İntihar Etmedi Şehid Edildi!..
“Devlet Adamları Bana İhanet Ettiler!”
Tarihin unutmayacağı, ibret numunesi olan vahim hadiselerin en mühimlerinden biri, Sultan Abdülaziz Han’ın tahttan indirilip şehid edilmesidir. Belki de, Osmanlı tarihinin en kanlı tertibi neticesinde ortaya konulan bu zulüm, millî tarihimizin bir dönüm noktası olmuştur. Birkaç nankör devlet adamının padişahı tahttan indirerek şehid etmelerinden sonra felâketlerin önü alınamayacak, devletin çöküşü Abdülhamid Han’ın dirayetli siyasetiyle bir müddet geciktirile- bilse de, engellenemeyecekti. Sultan Abdülaziz Han tahta geçtiğinde; Osmanlı esld heybet ve haşmetini hayli kaybetmiş, Tanzimat ile gelen Batılılaşma havası, taklitçilikten öteye gidemediği gibi, milletin milli-manevî değerlerini de yozlaştırmaya başlamıştı. Ağabeyi Sultan Abdülmecid 1861’de vefat ederken, gözyaşları içinde “Vükela (devlet adamları) bana ihanet ettiler! ” diyerek, adeta kardeşini uyarmak istemişti. Abdülaziz Han, bir fermanda şöyle söylüyordu: “Devletimizin kudretinin arttırılmasından ve halkımızın refahından başka emelimiz yoktur. Adaletin yegâne kaynağı olan Şeriat-ı Şerife’ye (İslâm kanunlarına) dikkat edilmesi en büyük dileğimizdir. Devlet malının korunması ve israftan kaçınılması, askerlerimizin intizamının temini en birinci vazifemizdir. Cenâb-ı Hakk’ın ihsan buyurmuş olduğu zenginliklerin genişletilmesi arzumuzdur. Benim için en mühim şey, devletimizin istiklâlidir. Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin hürmetine bizi muvaffak eylesin!”
Tanzimat ve Islahat fermanlarının bu memlekette açtığı derin yaraların farkında olan ve milletin ne kadar mazlum bir hale getirildiğini gören Abdülaziz Han’ın tahta geçmesi, içte ve dışta bir hareketlenmeye sebep olmuştu. Yıllarca devletin her işine karışmış, idari ve ekonomik olarak devletin karar verme mekanizmalarını bozmuş olan batılı devletler, sömürü düzenlerinin tehlikeye girdiğini görerek endişelenmeye başlamışlardı. Memleketin her tarafından isyankâr seslerin yükseldiği, haklarını yeterli bulmayanların daha fazlasını istediği, istiklâl sevdasında olanların kendilerine yâ- rân aradığı o günlerde tertiplenen bir hadise, dünyaya hükmetmiş bir devletin bel kemiğine bir darbe indirmişti. Sultan Abdülaziz Han, er- kân-ı erbaa (dört kişi) diye adlandırılan Mithat, Hüseyin Avni ve Mütercim Mehmed Rüştü Paşalar ile Şeyhülislâm Hayrullah Efendi tarafından hazırlanan bir tertiple tahttan indirilmiş ve tuttukları adamlar vasıtasıyla şehid edilmişti. Her ne kadar padişahın intihar ettiği üzerine yalan haberler yayılsa da mızrak çuvala sığmamış, hadisenin tamamen düzmece olduğu kısa zamanda anlaşılmıştı.
Suikast Tertip Ediliyor
Mütercim Mehmed Rüştü Paşa sadrazam, Hayrullah Efendi şeyhülislam, Hüseyin Avni Paşa serasker, içki masalarında:
“Âl-i Osman yerine Âl-i Mithat olmasında ne mahzur var!” diyen Mithat Paşa da vükela memuru idi. Sultan Abdülaziz Han’ın bu dört kişiyi, kendisini hiç sevmediklerini bildiği halde devletin en üst makamlarına getirmesi, memleket içinde ihtilalci fikirlerini yaymalarına, bu kişileri yanında alıkoyarak mani olmak içindi. Nitekim Sultan Abdülaziz Han, Mütercim Rüştü Paşa için:
“Bu adam her şeye itiraz eder de devlete yarayacak bir iş olsun meydana koymaz. Benim ecdadım bu gibilerin aklıyla hareket etseydi, Konya Ovası’nda koyun sürüleriyle haymenişîn (göçebe) olmaktan kurtulamazdık. Biraderim Abdiilmecid Han merhumun asrında yetişmiş olduğu için iş ve hâle göre istihdam ediliyor.” demişti.
Hüseyin Avni Paşa, kindarlığı ve hatta korkaklığı ile bilinirdi. Fakat yakaladığı her fırsatta ihanete hazırdı. Sultan Abdülaziz Han’a sonsuz bir kin ile doluydu. Nisan 1875’te sadrazamlıktan azlolunduğunda, selefi olan Şirvanizâde Rüştü Paşa’ya: “Evvelce ikimiz de İstanbul’dan uzaklaştırıldık. İleride tekrar felakete uğramayacağımızı kim temin eder? Lâzım gelen çare görülerek değiştirme yoluna gitmek icab eder.” diyerek daha o zamandan niyetini açığa vurmuştu. Hüseyin Avni Paşa kininde o kadar ileri gitmişti ki, Abdülaziz Han’ı Alemdağ kasrına gittiği bir sırada esir etmeyi ve Şehzade Murad’ı sultan yapmayı planlamış, fakat padişahın erken dönmesi üzerine muvaffak olamamıştı. Bundan başka, Mısırlı Prens Halim Paşa’ya, Sultan Abdülaziz Han’ı bir fedai vasıtasıyla öldürtmeyi bile teklif etmişti.
