İSLAM
i ve boyutarıyla ilgili ilkeleri, kuralları ve temel çizgileri de be-Bunun sonucu olarak, salt dinsel uygulamalar kadar, sivil ha-düzenlenmesi işlevini de üsdenir ve şeriat olarak adlandırılan ıpı ortaya koyar. «Şeriat» kavramı, geniş anlamıyla pratik ha-tüm cepheleriyle ilgili yasaları saptamak ve böylece, neredeyim kavramının kapsamına yakın bir anlamda da kullanılmak-ikte, daha teknik anlamda medenî hukuk, ticaret hukuku ve hukukunun, hatta, devlederarası hukukun da temelini oluştu-4üslüman hukukçular (fukaha), metodolojik bakımdan şeria-5rt kaynağı olduğunu kabul etmişlerdir: a) en temel ve öteki aklardan çıkarılan yargıların da en azından kendisiyle uyuş-zorunda olduğu Kuran; b) Hz. Muhammed’in açıklamalarını, larını onaylarını gösteren sünnet; c) önceki iki kaynakta belirli lar için getirilmiş olan yasaları, bunların ele almadıkları, ben-:onulara da uyarlama yöntemi olan kıyas; d) Peygamberin, 5 üzerinde birleşmelerinin imkânsız olduğunu belirttiği, geniş Lüslüman kitle içinde oluşmuş uzlaşmayı gösteren icma.
»LAMIN DOĞUŞU VE YAYILMASI
amdan önce Arap toplumu genellikle putperestti. Bunun ya-ı, az sayıda Hıristiyan Arap ve Musevî Arap da vardı. Mek-:r bir Allah inancı taşımakla birlikte, Allah katında şefaatçi Şuna inandıkları ve daha başka olağanüstü güçler yükledik-utları da bir tür tann kabul ederlerdi. Dönemin hayat anla-ın, inanç ve düşüncesinin belli başlı dili olan şiirde dine ve ;1 konulara, mesela kadın, aşk, şarap gibi hafif konulardan da-: ve belirsiz bir yer verilirdi. Dedeleri İbrahim’in kurduğu evi sayılan Kabe’nin kutsallığını tanır, ziyaret ederlerdi. Bu-ı birlikte, bu ziyaretin, her yıl bir panayır kurulmasına yol aç-dışmda, dinsel ve manevî bir önemi yoktu. Mekke, çöl ko-:ı ölçüsünde yörenin en gelişmiş şehriydi, am kaynaklarında Arapların İslam’dan önceki dönemlerine liliye devri» denir. Bu tanımlama, büyük ölçüde «cahillik» iminin eski Arap edebiyatında gurur, kibir, gözü peklik, sal-nlık gibi anlamlarıyla o dönemde erdem sayılmasından ileri ordu. Cahiliye döneminde dünyanın zevk ve sefasından ola-|ince çok yararlanma hayatın biricik amacı sayılırdı. Kadın, şarap, soyluluk ve kabile savaşları, şiir ve edebiyatın başlıca larıydı. Dönemin ahlaksal erdemlerinin temelinde bireyin kabilenin övünç (fahr), onur (mecd), öfke (hamiyet) gibi usal eğilimlerini doyurma; soyluluk, cömertlik ve yiğitlikle ılma, saygı görme; böylece, insanlarda hem korku hem de anlık duygusunu uyandırma isteği yaratmaktaydı. Çöl Ara-ışam koşullarının gereği olarak, otoritenin hemen her türlü-başkaldırmıştı. Bireysel özgürlüğüne düşkün olmakla birlik-ıplumsal özgürlükten habersizid. Özgürlüğün sınırı, bireyin
ve onun mensubu bulunduğu kabilenin sınırlarım aşmazdı. Genellikle, soyluların oluşturduğu «hürler» sınıfı, her türlü hakları ve olanakları tekellerinde tutar ve bunlardan güçleri oranında yararlanırlardı. Azadı köle ve cariyelerden oluşan «mevali» sınıfı, sınırlı da olsa bazı haklara sahipti. Toplumsal yapının en alt tabakasına giren «köleler ve cariyeler» sınıfı, hak ve özgürlük gibi yüksek değerlerden tümüyle yoksun bulunurdu ve gelenek, bunun böyle olması gerektiğine onları da inandırmıştı. Efendilerinin malları veya eşyaları konumunda olan bu zümrenin, efendileri-ninkinden farklı bir inanç taşımaları da olanaksızdı.
Cahiliye toplumunda, özellikle, hürler sınıfından olan kadınlar oldukça iyi bir konuma sahiptiler. Ancak, ardı arkası kesilmeyen kabile savaşları, en başta kadınlar için ciddî bir sorundu; çünkü esir düşen kadınlar birer ganimet malı olarak paylaşılmaktaydı. Bu durum karşısında, kız çocuklarının ileride fahişeliğe zorlanabileceğinden kaygı duyan soylu kişiler, yeni bir kız çocuğunun dünyaya gelişini utanç verici bulur ve kimileri, onu ileride fahişe olmaktan kurtarmak için diri diri toprağa gömerdi. Kuran, Araplardan herhangi birine bir kız çocuğunun doğduğu müjdelendiğinde, yüzünün simsiyah kesildiğini, utancından kimseye görünmek istemediğini, aşağılanmaya katlanmak pahasına onu yanında tutmakla toprağa gömmek arasında bocaladığını bildirir (Nahl 16/58-859) ve bir gün (ahirette) bu kızların hangi günahları sebebiyle öldürüldüklerinin sorulacağını belirtir (Bürûc 81/8-9).
Namaz yeri. Emevî halifesi I. Velid tarafından, inşa edilen Şam’daki Ulucamide.
MÜSLÜMAN HANEDANLAR
Emevîler (661-750)
ilk İslam hanedanı doğrudan peygamberin ailesinden değildir. Emevîler başkent olarak Şam’ı seçtiler. Abbasîler (750-1258) Muhammed’in amcası Abbas’ın soyundan geldiklerini iddia ederek hemen hemen bütün Emevîleri safdışı ettiler. Kendileri de Sünnî olan Ab-basîler devletin başkentini Bağdat’a taşıdılar ve dinde öncüllerinden daha yoğun bir katılık gösterdiler. 877’den itibaren Mısır ve Suriye’deki etkileri son buldu, ama İran’da
XIII. yy’a kadar sürdü. TolunoğuUan (868-905)
Mısır ve Suriye’yi otoritesi altında birleştiren ve Kahire’deki camisinin de tanıklık ettiği gibi büyük bir yapımcı olan Ahmed îbn Tulun tarafından kurulan hanedan.
Fatımüer (969-1171)
Sonradan Mısır’a yerleşen Tunus kökenli hanedan. Ük Şiî halifeler, Hz. Muhammed’in kızı ve Ali’nin karısı Fatıma’nın soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı.
Selçuklular (1070-1098)
Türk kökenli bu hanedan Yakındoğu’da hiçbir zaman tam otorite ku-ramamış nr.
Eyyubîler (1171-1250)
Selahaddin tarafından kurulan bu güçlü hanedan, Selçuklular döneminde doğuya gelmiş olan Haçlılara karşı savaşmak üzere, değişik Müslüman güçleri birleştirmeyi başarmıştır.
Memluklar (1250-1518)
Memluk «köle» anlamına gelir. Ey-yubılerin paralı askerleri iken onların yerine geçmişlerdir. Güçlü bir askerî hiyerarşiye sahip olan Memluklar. Moğollara karşı direnmek zorunda kaldılar (Timurlenk, 1401), sonra Yavuz Sultan Selim önderliğindeki Osmanlılara teslim oldular. Osmanlılar (1290-1922) Anadolu’ya yerleşmiş Türk kökenli bir kabile olan Oğuzlardan Kayı boyunun beyi Osman tarafından kurulduğu varsayılır. Osmanlılar merkezi İstanbul olan güçlü bir İmparatorluk kurdular.
giri Derya
UMMAN
I. YY-XII. YY ARASINDA İSLAMIN YAYILMASI
I H Muhammed’in ölümüne I i 1180’de İslam alemi
^ kadar olan fetihler 1-■
J 750 ye kadarki genişleme —► ♦ Askerî seferler, savaşlar, kuşatmalar
j IX. yy’daki fetihler « Önemli İslam merkezleri
P. 1180’e doğru İslam devletleri 0_122°km
DENİZİ
MÜSLÜMAN HANEDANLAR
MAĞRÎB
Murabıtlar (1056-1147)
Belki de Sudan kökenli olan bu Berberi hanedan, Magrib’i bir süre Marakeş’ten denetledi. Muvahhidler (1145-1269) Reformcu bir dinsel hareketten doğan bu hanedan Murabıtlan yönetimden uzaklaştırdı. En parlak ardıllan Nasrîler oldu. İSPANYA
Emevüer (755-1031)
Abbasî kıyımından sağ kurtulanlar Ispanya’daki Cordoba’ya sığınarak burada 1031’e kadar sürecek bir halifelik kurdular. Nasrîler (1230-1492) Ispanya’nın son Müslüman hü-kümdarlan olan Nasrîler ülkenin başkentini Grenada’ya taşıdılar. Sonunda Katolik krallar karşısında dize geldiler.
IRAK-ÎRAN
Samanoğullan (819-1005)
Abbasîlerin yerini alan ve Ha-rezm’i ve Buhara’yı denetimi altında tutan hanedan.
Gazneliler (1038-1194)
Türk kökenli bu paralı askerler Afganistan’dan Hindistan’a doğru ilerlediler.
Timurlular (1370-1506)
Timurlenk Hindistan’a kadar yağma akınları düzenledi ama aynı zamanda parlak bir uygarlık başlattı.
Safevîler (1501-1732)
Büyük kültür merkezleri durumuna gelen Tebriz, Kazvin ve İsfahan’ı başkent yapan hanedan. HİNDİSTAN Hint-Türk (1526-1858) Timur’un ve Cengiz Han’ın soyundan gelen Babür tarafından kurulan hanedan. XVI. yy’da elli yıl boyunca hüküm süren Ekber, Doğu’yla Asya arasındaki sentezi gerçekleştirdi.
PEYGAMBER
Hz. Muhammed, 570’te, Batı Arabistan’daki ticaretin kavşak noktası olan Mekke’de doğdu. Öksüzlükle geçen çocukluk döneminden sonra bir süre ticaretle uğraştı. Yaşamı boyunca hiç ilgi göstermediği putperestlik inancının, genel olarak dinsel, ahlaksal ve toplumsal durumun insan onuruyla bağdaşftrılamayacak yanlışlıklar ve kötülüklerle dolu olduğunu gördü. Otuz yaşlarında, Hira Dağı’nda bir mağaraya çekilerek toplumunun dinsel ve ahlaksal sorunları üzerinde düşünmeye yöneldi. On yıl kadar süren böyle bir murakabe, düşünme ve manevî arınma dönemi yaşadıktan sonra, 610 yılına doğru aym yerde murakabe halinde bulunduğu bir sırada kendisine peygamber olarak seçildiği bildirildi ve Kuran’ın ilk ayederi vahyedildi. İslam’ın ilk mesajları olan bu ayetlerde şöyle deniliyordu: «Yaratan Rabbinin adıyla oku. İnsanı yarattı bir koyu kandan. Oku! İnsanı kalemle öğreten, bilmediğini bildiren, kerim olan Rabbinin adım. Öyle değil, insan kendini zengin görünce azar. Döneceğin Tanrı’yadır.» (Alak 96/1-5). Hz. Muhammed uzunca bir süre sonra yine aym yerdeyken bir dizi buyruk yanında, kendisinden, insanlara tanrısal gerçekleri anlatması istendi. Bundan sonra art arda gelen ayeüer ışığında; Allah’ın varlığı, birliği, yalnız O’na kulluk edilmesi gerektiği, insanların kardeşliği, ebedî kurtuluşun İslam’a bağlanmakla kazanılabileceği ve bu öğretinin tüm insanlığı bağladığı yolundaki çağrışım ısrarla sürdürdü. Bu öğreti içinde, özellikle, tek tanrı inancı ve insanların eşitliği ilkeleri, hemşehrilerini ayağa kaldırdı. On üç yıl boyunca çok ağır baskı, zulüm ve saldırılar karşısında, Mekke’de pek az taraftar kazanabilen Hz. Muhammed, Medine’lilerle yaptığı birkaç gizli görüşmenin ardından, daha sonra Müslümanlarca takvim başlangıcı sayılacak olan 622 yılında, öteki inananlarla birlikte Medine’ye (Yesrib) göç (hicret) etmek zorunda kaldı.
Hz. Muhammed, Medine’de hem peygamber hem de siyasal önder olarak faaliyet gösterdi. Öncelikle, Medine’de anayasal bir düzenleme yaparak burada kendisinden önce yaşanan toplumsal karışıklıkları ortadan kaldırdı. Medine’de geçirdiği on yıl içinde Arap kabilelerinin büyük çoğunluğunun İslam dinine girmelerini sağladı. Mekke’yi «müşrikler»in yönetiminden kurtararak Kabe’yi pudardan temizledi ve burayı İslam’ın kutsal merkezi yaptı. Hicretinin onuncu yılında, Mekke’ye yaptığı hac ziyareti sırasında, yüz kırk bin Müslümana, İslam’ın evrensel ilkelerini anlatan ve «Veda Hutbesi» diye amlan bir konuşma yapma muduluğunu yaşadı. Dönüşten kısa bir süre sonra, geride «tamamlanmış bir din (Kuran, Maide 5/3) ve «hayıra çağıran, iyiliği buyuran, kötülüğe karşı çıkan», «hayırlı bir ümmet» (Kuran, Ali İmran, 3/104, 110) bırakmanın huzuru içinde yaşamı son buldu (632).
İSLAM DEVLETİ
Hz. Muhammed, düşüncesinin temelini vahiy yolı kaynaktan alan yeni bir siyasal toplum kurmuştu. Bu I kısa bir sürede ümmet kimliği içinde uluslararası boy dı. İlk İslam devletini hicret olayı üzerine, Medine’de I-med kurmuştu. Onun ölümünden hemen sonra kayır saygın ve kaynaştırıcı bir kişiliğe sahip olan Ebubeki bir temsil heyeti tarafından devlet başkanlığına getirile Peygamber’in ölümünün doğal bir sonucu olarak baş j zı karışıklıklan kısa sürede önledi. Gerek ilk halife, geı ki iki halife I. Ömer (halifeliği 634-644) ve Osman (hs 656) dönemlerinde fetih harekederi yoğun bir şekilde Çıkan iç siyasal kargaşalar sonucu Osman öldürüldüğ devletinin hâkimiyeti bütün Arabistan Yarımadası, Fili Mısır, Libya ve Mezopotamya’mn yam sıra, ErmenistE büyük bölümüne yayılmıştı. Ancak, yine bu dönemde Medine’de ayrıcalıklı ailelerin büyük ölçüde zenginleş ne, kıskançlık ve hoşnutsuzluklar da Müslümanları bc ladı. Bu arada, yapılan bilimsel çalışmalarla Kuran meı ğin sağlanması ve hazırlanan mushafların belli başlı gönderilmesi, Osman döneminin en önemli gelişmeli oldu. Osman’ın öldürülmesi ilk «büyük fitne» diye ; olay, sonraki iç karışıklıkların hatta, iç savaşların orta mn temel nedeni veya başlangıcı sayılır.
656’da, Peygamber’in amcasının oğlu ve damad Ali’nin halifeliğe getirilmesi, karışıklıkları önlemek şö daha da artırdı. Ali, Peygamber ailesinin iki kolund; Haşimîlerdendi ve Osman’ın da bağlı olduğu Ümeyy aile, onun halifeliğini tammadı. Bu iki aile arasındaki dinsel ve hukuksal, gerçekteyse İslam öncesinde de yasal anlaşmazlıklar, Müslüman cemaatini, bugün d şeklinde varlığını sürdüren iki kola (mezhebe) böldü, hit edilmesinden sonra, Ali taraftarları (Şiîler), iktida Emevi soyundan olan Suriye valisi Muaviye’nin ikti madılar.
