özellikle erkeklerin yarışmaya yatkın olduğu türlerde, erkeğin öteki erkeklerle boy ölçüştüğü ve onlara saldırdığı görülür. Bu türlerde, yeni erginleşen erkekler ya aileyi terkederler yada daha üstün durumdaki baba tarafından aileden kovulurlar.
İnsanlara gelince, ruhsal – cinsel gelişme sürekli olmakla birlikte başlıca iki aşamadan oluşur. Bu aşamaların ilki, çocukluk çağının, büyümenin yavaşlamasından hemen önceki ilk dönemine raslar. Daha ileride çiftleşmede kullanılacak olan dürtüler, yakın çevredeki en önemli nesnelere, yani ana ve babaya yöneltilir. Bu «çocuk cinselliği»nin ortaya çıkışı ve ileride çiftleşmede kullanılacak olan mekanizmanın parçalarının çiftleşmenin henüz mümkün olmadığı bir evrede harekete geçmesi, ilk kez Sigmund Freud (1856 – 1939) tarafından incelenmiştir. Bunun bir özelliği de, daha üstün bir erkekten (bu durumda babadan) korkma yada çekinmenin insanlarda aşağı yukarı 4-5 yaşlarında «Oidipus kompleksi» olarak kendini göstermesi ve kişiliğin oluşmasında önemli bir rol oynamasıdır. Bu, kimi bireylerde, büyümenin bütün bir duraklama dönemi boyunca sürebilir ve ergenlik çağındaki cinsel davranışı ters yönde etkileyebilir.
Bir tepkinin asıl ortaya çıkması gereken aşamadan çok daha önceki bir aşamada meydana geldiği ve yeni bir işlev kazandığı bu olağandışı olguya «önceden yaşama» denilir. Bu durum insanda şöyle ortaya çıkabilir: beyni gittikçe bü- larında buiunmaıuaaır. OUIIl d CIO, «.ınviM…
tilerinin ikincil cinsel özelliklerden (sakal, ses, davranış) doğrudan doğruya üreme organlarına kaydığım, yani biyolojik bir bunalımın doğduğunu düşünelim. Erkek yavru, varlığını korumak için anasının yanında olmayı gereksinecek, ama aynı zamanda babasıyla çatışmaktan kaçınacaktır. Çünkü büyüklüğü ne olursa olsun herhangi bir erkeklik organı, babanın gözünde, büyük bir olasılıkla kendisiyle boy ölçüşen bir erkek anlamına gelmektedir. Ergin bir ardıçkuşunun kızıl göğsüyle aynı şey demek olan sakalın üzerinde değil de, erkeklik organının (öteki primatlarla kıyaslandığında, insanın erkeklik organı çok daha büyüktür ve bir üreme organı olduğu kadar bir «üstünlük» belirtisidir) üzerinde durulmasının nedeni, ikincil cinsel özelliklerden birincil cinsel özelliklere geçişle açıklanabilir.
İnsan ruhsal – cinsel gelişmesinin böyle inişli çıkışlı bir yol izlemesinin daha başka sonuçları da olmuştur. Örneğin, tamamen ilgisiz şeyler ve durumlar, öğrenme yoluyla insanda cinsel istek uyandıran şeyler haline getirilebilir. Bu, insanın büyük beyinli oluşunun önemli sonuçlarından biridir. İnsanda hiçbir zaman belirleyemediğimiz içgüdüler bulunabilir, çünkü bunların eğitim yoluyla örtbas edilmeleri her zaman mümkündür.