Mithat Paşa ise, Hüseyin Avni Paşa ile aynı yoldaydı. İstanbul’da paralı çapulcuların talebe-i ulûm kisvesinde çıkardıkları ayaklanmayı tertip etmişler, bu esnada da padişahı tahttan indirmeyi hedeflemişlerdi. İstanbul’da çıkardıkları fitne ve fesada hallen kendilerini istediğini her tarafa yaymışlardı. Bunun üzerine Sultan Abdülaziz Han, bu dörtlüyü iş başına getirmiş ve kendilerini huzuruna çağırarak: “Sizi, halkın istediğini söylediğiniz için memur ettim. Bakalım şimdi ne yapacaksınız?” demişti. Bu konuşma esnasında Rüştü Paşa, yine yüzsüzlüğünü ortaya koymuş ve riyakârane bir şekilde:
“Efendimiz, halk bizi ne bilsin? Bizim nâmımız, sizin yüce teveccühünüz sayesindedir.” demişti. Şeyhülislâm Hayrullah Efendi hakkında ise Sultan Abdülaziz Han:
“Hayrullah Efendi bizim dâirede iken ona ‘müfsit imam’ derlerdi. Fakat Rüştü Paşa’nın ısrarları üzerine şimdi şeyhülislâm naspettik. Allah vere de bir halt etmese.” demişti. Bu dörtlü içinde birisi vardı ki bütün işlerin başında olduğu halde kendisini dâimâ temize çıkarmaya muvaffak olurdu. Bu şahıs Mithat Paşa idi. En şiddedi muarız olmasına rağmen bütün kirli işleri, Hüseyin Avni Paşa’ya yaptırırdı. Mithat Paşa çok sert, kaba, basiretsiz, menfaatperest, ihtiraslı ve saygısız olup siyasî hayatındaki muvaffakiyetsizlikleriyle son devrin felaketlerinin başlıca müsebbipleri arasındadır.
Ahlâkî zafiyete düşmüş, İslâmî düsturları hiçe sayan bir şahsiyet idi. Bilhassa büyük işlerdeki tecrübesizliği, bizzat kendisi tarafından itiraf edilmişti. Adliye Nezaretinden çekilirken:
“Bütün vakiderim taşra memuriyetlerinde geçtiği için bu kadar karışık işlerin içine girmemiş ve emsalini görmemiş olduğumdan…” diyerek kendi tecrübesizliğini ifade etmişti. Buna rağmen devleti ele geçirme ihtirasından vazgeçmemiş, her gün daha da muhteris olmuştu. Memleket ve devletin kendisiyle kâim olduğuna inanması, onun en büyük gafletlerinden birisi idi.
Osmanlı padişahları hakkında onun kadar bayağı sözler sarf eden bir devlet adamı görülmemiştir. Körü körüne inandığı bir “meşrutî” idârenin neden ibaret olduğunu da bilemeyecek kadar basiretsiz bir insandı. Sultan Abdülaziz Han, bu dört kişinin şahsî kin ve garazları ile ve bazı yabancı devletlerin yardımları sayesinde tahtından indirildi. Padişahın tahttan indirilmesi hususunda birkaç yıldan beri çalışmalar yapılıyordu. Hüseyin Avni Paşa, Şûrâyı Askerî Reisi Müşir Redif Paşa’yı elde etmiş, Redif Paşa da bu hal‘ hadisesinde büyük payı olan Süleyman Paşa’yı elde etmişti. Bu dördü, kendilerine taraftar olmayan devlet ricalini: “Eğer bu ittifaktan ayrılırsanız Bâyezid meydanında, milletin sizi paramparça edeceğini bilmelisiniz.” diyerek tehdit ile elde ediyorlardı. Hüseyin Avni Paşa, yine bacanağı olan Dâr-ı Şûrâyı Askerî azasından Mirliva Hüseyin Sabri Paşa’yı, Mirliva Necib Paşa’yı, Seraskerlik seryaveri Miralay Mustafa ve Hassa Meclisi azasından Miralay Hacı Reşid beyleri de kenefi tarafına celbetmişti.