Buna karşın, Muaviye, başkent olarak seçtiği Şam’ yıl (661-750) sürecek olan Emevi saltanatını kurmayı te karışıklıklar sürerken, dışta da parlak fetihler yapıld 670’te fethedilmesinden sonra, Müslümanlar, 710’da, rika’mn Akdeniz kıyısına ulaşmış oldular ve ertesi yı rık Boğazı’m geçerek Ispanya’yı hızla ele geçirdiler, 732‘de, geri çekilmeye zorlanacakları Poitiers’ye kad Öte yandan, Asya’da İndus’un doğusuna ulaşma Konstantinopolis’i (İstanbul) birçok kez kuşattılar. / imparatorluğu, Pencap’taki birkaç koloniyle Çin ve H mrına kadar uzamyordu.
ı!
Islamın «beş şarkından biri olan namaz (Arapçada salat) müminler tarafından, caminin huzur verici ortamında olduğu kadar çölde de günde beş defa kılınır.
ŞİÎLİK VE SÜNNÎLİK
îler ve Sünnîler arasındaki, bugün temel olarak görülen bölünme, Islamın : genişleme döneminde, esas olarak peygamberin yerine kimin geçeceği ırunu çevresinde padak veren politik çatışmalardan kaynaklanır.
Şiîler Hz. Ali’ye çok değerli bir ermişlik ve neredeyse peygamberinki-î eşit bir rol atfederek, ona ve doğrudan onun soyundan gelenlere ce-.aatin ruhanî yönetiminde mutlak bir hak tanırlar. Şiîlerin çoğu Imami-; mezhebindendir, çünkü On iki Imam’ın (Hz. Ali ve on bir ardılı) otopsini, Hz. Ali’nin soyundan gelenler lehine indirilmiş tanrısal kökenli r buyruktan esinlenen gerçek rehberlerin otoritesi olarak kabul ederler, n ikinci imam ölmemiş, IX.-X. yy’larda «görünmez kılınmıştır». Gömmez bir dünyada yaşayan «gizli imam» (Mehdi) adaleti egemen kıl-ıak için bir gün yeryüzüne geri dönecektir.
Yanlış bir biçimde «Ortodoks» Müslümanlar olarak anılan Sünnîler i anlayışa karşı, hemen hemen deneysel biçimde oluşan halife olma jrallan (örneğin Kureyş kabilesi içinden seçilerek) arasında yer alan tek îygamber geleneğini çıkarırlar. Sünnîler Hz. Ali’yi diğerleri gibi bir hare olarak kabul ederler ve imamlara namazı yönetmek dışında bir işlev .mmazlar.
Islamda azınlıkta kalan Şiî imamlık anlayışında, imam bütün ruhanî ve iinyevî otoritenin tek kaynağı olarak görülen bir tür rahip-kral gibidir. Bu akış açısı, özellikle, muhtemelen daha eski geleneklere tekabül ettiği ve
IV. yy’da Safevî Hanedanı’nın kurulmasıyla Şiîliğin devlet dini haline îldiği İran’da kendini kabul ettirmiştir. Iranlı ayetullahların gerçek bir din iamlan sınıfı oluşturmalan, Islamda kuraldışı bir olaydır. Şeriat bilginle-tarafından yönetilen bu din adamlan sınıfı, büyük bir politik ve ekono-ıik özerklikle donanmıştır. Şiîlerin gözünde, oluşturulan yönetimin hiç-ir meşruluğu yoktur çünkü yönetim sadece, dönüşünü bekledikleri ve akikati zafere ulaştıracak olan gizli imama teslim edilebilir.
Rakip hanedanlar ve şehirler
Emevi halifelerinin 90 yıl kadar süren yönetimlerinde benim-iikleri siyasal görüşler ve uygulamalar, geniş bir alana yayılmış lunan İslam toplumu içinde çeşitli hoşnutsuzlukların doğması-ve sonunda Emevi Hanedanı’nın yıkılmasına yol açtı. Hz. Mu-mmed’in amcası Abbas’ın soyundan geldikleri için Abbasîler fe anılan hanedanın ileri gelenleri, hilafeti ele geçirmek için, ıevi yönetimine karşı duyulan hoşnutsuzlukları ve olumsuz şulları kendi lehlerine ustaca kullanmasını bildiler. Geniş bir si-sal hazırlık ve mücadele döneminden sonra, 750 yılında, Eme-er’in başkenti Şam’ı ele geçiren Abbasiler, başkenti Bağdat’a ta-lılar. İhtilal çok acımasız ve kanlı olmakla birlikte, sükûnetin ulanmasından sonra, İslam tarihine daha çok bilimsel ve düşün-. gelişmeleriyle damgasını vuran yeni bir dönem başladı.
X. yy’da, Abbasî hilafeti önemli ölçüde güç kaybetmiş, özellik-Iranlı bir Şiî hanedanı olan Büveyhîlerm; ardından da, Fatımî gü-mlü kesimlerin Bağdat üzerinde siyasal etkinlik ve hâkimiyet »lamaları, Abbasî halifelerini kukla durumuna düşürmüştü. Bağ-t’taki Şiî tabanlı bu gelişmeler, Sünnî olan Selçukluları harekete çirdi. Selçuklu sultam Tuğrul Bey’in, 1055 yılında, Bağdat’a gire-
< buradaki Fatımî nüfuzunu ortadan kaldırması, Abbasî Halife-
liği’ne yemden itibar kazandırdı. Ancak, Abbasî imparatorluğu, 1258’de, Asya’ya kasıp kavuran Moğol fırtınası karşısında dayanamayarak yıkılmaktan kurtulamadı ve bu surede, Müslüman cemaat tartışmasız bir gerçek olarak varlığım sürdürürken, Müslüman dünyamn Arapların yönetimindeki siyasal bütünlüğü fiilen ortadan kalkmış oldu. Buna karşılık, Selçuklulann Bizans’a karşı 1071’de kazanmış olduğu zafer, yeni bir siyasal İslam birliğinin, bir başka ulus tarafından gerçekleştirileceğinin ilk habercisiydi.
Modern dünyada İslam
Napolyon’un 1798’de Mısır’ı istila etmesi ve Fransızların bundan üç yıl sonra müttefik İngiliz ve Osmanlı birlikleri tarafından ülkeden çıkarılması, genellikle İslam’ın modem döneminin başlangıcı olarak kabul edilir. 1805-1849 arasında, hidiv olarak yönettiği Mısır’ı yeniden biçimlendirmeye girişen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın iktidara gelmesi, sömürge vesayetinden kurtulmayı ve bağımsız devletler kurmayı amaçlayan bir Müslüman dünyamn vereceği uzun mücadelenin başlangıcım belirler. Yabancı egemenliğine karşı direniş ve bunun yam sıra, Müslüman cemaati modern dünyada beklediği yere getirme çabası, Cemaleddin el-Afganî tarafından yönetilen Panislamcı akımlar kadar, XX. yy’ın milliyetçi hareketlerinin de özelliğim oluşturur.
Müslümanların çoğunlukta olduğu birçok ülkedeki siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişme, önemli farklılıklar göstermektedir. Türkiye ve birçok Arap ülkesi laik cumhuriyeder haline gelmiştir; Suudi Arabistan ise, şeriat adına yönetilen bir mudak monarşi durumundadır. İran, 1925-1979 arasında, ülkenin laikleşmesini ve Batılılaşmasını teşvik edici bir siyaset izleyen Pehlevî hükümdarları tarafından yönetilmiştir. Büyük çoğunluğunu Şiîlerin oluşturduğu Müslüman cemaatin giderek artan direnişi, şahın ülkeden kaçmak zorunda kalmasına ve Ayetullah Humeynî önderliğinde bir İslam cumhu-
İSLAM
Bir Kahire sokağında ramazanın sonu.
Kadıların üzerine yerleştikler-süslü minderi ancak uzaktan hatırlatan bir koltuğa oturmuş bir hatip (derin bilgisi ve dindarlığıyla saygı uyandıran biri) kalabalığa sesleniyor.
Orta Asya’da İslam. rs~ »h-
Mahmud’un ÖzbefcsS- z=< – <3 Z3 bulunan anıtmezar
MALAYSİA^'”‘
Oğlak Dönencesi
180″
•Y.
dUPlNLER
yengeç osnencaa
PASİFİK
OKYANUSU
0,5
TASVİR SORUNU
Tevrat
Tesniye V ve Z <■ Karamda baş-sa
yukarda g-‘L-rus danm, yahut aşağıda yerde elanın, yahut yszz alznda sularda elam ‘zzz suretmı yapmayacaksa. Kuran
Ayete 9Z: «Ey inananlar, ş=r=r / _ rr-ar. putlar, fal okları murdar r.:=z cır. şeytan işidir, ondan ela ki kurtulasınız.»
Ayet 6 74: «Babası Azer s r.=r_ h:rs: «Sen birtakım cu^ît. Ti.-jt t_ edinirsin? Ben hem ser_ _ı-=~. 1.2 ;=-rur. milletini açık s£r/_r_«t= şıru-rum» demişti ya.
Kuran’da kullanım:? z,=r, _
zamanki bağlamda <• rur tarrıa veya «tasvir, resım^ fs’jL.rts aruaş.-labilır. Kuşkusuz, b£|-=r.g;çta kastedilen tapma taşlar.- yazu ru^art-ama sonradan tasvir ve resin: zt z~-lar arasında sayıldı
İSLAM
10 50
Devletin toplam nüfusu içinde İslam (sünnî+şii) nüfusun oranı
Tunus’un bir sokağımla kadınlar.
Kadınların çarşaf giymesi, gelenekle belirlenen «edep kurallan»na bağlıdır.
İSLAMIN RESMÎ DİN OLDUĞU ÜLKELER
Afganistan, Bahreyn, Bangladeş, Birleşik Arap Emirlikleri, Brunei, Cezayir, Fas, Irak, İran, Katar, Komorlar, Kuveyt, Libya, Malezya, Maldivler, Mısır, Moritanya, Pakistan,
Somali, Sudan, Suudî Arabistan, Tunus, Umman, Ürdün, Yemen.
Fas’ta bir murabıl mezan. İlk mezar üzerine yapı inşa etme yasağına rağmen, çok geçmeden bilgelikleri ve dindarlıklarıyla büyük saygı uyandıran kişilerin mezarlan üzerinde anıtmezarlar yükselmiştir.
Senegal’deki Müslüman bir topluluğun kurban kesmesi: eti
yenecek hayvanın kesimi dinî icaplara göre kesin kurallara bağlanmıştr.
riyetinin kurulmasına yol açmıştır. 1979’dan bu yana, Pakistan da bir İslam cumhuriyeti durumuna gelmiştir; Pakistan Anayasası, devletin şeriatı uygulamasını öngörmektedir. 1990’lann ortasına doğru Afganistan’da da koyu şeriata dayalı bir İslam devleti kurulmuştur.
İSLÂMÎ DÜŞÜNCE VE İNANÇLAR
Hz. Muhammed’in, kendisiyle Cebrail arasında geçtiğini belirttiği konuşmayı aktaran bir hadiseye dayanılarak İslam dininin altı temel inanç ilkesinin bulunduğu kabul edilir. Gelenekse] «Amen-tü» formülünde toplanan bu ilkeler şunlardır:Allah’ın birliğine, Kutsal Kitaplar’a, peygamberlere, ahirete ve kadere inanmak.
Allah. Allah, tüm varlıkların ve olguların yaratıcısı, ilk nedeni ve yöneticisinin İslam dinindeki asıl adıdır. Ayrıca, Kuran’da bu yaratıcının başka «güzel adları»nın (esmây-i hüsnâ) bulunduğu belirtilir. Kuran’da en çok kullanılan sözcük olan Allah adı, «Yüce Yaratıcı»nın öteki adları ve niteliklerini de kapsayacak genişlikte bir anlam taşır.
Kuran’m öğretilerine dayanan Müslümanlar için Allah vardır, birdir. Zatı, nitelikleri ve eylemleriyle ezelî ve ebedîdir. Yaratılmışların hiçbirine benzemez. Başka hiçbir varlıktan güç ve destek almaksızın kendiliğinden vardır; buna karşılık, her şey O’na muhtaçtır. Cansız ve bilinçsiz bir varlık değildir. Bilgisi her şeyi kuşatmıştır; herşeyi duyar ve görür; harf, sözcük ve seslere gereksinme duymaksızın, bizim bilmediğimiz bir şekilde konuşur. En güzel adlar ve nitelikler O’nundur; bütün kusurlardan da uzaktır. Rahmeti ve şefkati her şeyi kuşatmıştır; bununla birlikte, azabı da çok çetindir. Hiçbir kimseye hiçbir biçimde zulmetmez. O’nun Kuran’da bildirdiği peygamberler, kitaplar ve bunlar aracılığıyla insanlığa duyurmuş olduğu tüm bilgiler haktır, doğrudur; iyi dedikleri iyi, kötü dedikleri kötüdür; ancak insanlar bilgi olanaklarının çok kıt olması
nedeniyle gerçekten iyi ve kötü olam özünde kavra nedenle, tam gerçeği ve tam iyiyi yakalamada da O’ lar. O’nunla kulları arasına hiçbir varlık, kişi veya ku:
Müslümanlar, tümüyle Kuran’m ortaya koyduğ rıyla, yalnızca her türlü inkâra düşüncelerden aynin aynı zamanda, Allah’ın zat ve sıfatlarının kustallığı ve sürekliliğini zedeleyen bütün dinsel ve felsefî sis uzaklaşmış olurlar.
Melekler. İslam inancına göre, Allah, fizikötesi vt duğundan, tanrısal iradenin bilinmesi ve buna uyu) O’nunla insan arasında bazı ilişki vasıtalarının bulu ludur. Bu ilişkinin türlü yolları düşünülebilir. Bunları süd (Tanrı’nın insan biçiminine bürünmesi) olabilir, bunu reddetmiştir. Uyku durumunda görülen rüya olarak düşünelebilir ve peygamberler bu yolla bazı’ rını almışlardır. Bununla birlikte, rüya geniş ölçüde olay olduğundan, kesin gerçeklere ulaşmada güven ğildir. İnsanla Yaradan’ı arasındaki ilişkinin en yüks Hz. Muhammed tarafından «vahiy» denilmiştir. Val ilham değidir; Tanrı’nın insana sunduğu gerçek bir sal bir tebliğdir; bu tebliği, «peygamber» (nebî, resu seçkin insanlara salt ruhsal bir varlık olan ve İslam’ verilen bir melek getirmiştir. Hz. Muhammed, böy varlığım kesin olarak bildiğini (bazı rivayedere göre de gördüğünü) belirtmiştir. Peygamber’in arkadaşl meleği geldiğinde, bunu, o anda geçirdiği son derece lojik değişikliklerden kolaylıkla anladıklarını pek çt rıyla ifade etmişlerdir. Kuran da birçok kez böyle bi lar dünyasının bulunduğunu açıkça bildirmiştir. Bı ran’ın öteki kesin bildirimleri gibi, meleklerin varl da iman etmiş sayılmanın temel koşullarmdandır. î meleği Cebrail’in adı Cibril olarak geçer; ayrıca, Mik lekten söz edilir. İslâmî literatürde rızıkları Allah a mekle görevli bu melek Mikâil, Kuran’da «ölüm mı tanımlanan melek de Azrail diye anılır. Dört büyü) bilinenlerin sonuncusunun adıysa İsrafil’dir.
Ayrıca, insanların «ameller»ini yazmakla görevi tibîn» melekleriyle kabirde ruhları sorgulamakla g na inanılan «münker ve nekir » melekleri de vardı!