İnsan özellikleri ve yeteneklerinden hangilerinin sonradan öğrenildiğini yada geliştirildiğini ve hangilerinin doğuştan varolduğunu belirlemek için çok büyük çabalar harcanmıştır. İnsanların içgüdülerinin (önceden varolan davranış örnekleri ve kafeste yetişmiş bir kuşun daha önce hiç atmaca görmediği halde atmacaya benzeyen her şeyden korkması gibi yerleşmiş davranış örnekleri) araştırılması, Freud dönemi de içinde olmak üzere şimdiye kadar insan ruhbiliminin büyük bir bölümünü meydana getirmiştir. Aslında insan, toplumsal eğitimle değişebilecek yapıda bir hayvandır. Bir bebeğin yürek vuruşu yada bir yüz karşısındaki basit tepkilerini saymazsak, insanların açık seçik saptanabilen içgüdüleri yoktur. Hattâ annelik tepkisi bile eğitimle giderilebilir. Erkek ve dişi kromozomlar ve onların meydana getirdiği hormonlar, herhangi bir biyolojik yatkınlık kadar doğuştandır, ama toplumsal «erkeklik» ve «dişilik» hemen bütünüyle sonradan öğrenilen tepkilerdir ve biyolojik yatkınlıklar tecrübe yada yetişmeyle giderilebilir.
Tüm hayvanlar içinde, insan özünde «öğrenen» hayvandır ve doğa ve beslenmenin sözkonu- su olduğu tüm bağlamlarda insanın en belirgin insansal özelliği, toplumsal yaşantısının büyüklüğü ve güçlülüğüdür. İnsanın «içinde varolan», bir dizi katı içgüdüden çok, tıpkı bir öğrencinin defterindeki boşluklar gibi toplumsal yaşantıyla doldurulması «düşünülen» bir dizi boş yerdir. Ama defterin kendisi boş değildir; bütün davranışların eğitim sonucunda boş bir sayfaya yazılmış şeyler olduklarım ileri süren davranışçı görüşlerin tersine, toplumsal hayvanlar genellikle toplumsal tepki için gerekli olan güce sahiptirler. Dolayısıyle, davranış eğitimi sırasında, köpek işbirliği yapmayı öğrenir, ama kedi yalnızca koşullandırılır. Eski düşünürlerimi insanı hayvandan ayırt etmedeki en temel dayanaklarından biri olan ahlak duygusu, aslında bir insan özelliği değil, bireyin belirli isterler karşısındaki tepkisine verilen addır. Bunun insandaki etkinliği ve suç olarak beliren aşırı – etkinliği, hiç kuşkusuz önde gelen insan özelliklerindendir: ama insanın
çeşitli farklılıklar gösterebilir.
İnsan beyninin büyük olmasının başka bir sonuç yada işlevi de, bilgi toplayıp gerekli yere aktarma işlemiyle ilgili olarak insanda iki ayrı sistemin gelişmesidir. Bunlardan biri mantıksal ve sözlü, ötekiyse örneksemelidir. Birincisi, çok iyi bildiğiniz bir sistemdir; kaldı ki, şu anda bu sayfayı okurken bu sistemi kullanıyorsunuz. Öbürüyse değişik kurallara bağlıdır. İlk başlardaki ruhsal – cinsel gelişmenin anlatıldığı satırlarda bu sistemle karşılaşmış olabilirsiniz. O dönemde edinilen düşünce biçimlerinde bu sisteme büyük ölçüde raslanır. İnsanların çok eski çağlardan beri kullandıkları bu sistem, insanlık tarihinin ilk üç çeyreğindeki tecrübelerin çözümlenmesidir; bunları efsanelerde, törenlerde, vb. sözlü ve törense) bir biçimde ve daha sonraları da edebiyatta yansıtmak. başlıca teknolojileri coşkusal nitelikte olan insanların ağır basan etkinliğiydi. Dünyayı istedikleri gibi değiştiremediklerinden, ona bir insanmış gibi davranıyorlardı. Daha yakın dönemlerdeyse, dil ile mantığın gösterdiği gelişme, bize çok büyük bir denetim olanağı sağlamıştır. Şimdilerdeyse nesnelere insanmış gibi değil de, insanlara nesneymiş gibi davranıyoruz.