Hal‘ Fetvas Yazılıyor
Bütün bu hazırlıklardan sonra sıra bu hal‘ işinin meşruluğunu sağlayacak bir fetvanın yazılmasına gelmişti. Mithat Paşa Anadolu kazaskerlerinden Fetva Emini Kara Halil’i konağına çağırarak, “Padişahın mülk ve milleti tahrip ve beytülmâ- li israf ettiğinden” bahsetmiş, Kara Halil de: “Böyle hayırlı bir işe çarşaf kadar fetva veririm” demiş, eski İstanbul kadısı Şirvânî-zâde Ahmed Hulusi Efendi’yi de, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi kandırarak kendi aralarına almışlardı. Verilen fetva, tamamen düzme ithamlarla doluydu. Bütün bu işler gayet gizli yürütülüyordu. Toplantılar, hiç dikkat çekmeyecek şekilde Mithat Paşa’nın konağında yapılıyordu. Bu sırada belki kendisiyle irtibat kurularak bilgi verilmiş olan Veliahd Murad Efendi de saltanat değişikliğini bekler gibiydi. Asıl mesele, ordu ve donanmanın da bu işe razı edilmesi veya razı olmasalar bile Sultan Abdülaziz Han’ın tahttan indirilmesi işinde bilmeden de olsa kullanılmaları idi. Hüseyin Avni Paşa serasker (genelkurmay başkam) idi ve bu sıfatından istifade ederek birçok meseleyi halledebilecek durumda idi. Harbiye Mektebi kumandanı Süleyman Paşa, Şurayı Askerî Reisi Redif Paşa ve Bahriye Nâzın Kayserili Ahmed Paşa ile görüşmeler yaparak bu husustaki ortak hareketi temin etmişti.
Hal‘ planı bütün teferruatıyla hazırlandı. En mühim vazife Süleyman Paşa’ya düşüyordu. Süleyman Paşa, Harb Okulu (Mekteb i Harbiye) zâbitlerinden bir kısmını elde etmişti. Ordu erkânından kimin nerede bulunacağı, nereye kadar iş göreceği, nasıl hareket edecekleri, kime karşı durum alacaklan, hepsi önceden hesaplanmıştı. Hal‘ fetvasının verilmesinin halk nazarında da itibar görmesi için sultan hakkında, halkın en hassas olduğu meselelerde dedikodular yayılıyordu. Bu esnada da hal‘in gün ve saati kararlaştırılıyordu. Sultan Abdülaziz Han, bu olup bitenlerden habersizdi. Saraya haber götürecek bütün yollara ihtilalcilerin kendi adamları yerleştirilmişti. Hal‘ fetvasının alınmasında fetva makamı müntesiplerinin tamamına yakını ittifak etmişlerdi. Zira bu hal‘esnasında iş gördürülen birçok ze- vâta daha sonra rütbeler vaat edilmiş ve insanların makâm hırsları maalesef ihânetlerine sebep olmuştu. Hazırlıklar tamamlanırken, her nedense Şeyhülislâm Hayrullah Efendi son dakikada fetvânın verilmesini geciktirmek istemiş, bunun üzerine, Süleyman Paşa kendisine:
“Efendi hazretleri, artık iş işten geçmiştir. Şu dakikada birçok muhterem paşalar dâimi bir tehlike içinde bulunuyorlar. Bunların hayatları sizin elinizdedir.” dedi. Ne yazık ki, meşru bir sebep yok iken, her hususta padişahlığa layık ve bütün hasletleri hâiz bir hükiim- dâr hakkında hal‘ fetvası yazmak için padişahın ya mecnun olması yahut da küfre müteallik bir harekette bulunması icap ederdi. Şeyhülislâm Hayrullah Efendi bu tereddüdüne rağmen maalesef hal‘ fetvasını vermiştir. Fetva sureti şöyledir: “Emırü’l-mü’minîn olan Zeyd, muhtellü’ş-şuûr ve umûr-ı siyâsiye den bîbehre olup, emvâl-i mîriyeyi, mülk ve milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyesine sarf ve umûr-ı diniye ve diinyeviyeyi ihlâl ve teşviş ve mülk ve milleti tahrîb edip bekâsı mülk ve millet hakkında muzır olsa, hal‘i lâzım olur mu? El-cevâb: Olur.”
Plan Değişiyor
Sultan, olanlardan habersiz, 29 Mayıs günü Hüseyin Avni Paşa’yı saraya çağırmıştı. Bu çağırma işinin ne sebeple olduğu bilinmemektedir. Daha sonra da öğrenilememiştir. Fakat Hüseyin Avni Paşa, şüphelenmiş ve padişahın hal‘ işini anlamış olduğuna hükmederek, saraya gitmemek için mazeret beyan etmişti. Ardından, hemen arkadaşlarını seraskerlik dairesine toplayan Hüseyin Avni Paşa, ‘ zamandan önce hal‘ işinin yapılmainı istedi. Orada bulunanlar da bunu kabul ettiler. Buna göre: Süleyman Paşa, Harp talebeleriyle birlikte sarayın veliahd dairesini, yani Beşiktaş çarşı cihetini abluka edecekti. Redif Paşa, Gümüşsuyu ve Taşkışla’daki Redif tahurlarıyla Dolmabahçe tarafını kordon altına alacaktı. Bahriye Nâzın Kayserili Ahmed Paşa, donanma efradı ile sarayın deniz tarafından dışarı ile alakasını kesecekti. Saray muhâfazasına memur er ve zabitlerin silahlan alınarak Taşkışla’ya hapsedileceklerdi. Saray tarafından bir karşı koyma olursa, donanmadan ve Harp Okulu tepelerinden saray topa tutulacaktı. Sultan Abdülaziz Han’ın Deniş Paşa’yı serasker tayin ederek mukavemet etmesi ihtim ali üzerine Haliç köprüsü açık tutulcaktı. Derviş Paşa’nın evi de askerler tarafindan ablukaya alınacaktı.