Kutsal kitaplar. Hz. Muhammed’in ilan ettiği tek bir kitaptan değil, «kitaplar»dan bahseder. Kur, iman etmek gerektiğine ilişkin pek çok ayet vardır. 1 rat, Zebur ve Incil’in adları özellikle anılır. Ayrıca, I rahim gibi daha başka peygamberlere «sahifeler» rildiğinden de söz edilir. Birçok peygamber de ken ki veya kendi çağındaki bir peygambere gönderiln tapla «amel» etmiştir. İslam peygamberi, Buda’mn adlarından söz etmediği gibi, Hint Brahmanizmine işarette bulunmamıştır. Bununla birlikte, bir Müslü rın aslında tanrısal açıklamalar olması olasılığım • Tevrat’ının başına gelenlerin benzerlerinin Vedalaı olabileceğini düşünmesinde bir sakınca yoktur. / Kuran’da anılmayan başka kutsal kitaplar içinde dı
Peygamberler. Allah’ın haberlerini, buyruk ve melek, insanlar içinden yine Allah tarafından seçilr kişiye getirir ve bu kişi, onları belli bir ulusa veya tü dirmekle görevlendirilir. Kuran terminolojisinde bı rimle görevli bu kişiye nebî (haberci) veya resul (elç
mm
e, Türkçede Farsça asıllı peygamber sözcüğüyle karşılanır, m, İdris, Nuh, Hud, Salih, Eyyub, Yunus, Lut, Şuayb, İbra-mail, îshak, Yakup, Yusuf, Üzeyir, Musa, Harun, Zekeriya, Davud, Süleyman, İsa ve Muhammed Kuran’da adları ge-/gamberlerdir. Zülkifl, Lokman, Elyesa, Ilyas adları da Ku-öv^üyle geçmekle birlikte, bunların peygamber oldukları-in kesin bilgi yoktur.
ret. Müslümanlıkta ahiret ve kıyamet gününe inanmak Ku-kesin buyruklanndandır. Ahiret kavramı, Kuran’ın birçok mesela Vakıa, Necm, Bakara, Kıyame sureleri) ve ayetlerinin İslam inancına göre, Allah, dünyayı ve dünyadaki bütün rı geçici (fani) olarak yaratmıştır. Günü geldiğinde (kıyamet) ve üzerindeki bütün canlılar yok olacaktır. Kıyametin he-dından ahiret hayatı başlayacaktır. İsrafil adlı melek «sur»a let gününde çalınacak boru) üflediğinde, ölülerin berzah de bekleyen ruhları, yeni baştan yaratılan bedenleriyle bu-dup diriltileçektir. Dirilenler «mahşer» yerinde bir araya gerdir. Bu aşamadan sonra, insanların dünya hayatındaki gü-sevapları ölçülecek (mizan), cennetlik ve cehennemlikler lecektir. Sevapları ağır olanlar «sırat köprüsü»nden geçerek e ulaşacak, günahları ağır basanlarsa cehenneme düşecek-Cennet ve cehennemdeki hayat sonsuza kadar bir muduluk ıutsuzluk yeri değil, kişilerin dünyadaki hayatlarında kendi 1e hazırladıkları kaçınılmaz bir gelecektir, ler. Kuran sık sık, hem Allah’ın mutlak ve sarsılmaz irade-, hem de insanın özgürlüğü ve bunun doğal sonucu olan so-uğundan söz eder, ilk bakışta çelişkili gibi görünen bu du-ader sorunu içinde ciddî tartışmalara neden olmuştur, llerle-Delirsizleşen bu tartışmalar bir yana bırakılarak, kader soru-ğrudan doğruya Kuran’ın Tanrı-evren ve Tanrı-insan ilişkisi-r ayetlerinin bütünlüğü içinde incelendiğinde şu kesin sonu-lır. Zaten, nitelikleri ve eylemleriyle mutlak ve ortaksız olan sınırsız bilgisi, gücü ve iradesiyle bütün evrenin ve bu arada, ı her türlü etkinliklerinin, genel olarak tüm oluşların ortaksız msi, yöneticisi ve asıl yapıcısıdır; O, «fail-i muhtar» ve «ka-,utlak»tır. Kuran’ın bu inancı telkin eden ayelederi, sağduyu-nanan gönüllere, tanrısal gücün azameti karşısında kendi kü-;ünü, sınırlılığım ve aczini hissettirir. Böylece, insan, Allah’ın, denilen bu ulu kudret ve iradesi karşısında güçsüzlüğünün bi-: varır; O’nun korumasına ve esirgeyip bağışlamasına muh-luğunu benliğinde duyar. Özellikle, Kuran’ın ilk suresi olan a»da bu bilincin en çarpıcı ifadeleri yer alır.
hiyat tartışmaları
. yy’da ortaya çıkan bir ilahiyat akımının yandaşlan olan rile’nin ve XII. yy’da kurulan dinsel bir tarikat olan Kadirî-caderle ilgili düşüncelerine göre, Kuran’ın «insanları incitme-lahî adalet mesajı (Kuran, «Allah asla insanları incitmez; falar kendi kendilerini incitirler» der. Yunus 10/44), insanları, :ten sorumlu olmadıkları günahlar ve inançsızlık nedeniyle ndıran bir Allah kavramım dışlar. Bu görüşün muhalifleriy-n tersine, Allah’ın bağımsız özgürlüğü öğretisini savunmuş-Buna göre, İlahî özgürlük hiçbir sınırlamaya gelmez ve Mu-nin iddiasının tersine, O’nun «yarattıkları için en iyi olanı a» gibi bir yükümlülüğü yoktur; çünkü mantıkî olarak «yü-ilük» kavramı «tann» kavramıyla çelişir; yükümlü olan tan-naz; çünkü Tanrı’nın üstünde, O’nu yükümlü kılacak başka jrite yoktur. Tanrı elbette insanlar için en iyi olanı yaratır; anlı O’nun bir ödevi değil, yalnızca lütuf ve ihsanıdır. ry’da, iki ünlü ilahiyatçı, el-Eşarî ve el-Maturidî, Sünnî yak-: etkileyecek cevaplar önerirler, insanların hareketlenni Al-:er ve yaratır; ama insanın bunları kendi hareketleri yapmak sndine mal etmesi gerekir. Tek ve benzersiz Yaradan olarak anlayışı, bundan böyle, insan sorumluluğunun olumlanma-ît başı gidecektir.
başka tartışma, Tanrı’nın birliği kavramının çevresinde, AI-özü ve özel nitelikleri konusunda doğar. Tartışma, Ku-ı, yani, Tanrı’nın kelamının yaratılıp yaratılmadığı sorusu :ıedir. Birinci görüşün savunucuları, Kuran yaratılmamışsa, bir ezelî ve ebedî hakikat ilkesi varsaymak gerektiğini be-îktedirler; oysa, sadece Allah ezelî ve ebedîdir ve ebediyet dışında kavranamaz. Bu görüşe karşı çıkanlara göre, Ku-: yaratılmış olduğunu savunmak, kutsal kitabın İlahî niteli-lalel getirmekle aynı yere varır. Sünnîler’e göre, Kuran söz-r, sesler, yazı ve iki kapak arasındaki kitap olarak yaratılmışsa o, her türlü sözlü veya yazılı ifadeden önce gelen, ebedî <iç konuşma»nın tezahürü olarak ezelî ve ebedîdir, ide doğdukları toplumsal-siyasal bağlama derinden bağlı lahiyat tartışmaları, başlangıcından itibaren İslam’ı böler. Şiîler,
sadece «aile üyeleri»nin (Ehlibeyt; Haşimîler veya daha sınırlı bir anlamda peygamberin kızı Fatma ve damadı Ali’den olan torunları) halifelik üzerinde hak iddia edebileceğini savunurlar. Bir başka grup olan Haricîler (tam çevirisi «ayrılık yaratanlar, yasal otoriteye başkaldırarak İslam cemaatinin dışına çıkanlar»), Ali’den (Haricilik mezhebinin bir üyesi tarafından öldürülmüştü) ve Emevilerden aynlırlar. Onların öğretisine göre, dinin kabulü veya iman, kişiyi tek başına mümin yapmaz; büyük bir günah işleyen herkes inançsız sayılmalıdır. Böyleleri de, Tann’ya inanmayanlar gibi cehenneme mahkûm olmuş inançsızlardır. Hariciler, büyük günahlar işlemiş olan halifelerin, inananlardan sadakat bekleyemeyeceklerini ileri sürerek, bu uslamlamayı cemaatin liderlerine bile uygularlar.
Müslümanların çoğunluğu, imanla hareket arasında bir uygunluk olması gerektiğini kabul eder; ancak bir insanın inanan biri mi yoksa inanmayan biri mi olduğunu sadece Allah’ın karar verebileceği konusunda ısrar ederek, bu ölümlü dünyada saf bir inananlar cemaati oluşturmayı amaçlayan Haricî ideailini reddeder. Müslümanlar, kıyameti beklerken başkalarını yargılamaktan vazgeçmek gerektiği ilkesinden hareketle, «dinin beş şartı»m (yukarıda sayılan altı şarttan ilk beşi; çünkü akıncısı olan kader tartışmalıdır) kabul etmek koşuluyla, herkesi inananlar cemaatinin üyesi olarak kabul ederler. Başkalarını yargılamaktan vazgeçmek, aynı zamanda, iktidarı elinde tutanlar da mahkûm edilebilir uygulamalarda bulunsalar bile, Müslüman siyasi iktidara saygı göstermek anlamına gelir.
İSLÂMÎ İBADET
Daha önce değinilen ve Hz. Muhammed ile Cebrail arasındaki bir konuşmayı aktaran hadisteki konulardan biri de, «İslam» kavramının hangi ibadetleri kapsadığı sorusu ve bunun yanıtı olmuştur. İslam’ın beş şartı diye bilinen ve her Müslümanın temel geleneksel ödevlerini oluşturan bu ibadeder, İslam dininde, inancın ve hareketlerin birbirine ne kadar bağlı olduğunu ortaya koyar.
Kelimei şahadet. Allah’a ve Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna inancın açıklanması anlamına gelen bu deyim, «Eşhe-dü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve re-sûlüh» (Tanıklık ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur; yine tanıklık ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir) şeklinde for-mülleştirilmiş olan ifadeyi kapsar. Bu ifadeyi diliyle söyleyip anlamını içtenlikle kabul eden kişi, Müslümanlığı kabul etmiş; İslam’da en temel kulluk görevi olan inanma görevini yerine getirmiş olur.
Namaz. Günde beş defa Mekke’ye dönerek yerine getirilen özel ibadet için kullanılır, Kuran, namazdan («salat» sözcüğüyle) yüzlerce defa söz eder ve «Namazı dosdoğru kılınız» anlamındaki ifadeyle akıllı ve ergin olan kadın erkek tüm Müslümanlara namaz kılmayı bir görev (farz) olarak yükler. Ancak, kadınlar lohu-salık ve âdet kanamaları dönemlerinde namaz kılamazlar ve daha sonra kaza etmeleri de gerekmez.
İslam dini, yeryüzünde yalnız Allah’ın hükümranlığının geçerli olduğu bilincini akıllara ve gönüllere yerleştirmek amacıyla günde beş vakit namaz kılmayı emretmiştir. Bu ibadet, Müslüma-mn her namazın kılındığı on onbeş dakikalık bir zaman dilimi içinde yaratıcısı olan Allah’a teslimiyet ve minnettarlığını göstermek için bütün maddî ilgilerden sıyrılmayı gerektirir. Günde beş vakit namaz, Hz. Muhammed’in olağanüstü bir olayla göğe yükseltildiği miraç gecesinde farz kılınmıştır. Bu nedenle, Peygamber, bir Müslümanın namazının, onu, Allah’ın huzuruna yükselten bir «miraç » değerinde olduğunu bildirmiştir. Bu yüzden, Müslümanlıkta namaz, bütün ibadederin en değerlisi ve en önemlisi sayılmıştır. Nitekim, Peygamber, bir hadisinde geçen «Namaz dinin direğidir» anlamındaki sözü de bunu ifade eder.
Abdest ve beden temizliğiyle namaz kılınan yerlerin temiz tutulması, namazın kabulünün ön şartıdır. Abdest alınırken dirseklere kadar el ve kollarla yüzün yıkanması, başın ıslak elle sıvazlanması (meshetme) ve bileklere kadar ayakların yıkanması farzdır. Zorunlu olmakla birlikte, ağzı yıkamak, buruna su çekmek, kulak ve boyun arkasını ıslatmak, ayrıca, her yıkama işlemini üç kere yinelemek sünnettir.
Namazda her ayakta durmaya bir «rekât» denir. Bir namaz en az iki rekâttır. Bir Müslüman, iki rekâtlık bir namazı şöyle kılar: önce ayakta, kıbleye dönerek hangi vaktin namazının kılındığına «niyet» eder (mesela, «Niyet ettim Allah nzası için sabah namazının farzını kılmaya»). Ellerini kulak memelerine değdirecek şekilde kaldırır ve «Allahu ekber» diyerek tekbir alır (bundan sonraki her vücut hareketinde tekbiri yineler). «Sübhaneke» duasını, «Fatiha» suresini ve bir «zammı sure» (Kuran’dan herhangi bir kısa süre veya birkaç ayet) okur. «Allahu ekber» diyerek, belden yukansı yere paralel olacak biçimde eğilir ve bu durumdayken üç kez «Sübhane rabbi-yel’azîm» der. «Semiallahu limen hamideh» diyerek doğrulur ve ar-
FARZ NAMAZLARININ REKÂT SAYILARI
vakitler ilk son
sünnet (arz sünnet
(+ üç rekât vacip vitir) 4 2
(Bayram namazı 2 rekât; teravih namazı 20 rekâttır; cenaze namazı ayakta kılınır.)
Sabah
Öğle
İkindi
Akşam
Yatsı
Cuma
Rebat’taki bir yapıda mozaik.
Islamda iki mozaik sanatı geleneği vardır: bunlardan biri Bizans’tan devralınmıştır, diğeri İran’daki, Orta Asya’daki Moğol ve Timurlu anıtlannda görülür.
dından «Rabbena lekel’hamd» diyerek secdeye kapanır. Üç kez «Sübhane rabbiye’âlâ» dedikten sonra kısa bir süre diz üstü oturur ve ikinci bir secde yaptıktan sonra ayağa (ikinci rekâta) kalkar. «Fatihadan başlayarak ilk rekâttaki işlemleri yineler. İkinci secdeden sonra diz üstü oturur ve «Et-tahiyyât…» duasını okur (namaz üç veya dört rekâdıysa yeniden ayağa kalkarak öteki rekâdarı tamamlar). Ardından, «Allahhümme sallı», «Allahümme bârik» ve «Rabbena â-tinâ…» dualarım okuduktan sonra «Esselâmü aleyküm ve rahmetul-lah» diyerek sağa ve sola selam verir. Hastalık, sakatlık gibi bir mazereti olanların, namazlarım kılarken, belirtilen kurallara uymaları gerekmez; kolaylarına geldiği şekilde kılmaları yeterlidir.
Kuran, Müslümanlann namaz kılarken, onun dış koşulları ve ku-rallan yanında, ruhsal olarak da Allah’ın huzurunda bulunmanın manevî hazırlığı, bilinci ve duyarlılığı içinde olmalanna önem verir. Bu duyarlılıktan yoksun bulunanları eleştirir: «Vay haline o namaz kılanların! Ki, onlar kıldıklan namazdan (onun ciddiyet ve öneminden) habersizdirler. Onlar gösteriş yaparlar…» (Mâûn 107/4-6). Buna karşılık, yine Kuran’da kusursuz kılınan namazın insanları her türlü edepsizlik ve erdemsizlikten anndıracağı bildirilir (Ankebut 29/45).
Oruç. Oruç, bir Müslümanın ramazan ayının her günü, ekvator bölgesi ve sıcak bölgelerde, tan yerinin ağarmasından güneş batımı-na kadar (arzın 45 enlem derecesinden uzak bölgelerinde 45 enlem dairesindekilerin tuttukları zamana denk gelen vakitte), yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan uzak durmasıdır. Oruç tutmak, akıllı ve erişkin olan tüm Müslümanlara farzdır. Kadınlar, kanama ve lohusalık dönemlerinde oruç tutamazlar; ancak namazdan farklı olarak, mazerederinin bitiminden sonra uygun gördükleri zamanlarda tutamadıklan günler kadar kaza orucu tutarlar. Hasta olanlar veya en az 90 km uzaklıktaki bir yere gitmek üzere yolculuğa çıkanlar ve gittikleri yerde 15 günden az kalacak olanlar isterlerse, daha sonra kaza etmek koşuluyla, ramazan orucunu tutmayabilirler.