Günümüzde kimya adı verilen yöntemle altın yapmaya koyulan eski simyacılar, bu iki düşünce sistemini oldukça dengeli bir biçimde birleştirmişlerdi. Ama bunlar giderek, ruh hekimi Cari Jung’- un (1875 – 1961) insan mitosunda incelediklerine çok benzeyen, sezgisel tarzda edinilmiş biçimler benimsediler. «İlk örnekler» denilen bu biçimler, aslında bir biçim olmaktan çok, mantıksal olmayan bir tarzda içten gelen bilgileri ele alma yollarıdır. Bunlar, sinir sistemimizin özelliklerini nerdeyse kesin bir biçimde yansıtırlar, ama bunu yaparken gördüğümüz şeyi ve görüş tarzımızı şekillendirirler. Gene, bazılarının gözlerini kapatıp meditasyona daldıklarında gördükleri şekiller düzeni (mandala) de, hem ağtabakanın nasıl bölündüğünü gösteren bir resim, hem de bir yapı (atom, güneş sistemi, evren) nesnel olarak akla düştüğünde kolayca benimsediğimiz iç yaşantının bir çeşit haritasıdır.
Bilim tarihi, sezgisel yöntemleri gerekli olmadıkları yerlerin dışında tutma uğraşının tarihidir. Ama bu son derece güç bir iştir, çünkü sezgisel yöntemler aynı zamanda yenilikçi düşüncelerin de kaynağıdırlar. Mitologyadan yoksun bir kültürde bunlardan hoşlanılmaz : yetişkin bir kimse bir lokomotif yada gemiyi bir insan olarak düşünüyorsa, hiç değilse zararsız olduğu söylenebilir; ama birçok yetişkin insan, Adolf Hitler’i kutsal bir kahraman olarak görüyorsa, bunlar son derece zararlıdır. Ama insan düşüncesinin, mantığımızla edindiğimiz bilincimizin derinliğinde gömülü olan bu örnekseme yönü, insan olmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu örnekseme yönünü keşfedenler vardır; yani yogiler, şamanlar ve sanatçılar. Bugün düşünen – aygıtlar tasarlama yolundaki çabamız, mantık yoluyla düşünmeyi, örnekseme yoluyla düşünmeye uygulayabileceğimizi ve örnekseme yoluyla düşünmeyi ilkel bir saçmalık olarak bir yana atmaktansa, onun ne işe yaradığını anlamak için uygulamamız gerektiğini bize kavratmıştır.
Yalnızca insana özgü olduğu hemen hemen kesin olan (gerçi bunu tam olarak bilmenin hiçbir yolu yoktur) başka bir önemli vç genel in-
rabilen bazı gizemciler ve başkaları tarafından belirli bir süre durdurulabilir. Gerçek duyum, herhalde, örneksemeli düşünce sistemimizin şu ya-‘ da bu şekilde mantıksal düşünce sistemimizin işleyişini gözlemleyebilmesinin bir sonucudur. Ama bunun önemi, «ben»in farkında oluşun geçici bir süre durdurulduğu durumların, o durumu yaşayanlar için son derece zorlayıcı olması ve tipik bir insan davranışının, yani dinin ortaya çıkışında büyük bir rol oynamış olmasıdır. Çünkü dinde «ben» «O» na hitap etmek yada «O» nun kendisine hitap etmesi için çaba harcar : «O» evrendir, ruhlardır, atalardır, tanrı yada tanrılardır; bu, kültüre göre değişir.
Örnekseme yoluyla düşünme, dinsel törenlerde görülür. İlkel insanlar ve başkaları, «ben-lik» in değiştirilebildiği ve «0»nun yanıtının daha açık seçik işitilebildiği toplumsal yada biyolojik geri itilim tekniklerini (dans etmek, davul çalarak tempo tutmak, yoğun ve derin düşünceye dalmak, oruç tutmak, yoga, olağandışı bilinç durumları meydana getiren mantarlar yemek) geliştirmekte ustaydılar. Eğer çok eski bir uygarlığın insanlara ait olup olmadığım gösterecek bir işaret arıyorsak, alet yada ateş bu konuda bize yardımcı olamaz. Ama sanat, dinsel tören ve gömme törenleri, tapınmalar yada sünnet gibi uygulamalar o uygarlığın insanlara ait olduğunu apaçık ortaya koyar.