30 Mayıs 1876 Saat 04 .30
Hüseyin Avni, Mithat ve Rüştü Paşalar darbenin 29 Mayıs günü öğle üzeri yapılmasında ısrar ediyorlardı. Fakat Süleyman Paşa, “Öğle saatinde Sultan Abdülaziz Han’ı saraydan almak mümkün değildir”, diyerek itiraz etmiş ve darbenin, ertesi sabah saat 4.30 civarlarında yapılmasında ısrar etmiş ve bunu da kabul ettirmişti. Hüseyin Avni Paşa daha önceden talim için Suriye ordusundan getirttiği askerlerin, kışlalarda yer açılana kadar saray bahçesinde kunılacak çadırlarda kalması için sultandan izin almıştı.
Süleyman Paşa, işte bu askerler ile 300 Harbiye talebesine, Dolmabahçe Sarayı’nın düşmana karşı korunması için sarayın ablukaya alınması icap ettiğini söyleyip inandırmıştı. Hal‘in vukuu gecesinde Avni Paşa, Mithat Paşa, Rüştü Paşa, Redif Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Hüseyin Avni Paşa’nın Kuzguncuk’taki yalısında idiler. Donanma kumandanı Ârif Paşa tarafından, o gece modern harp gemileri ve zırhlılardan mürekkep donanma, Dolmabahçe açıklarına getirildi. Süleyman Paşa hal‘ gününün gecesi, padişaha bir suikast yapılmak istendiğini, sabah erkenden tedbir alınacağını, emirlere aynen riâyet etmelerini, Şam’dan gelen askerlere telkin etmişti. Hatta kim olursa olsun içeri ve dışarı bir kimseyi bırakmamalarını, bunun padişahın emri olduğunu da söylemişti. İşte bu askerler gece saat dört civarında uyandırılıp, hazır vaziyete getirildiler. Askerler hemen saray kapılarını tuttular. Henüz uykuda olan Sultan Abdülaziz Han, her şeyden habersiz bulunuyordu. Harbiye talebeleri ile Şam askerleri sarayı kuşattılar. Donanma deniz tarafını tuttu. Süleyman Paşa darbeyi karadan yürütüyordu. Hal‘in esas tertipçileri ise hâlâ Hüseyin Avni Paşa’nın yalısında, idiler. Buradan dürbünlerle sarayı gözeüiyorlardı. Burada bulunmalarının esas maksadı, eğer darbe muvaffak olmazsa kendilerini temize çıkarmak içindi. Saray ablukaya alınıp her şey darbecilerin kontrolüne geçince,Mithat Paşa, Rüştü Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi Bâb-ı Seraske- rî’ye gitmek üzere kayıkla Bahçeka- pı’sına geçtiler. Hüseyin Avni ve Redif Paşalar da Salıpazarı’na çıktılar
Abdülaziz Han Hal‘Ediliyor
Süleyman Paşa, Harem dairesinin önündeki karakola geldi. Arkasında bir elleri silahlarında, bir elleri kılıçlarında olan birkaç subay vardı. Bu subaylar süngülerini de takmışlardı. Bu hâdise alışılmış bir şey değildi. Padişahın sarayının etrafında, vazifeli olmadığı halde süngü takarak dolaşmak büyük suç sayılırdı, fakat bu sefer durum farklıydı ve bu subaylar padişahı hal‘ etmek için gelmişlerdi. Süleyman Paşa, Darüssaade ağası ile konuşmak istediğini söyledi. Cevher Ağa alelacele yarı giyinmiş bir şekilde tık nefes geldi. Bir bakışta durumun ciddi olduğunun farkına vardı. Süleyman Paşa: “Ağa efendimiz, millet Sultan Abdülaziz Han’ı hal‘ etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir kastımız yoktur. Kendilerini uyandırınız ve hazırlayınız. Topkapı Sarayı’na götüreceğiz.” dedi. Bu tebliğ esnasında kullanılan ve mutlaka üzerinde durulması gereken bir kelime vardır: “Millet” işte bu hal‘ tebliğinin birinci siması olan Süleyman Paşa, tarihimizde, üç-beş kişinin menfaati ve garazı için yapılan nâmeşru işte ilk defa “millet” adını kullamyordu. Hâlbuki millet dediği kimselerin birkaç gün sonra sadece 63 darbeci âsîden ibaret olduğu anlaşılacaktı. Fakat onun bu yolda kullandığı “millet” kelimesini, muhteris politikacılar ve kumandanlar hiçbir zaman unutmayacaklar ve pek çok defa tekrar edeceklerdir. Cevher Ağa, bizzat Sultan Abdülaziz Han’ın yanma gitme yetkisi olduğu halde, “Buna tahammül edemem” diye gitmeyip, Pertevni- yal Valide Sultan’ın yanına koştu. Padişahın annesini uyandırıp, hadiseyi anlattı. Valide sultan, üzerine bir şal alarak oğlunun odasına koştu. Tam bu esnada top sesleri duyulmaya başlamıştı. Oğlunu uyandırdı ama hal‘ini direk olarak söylemeye cesaret edemedi. Abdülaziz Han: “Ne oldu?” diye sorunca: “Takdir-i Hudâ” diye başlayıp, karışık ve kaçamak cevaplar verdi. Fakat Sultan Abdülaziz Han, büyük bir teessürle: “Bunlar Sultan Murad’ın cülus toplarıdır valide. Beni amcam Sultan Selim Han’a döndürdüler ve bu işi Avni Paşa yapmıştır. Sanırım Rüştü ile Ahmed Paşa da birliktir. Cenâb-ı Hakk’ın takdiri böyle imiş.” diyerek hızla giyindi. Ailesine de hemen hazırlanmalarını emretti. Ataları gibi, kadere rıza gösterdi.