Oruç, Allah’ın bir buyruğu ve O’na karşı bir kulluk görevi olması yanında, tüm İslam bilginlerine ve özellikle, mutasavvıflara göre, yüksek bir «nefis terbiyesi», ahlaksal bir annma ve vicdanî duyarlılığı geliştirme yoludur. Nitekim, Hz. Muhammed de ramazan ayım «sabır ayı», orucu «sabrın yarısı», sabrı da «imanın yansı» diye nitelemiştir. Bu açıklamalara göre, oruç insana, nefsini dizginleme, gerektiğinde tutkulanna karşı direnme ve böylece bir tür ahlaksal özgürlük kazanma olanağı sağlayan çok verimli ve yararlı bir ibadettir.
Zekât. Müslümanların, mallarından belirlenmiş oranlarda yoksullara bağışta bulunmaları şeklindeki malî bir ibadettir. Günümüzde, zekât verme varlıklı Müslümanların isteğine bırakılmışsa da, hem Kuran ve hadislerde hem de İslam’ın ilk dönemindeki uygulamada zekât, İslam devleti tarafından, yoksul vatan-
daşlara harcanmak üzere, Müslüman tebadan alı demektir. Tarımsal ürünler, madenler, ticarî mat küçükbaş hayvanlar, nakit, altın ve gümüş gibi n gıçta, devlet tarafından zekât vergisi alınmakta; düncü Halife Osman zamanında, Müslümanları tını, devlet aracılığı olmadan, Kuran’da yazılı (Te’ hiplerine doğrudan doğruya verebilecekleri karaı zekâtın verileceği bu hak sahiplerini şöyle sıral; kâtlar) yalnızca fakirlere, çaresizlere, devletin ve rak çalışanlara, kalpleri (İslam’a) kazamlacak ola azat edilecek olanlara, ağır borç altında bulunanl; da harcamaya (asker donatmaya) ve yolculara ir
Kuran, serveti, insan geçiminin temel aracı ve gösterir (Nisâ 4/5). Bu nedenle ilk dönemlerde 2 olamktan çok, zorunlu bir yardım, vermemekte şı yaptırım kullanılarak zorla alınan devlet vergisi müş ve uygulanmıştır. Bu ödemenin önemini dal mek için, İslam, bunun dinsel bir ödev; Allah’ıı namaz, oruç, hac gibi tanrısal bir buyruk olduğun ruhanî bir ödev, namaz ve hac, bedensel bir öde’ kât da, mali bir ödevdir. Bu nedenle, fıkıh bilgin aracılığıyla Allah’a kulluk» diye tanımlarlar.
Hac. Hac, akıllı ve ergin olan her Müslümamr sı durumunda ömründe en az bir kez, belirli biı ke’ye giderek Arafat denilen yerde bir süre dur «tavaf» etmesiyle yerine getirilen bir ibadettiı be’nin «âlemlere bereket ve hidayet kaynağı ola: kurulan ilk ev» olduğu, orada «apaçık ayetlerin v mı»nın bulunduğu, oraya girenlerin güvence için cü yetenlerin orayı ziyaret etmelerinin, Allah’ın deki bir hakkı olduğu belirtilir (Ali imran 3/96-9′.
Kuran’ın «Müslümanlar ancak kardeştir» şekl çarpıcı biçimde hac uygulamalarında göze çarpa dil, ülke ve sınıf farkı olmaksızın, oraya gitmek -deşlik ve eşitlik ruhu için birbirleriyle kaynaşma] duyarlar. Çölde birlikte kamp kurar, Tanrı Evi’nin resinde tüm dünya Müslümanlarının temsilciler kılar, dua eder, Kabe’yi dalga dalga birlikte tava] Kuran’da, «Hac sırasında kötü söz söylemek, hak mek yoktur» (Bakara 2/197) denilerek, zaten ha tumların hacla ilgili olarak, özellikle, yasaklann ahlakî boyutunu, ruhanî derinliğini daha bir pek
«tslamm şartları» denilen yukarıdaki beş ibac kelimei şehadetle Allah’a olan inancın açıklanı gösterilen ve oruç gibi uygulamalarla ortaya kc düzeyde yer alır. Bizzat şehadet cümlesinde çok ifade edilen («Tanıklık ederim ki Allah’tan başk; Muhammed onun elçisidir») inananın kişisel vaaı ziyaretiyle aktarılan, iman birliğinin ve bütün in atinin temsil ettiği gücün derin bilinciyle pekişir.
ibadet, namaz tarafından belirlenen kelimeleı indirgenmez; çok sayıda kişisel duada, Müslümaı leri merkez camide bir araya gelmelerinde iki 1 (ramazanda tutulan orucun sonunu belirleyen I zan) Bayramı, (id el-fitr) ve oğlunu kurban etme> rahim’in anısına, hac ayımn onuncu gününde Müslümanlar tarafından kutlanan Kurban Bay: kutlamasında da somutlaşır.
Cihat (kelime karşılığı. Tanrı’ya yaklaşmak için ç öncelikle kişinin kendi kendisiyle hesaplaşması, n ve kötü huylardan arındırma çabası; ardından d; manlık dinine kazanılmamış topraklarda barışçı yayma, doğru inancı ve güzel yaşayışı tüm dünya; sidir. Müslüman olmayanlar tarafından engel çıkar lüman ülkesinin tehditle karşı karşıya kalması dun lar, akla uygun olarak bunları yenilgiye uğratmayı ı lam’ı korumaya çağrılan yetişkin yaştaki bütün eri runluluk olmak üzere, silaha başvurma da cihadın
Bağdaştırmacı bir din
İslam, hiç kuşkusuz bağdaştırmacı bir dindir. T berlerim bütün halklara yolladığım ve «kutsal kita berlik niteliğini» İbrahim’e ve onun soyundan geler bul eder. Bundan, Müslümanların hepsi Tanrı’mn y İslam. Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin bağlılar kı bir bağ olduğunun bilincine oldukları sonucu çil ca, bazı inananlar, İlahî hakikati ayırt etmiş ve sade muşlardır: «Muhammed’den önceki bu inananlar» özellikle İbrahim ve oğullarım, Süleyman ve Saba n
Ali Camii (Afganistan’da Mezan Şerif şehrinde).
■ 1
I1i !
it M
/ar. Bu bağdaştırmacılık, Müslümanların, ilk kutsal lusa’ya indirilen Tevrat, Davud’a indirilen Zebur ve 1-ıcil tanımlamalarında da kendini ifade eder, med dışındaki diğer peygamberlerin ve Kuran dı-itsal kitapların tanınmasına, Tanrı kelamının vah-i’eygamber Muhammed’in yollanmasının ve îs-ıun İlahî iyiliğin gerçekleşmesi olduğu yolundaki ıt eşlik eder. Dolayısıyla, Kuran’ın mesajını nihaî lenler, gerçek inananlar; reddedenlerse, kendileri-1 ne olursa olsun inanmayanlardır.
SANATI
r, Mağrib’den Ispanya’ya, Sicilya’ya, Anadolu’dan larma kadar çok çeşitli ülkelerin fethiyle, İslam’ın ide bir bağlantı öğesi bulacak olan gerçek bir impa-şlardır. Dine yapılan sürekli gönderme, Müslüman nellerinden birisidir. Bu durum, uygarlığın estetiği-r, tarihinin akışına da egemendir. Böylece, tarih ka-ı da birbirinden ayırdığı ülkeler, çoğunlukla belli bir ndirdiği aynı arayışla birleşen sanatçılarının ve za-kinliğiyle birbirine yaklaşacaktır. Öte yandan, din-anda yer alması, diğer kültür alanlarında bazen ih-ılinlerin gelişmesine yön verir. Heykel ve resmin İşyeri olmamakla birlikte, «küçük» denen sanatlar ışap işçiliği, kumaş, halı) önemli bir atılım gösterir ıgünlüğün damgasını taşır. Disiplinlerin seçimi, ba-istisizmin damgasını taşıyan ürünler, geleneğin ve İslam sanatının özgünlüğünü belirler.
ve yenilikler
urumda Bizans’ın nöbetini devraldığından ve Yakın-egemenliği yaklaşık on yüzyıl sürdüğünden, ilk ha-etiklerini yaratmak için Helen felsefesinden ve sana-tmışlardır. Hıristiyanlık putperest felsefî etkilerden ı Yunanlı Kilise Babalan’ndan olan Emevî sarayında ınnes, Damaskenos, dini ve akılcılığı «Bilgi Kaynağı» ı adlı eserinde uzlaştırmaya çalışmıştır. Aziz İoannes, )oğu düşüncesini olduğu kadar. Batı düşüncesini de Öte yandan, Bizans tarafından sapkın olarak ma->ir öğreti olan Monofizizm, Suriye, Anadolu ve Filis-imevî ve Abbasî halifeleri, Eski Yunan kökenli öğre-
tilerin damgasını taşıyan topraklarda tutunurlar. Hızla emellerine uygun bir saray kurmak isteyen halifeler, pek doğal olarak, Roma ve Eski Yunanistan’ın mirasçısı olan Bizans modelinden esinlenirler. İlk işleri bir kütüphane kurmak ve Yunan filozoflarından yaptıkları çevirileri otorite olarak kabul edilen bilginleri bir araya toplamak olur.
X. yy’da, Çinli bir işçi tarafından Semerkand’a getirilen kâğıdın üretimine başlanması, kitapların daha yaygın bir biçimde dağılmasını sağlar. Böylece, Biri Yunan akılcılığına bağlı Mutezile, diğeri Sünnî ortodoksluk olmak üzere, iki eğilim belirecektir.
Platonculuktan ve özerk ideler kavramından esinlenen dünyanın tanınması, Hakikî ve İyi olanın tanındığı öğrenme aşamalarından geçer. Matematik, sayı-idelere, ama aynı zamanda, temel doğrulara ulaşılmasını sağlar. Geometri bütün sanat biçimlerine yön veren temel disiplinlerden birisi olacaktır. Tanrı, Akıl’dır; veya karşı çıkanlar için İrade’dir. Sanatçı maddî olağanlıklardan ve doğayı taklit etme zorunluluğundan kurtulur. Müslüman sanatçı, her halükârda, karşı konulmaz bir biçimde, iki kuramın da ayrıcalık tanıdığı geometrik biçimleri seçerek doğanın tasvirinden uzaklaşır.
Gene de, ilk halifelerin yanlannda çalıştırdıkları zanaatçılar, genellikle Hıristiyan veya Yahudidir ve geleneksel modelleri çoğaltırlar. 715 dolaylarında, Şam’da ve Halep’te inşa edilen ilk camiler, avluyu kuşatan revakların kullanımıyla Helenistik eserlerini anımsatırlar; bunlar, duvarların mozaikle kaplanması ve Şam’da olduğu için, kubbenin varlığıyla Hıristiyan kiliselerinden de esinlenirler. VIII. yy’da, muhtemelen, I. Velid tarafından inşa ettirilen Kuseyr («kasr») Amre (Amre Sarayı), av ve aşk sahnelerinin betimlendiği çok güzel duvar resimleriyle bezenmiştir. Bölgenin efendisiyse, İsa görünümü altında resmedilmiştir. Bunun nedeni, eseri gerçekleştirmek görevlendirilen zanaatçının kafasında kurduğu kutsal kişilikle hükümdar kişilik arasındaki bilinçsiz benzerliktir. Müslüman sanatının ilk modellerini aşması ve kendi özgün dağannı bulması için, bir yüzyıldan uzun bir zamanın geçmesi gerekecektir.
Tasvirler sorunu
Batı âdetlerinin tersine, Müslüman sanat hızla şekilli tasvirden vazgeçmiştir. Gene de, dinsel sanatla dindışı sanatı birbirinden ayırmak gerekir. Kuseyr Amre dışında, bazı sarayların (Suriye Çölü’ndeki Kasr el-Hayr adlı Emevî sarayından, Granada’daki El-hamra’ya veya Isfahan Kraliyet Ssarayı’na kadar) bezenmesinde çiçek veya hayvan motifleri kullanılmıştır. Dinsel kullanım amacıyla üretilmeyen kumaşlar veya çiniler sık sık tavsirlerle süslenmiştir. Kuran, tasvir konusunda, Tevrat’ta zaten söz edilen tapm-
İSLAM SANATI
Miraslar ve yenilikler Tasvirler sorunu Soyutlama ve geometri Dinî ve dindışı mimarlık Resim ve minyatür Çini ve seramik Cam sanatı Bakır ve metal işçiliği Ahşap işçiliği Kumaş yapımı Halı
Sanattan derin düşünmeye Dinî bilimler
Tolunoğlu Camii. 876-879 arasında, önce Mısır’ın ilk valisi, ardından da ilk bağımsız hükümdan otan, Türk kökenli Tolunoğlu Ahmed tarafından inşa edildi. Kahire’de pişmiş tuğladan yapılan cami, özellikle üsluplaştınlmış çiçek motifleri taşıyan yalancı mermer bezemesiyle Samara’daki halife camilerinden esinleniyordu.
ma nesnesi olan putlarla ilişkili yasaktan başka bir yasak getirmez. Peygamber’in ve yakınlarının yaşamından alınmış bir geleneksel öyküler derlemesi olan sünnet, «meleklerin, içinde tasvirlerin bulunduğu tapmaklara girmediklerini» vurgular; ama «tasvir» burada «put» anlamında anlaşılmalıdır. Şurası bir gerçektir ki, Emevîler döneminde inşa edilen camilerden hiçbirinde şekilli tasvirler yoktur. Şam Camii, hiçbir canlı varlığın olmadığı manzaraları ve yapıları betimleyen mozaiklerle süslenmiştir.
Emevî Hanedanı’ndan Halife II. Yezid, 720’de, Mısır’daki bütün putların ve heykellerin kırılmasını emreden bir ferman çıkartır. Bu fermanla, Bizans imparatoru III. Leon’un (Isaurien) ikonok-lazma fermanı arasında benzerlik kurulabileceği sanılmıştır; ama bu karşılaştırmanın yüzeysel olduğu görünmektedir. Gene de, söz konusu tabunun kökeninde, o sırada yaygın olan, Tanrı’ya veya yarattıklarına tasvirle hakaret etme korkusunun bulunduğunu kaydetmek gerekir. İslam’da, Peygamber’in büründüğü yoksulluk ve çilekeşlik imgesine ters düşen «görünür zenginlik işaretleri» de sınırlanmaya çalışılır. Lüksü simgeleyen her şey, dolayısıyla da salt bezeme amaçlı eserler mahkûm edilir. Ama bu yasaklamalar, ancak Abbasî Hanedanı döneminde açık bir biçimde ifade edilecek, Emevîler ise saraylarını bol bol bezeyecek veya mülklerini bu tür tasvirlerle süsleyeceklerdir.
Bu defa, Mutezile bilginleri tarafından desteklenen bir dinsel canlanma sırasında, Allah tarafından yaratılmış varlığı yeniden oluşturmaya kalkılarak, O’nun gücüne karşı gelen «taklit» eyleminin imkânsızlığı konusunda ısrar edilir. Söz konusu serdik her zaman bu kadar köktenci değildir. Müslüman estetiği çok geçmeden, insanları dışlamayan, ama onlan gerçeğe uygun olmayan bir çerçeve içine yerleştiren bir tasvire yönelecektir. Doğanın her tür akılcı taklidinin dışında bir dünya yaratılır. Bu nedenlerle portrelerinin yapılmasını reddeden Müslüman hükümdarları, Osmanlılar ve Moğollar dışında, arkalarında varlıklarına ilişkin hiçbir resimli kanıt bırakmayacaklardır. Dinsel bir yasağı çiğnediklerinin tamamen bilincinde olan Osmanlı hükümdarları, resimlerini yaptırmayı tercih ederler, ama bunu gizli olarak ve Batılı sanatçılar eliyle gerçekleştirirler; hadislerin yeni bir yorumundan hareket eden Moğollar-sa, sanatçının modelinin bir kopyasını gerçekletirdiğini ileri süremeyeceğini ve güçsüzlüğünün onu yeniden Tann’nın eserine hayran olmaya yönelteceği sonucuna varırlar. Gene de, Müslüman estetik çoğu durumda, şekilli tasviri, gerçekçi göndermeleri olmayan bir dünyada sunulan, her tür dinsel bağlamın dışındaki kişilerin şekilli tasvirleriyle sınırlar. Buna koşut olarak, geometriden esinlenen bezeme sanadarı çok özel bir gelişme gösterir.