İnsanlar polimorfik ve politipiktirler (yani ırktan ırka, yöreden yöreye ve hattâ aynı nüfusun içinde farklılıklar gösterirler) ve düşünsel ve bedensel güçleri de işte bu çeşitlilikte yatar. Zekâ (eğer kesin bir biçimde belirlenmiş bazı başarılar olarak tanımlıyorsak) konusunda, hiç kuşkusuz. Isaac Newton ile kendi düzeyini epeyce aşabilen biri de olsa ortalama bir yurttaş arasında fark vardır. Doğa ile beslenme arasındaki karşılıklı etkileme atletizme uygulandığında hiçbir tartışma çıkmamaktadır. Ama bu etkileme zekâya uygulandığında zaman zaman siyasal sonuçları doğrulamaya uğraşan kişilerce yürütülen şiddetli bir tartışmaya yolaçmıştır.
Yaratıklarını çok farklı biçimlerde yaratan Tanrıya övgüler yağdıran eski hahamlar gibi davranmak yerine, yeteneklerin (özellikle de adı bi-
Afrika, Çin ve Anglosakson kalıntılarının farklı zihinsel düzeylere yolaçtığını gördükten sonra, bu farklılığın «gensel» olduğunu doğrulamanın mümkün olmadığım anlarız.
Bir kere bu insanlar aynı kültürde değil, genellikle yanyana var olan birbirinden çok farklı kültürlerde yaşamaktadırlar; birbirlerine karşı belirli önyargı ve üstünlük davranışları vardır ve öğrendikleri ortamın parçaları olarak daha az yada daha fazla olanaklara sahiptirler. Eğer gerçekten de dağınık olmayan kültürlere sahip olan Afrikalılar «sağ beyin» yada dağınık olmayan insanlar olarak ve dağınık kültürlerden gelen AvrupalIlar ve Çinliler de «sol beyin» yada dağınık insanlar olarak (yada tam tersi) belirselerdi bile, bu farklılığın ne kadarının doğuştan olduğunu saptamak olanaksız olurdu. Böyle bir gözlemin bütün göstereceği, Batı’mn tutarsız ve testlere dayalı kültürünün, eğitim hesaplarında önemli bir eğilimi iyiden iyiye hafifsediğidir.
Hem insan farklılıklarına ilişkin olarak kaleme alınan ırkçı zırvalar, hem de «doğa»yı şimdiye kadar öğrenilenlerden koparmaya çabalayan daha az güdümlü ve sözümona bilimsel incelemeler, modern insan biyolojisi konusundaki tam bir cehaletin ürünüdürler. Örneğin, görünüşteki gensel farklılıklar toplumsal olarak saygınlığa yada aşağılanmaya yolaçarlar; bunlar, gözle görülmeyen bir yığın gensel farklılıktan daha fazla dikkati çekerler. Hiç kuşkusuz, Adolf Hitler, «aşağı» olarak gördüğü bir çingeneden ne kadar farklıysa, kızıl saçlı bir İrlandalIdan da o kadar farklıydı. Aslında insan farklılıklarından söz ederken «ırk» sözcüğünü kullanmak, bölücü bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Gerçekte, biyolojik anlamda pek az insan «ırk»ı vardır. Sözgelimi, Çinlilerin ortak özelliklere sahip olduklarını belirtecek bir sözcük arıyorsak, sanırım «budunsal» grup terimi en tehlikesizi olacaktır.
İnsana ilişkin tüm sınıflandırmalar, insanın en karakteristik iki yönünden yola çıkmalıdır: farklılık ve toplumsal yaşantı tarafından değiştirilme. İşte aslında «zekâ» terimi bunlardan İkincisine uygulanmalıdır ve bunun sonucunda değiştirilecek olan yetenek insan türünün yaradılışında vardır.