Sultanın elinde imkân vardı. Tahttan indirilemeyebilirdi, ayağa kalkıp askerlerine birazcık seslense idi, ona ldmse dokunamazdı. Birkaç darbeciden başka ona karşı olan yoktu. Boğazda donanmaya karşı haykırsaydı onu donanma askerleri bile kurtarırdı. Hal‘ini askerin bilmediğini, Arab taburlarının aldatıldığını bilse idi, belki bir tedbir alınabilirdi. Hatta Harbiye talebeleri meseleyi darbeden saatlerce sonra anlamışlardı. Nitekim asker, ertesi gün gerçeği öğrenince, ayaklandı ve ayaklanan askerlerin tamamı, bir emirle İstanbul’dan uzak bölüklere tayin edildiler. Padişahın insanlığa sığmayacak hareketlerle saraydan çıkarılışını bir kişi daha seyrediyordu ki, gözlerinden kanlı yaşlar dökülüyordu. Bu zat geleceğin sultanı, Abdülhamid Han’dan başkası değil idi. Amcasının ve ailesinin nasıl kayıklara bindirildiğini, zırhlıların açığından geçirilerek Sarayburnu’na çıkarılış sahnesini, hayatının sonuna kadar unutmayacaktı. Bu işi yapanların simaları asla hafızasından silinmeyecekti. Ne hazindir ki, amcasına yapılanların bir kat daha fazlası kendisine yapılacaktı… Sultan Abdülaziz Han, ailesi ve yakınlarıyla beraber Topkapı Sarayı’na nakledilerek, -bizzat Hüseyin Avni Paşa’mn emriyle amcası Sultan Üçüncü Selim Han’ın şehid edildiği dâireye yerleştirildi. Bunların hiçbirisi tesadüfi değildi. Cinayetin safhaları birer birer tatbik ediliyordu.
Veliahd Murad Efendi Tahta Oturuyor
30 Mayıs 1876 Salı günü, Osmanlı Devleti’nin başında henüz bir sultan yoktu ve devletin hâkimi Hüseyin Avni Paşa ile Mithat Paşa idi. Artık her şey tamamdı. Süleyman Paşa, veliahdı almak üzere Dolma- bahçe Sarayı’na gelmişti. Veliahd Murad Efendi darbe olacağım biliyordu; fakat hal‘in bir gün sonra yapılacağını bildiği için, ‘Acaba darbe amcam tarafından anlaşıldı da beni tutuklamaya mı geldiler?’ diye düşündü. Sarayın etrafının iki sıra askerle çevrili olduğunu da görünce ani bir sarsıntı geçirdi.
Hâlbuki son derece serbest bir hayat yaşamış olması hasebiyle, bu ana kadar kendisinde rahatsızlık alâmeti görülmemişti. Süleyman Paşa, Veliahd Murad Efendi’yi alarak, Seraskerlik dâiresine götürmek üzere saraydan çıktı. Dışarıda Hüseyin Avni Paşa ve Redif Paşa vardı. Avni Paşa, makam arabasının içinde idi. Veliahd Murad Efendi’yi gördüğü halde arabadan inmemek için işi ağırdan aldı. Murad Efendi yaklaşınca, kendisini, oturduğu yerden ve elini başındaki serpuşuna götürerek selamladı. Bu affedilemez bir hareketti. Zaten hâdisenin baş mimarlarından Süleyman Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın bu hareketini yıllar sonra yayınladığı hâtırâtında: “Hüseyin Avni, şerefsizce bir muamelede bulunarak, kendisini pâdişâhımızdan üstün gördü.” diyerek tenkid etmiştir. Veliahd Murad Efendi, Hüseyin Avni Paşa, Redif Paşa ve Süleyman Paşa nhtıma kadar gelip buradan kayıklarla, donanmanın yanından geçerken, top aoşlarıyla selamlandılar ve karşı tarata geçtiler. Oradan arabalarla Bâ- yezid’e geldiler. Bu sırada habercilerle halka Sultan Abdülaziz Han’ın hal‘ edildiği ve saraya kapatıldığı ilan ediliyordu. Seraskerlik dâiresine alınan Veliahd Murad Efendi burada darbecilerin: “Hâkânü’l-berreyn ve’l-bah- reyn, Halîfe-i rûy-i zemin, Zıllu’llâhi fı’l-arz, HâdimüTHaremeyn-i Şerifeyn, Sultan Murad Han-ı Hâ- mis Efendimiz” sesleriyle ve tezahüratlarıyla karşılandı. Veliahd Murad Efendi tahsis edilen bir koltukta olduğu halde, kendisine biat edildi ve Sultan Beşinci Murad Han oldu. Darbe haberini veren yabancı gazeteler, son derece soğukkanlı idiler. Adeta bu hâdiseyi tasvip eder gibiydiler. Yalnızca, Rusya ve Avusturya basınında hâdiseyi kınayan haberler çıkmıştı. Mithat Paşa, darbeyi kendilerine haber vermeden yaptığı için kızan nâzırlara: “Sizlere söyleyemezdik. Darbeye katılmaz, bize muhalefet ederdiniz. Böylece bu haber duyulurdu ve muvaffak olamazdık.” diyordu. Hüseyin Avni Paşa’nın Fransız yazar Charles Mismer’e söyledikleri daha da dikkate şayandır:
“Darbeyi ben yaptım. Bazı arka- daşlanm benim yaptığım emr-i vâkiden sadece istifâde ettiler. Siz İngiliz- ler ve Fransızlar, Mithat Paşa’yı çok tutarsınız ama ona bile darbenin ancak bir kısmını ifşa ettim. Zîrâ sarhoş olduğu zamanlar dilini tutamaz.”