Soyutlama ve geometri
Şekilli tasviri sınırlama eğilimi, doğal olarak, bütün diğer bezeme türlerinin gelişmesine yol açar. Emevîlerin Şam’da yaptıkları camide bile, duvar mozaiklerinde bitki öğesi ağır basar. Öte yandan, Müslüman sanatçılar, doğrudan Helenistik veya Bizans bezemesinden türemiş motifleri seçerek, bitki motifini üsluplaştırıp sonuna kadar incelteceklerdir.
Doğu sanatı, hep «boşluk korkusu» taşıdığından, üsluplaştırıl-
mış biçimlerde açılan çiçekler ve kıvrak dallar çoğaltıl yiciyi, bu girişik bezemelerin sonsuz kıvrımları içinde ya iter. Bizi, zeminini kompozisyonun çizgilerinin o bir derin düşünmeye sürükleyen sanatçı, neredeyse m tür zevkle canlanır. Hat sanatı, kendine ayrılan seçki: eğilimi kusursuz bir biçimde somutlaştırır. Hat, basit l lünü terk ederek, kendi içinde bir sanat nesnesi durun estetik bir boyut kazanır. İslam sanatı bezeyici yazı b. tirmiştir. Kökeni burası olmasa da, adı Küfe şehrinden yazı genellikle mimarî bezemede kullanılır. Nakşî (işlel sa daha çok elyazmalarında rastlanır. Hattın özerk bir larak gösterdiği özel gelişmenin kökeninde, hiç kuşl ran’da hiçbir şekle yer vermeme zorunluluğu yatar. K (çiçeksi süslerle bezendiğinde «çiçekli», harflerin gec veya üst üste binmesiyle oynadığında «dört köşeli» ol bazen köşeli hatlarıyla, Nakşî yazının, seyre dalındı] rı’ya ulaştırması beklenen girişik bezemelerdeki cömeı rı arasında tam bir karşıdık vardır. Metafizik bir boyutc tırma derin düşüncelere dalmayı kolaylaştırır) bağlı c yutlama ve geometri eğilimi, bu yolla, kendisine Batı d kinden çok farklı bir estetik yaratan İslam sanatının özelliklerinden birini oluşturur.
Soyutlamanın damgasını taşıyan bir sanattan yana bilinçli tercih, disiplinlerin farklı bir dağılımına yol aç kabartma heykel, tıpkı, tezhip karşısında, fresk ömeğ ğu gibi ihmal edilirken, «küçük» denen sanatlar özel yararlanacaktır. Ama, meraklıları hoşnut eden, aynı sonsuz tekrarıdır. Yenilikten belki de günah işleme ka> kinilir ve yetkinlik, karmaşık inceliklerle bulunur. Müzi me sanatı, yerleşik modele uymada birbirine sıkı sıkıj Sanatın dinsel ve felsefî boyutu, kopuşu reddeden ve ayrıcalık tanıyan bir estetikten kısmen sorumludur.
Dinî ve dindışı mimarlık
Mimarlık alanında yaratılan en özgün eser yeni bir < olan camidir. Simgesel boyutu ve pratik gerekleri birle marlar, Peygamber’in Medine’deki sürgün evinin mode lar. Kare plan benimsenir. Yapının çevre duvarı avlu; (Peygamber, ziyaretçilrini avluda kabul ediyordu); nan nıysa, Muhammed’in ve eşlerinin konutunu oluşturan ı kabül eder. Minareler ancak geç bir tarihte (IX ve X. y; kuşuz, Hıristiyanlann çan kulelerinin etkisiyle belirir v manda, namaz vaktinin geldiğini haber vermeye yar; mekânı, kiliselerin tersine, boyuna uzanan bir dikdörtge kü namaz kılanlar, yüzleri Mekke’nin yönünü göstere (başlangıçta, Kudüs’ün yönünü gösteriyordu) dönük ol: nırlar. Bu duvarda, şekilli bir tasviri verilemeyen Pey varlığım temsil edercesine, yerden itibaren duvara oyulr olan mihrab bulunur. Mihraptaki namaz kıldırma yerine mam, tıpkı palmiyeden örülmüş çardakların altmeia Mu dinleyen yakınlarının yaptığı gibi, karşısında saygıda d
Falhpur Sikri’deki Ekber Sarayı ’mn görüşme salonu. Bu
yapı İslam sanatıyla Hindu sanatının bütünleşmesinin kusursuz bir örneğidir.
Orenada’daki Elhamra’da İki Kız Kardeş Salonu (XIV. yy).
^amber’in kişiliğinin bir tür «oyulmuş izi» olan mihrabın yanında, :eygamber’in üzerine oturduğu ılgın ağacından yapılma koltuğu ımmsatan minber bulunur. Bu, yüksekliği sürekli artacak bir mer-îivenin tepesine oturtulmuş olan ve sık sık iki kanatlı bir kapıyla apanan dört köşe bir vaaz kürsüsüdür. En eski minber, Kayravan Jlucamii’ninkidir (IX. veya X. yy). Ahşaptan veya mermerden yarılan minberin üzerinde bazen, yapının içinde derunî bir yankı-ınma yaratan bir kubbe bulunur. Kare biçimi dört ana yönü, dört nevsimi ve dört doğa gücüyle Yer’i simgeler gibiyken, dairesel bi-im bir gökyüzünü ve sonsuzluğu çağrıştırır. Dairenin karenin ü-:erine bu şekilde binmesi, Yer’in ve Gök’ün Allah sayesinde bir Taya gelişini simgeliyor olabilir. Simgesel olduğu kadar bezeyici motiflere, kubbelerin sarkıtlar ve arık kovanlarıyla almaşan mukar-•as denen açılı köşe bingilerine defalarca rastlanır. İran’da uzun ke-lara açılan ve üzerinde bir kemer taşıyan eyvan denen büyük saftılar belirir; bunlar, camilerin avlularını hareketlendirir veya na-saz mekânının yerini alır (Kahire’deki Sultan Haşan Camii). Na-ıaz mekânında bazen ileri gelenleri cemaatten ayırmaya yarayan öksüre denen bir parmaklık bulunur (bazı halifelerin namaz kınken öldürüldüğü unutulmamalıdır).
Kûfi yazıyla, çoğu zaman da yalancı mermerle bezenmiş olan amiler (Kahire’deki Ibn Tulun, IX. ve XIII. yy’lar) Orta Asya’da, rdından İran’da ve Hint-Türk imparatorluğu dönemindeki Hin-istan’da harika çinilere veya mermer kaplamalara bürünürler. Jsmanlı yayılması, eyvanları ve «füze» biçimli ikiz minareleri oğaltarak kendi modelini geliştirir. Cami hiç kuşkusuz, en ilginç ınsel yapıdır; ama çoğu yerde, Sünnî esinli Kuran okulları olan ’.edreseler ve bazıları zengin bir biçimde bezenmiş hastaneler lan dariişşifalarla birlikte bulunur.
Dindışı mimarlık alanında, Emevîler, kendilerine Roma kalele-nin kare planınım model alan, her köşesinde hem savunma, hem e eğlence amaçlı birer kule bulunan köşkler inşa ettirirler. Müslüman yapıları genelde dış dünyaya kapalıdır; bunlar, serin ve hoş ir ortam oluşturan veya birçok iç avlunun çevresinde eklemlenir.
IV. yy’da, hükümdarlar tarafından Gırnata’da inşa ettirilen kale-îray Elhamra bunun bir örneğini oluşturur. Elhamra’mn aslanlı .’lusu, çok sayıda salonu (büyükelçiler, krallar, vb.) aşırı zengin bir lermer, yalancımermer ve mozaik bezemeyle süslenmiştir. Roma hamamlarından miras kalan bir yapı olan hamam da, gi-şı, gözenekli kubbelerle örtülü ılık ve sıcak salonlarıyla belli bir ıratıcılık sergiler. Hamam zaman zaman, tüccar İslam toplumu-un ayırt edici kamu yapısı olan kervansarayın konforuna katkıda ulunur. Şehirde veya belli bir yol boyunda konak yeri olarak inşa Jilen kervansaray, çoğunlukla dev boyutlardadır; çünkü kalın dunların arkasında ve büyük bir avlunun çevresinde sadece kervan-n değil (bunlar, bir mescitte de ağırlanabilirler), bunların yük hayalılarını ve değerli yüklerini de banndırmak zorundadır. Bu türden güzel yapılar Anadolu’da Selçuklular tarafından inşa edilmiştir.
Resim ve minyatür
Fresk resim hızla kaybolur. Emevî köşklerinde ve Sicilya’nın orman prenslerinin Arap tarzı yapılarında (Palermo’daki Pala-s Şapeli, XII. yy) fresklere rastlanmakla birlikte, başka yerlerde ;ometrik tipte diğer bezemeler lehine yok olur. Buna karşılık, jnyatür, çağlar içinde ilahiyat tartışmalarına bağlı büyük bir ö-kazanacaktır. İlk resimli eserler, XIII. yy’da, Bağdat Okulu rrçevesinde yalımlanmaya başlayan bilimsel incelemelerdir, anların çoğu, Yunanlı yazarların metinlerini yineler. Öte yanan, tezhipçiler, yazar el-Hariri’nin, Moliere’in Dolapları’ndaki rapin’i andıran bir karşı kahramamn, Arap dünyasımn dört bir anındaki serüvenlerini anlatan Makamat’mdan ve Bidpai’ye ruhtemelen III. yy’da yaşamış yarı efsanevî Hindu Brahma) at-iilen, Kelile ve Dinine’deki kahramanların maceralarım anlatan, Liıskritçeden Arapçaya çevrilmiş masallardan özellikle esinlemeklerdir. Sonradan birçok benzeri yazılacak olan bu eserlerin simlenmesinde, en ayrıntılı somut öykü (özenle betimlenen iivanların yola çıkışı) en tuhaf soyutlama yan yana yer alacak-Müslüman sanatçı, mekânın çiziminde perspektif kullan-aktan kaçınır. Dikey çakıştırmayı veya değişik planların karışıklı kullanarak, eksenlerini olaydaki değişik kişilerin yüzlerin-rn ve ellerinden geçen eğriye ve girişik bezemeye dayandırır gi-görünür ve böylece, matematiğin büyüsüyle açıklanabilecek -gesel boyutu yakalar.
Ama, minyatür sanatı bütün görkemiyle XIV. yy’ın ilk yarısının itibaren, özellikle, İran’da gelişir. Şiraz ve Tebriz, özellikle, -jımamşlar’ın büyük saray törenleri ve imparatorluk debdebesi leneğini işleyen destanların resimlendiği önemli üretim mer-zleri durumuna gelir. 1340’a doğru Tebriz’de yazılmış olan bir :name, Çin etkisini ortaya koyan ve renk aleyhine kendini gös-
teren çok belirgin bir desen duygusuyla Büyük İskender’in büyük savaşlarım anlatır.
Timurlu Hanedanı (1370-1506), İskender Sultan’ın kişiliğinde kösnül minyatürler sipariş eden aydın bir sanat koruyucusu bulur; söz konusu minyatürlerin kumaşlarının ayrıntıları veya ince manzaraları altın kabartmadır. İskender Sultan’ın kuzeni Hüseyin Mirza, özellikle, 1420-1440 arasında verimli olan ünlü Herat Atölyesini kurar. Giderek daha parlaklaşan sarayı yansıtan sanat, zamanla daha şatafatlı ve büyülü bir nitelik kazanır. Aşırı ayrıntı bolluğu ve ayrıntıların doğallıktan uzaklaşmasıyla belli bir mani-yerizm kendim gösterir. Sıcak ve titrek tonlardaki tek renkli resimlerde renkler kusursuz bir uyum oluşturur. Sanatçılara esin kaynağı olan kahramanlara özgü «destanAaı yavaş yavaş yerini aşk ve sevda oyunlarına bırakır: sevimli delikanlılar ve güzel periler saf bir biçimde yan yana otururlar. Riza-i Abbasî (1610-1640), «Çapkınca Eğkncekr»i aym anlayışla resimler.
Hint-Türk İmparatorluğu, Iranlı Safevîlerin doğrudan etkisi altında kalır; 1544’te, ikinci imparator, Tebriz Sarayı’nı ziyaret eder ve birçok sanatçıyı ülkesine davet eder. İmparator Ekber’in reform çalışmaları sırasında şekilli tasvir yasağı kaldırılır. Hepsi aynı modele göre yapılmış portreler belirir. Yüksek makamlı kişiler, süslü elbiseler giymiş olarak, hem profilden hem de yarım profilden ayakta betimlenirler. Müslüman estetiğinin çekincelerini Hint kültürünün kösnül gözü pekliğiyle doğal bir biçimde birleştiren derlemelerde, çapkınca aşk öyküleri ön plandadır.
Çini ve seramik
İslam’ın başlangıcından itibaren, ilk başta basit kilden yapılan ve kurşun bir sırın altına seramik çizilmiş bir bezeme taşıyan, oldukça mütevazı bir seramik üretilir. Çiçeklerle süslü hayır dualarıyla biten atasözleri veya ahlakçı öğütler biçimindeki hat, seramiğin başlıca süsü olarak kalır. Bu hat sanatına, XIII. yy Iran mihraplarının çinilerinde de rastlanacaktır. Zaten, hareketin önderliğini yapanlar İran, ardından da Fatımî Mısır olacaktır.
İran’ın Rey ve Kaşan şehirlerinde IX. yy’dan itibaren, bir ilk pişirmeden önce gümüş sülfür veya bakır oksitle bezenen cilalı seramikler üretilir. Oksijence fakir indirgen bir ortamda gerçekleştirilen ikinci bir pişirme, oksiderin sırın üzerine çökerek özel yanardöner tonlar veren basit metallere dönüşmesini sağlar. Bezemeler çok geçmeden doğallıktan daha da uzaklaşır. Çiçekler, hayvanlar veya atlılar eşyaları istila eder. İlk dönemlerinde yalınlığından uzaklaşan ve çoğu kişide görülen «boşluk korkusu»nu anımsatan yekpare sahneler belirir. Mine bezemeli Iran Selçuklu seramiği yedi renk taşıyabilir ve minyatür tekniğim çağrıştırır. Dağıstan çinilerinin, genellikle somurtkan ifadeli genç kadınların yüzlerini belirginleştiren daha yumuşak renkleri vardır.
Bizans ve Iran katkılarıyla beslenen en ilginç çiniye Osmanlı Türkiyesi’nde rasdamr. İznik atölyelerinde, geometrik olması için
Haşan Camii’nin minaresi tPs. Bu caminin yapımı hiçbir zam1 tamamlanmamış, ama onum ■ pembe taştan bir minare ırşa edilmiştir (XII. yy).
Sultanahmet Camii’nin içi sır
Eski bir Bizans sarayınjr ; üzerine inşa edilen bu ss~ ~ ■ çinisinden bezemesine S:S~ bezemelerinden do!a,~ Ssz v z~ Mavi Cami derler.
Medinetüzzehra Karaca Yavrusu,
Müslüman Ispanya’nın bezeme sanatlannın en güzel örneklerinden biridir. Kurtuba (Cordoba) okulunun ürünü olan bu heykelcik ağzından su püskürtüyordu.
XV. yy Iran minyatürü (Nizamî’nin Hüsrev Şirin kitabından).
Çini sanatı İslam dünyasının bütününde gelişme gösterdi ve altta görülen XII. yy’a ait Iran duvar, bezemesi kalıntısı İle yanda görülen
XV. yy başına ait büyük Manises Ispanyol vazosunun da tanıklık ettiği gibi büyük bir üslup çeşitliliği yaşadı.
özel bir çaba harcanmamış, üsluplaştırılmış hayvan ve bitki tasvirleriyle bezeli, koyu mavi, firuze ve yanık kırmızı tonlarda çiniler üretilir. Ispanyol-Magrib çinileri XIII. ve XIV. yy’larda çok moda olan cilalı bir bezemeyle ayırt edilir.