Darbenin hedefine varması için,uluslararası masonluk teşkilâtının da yardımcı olduğuna dair haberler yayılıyordu. Milletlerarası masonluğun memleket dâhilinde yıkıcı tesirlerine bazı devlet adamları da alet olmuşlardı.
Yağma Başlıyor
Sultan Abdülaziz Han ailesiyle birlikte Dolmabahçe Sarayı’ndan çıkarılırken darbe heyeti, yanlarına hiçbir eşya almamalarını söylemişlerdi. Sultan Abdülaziz Han, Dolmabahçe Sarayı’ndan ayrıldıktan sonra, geride kalan eşyalarının ve paralarının büyük bir kısmı bazı fırsatçı darbeciler tarafından yağmalandı. Daha sonra saraya gelen Mithat Paşa ise, “Olan olmuş.” diyerek meselenin üzerine gitmedi. Sıradan bir kişi için bile müsadere kaldırıldığı halde, koskoca Sultan Abdülaziz Han’ın şahsi malının kendisine verilmemesi, ille önce meşrutiyeti ilana çalışan Mithat Paşa tarafindan ihlal edilmiştir. Osmanlı saraylarında mevcut eşyanın tamamı, devletin ve milletin malıdır. Padişahlar sadece bunları kullanmak yetkisine sahiptirler. Fakat bu eşyaların haricinde, her padişahın ve saray halkının kendisine ait eşya, para ve gayrimenkulleri vardır ki, Sultan Abdülaziz Han’ın şahsi servetinin tamamına el konulmuş ve paralarının hâzineye devrine dair komisyon tarafından bir karar alınmıştır. Mücevherler ise, satılmak üzere, Hiristaki isimli bir Rum sarrafa teslim edilmiş ve bu adam ‘daha pahalıya satılır’ düşüncesiyle Paris’e gönderilmiş, ancak Hiristaki Efendi bir daha geri dönmemiştir. Böylece bir Türk hakanının mücevherleri, dolandırıcı bir Rum’un elinde kaldı. Mücevher ve altınların sayımı esnasında komisyonda bulunan kişilerden bazıları da kendi aralarında anlaşarak yağmaya giriştiler. Nihayet Sultan Abdülaziz Han’ın serveti ihtilal mensuplan arasında paylaşıldı ve tek kuruşu kendisine ve ailesine verilmedi.
“Kendi elimle silahlandırdığım askerin beni bu hâle koyduğunu hatırlamanı tavsiye ederim…”
Sultan Abdülaziz Han, Topkapı Sarayı’na nakledildiği sırada, Sultan Beşinci Murad’a şıı mektubu yazdı:
“Evvela Cenâb-ı Hakk’a, sonra atebe-i şevketlerine sığınırım. Cülûs-ı hümâyûnlarını tebrik ile berâber, millet hizmetinde mesaî sarf etmiş isem de muvaffak olamadığıma teessüf, zâtı mülûkânelerinin muvaffakiyetini temenni ederim. Milletin i’tilâi şânına, devletin temin-i istikbâline vâsıta olabilecek sebepleri zât-ı mülûkânelerine âmâde etmiş olduğumu unutmazlar sanırım. Kendi elimle silahlandırdığım askerin beni bu hâle koyduğunu hatırlamalarını arz ve tavsiye ederek, mürüvvet ve insanlık, sıkıntıdakilere yardım etmek meziyetini gösterdiğinden, bulunduğum feci ızdıraptan halâs ile husûsî bir mekân için, inâyet-i şehriyârilerini rica eder ve Saltanat ı Âl-i Osmaniye’yi, Sultan Mecid hânedâmna terk eylerim.”
İntihar Etmedi Şehid Edildi!
Sultan Abdülaziz Han’ı hal‘ planı başarılı olmuş, Beşinci Murad Osmanlı tahtına oturtulmuştu. Fakat padişahın hayatta olması, darbecilere rahatsızlık veriyordu. Mithat Paşa Sultan Abdülaziz Han’ın katledilmesi ve hatta Osmanlı sülalesinden hiç kimsenin kalmaması için gizliden gizliye çalışmalar yapıyordu. Mithat Paşa’nın, yeni bir devlet kurarak, tek başına iktidar olmak maksadında olduğu bilinmekteydi. Hatta, “Al-i Osman yerine Âl-i Mithat olsa ne çıkar” demesi de bundan dolayı idi. Sultan Abdülaziz Han’a şahsî kin ve garazı olan Hüseyin Avni Paşa’nın da Mithat Paşa ile beraber olması, katil işini kolaylaştırdı. Sultan Abdülaziz Han, Topkapı Sarayı’nda üç gün kaldıktan sonra, Ortaköy’de Çırağan Sarayı yanındaki Feriye dairesine nakledilmesini istedi ve 2 Haziran 1876’da beraberindekilerle Feriye Sarayı’na yerleştirildi. Abdülaziz Han burada gayet sıkı bir şekilde gözetim altına alındı. Devamlı yanında taşıdığı, amcası Üçüncü Selim Han’ın palasını, Feriye Karakolu kumandanı, güvenlik gerekçesiyle sultandan istedi. Ancak; sultanın palayı vermemesi üzerine annesinden yardım istemişler ve o da gizlice alarak teslim etmişti. Pala alındıktan sonra padişahın hizmetine üç uşağın tayin edildiği valide sultana bildirildi. Valide sultan her ne kadar reddetti ise de bu kişiler saraya alındılar. Bunun ardından saraya üç uşak daha tayin edilince, Sultan Abdülaziz Han, validesine: “Bir memlekette iki padişah olmaz valide. Beni tahttan indirmeleri boşuna değildir. Elbette öldürmek içindir” demişti. Tayin edilen bu üç uşak; Cezayirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed idi. Bu kişilere, maaşlarının yüz altın olduğu, otuz altın elbise ücreti verileceği söylendi. Bir feriğin (korgeneral) maaşı 35 altın iken bunların maaşlarının yüz altın olması dikkate şayandır. Cezayirli Mustafa, başlarına getirildi. Bunlar, Feriye Karakol’unda yatacak ve karakol kumandanı İzzet Bey ne emir verirse onu yerine getireceklerdi.
Ve Cinayet İşleniyor
Sultan Abdülaziz Han, Feriye Sarayı’na nakledildiğinin ikinci günü sabahı (4 Haziran 1876), odasında bilekleri kesilmiş halde bulundu. Hemen yapılan resmî açıklamaya göre; Sultan Abdiilaziz Han, sakalını düzeltmek için annesinden bir makas istemiş, daha sonra bulunduğu odanın kapısını içerden kilitleyerek, iki bileğini kesmek suretiyle intihar etmişti. Abdülaziz Han, cinayetin hemen ardından karakola nakledildi ve bir sedire yatırılarak üzeri örtüldü.
Cinayet Nasıl işlenmişti?
Hâdiseden evvel, geceleri Feriye karakolunda kalan Cezayirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Mehmed Pehlivan, Fahri Bey tarafından erken saatlerde, gizlice saraya sokulmuşlardı. Binbaşı Necib ve Ali Beyler doktorlardan üçü muayenede bulunmuş diğerleri ise, arkadaşlarının şahitliğine binaen imzalamıştı. Meşhur Doktor Marko Paşa ise cesede hiç elini sürmediğini daha sonra ifade etmiştir. Bıı hadisede en şayan-ı dikkat husus ise cesedin, bulunduğu yerde incelenmeyerek karakola nakledilmesidir. Suikast sonrasında henüz canlı iken bırakılıp kaçılan sultan, işte bu nakil esnasında ve karakolda cansız düşmüştür. Abdülaziz Han, sadece kan kaybıyla değil, pehlivanlardan birisinin vurduğu bir darbe sonucu kendinden geçmiş ve kan kaybından vefat etmiştir. Sultanın naaşım yıkayan Sultanahmed Camii baş imamı, Yıldız Mahkemesi’ndeki şahitliğinde, padişahın vücudunda, bilhassa kalp kısmında çürükler ve morluklar gördüğünü ifade etmiştir. Hüseyin Avni’nin muayeneye mani olması da bu işin bir tertip olduğunu teyit etmektedir. Madem sıradan bir kişinin cesedi değildi, bir karakolun bodrum katında ne işi vardı? Niçin bir şilte içinde apar topar saraydan çıkarıldı ve karakolun perdesi koparılarak üzeri örtüldü? Bu nakilden asıl maksat şunlar idi: Katillerin işi tam yapamamış olmaları ihtimaline karşı sarayda ilk yardım yapılmasına mâni olmak, kâ- tillerin kaçışlarını fark ettirmemek, cinâyet mahallindeki delilleri bu esnada yok etmek. Eğer naaş sarayda incelenseydi, bütün devlet erkânı ve aile fertleri duruma şahit olacaklardı. Karakola taşınınca bunun önüne geçildi; sadece katil komitesi ve doktorlar içeri alındı. Ancak bu doktorlar ilk müdahalede bulunmamışlar; kesik bilekler en azından hemen sarılmamış ve daha birçok tıbbi yardımda bulunulmamıştı. Halbuki daha sonra yapılan itiraflarda, sultanın buradayken hâlâ hayatta olduğuna dair deliller kesinleşmiştir. Hiçbir müdahalenin yapılmaması da, bu hâdisenin bir cinayet olduğunu bir defa daha ispat eder.