Cam sanatı
Suriye (Fenike) ve Mısır, îlkçağ’dan beri bilinen cam üretme geleneklerini korurlar, tik başta bezemelerinin pürüzleri giderilmiş veya çok yüzlü maşrapalarla bardaklar üretilir. Suriye, küre biçiminde bir göbeğin üzerine oturtulmuş geniş boyunlu cami lambalarının yapımında uzmanlaşır. Bazen av sahneleri, geometrik biçimler ve bitki tasvirleriyle bezenen maşrapaların tersine, bu lambalar, genellikle mineyle kaplı ve hatlarla süslüdür. Bazı durumlarda iki cam tabakasını üst üste bindiren bir teknik kullanılır: bunlardan birincisi, renksiz zemin tabakası; diğeriyse kabartma bir bezeme yaratmak için pürüzleri giderilen mavi veya yeşil bir tabakadır. Moğol hükümdarı Timurlenk, XIV. yy’ın sonunda Suriye’yi ele geçirdiğinde, Suriyeli zanaatçıları beraberinde Se-merkand’a kadar götürerek yerel zanaata darbe indirir. Cam işçiliği, XVI. yy’ın ortalarına doğru Şiraz’da da ilginç ürünler verir.
Fatımîler kupalar, vazolar, ibrikler yaptıkları billur kayaca özel bir değer verirler; bugün, Venedik’teki San Marco Bazilikası’nda saklanan ve X. yy’da gerçekleştirilen, ilkçağ tarzında karşı karşıya gelmiş iki aslanla bezeli ibrik, bunların örneklerindendir.
Bakır ve metal işçiliği
Tıpkı cam gibi metal de, Yakındoğu’da, Antik Çağ’dan itibaren önemli bir üretime konu olur. İslâmî dönemde en güzel parçalar İran’da ve Anadolu’da üretilir. Part ve Sasanî dönemlerinde çok değer verilen altın ve gümüş, VII. yy’dan itibaren belli ölçüde terk edilir; bunların yerine tunç ve bakır tercih edilir. Horasan, tıpkı Fatımî Mısır’ı gibi hayvan biçimli küçük eşya üretiminde uzmanlaşır. Aslan biçimli buhurdanlar, başı ve göğsü aslan, karnı keçi, kuyruğu ejderha bir masal hayvanını veya bir tavuskuşunu temsil eden el leğenleri… Bazen, özellikle de, kişiler olduğunda, bezemede bir Asya etkisi göze çarpar. Kösnül dansözler veya usta hareketli müzisyenler Hindistan’ı çağrıştırır. En eski eşyalarda resim gibi sahnelere rasdanır. Doğan avı, cirit oyunu, ok atanlar, taht üzerinde ziyaretçi kabul eden hükümdar… Bu konular, tunç üzerine veya İran’ın güneybatısında Fars’ta icat edilen bir teknikle siyah bir zemin üzerine gümüş veya bakır kakarak işlenir. Timurlenk ve Moğol orduları tarafından Horasan’dan sürülen zanaatçılar, yerlerini Farsî zanaatçılara bırakırlar. Daha ileri bir tarihte, şekilli bezeme, Nestalik denen çok zayıf ve işlek bir yazı lehine ter-kedilir; bu yazı, dizelerin, methiyelerin veya hayır dualarının yazımında kullanılır.
Ahşap işçiliği
Yakındoğu’da ahşap bol olmasa da, bölgede, Mısırlıların özellikle ünlü olduğu üretken bir zanaat gelişmiştir. Ahşap sık sık küçük parçaların bir araya getirilmesiyle işlenir; bu, hiç kuşkusuz, estetik bir tercihten, ama aym zamanda, ender bulunan bir malzemenin en ufak parçasını bile kullanma zorunluluğundan kaynaklanan bir tekniktir. Camiler gibi evlerin mobilyaları da genellikle mütevazı olduğundan, Tolunoğulları iktidarının ikinci yüzyılındaki sanatçılar yeteneklerini özellikle panoların yapımında kullanmışlardır. Koptlar daha o sırada usta marangozlardı ve gelenekleri sürüp gitti. Fatımî döneminde ahşaba fildişi veya sedef kakılarak birbirinin içine geçmiş çokgen biçimlerin sonsuza kadar tekrarlandığı motifler gerçekleştirildi. Mihraplar, minberler, maksureler, tıpkı rahleler veya içinde Kuran saklanan küçük sandıklar gibi ustalıkla işlendi. Hep aym ölçüde bezeli olan cumbalar, kapılar ve pencereler, kanadan Bizans tarzı kıvrıkdal biçimindeki bezemelerin kökeninde yer alır. Bu teknik, Mezopotamya’da, ardından Abbasî katliamından sağ kurtulan Emevîlerin çok güzel küçük sandıklar ürettirdikleri İspanya ve Fas’ta da gelişti. Sicilya’da olduğu gibi, Suriye’de de sedir ağacından tavanlar geometrik ince işlerle bezendi.
Kumaş yapımı
Kumaş yapımı, Müslümanlar tarafından reddedilecek olan biçim kabartılarını yeniden oluşturmaya çalışan Koptlar arasında çok yaygın olduğundan, Tolunoğulları bu alanda da belli bir özgünlük gösterirler. Bezemelerde ve yontulmuş ahşabın işlen-
mesi arasında belli bir benzerlik vardır. İlk kumaşlar ı trasdı ve daha çok kaba bir işçilik ürünüdür. Seçilen ı ğunlukla yündür; motifler arasında hep üsluplaştırıl bir biçimde betimlenmiş olan, az veya çok karmaşı yapılar içine yerleştirilmiş hayvanlar yer alır. Halifeli yafetlerinde kullanılan, sırma tellerle süslü bir kuma lılara özgü tirazla kumaşların işlenmesi incelik kaz, zengin brokarlar, örtü ve elbise yapımında kullanılır, yülendikleri bu kumaşları Batı’ya götürürler. Böylece bir Türk vali için dokunan kefen bezi, Hıristiyanların lan arasına girecek ve «Aziz Yusuf’un (Meryem’in ] ni» olacaktır. Sicilya’nın Norman hükümdarları kend ça Müslüman esinli saray üsdükleri diktirirler. İraı hayvanları veya esin verici kişileri çoğaltarak, minya
ini taklit ederler. XVI. yy’da, açık renkli ve dökümlü : kadifeler yeniden belirir. Şatafatlı Safevî uygarlığım , saray yaşamından esinlenmiş bir konu dağarına rast-. yy da kumaş üretiminde Müslüman estetiğine özgü geometrik ikonografiyi devam ettirecektir.
ıatı, muhtemelen, göçebe kabilelerinden günlük ihti-ullanılmak üzere öğrenilmiştir. Çinli bir seyyahın an-bakılırsa, İran’da, daha VII. yy’da halılar vardı; ne yallardan günümüze hiçbir iz kalmamıştır. Geometrik tezhiplerdekini andıran bir biçimde üsluplaştırılmış yan yanadır. Fransız doğubilimci Louis Massignon’un ;erçek «bezeyici atomlar» zengin renkli yüzeyi canlan-darla veya ton benzerlikleriyle plastik olarak birbirine erçek «armalar» yaratmaktadır. Dikey veya yatay tez-jenellikle üsluplaştmlmış, ama hep çeşitli çok zengin tüsünü betimleyen bahçe halılar veya «ilkbahar hakkedilir. Bezeme kıvrımlarında veya kıvrık dallarda ke-anma sahneleri, masal hayvanlarının ve ejderhaların ırtıcı hayvanların saldınlan göze çarpar, da, halı üretimine Iran egemendir; ama çok geçmeden, r olmak üzere, Anadolu, nöbeti devralır. Iran ve Türki-si aynı taslağa uyan çok sayıda seccade dokunur. Kü-u ve çoğunlukla ipekten olan seccadeler, az veya çok :lmış bir mihrapla bezenmişlerdir; ibadet eden kişiyi oyutlayan bir mekân yaratan seccadeler, Kâbe yönüne ak kullanılırlar. Çoğunlukla son derece zıt renkler taşı-hraplar, bazen sütunları simgeleyen bitki şeritleriyle iştir. Hint-Türk imparatorluğu dönemi Hindistan’ı da sinlenir; 1587-1629 arasında Iran şahı olan güçlü hü-\bbas, Kirman’da ve İsfahan’da kraliyet imalathanele-i arada, Moğol sanatçılar kendilerini, Müslüman sade-jrtarır ve halının bütün yüzeyini kaplayan sahneler büyük boyutlu insan figürlerinin yer aldığı zengin tab-deştirirler. Daha az tekrar ve daha fazla hareket, din-rdan kurtulan bu sanatın gelişmesini teşvik eder.
tan derin düşünmeye
ilk yüzyıllarında yeniliklerin beşiği olan Yakındoğu, ki Osmanlı fethinden önce gerileme benzeri bir dönem ta topraklarının yeni efendileri, mülk sahibi sınıfı yıkı-ve değerli eşya siparişlerinin kesildiği bir yerde gerek-ı geldiklerinden, çoğu durumda zanaatçıları alıp kendi götürürler. Buna karşılık, Türkiye gibi Tunus, Fas, İran m da bu yeni güç paylaşımından yararlanırlar ve son ikçi bir estetiğin egemenliği altında olmakla birlikte, ıtsal biçimlerin gelişmesine tanık olurlar, lam sanatına egemen olan ve ona bazen mistik bir yön :1 duygudur. Yaratıcı eserinde Allah ile yarışmak ister-ı bir şekil tasvir edildiğinde, günah işleme tehdidi do-enle, sanatçı, modeli aslına sadık bir biçimde kopyala-na düşmeden, motiflerine belgeselden çok bezeyici bir :k, eserini bilinen ayrıntılı sahnelerle doldururken, ta-memeyi başarır.
sini soyut kılacak kadar üsluplaştırma yolunu seçerek, sonsuza kadar açılıp kapanan girişik bezemelerin şeylerin ve derin düşüncelerin doğduğu gizemli bir dün-îya davet eder. Ruh, boşluk korkusunu aşın öğe bollu-eden bu «sahte doğada» kaybolur. Eski bir doğa âde-:me bolluğu sık sık hayal görülmesine yol açar, dağarın öğelerinin sonsuz çeşitlemesi, plastik sanatlar-kadar, müzikte de İslam’ın değişmez bir özelliğim Tanrı mertebesine yükselen bir sanatın zarif ahengini İme, ne de kopuş bozabilir.
lîlimler
ilimler doğal olarak Kuran ile başladı. Kuran’ın incelen-amer, tarih, hatta, kuramsal sorunlarla ilgili öteki bilim-nasım gerektirdi. Kuran’ın anlamlarının doğru kavran-ve tefsir usulü bilimlerinin; Hz. Muhammed’in hadis-Jışsız saptanması, doğru anlaşılması, hadis ve hadis lerinin doğmasım sağladı. Kuran’ın, Tamı kelamına ya-de okunuşu, musikinin gelişmesine yol açtı; Kuran’ın nın gerekliliği, içeriğine ve anlamına yakışır biçimde izlemi, hat sanatım geliştirdi, imanın kuramsal sorun-önü, kelam biliminin; derin dinî duyuşun felsefî ifade-mber ahlakının gönül temizliği ve davranış güzellikle-ini bulması özlemi, tasavvufun doğmasına yol açtı.
Müslümanların kendi aralarında ve Müslüman olmayanlarla yaptıkları kuramsal tartışmalar, Yunan, Hint vb. yabancı kaynaklı felsefelerin İslam dünyasına girmesine önayak oldu. Daha sonraları, Müslümanlar da Kindî, Farabî, Ibnî Sina, Gazalî, Ibnî Rüşd gibi özgünlükleriyle, derin bilgi ve düşünceleriyle kendi düşünürlerini yetiştirdiler. Bu arada, yabancı kitapların (özellikle, uzun süreden beri öğretimi yasaklanmış ve kütüphanelere hapsedilmiş bulunan Yunan felsefe kaynaklarımn) Arap diline çevrilmesi çalışmaları, İslam dünyasında felsefî düşüncenin gelişmesine katkıda bulunması yanında, orijinalleri kaybolmuş yüzlerce eserin yalnız bu çevrilerle tanınması ve korunması olanağını getirdi.
Eski kavimlerin hepsinin kendine özgü kanunları vardı; ancak dünyada ilk kez Müslümanlar, kanun koyma yöntemleri, kanunun felsefesi ve kaynakları, kanunların yorumu, uygulanması gibi teorik sorunları içeren bir hukuk bilimim başlattılar. Hicretin ikinci yılında (VIII. yüzyıl) başlatılan bu bilim «usul-i fıkıh» (hukuk metodolojisi) adını aldı ve buna bağlı olarak fıkıh alamnda çok zengin bir literatür doğdu.
Başta, Hz. Muhamed’in söz ve davranışları olmak üzere, geçmişe ilişkin bilgilerin, haberlerin efsane ve dedikodulardan arındırılası için çeşitli ayrıntıların toplanarak, saptanan objektif ölçüler ışığında inceden inceye gözden geçirilmesi, ayrıca, kaynak kişilerin özgeçmişlerinin, hafıza gücü ve ahlaksal güvenilirliklerin incelenmesiyle kaynakların doğru saptanması yolunda Müslümanların başlattıkları bir tür tarih sosyolojisi onların tarih bilimine en önemli katkılarından birini oluşturur. Bu arada, başlangıçta. hac yolculuğunun güvenlik içinde yapılması, namaz vakideri-nın, ramazan ve bayram vakitlerinin sağlıklı saptanması gibi dinsel nedenlerle veya ticaret veya dindışı nedenlerle başlatılan astronomi, coğrafya ve topografya çalışmaları gözde bilim dalları haline geldi. O
Halıcılık, değerli kumaş sanayiinin yanında, İslam imparatorluğunda büyük bir rol oynuyor ve göçebe çadınnın tek lüksünün anısını yaşatıyordu. Üstte solda
XVII. yy’a ait bir Kafkas halısından aynntı; sağda
XVIII. yy’ın başından kalma Türk seccadesi.
Fildişi sandık (XI. yy Endülüs sanatı). Bezeme üsluplaştmlmış çiçek motifleriyle, ağız ağıza vermiş kuşlan birleştirmektedir.
AYRICA BAKINIZ
►H3SE Afrika (Zenci)
Araplar ►SEÇ Cezayir ►K çini ve seramik . dm ►SS Endonezya
► gizemcilik Hindistan
► 3İ5E İran ►SSL] İspanya ►SES Kuran ►ESO Mağrib ►J-mu Mısır ►SİSH mimarlık
► ESS Muhammed (Hazreti)
► IB.ANSU Osmanlı
imparatorluğu ►ÛSE] Pakistan —1B.AHSL1 Suudî Arabistan ►İB.AHSLİ Türkiye
İSLAM’DA TARİKATLAR
Bir bakıma daima arkasından koşulan Tann’ya kavuşma umudunun ürünü olan tasavvuf, İslam çerçevesi içinde gizemci bir din anlayışıdır.
Bu anlayış, tarikatlarda cisimlerin ve İslamı yalnız dış kurallara, fıkha ve sözlerin zahirî anlamına indirgeyen eğilimlere karşı züht yoluyla kendi kendini eğiterek ruhsal olgunluk sağlamaya ve maddîlikten arınmaya dayanır. Tasavvufa bağlı olarak ortaya çıkan yüzlerce tarikat ve onlara bağlı binlerce tekke İslam anlayışını derin bir biçimde etkilemiştir.
Kadiri tekkesinde Tasavvufun Arapça «yün» anlamına gelen «sûf»tan geldiği zikir ayini (XIX. yy). genellikle kabul edilir. Bunun dışında, Peygamber döneminde «sedirde oturanlar»dan (ehli suffe), namazda oluşturulan ilk sıradan (saffı evvet), bir Bedevî kabilesi olan Beni Suffe’den, yahut Yunanca so/östan (bilge) geldiği de ileri sürülmüştür. Sufî kelimesine ilk olarak VlII.yy’da rastlanır. Bu yüzyılda bu adı, Şiî Simyacı Cabir bin Hayvan el-Kûfî dışında gerçek bir mutasavvıf olan Küfeli Ebu Haşim kullanmıştır. Bir topluluk adı olarak suftve kelimesiyse, ilk defa Melamîlerin oluşturduğu Horasan mutasavvuflarına karşı Kûfe’ye yerleşmiş bir Şiî sufî topluluğu için kullanılmıştır.
TASAVVUFUN DOĞUŞU
Temeli dünya nimetlerini terk etmeye, yani, «zühd»e dayanan tasavvufun İslam dünyasında ortaya çıkışının temelinde, Hz. Muhammed’in ölümünü izleyen yıllarda İslam fetihlerinin yol açtığı zenginleşme yatar. Fetihlerin sonucu olan servet, örf ve âdetlerle birlikte hayat tarzını da değiştirirken, Peygamber döneminin sadeliği içinde yaşamaya alışmış ve bunu ilke olarak benimsemiş insanların tepkisiyle karşılaştı. Dinî duygular ne derece güçlüyse, tepki de o ölçüde aşırı oldu. Hz. Muhammed, dünya nimetlerini küçümseyerek müminlerin amacının öteki dünya olduğunu müjdelemiş ve Allah katındaki ganimet-
lerin, gazadan eld edilen ganimetlere tercih edil ni ifade etmişti. Peygamber’in mütevazı yaşantı dekiler ve onu izleyenler tarafından örnek alı Bütün bunlar, tasavvufun kökeninin önce İslam sim gerektirir. Ancak hiç kuşku yok ki, Müslüı yan keşıleri tanımışlar, Budist çilekeşleri işitmi çimde Islamiyeti kabul eden Arap olmayan hail rine özgü bazı ibadet ve riyazet biçimlerini korı Platonculuk akımının da İslam tasavvufu üzerin si oldu. Bu felsefe, zühdî eğilimlere kuramsal gördü. Bu felsefeye göre, dünyadaki varlıkla] yansıdığı bir ayna gibidir ve hepsinin bu tek ger sıttığı ölçüde gerçekliği vardır. Buna göre, insa ve maddî örtülerden arınarak kendi üzerinde r zellik ve iyiliğin tecellisi için çaba göstermeli; erimek için ruhça ona doğru yükselerek varlığır den kurtulmalıdır. Ancak, Islamiyetin kendisi t olanaklı kılacak bazı öğeler içermekteydi. Bazı vufî yorumlara açık olduğu ve bu düşünceye i! lenebilir: «… Asıl hayat âhiret yurdundaki ha bilseler!» (Ankebud 29/64). «…,kendileri zarur< salar bile onları kendilerinden önde tutarlar.. «…Ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar; bu onlar ki saygıyı artırır.» (Isra, 17/109). «…Allah mi?…» (Zümer, 39/36). «Rabbinin adını sabah san, 76/25). «…Allah’tan sakının. Allah size öğr< şeyi bilir» (Bakara, 2/282). «Biz ona şahdamarı] nız.» (Kaf, 50/16). Hz. Muhammed’in bazı ha yoldadır: «Dünyada bir garip, bir yolcu gibi oI.> 3). «Eğer Allah’a gerçekten tevekkül edebilseyc verdiği gibi size rızık verirdi» (Tirmizî, Zühd, Başlangıçta dağınık bir şekilde hareket eden sonra Basra ve Kûfe’yi merkez edindiler. Sufî a limli Horasan Melamîlerine karşılık olarak bü için kullanıldı. Haşan el-Basri’yi (Öİ.728) pir taı kökeni Hıristiyan keşişlerine dayanan beyaz yi giymeyi âdet edinmişlerdi. Bu sufîler arasında ö: da aşırılık görülüyordu: zikir ve tevekkül. Sözlük le anmak, hatırlamak, unutmamak anlamlarını i
:sli veya sessiz, yalnız veya toplu olarak kelimei tevhidi ve in isimlerini anmasıydı. Tevekkülse, sufînin Tamı dışında ye karşı tam bir kayıtsızlık içinde olması anlamına geliyor-anrı’ya güvenen ve kendisini ona telim etmiş birisi olarak yalnızca içinde bulunduğu am yaşıyor, geçmiş ve gelecek [gilendirmiyordu. insanların pohpohlaması ve ayıplaması-rşı kayıtsızdı. O, kendisini Tanrı’nın elinde, ölü yıkayıcısı-indeki ceset gibi görünüyordu. Ancak, onların bu düşünce-: yaşayış biçimleri çeşitli tepkilerle karşılaştı. Sufîlere karşı pki, Haricîlerden gelmişti. Bunu, Hicrî III. yy’da, On iki ıcı Şiîlerin tepkisi izledi. Bu konuda birlik sağlayamayan ler daha yavaş davrandıklan gibi, tasavvufu da bütünüyle dışı kabul etmediler. Sünnîler arasında tasavvuffa karşı en k tepkiyi Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed ibni Han-I. 855) gösterdi. Başlangıçta, giydikleri yün elbiseler dolayı-îufîlerle alay eden kelamcılar, daha sonra onları zındıklıkla Jılar. IX.yy’da, Sünnî taassup deniyle, başta Hallaç Mansur
< üzere, birçok sufî öldürüldü.
manla sufîler kendilerine özgü düşünce ve durumları ifade i için birtakım terimlere ihtiyaç duyduklarında kelamcılara ırdular. Ancak, onlardan aldıkları kelime ve terimlere farklı ılar yüklediler. Sufî literatüründe tevekkül, Tanrı’ya teslim kendini bütünüyle Tanrı’nın eline bırakma; marifet, Tanrı i ve Tanrı hakkında bilgi; fena, Tanrı’da yok olma, Tanrı’da : anlamlarım kazandı.
\RİKAT
îpçada yol anlamına gelen tarikat kelimesi, başlangıçta su-Tanrı’ya ulaşmak izlediği mistik yolu ifade ediyordu. r’dan başlayarak, bir tasavvuf büyüğünün adı etrafında ör-omiş zümreler ortaya çıkmaya başladı. Başlangıçta sufînin ne bağlı olan gönüllü ibadet, evrad ve zikirler belirli kural->ağlandı ve tasavvufta şeyh, mürşid, rehber gibi adlarla anı-ıanevî makamlar ortaya çıktı. Başlangıçta kendi yollarını ileri seçen sufîler bir tarikata girmek ve bir mürşide bağ-ak zorunda kaldılar. Zamanla her tarikatın «adab-erkân» en kendi iç kuralları oluştu ve aralarındaki farklılıklar beleşti.
ynaklarda, Cuneydîye, Kassarîye, Muhasîbiye, Sehlîye,
Hallacîye gibi Hicret’in ilk üç yüzyılında yaşamış büyük sufîle-rin adlarına izafe edilen tasavvufî yollardan söz edilir. Ancak bu adlandırmalar kurumlaşmış bir yapıyı göstermiyordu. Bugün tarikat denince akla gelen Bektaşîlik, Kadirîlik, Mevlevîlik, Nakşibendîlik gibi tarikatların kurucuları, XII.yy’dan sonra yaşamışlardır. Ancak bu kişiler sağlıklarında bir tarikat oluşturma çabası içinde olmamışlardır. Bunların adları verilerek kurulan tarikatlar içinde örgütlenmiş tasavvufî zümrelerin ortaya çıkması daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş bir olgudur. Bazı mutasavvıflar bağlı oldukları tarikatlara bir takım yenilikler ve değişiklikler getirmişler, böylece, yeni tarikatlar ve kollar doğmuştur. En çok kol ve tali kola sahip olan tarikadar Halvetîliktir. Bir sınıflandırmaya göre ana tarikadarın sayısı on ikidir, diğerleri bunların kollarıdır. Kollar da ayrı birer tarikat olarak değerlendirildiğinde, İslam dünyasındaki tarikadarın sayısı 400 dolayına ulaşmaktadır. Her tarikat her toplumda ve her bölgede yaygınlık kazanamamıştır. Nakşibendîlik ve Kadirîlik gibi tarikatlara İslam dünyasının her tarafında rasdamak mümkünken, bazı tarikatlar belli bölgelerde yaygınlık kazanmıştır. Kübrevîlik, Sühreverdîlik, Çeştîlik tarikatları Orta Asya, Iran, Afganistan, Hinditan’da yaygındır. Bedevîlik, Desukîlik, Şazelîlik tarikadarı daha çok Kuzey Afrika’da yayılma ortamı bulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu içinde Anadolu ve Rumeli’de yayılan Bayramîlik, Bektaşîlik, Mevlevîlik, Celvetîlik gibi tarikatlar, diğer İslam ülkelerinde yaygınlık kazanamamıştır.
Tarikadarın seyrü sülük denilen taavvufî etkinlikleri tevbe (tövbe), sabır, zühd, tevekkül, zikir, ibadet konularında biçimsel farklar olmakla birlikte, hepsinin ortak amacı, insanı Tanrı’ya yaklaştırmak, dinî ve ahlakî erdemlerle bezemektir. Her tarikatın «pir» denilen bir kurucu şeyhi vardır. Kurucu şeyhin mezarı genellikle tarikatın merkez tekkesinin içinde veya avlusundadır ve tarikatın diğer tekkeleri buradan yönetilir. Tarikatta ikinci derecede hizmet veren sufîye «piri sani» (ikinci pir) denir. Dualarda pirin ve piri saninin isimlerinin zikredilmesi gelenektendir.
Her tarikat kendine özgü bir adab ve erkâna sahiptir. Şeyhin uyması gerekli kurallara adabı şeyh, müridin uyması gerekli kurallara adabı mürid denir. Tarikat hayatının çeşidi dönemlerinde yapılan törenler de adabın bir parçasıdır. Tarikata girerken, şeyhin huzuruna çıkarken, halvete girerken ve halvetten çıkarken, zikrederken, yemek yerken, yatarken uyulması gereken kurallar vardır. Tarikadar adab ve erkâm bakımından olduğu gibi, şeyh ve müriderinin kıyafetieri bakımından da değişiklik gösterir. Derviş kıyafeti genel olarak başa giyilen bir taçla üste giyilen düğmesiz yakasız uzun «hırka» dan oluşur. Başına giydiği taca bakarak dervişin hangi tarikata mensup olduğunu anlamak mümkündür. Mesela, Bektaşîler On iki İmam’ı simgeleyen on ik: cıÜmli bir taç giyerler.
Tasavvufî terbiyenin başlangıcıyla bitişi arasındaki manevî yolculuğa seyrü sülük adı verilir. Bu terbiyede iki önemli öğe vardır: terbiye eden mürşit yani şeyh ve terbiye edilen mü-nt-Müıit. şeyhini seçme hakkına sahiptir. Ancak, bir şeyhe bağlanmaya karar verdikten sonra iradesini şeyhinin iradesine teslim etmek zorundadır. Onun kat edeceği yolu daha önce kat etmiş bulunan ve o yolun bütün güçlüklerini, aldatıcı ve ayartıcı
Sema yapan Mevieviier.
SÖZLÜK
intisap ede-benimseyen kişi.
Fakt: yalnızca Allah’a ihtiyaç duyma ve O’ndan başkasından bir şey beklememe.
Fena: Tanrı’da yok olma, Tan-n’da erime.
Hakikat: tarikat yoluyla ulaşı-
■ :göff ŞÖSk.
Hahet: müridin şeyhinin denetiminde bir hücreye çekilerek, genellikle tafk gön ibadet etmesi.
!mbe; bir kişinin tarikata kabul edilmek için mürşitten izin alması, kabul edildiğinde yapılan özel tören.
Mârifet, Tann’nm adlan ve nitelikleri hakkında edinilen bilgi, Tanrı bilgisi.
Mürit, bir mürşide bağlanarak tasavvuf yoluna giren kışı. Mürşit: müride manevî yolculuğunda yol gösteren mutasavvıf, şeyh, postnişin.
Pir: bir tarikatın kurucu şeyhi. Riyazet: az yeme, az uyuma gibi yöntemlerle nefsi eğitme çabası.
Sâlik: «seyrü suluk» adlı yolculuğa çıkan kişi.
Seyrü sülük: Tanrıya ulaşmak • için yapılan manevi yolculuk. ‘ Sufî: tasavvufu yaşam biçimi olarak benimsenmiş kişi, Şathiye: manevî coşkuyla kendinden geçen mutasavvıfın söylediği sözler.
Tarikat: Tannnın bilgisine ulaşma yolu. Bir pirin adı etrafında bir araya gelmiş tasavvufî topluluk. ■ A–: – -i-Teviiekül: Tanrıya teslim olma, kendini bütünüyle Tanrı’nın eline bırakma.
V.ıhJet: Tanıı^iyâkm, Tann ile birlikte olma.
Yi*t (çoğulu evrat): tarikatların belirlenmiş dualan.
Zikir, sesli veya sessiz, toplu veya tek başına kelimei tevhidi, Allah’ın isimlerini anma. , Züht: dünyevî isteklerden, bedenin arzularından vazgeçerek Tanrıya yönelme.
Bahaeddin Nakşibendî Mescidi (Semerkand, Özbekistan).
Cem törenine kadınlar yanlarını bilen mürşidin her isteğine «eyvallah» demelidir. Sufî-ve çocuklar da katılır. lere göre böyle bir teslimiyetin olmadığı yerde feyz alış verişi mümkün değildir. Mürit, tarikata mürşidin onayıyla girer. Buna inabe, tarikattan el almak, tarikata intisap denir. Inabe ile birlikte mürit tevbe ederek hata ve günahlarını terk eder, hakka ve hakikata yönelir. Müridin ilk ciddî sınavı halvettir. Halvethane veya çilehane denilen hücrede geçirilen halvet çoğu tarikatlarda kırk gün sürer. Bu süre içinde mürit, maddî varlığının isteklerinden olabildiğince uzaklaşarak zamanını ibadet, zikir ve tefekkürle geçirir. Yapacağı ibadet, izleyeceği yol, şeyhinin tavsiyeleri doğrultusunda olacaktır. Bu dönemde nefsin istekleriyle baş edebilmesi için müride üç şey tavsiye edilir: az konuş, az uyu, az ye.
Anmak, hatırlamak anlamına gelen «zikir», tarikat hayatının etrafında döndüğü kavramlardan biridir. Zikir, müridin sesli veya sessiz, tek başına veya toplu halde kelimei tevhidi (La ilahe illallah, Muhamme dür-Resulullah), Allah’ın isimlerini anmasıdır. Zikri olmayan tarikat yoktur. Tekkelerde belli kural ve usullere göre şeyhin yönetim ve denetiminde yapılan toplu zikir tarikatlara göre bazı farklılıklar göterirse de temelde aynıdır. İlahî, ritm ve musiki ile birlikte icra edilen sesli zikir (deveran, ayin) tarikat hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Mevleviliğin «sema» adı verilen zikri, musikî eşliğinde sesli olarak yapılır. Kadiri, Rıfaî, Halveti gibi tarikadarın da zikirleri sesli olup, oturarak veya ayakta topluca icra edilir. Yalnızca Nakşibendîliğin «hatmi hacegân» adı verilen mecliste icra edilen zikri sessizdir. Topluca icra edilen bu zikirlerden başka, müridin tek başına okuduğu vird (çoğulu ev-rad) denilen zikirler vardır. Seyrü sülukunu tamamlayan müride «hilafetname», «icazetname» denilen bir belge verilir. Böyle bir belgeye hak kazanan sufî, şeyhinin halifesi olarak başka yerlerde bağlı olduğu tarikatın tekkesini açabilir.
Tekke
Tarikatlarda şeyh ve müritlerin içinde yaşadıkları, ibadet ettikleri, tarikata ilişkin törenleri yerine getirdikleri yerdir. Tarikat pirinin türbesinin bulunduğu tekkeye pir evi, öteki tarikat ulularının mezar veya türbelerinin bulunduğu tekkelere âsitâne, diğerlerine tekke, dergâh, hankâh gibi isimler verilir. Bazı tekkeler «Mevlevihane» örneğinde olduğu gibi tarikatın adıyla anılmıştır. Tekke mimarîsi zaman içinde ihtiyaçlara göre gelişmiş, Osman-lılar döneminde en yetkin biçimini almıştır. Bir tekke genel olarak toplu zikirlerin yapıldığı tevhidhane (Mevlevîlerde semahane), şeyhin özel konutu olan harem ve selamlık, derviş odaları, çilehane, mutfak, yemek odası, konuk odaları, kütüphane ve tarikat mensuplarının türbe ve mezarlarının bulunduğu bir avludan meydana gelirdi. Dervişlerin bir kısmı sürekli tekkede kalır ve gerekli hizmederi görür, bir kısmı günün veya haftanın belirli zamanlarında giderlerdi. Tekkelerin giderleri genelde vakıf gelirlerinden karşılanırdı.