Yıldız Mahkemesi’ndeki ifadesinde Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ki, ihtilal heyetinin önde gelenlerindendi:
“Naaşı karakola getirdikleri zaman, hayat belirtileri mevcut imiş. Hekimler de bunu tasdik etmişlerdi. O vakit bunu sordum. Fakat padişahın konuşmaya gücü olmadığı cevabını almıştım. Karakolda ne kadar yaşadığını bilemiyorum, zira ben sonradan gelmiştim ve bunu orada bulunan, vükela, vüzera ve ulemâdan öğrenmiştik” demek suretiyle yaşama hâdisesini tasdik etmiştir.
Padişahın Cenazesi
Sultan Abdülaziz Han’ın naaşı Topkapı Sarayı’na nakledilerek burada yıkandı. Naaşı yıkayan sekiz imam, Yıldız Mahkemesi’nde;“Sultanın iki dişi kırılmış, sakalının sol tarafı yolunmuş, sol memesi altında büyük bir çürük vardı.” demişlerdi. Pehlivanlar da yaptıklarını sonradan itiraf etmişlerdi. Sultanın sol kolundaki kesiklerin daha fazla olduğu, tutulan raporla kesin olarak tespit edilmişti. Zira sol kolundaki kesikler, sultanı kendinden geçirmeye başlayınca, ikinci kolunun daha fazla kesilmesine ihtiyaç kalmamıştı. Ayrıca bir bileğini kesen şahsın diğer bileğini de kendisinin kesmesi adli tıbba göre mümkün değildi. Sultan Abdülaziz Han’ın cenazesi 5 Haziran 1876 Pazartesi günü Topkapı Sarayı’nda yapılan merasimle pederi Sultan İkinci Mahmûd Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi.
Adalet Yerini Buluyor
Sultan İkinci Abdülhamid Han, tahta geçtikten sonra amcası Abdülaziz Han’ın katlinin tahkiki için 27 Haziran 1881’de bir mahkeme açtı ve suçlu bulunanları cezalandırdı. Bu mahkeme bütün açıklığı ile Abdülaziz Han’ın Mithat Paşa tarafından tertip edilen bir suikast neticesinde şehid edildiğini ispat etmiştir.
Veliahd Abdülmecid Efendi, 29 Ramazan 1335 tarihinde Ibnülemin Mahmud Kemal Bey’e gönderdiği bir mektupta şunları yazar:
“Pederimin hayatının son dakikalarına dair haberlerde büyük bir yanlışlık vardır. Tabiidir ki, rivayetlere dayanan vakalar doğru olamaz… Sevgili pederim Abdülaziz Han intihar etmiş değil, şehid edilmiştir. Ben bu felâketin şahidiyim. Ömrümün sonuna kadar kalbimin derinliklerinde o acı hatıratı bütün hakikatiyle muhafaza edeceğim.” Sultan Abdülaziz Han’ın katledildiğine hiç şüphe yoktur. Fakat onun intihar ettiğinde ısrar eden mesnetsiz bir görüş vardır. Hatta İsmail Hakkı Uzunçarşılı, yazmış olduğu “Mithat Paşa ve Yıldız Mahkemesi” isimli eserinde bu görüşü savunmaya çalışmasına rağmen, kendi mütalaaları dışındaki bütün vesikalar, Abdülaziz Han’ın katledildiğini ispat etmektedir. Hatta doktorlara yazdırılan raporun tafsilatını da vermekte ve adeta ‘işte görün, nasıl bir oyunla rapor yazdırıldı’, demektedir. Sultan Abdülaziz Han’ın katledildiği hususunda, meşhur tarihçilerden Abdurrahman Şeref başta olmak üzere Vakanüvis Lütfi Efendi gibi erkân da kesin kanaat sahibidirler.
Verilen Cezalar
Yıldız Mahkemesi sonunda, cinayetle alakası olan kişilerin dokuzu idam cezasına mahkûm oldu. Diğer iki suçlu ile Sultan M urad’ın ikinci mâ- beyncisi Miralay İzzet Bey, cinayete ortak olmak suçundan on sene kürek cezasına çarptırıldı. Suçlulardan hiçbirisi idam olunmadı. Mithat, Nuri ve Mahmud Paşaların cezaları, Hicaz vilâyeti dâhilinde Taifte sürgün cezasına dönüştürüldü. Daha sonra Şeyhülislâm Hayrullah Efendi de aynı cezaya çarptırıldı. Bunların bir kısmı tedavisi mümkün olmayan hastalıklara yakalanmış, Nuri Paşa delirmiş, Mithat Paşa ile Şeyhülislâm Hayrullah Efendi 1884 senesinde ölmüştür.