Tekkeler, dinî ve tasavvufî işlevlerinin yanı sıra, birer eğitim, öğretim ve sanat kurumu niteliğine de sahipti. Tekkelerde yük-jındanşiş geçiren Rıfaî müridi. sek düzeyde tasavvufî bir edebiyat ve musikî gelişmiştir.
ÇEŞİTLİLİK İÇİNDE BİRLİK
Zaman içinde ortaya çıkan pek çok tarikat, adab v kir ve benzeri yönlerden bazı farklılıklar göstermişle: sinin amacı, insanı Tanrı’ya yakınlaştırmak, onu dür! rından arındırmak, kendisiyle barışık olmasını sağli anlamda tarikatlar arasında bir fark yoktur. Bu çeşıl insanın doğasına da uygundur.
Nakşibendîlik
1389’da Buhara’da ölen Muhammed Baheddin’in ğin uzantısı olarak kurduğu bu tarikatın tasavvuf dü tirdiği zenginlik sessiz zikirdir. Şeriata aşırı bağlı bu t lah’a yakınlaşmanın başlıca yolu, farz ibadetlere ek < lan nafile ibadederidir. Tarikat kuralına göre, şeyhir tavsiye ettiği Allah’ın adlarından birini gizli (hafi) ; olarak anmaya dayanan zikir sırasında, salik, Alla! hiçbir şey düşünmemelidir. Mürit, Allah’a yönelir ‘ arasında sürekli Allah’ı anar. Nakşibendîliğin ilkeli topluluk içinde halvet olan müridin herkesin arasınd le gücüyle uğraşırken, Tanrı ile beraber olmasıdır. Ta si Ali’ye değil Ebubekir’e dayandığından, Nakşibend kisi yoktur.
Bektaşîlik
XIII.yy’da, Anadolu’da bugün kendi adıyla anıla yaşayan Hacı Bektaş Veli’yi pir kabul eden Bektaşîlil İslam öncesi inançlarından, eski Anadolu dinlerindf ve Ahmed Yesevî, Bayezid Bistamî, Muhyiddin Arab savvıflardan aldığı etkilerle renkli bir tarikattır. Tari piri sayılan Balım Sultan (öl. 1516) tarafından yenide dikten sonra birbirine rakip iki kola ayrılmıştır. Hacı li’nin soyundan geldiklerini (bel evladı) ileri süren «ç lu» (çelebiyan) daha çok kırsal kesimde yaygınlaş Bektaş Veli’nin gerek yolunu izlediklerini (yol evladı «babalar kolu» (babagân) şehir ve kasabalarda tar; Bektaşî inançları daha çok simgeler (rumuz) ve üstü lerle ifade edilir. Buna gizlilik kuralı ve Bektaşî sırrı katta beş mertebe vardır: âşıklık, muhiplik, dervişlik halifelik. Bektaşîlikte ehlibeyt sevgisi esastır. Bu ne Ali’yi okur, sabah akşam On iki İmam’a salavat getir şîliğin «Ayini cem» denilen toplu zikri, genellikle tekkenin meydan denilen bölümünde veya büyük bi lir. Bir baba veya vekilinin yönettiği törende, önce iç lir, sonra çalgı eşliğinde nefesler, mersiyeler söylenir.
Bektaşîliğin dikkat çekici bir özelliği de, Yeniçe kurduğu bağdır. Tam olarak aydınlatılamayan bir sür ri Ocağı ile Bektaşîlik arasında güçlü bir bağ oluşn «Ocağı Bektaşîyan» diye anılmıştır. II. Mahmud, 18! çeri Ocağı’nı kaldırırken, Bektaşî tekkelerini de kap dönemde birçoğu öldürülen Bektaşîler, Abdülmecid ; rasında yeniden toparlanmışlar ve kendisi de bir I Abdülaziz’in hükümdarlığında güç kazanmışlardır. Rumeli’de geniş bir alana yayılan Bektaşîliğin en ya; yerlerden biri de Amavuduk’tur.
Mevlevîlik
Ünlü sufî Mevlana Celaleddin Rumî’nin öğretisir rak oğlu Sultan Veled tarafından kurulmuştur. Tarik
İSLAM’DA TARİKATLAR
ıleddin Rumî’nin de temsilcilerinden biri olduğu «vahdeti it» (varlık birliği) anlayışı üzerine temellendirilmiştir. Genel-hoş görüye, inan sevgisine dayanan Mevlevîliği merkez ;âh olan Konya’da Mevlana’nın soyundan gelen çelebiler, ca yerlerde şeyhler temsil eder. Mevlevîlikte halvet (çile) nrıli bir yer tutar. Tarikata intisap eden derviş, kısa bir bölü-lü bir hücrede tek başına, büyük kısmım dergâhın çeşitli hiz-lerinde geçirdiği bin bir günlük bir çileden sonra bir hücre sa-olarak «dede» unvanım alır. Mevlevîlik, adab ve erkânının olarak oluştuğu XVI.yy’dan itibaren, bir seçkinler tarikatı ak gelişmiştir. Halktan çok, önde gelen devlet adamları, ve-:r, bilginler, sonra da III. Selim, II. Mahmud, Abdülmecid gi-adişahlar, Mevlevîliğe intisap etti. Mevlevîliğin toplu zikri . «sema», Mevlevîhanenin semahane denilen bölümünde ic-dilir. Mevlevî dervişleri ney, kudüm, nısfıye (kısa ney) gibi darın eşliğinde, üzerlerinde «tennure» denilen özel giysi ve arında Mevlevî sikkesi olduğu halde kollarını iki yana açarak îi. Mevlevî dergâhları, XVIII.yy’dan itibaren, özellikle, İstan-Ja birer musikî ve edebiyat merkezi niteliği kazanmıştır. rlevî müziği, dinî Türk müziğinin en gelişmiş dalım oluştu-Mevlevîler arasında Itrî, III. Selim, İsmail Dede Efendi, Zekâi e gibi büyük besteciler, Neşatî, Şeyh Galib, Esrar Dede gibi er yetişmiştir.
ayramîlik
V. yy’da Ankara’da yaşayan Hacı Bayram Veli tarafından ku-luştur. Halveti Safevî uzantısı bir tarikat olarak kabul edilir. Jeti vücut anlayışından esinlendiği gibi, Melamîlikten de iz-ışır. Bayramîliğin başlıca özelliği, Hacı Bayram Veli’nin «bil-», «bulmak», «olmak» diye ifade ettiği tevhit inancına danasıdır. Tarikata intisap eden mürit, önce bütün durumların lağının Tanrı olduğunu (tevhidi efal) öğrenir, herşeyin Tanrı ğunu (tevhidi sıfat) anlar ve Tanrı ile birleşir (tevhidi zat), amîliğinin zikri gözleri yumup nefes tutularak yapılır. Bay-lerin beyaz çuhadan taçları altı dilimlidir. Tacın tepesindeki ri içinde üç daire (gül), tevhidin üç derecesini gösterir. Hacı am Veli’nin ölümünden sonra tarikat üç büyük kola ayrılır: Ak-Şemseddin’in kurduğu Şemsîye; Bursalı Ömer De-in kurduğu Melamîye; Aziz Mahmud Hüdayî’nin kurduğu etiye. Bu kollardan Melamîyeye bağlananlar tekke ve zikir-vazgeçmiştir.
ıfaîlik
ıfaîlik de denen Rıfaîlik, adını. Iraklı sufî Ahmed Rıfaî’den Rıfaîlikte müridin ruhça yükselebilmesi için belli zikirleri dokuz aşamalı bir riyazetten geçmesi gerekir. Allah’ın do-sıfatından oluşan bu zikirler sırasıyla şunlardır: ya Rah-, ya Rahim, ya Vehhab, ya Kudüs, ya Hak. ya Hanan, ya m, ya Hay, ya Hafız. Şeyhin uygun gördüğü sayıda ve sü-bu zikir aşamalarım tamamlayan mürit, yine şeyhin göze-ıde dört gün süren bir halvete girer. Tarikatın tODİu zikri, veya vekilinin yönetiminde icra edilir. Müritler, postuna m şeyhin etrafında halka oluştururlar. Şeyh önce bir fati-.rdından Kuran’dan kısa bir bölüm (aşır, okur. Sonra Rıfaî ima geçer. Okunan naat ve İlahîlerden coşkuya kapılan tler «Allah Allah La ilahe illallah» diyerek zikre başlar. Ri-ikirleri sırasında görülen çeşitli yerlerine şiş sokmak, kız-lemiri yalamak, kafaya kızgın tas geçirmek, kcr parçası ıak, yanmakta olan ateşin içine girmek, bıçak veya kılıcın in ağzına basmak gibi aşırılıklar, çeşitli etkilerle tarikata îdan girmiştir.
Lelamîlik
ılü sufî Hamdun Kassar’a (öl. 884) bağlandığı ileri sürüler, mîlik, tasavvufun adab ve erkâna, seyrü süluka ılışion fc:r ı kurallarla kurumlaşma ve biçimselleşme eğilimine tasav-n kendi içinden bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Melamîli-jluşmasında IX. yy’da yaşayan birçok mutasavvıfın payı r. Tarikatlara ilişkin biçim ve kuralları reddetmesi dolayısıy-elamîlik bir tarikat olmaktan çok, bir meşrep, tasavvufî bir alarak değerlendirilir. Melamet, Arapça «ayıplama», «kına-anlamma gelen «levm» kökünden türetilmiştir. Kuran’da
i «Kınayanın kınamasından korkmazlar» ibaresinden yola ; Melamîler, bütün ibadet ve iyilikleri, günah ve kötülükleri an yapmayı ilke edinmişlerdir. Nefsin isteklerine karşı koy-n en iyi yolu, onun isteklerinin tersini yapmaktır. Nefis say-rmek, alkışlanmak ister, oysa, bunların hepsi tuzaktır. Açık-şlenen bir günah toplumun kınamasına neden olacaktır; bu önemli değildir. Çünkü, kınayanların kınamasından
korkmamak gerekir. Örgütlenmiş bir tasavvufî cemaate karşı olmalarına rağmen, zaman içinde bu meşrebi tercih edenlere Me-lamî denildiğinden, bu tasavvufî anlayışı bir tarikat olarak değerlendirenler de vardır. İlk dönem Melamîler Horasan erenleri, Ho-rasanîler veya Horasan pirleri olarak adlandırıldı. İkinci dönemi Bayramî Melamîliği oluşturur. Hacı Bayram Veli’nin halifesi Ömer Dede (Emir Sikkini) ile süren bu kol büyük ölçüde tarikat niteliği kazandı.
Bunların vahdeti vücutcu tasavvuf anlayışları, ehlibeyte olan aşırı bağlılıkları, tasavvufî fikirleri olabildiğince serbest ve coşkulu bir tarzda ifade etmeleri, Osmanlı yönetimince baskı altında tutulmalarına, Oğlan Şeyh İsmail Maşukî, Şeyh Hamza Bali gibi ileri gelenlerinin idamlarına yol açtı. Bayramî Melamîlik Hamza Bali’den sonra Hamzavîlik olarak adlandırıldı. Melame-tîye’nin üçüncü dönemi, kurucusu Muhammed Nurül Arabî’nin (öl. 1887) adından dolayı Melamîyei Nuriye ve Nurül Arabî’nin Nakşibendîliğinden dolayı Tarikatı Aliyei Nakşîye diye anılır. Melamîliğin en çok Rumeli’de yayılan bu son döneminde dergâh açmaya önem verilmiş, bir ölçüde adab ve erkân geliştirilmiştir.
Kadirîlik
Adım, kurucusu Abdülkadir Geylanî’den alan Kadirîlik, İslam dünyasının en yaygın tarikatlarından biridir. Tarikata intisap eden kişiye önce tarikatın evradı ve zikirleri öğretilir. Seyrü sü-lukunu tamamlayan müride icazetname, daha yeteneklilerine irşat yetkisi sağlayan hilafetname verilir. Bir Alevî tarikatı olan Kadirîlikte toplu zikir sesli olarak yapılır. Müritler, şeyhin çevresinde bir halka oluşturarak ellerini birbirlerinin omuzuna koyar. Genellikle «Hu» çekerek zikreden Kadiriler, zikir sırasında gözlerini kapatarak başlarını iki yana sallar. Bu hareket, kelimei tevhidi simgeler. Fas’tan Endonezya’ya kadar geniş bir alana yayılan Kadirîliğin Osmanlı topraklarındaki ilk büyük temsilcisi mutasavvıf şair Eşrefoğlu Rumî’dir (öl. 1469).
Halvetîlik
Asıl adı Ebu Abdullah Siraceddin Ömer bin Ekmeleddin el Lahcî olan Ömer Halveti (öl. 13971 tarahndan kurulan Halvetîlik, gizli zikir ve riyazete dayanır. Tarikatın teme! ilkesi Allah’ı zikirdir (zikrullah). Mürit, zikir yoluyla kendisini Allah’a vererek, O’ndan başkasını bilincinin dışına atar ve kendini O’nun varlığında eritir. Mürit bu yolculuğunda yedi aşamadan geçer: nefsi emmare (dünyevî zevklere eğilimli hayvansı nefis), nefsi levva-me (kendini kınayan nefis), nefsi mülhıme (kendisine iyi ve kotu. doğru ve yanlış ilham edilen nefis), nefsi mutmainne (tatmin clmuş, İlahî tecelliye mazhar olmuş nefis), nefsi raziye (Tan-r.’dan gelen her şeyden hoşnut olan nefis) nefsi merziye (Tanrı’mn kendisinden hoşnut olduğu nefis) ve nefsi kâmile (olgunlaşmış nefis).
Halvetîliğin İstanbul’daki ilk büyük temsilcisi şair Cemal Hal-vetî’dir (öl. 1494). Kollarının çokluğu ve yaygınlığı zaman içinde asıl tarikatın adını unutturacak ölçelere varmış; tarikat önce Ru-şenîlik, Cemalîlik, Ahmedîlik ve Şemsîlik adlarıyla dört kola, bunlar da tali kollara ayrılmıştır. □
Kadın Mevleviler sema yaparken.
VAHDETİ VÜCUT
Arapça’da «varlığın birliği» anlamına gelen vahdeti vücud anlayışı, tasavvufun varlığı bir bütünlük içinde açıklama ihtiyacına cevap verir. Vahdeti vücut İslâmî esasların tam anlamıyla mistik bir yorumudur ve bütün mistik yorumlar gibi sert tepkilerle karşılaşmıştır. Vahdeti vücutçu mutasavvıflara göre evrenin Tar.rfdan ayrı ve gerçek bir varlığı yoktur. Çünkü «Allah’tan başka varlık yoktur» (La mevcude illallah). Dolayısıyla evren ve evrendeki bütün varlıklar Onun bir tecellisi olmaktan ete bir gerçeklik taşımaz. 3cylece yaratan (halik) ve yaratılan ‘mahluk) bir olur. AHâh”; ve O’nun yoktan var ettiği ayı: kendilikler kabul eden geleneksel İslâmî anlayışıyla gcrjnüşte çelişen vahdet vuıcui anlayışının izlerini ilk mutasavvıflarda görmek mümkündür. Tasavvufun en seçkm temsilcilerinden Hallaç cl 922. «ene’l-hak» (Ben hak-iem dediği için idam edilmişti. Ancak vahdeti vücut anlayışını tam olarak sistemleştiren Endülüslü mutasavvıf Muhyiddin Arabi’dir (1165-1240).
AYRICA BAKINIZ
► İMüsü İslam
► ib.ansli Mevlana
► EÂSD Sünnîlik
► 113 Şiîlik
M