wiki

LAFIZLARIYLA DELÂLET ETTİKLERİ MÂNÂ DEĞİŞTİRİLEN İLİMLERİN AÇIKLANMASI

Bilmiş ol ki, mezmûm ilimlerin şerî’at ilimleriyle karıştırılm alarının
kaynağı, fena maksatlarla, onların öğülen adlarını tahrif edip,
birinci asırdaki iyi insanların murâd ettikleri mânâların hilâfına
nakletmektir. Bunlar da fıkh’, ilim, tevlıîd, tezkir ve hikmet olmak
üzere öğülen beş isimdir. Bunlar ile bezenenler, dînde rütbe sahibi
kimselerdir. Ne yazık ki, bu lâfızlar şimdi verilen mânâlarda nakledilmiş
ve bu isimlerin onlara verilmesi şöhret bulduğu için, gönüller
bunların mânâlariyle vasıflanan kimseleri yermekten nefret etmektedir.
BİRİNCİ LÂFZ : Fıkh’dır. Bu sözü, başka mânâya aktarmadı ve
değiştirmediler. Yalnız bu kelimeyi fürû’-ı fıkhın fetvâlardaki garîb
mes’elelerini bilmeğe, illetlerinin inceliklerini anlamağa, bu husûsda
sözü uzatmağa ve bunlarla alâkalı makaaleleri ezberlemeğe isim vermekle
hususileştirdiler. Kim ki, fürû‘-ı fıkhın inceliklerini bilir ve onlarla
fazla meşgûl olursa, ona daha fakîhdir derler. Halbuki birinci
asırda âhiret yolu ve nefsin âfetlerinin incelikleri bilgileriyle amelleri
bozan şeyleri bilmeğe, dünyâlığa kıymet vermeyip, âhiret nimetlerine
bağlanmağa ve kalbini Allah korkusunun kaplamasına birden ‘«Fıkh
ilmb> denirdi. Nitekim Hak Teâlâ’nm şu âyet-i çelilesi bunu açıkça göstermektedir
:«Dînde fakîh olup, kavm u kabileleri döndüğü zamân onları korkutmaları
için.» (9 – Tevbe : 122)
Korkutmak kendisiyle mümkün olan, işte bu fıkh’dır : Yoksa
talâk, itak, li’ân, selem ve icâre mes’elelerini bilmek değildir. Çünkü
bu mes’eleler ile ne inzâr ve ne de korkutma oluı. Belki, yalnız bunlarla
uğraşmak, kalbin korkusunu azaltır ve kalbi karartır. Nitekim
bunlarla uğraşanlarda görüldüğü gibi. Bu gibiler hakkında Allahu
Teâlâ şöyle buyurm uştur:
«Onlar için kalbler var ki, o kalblerle anlamazlar.» (7 – A ’râf : 179)
Buradaki «fıkh» kelimesinden, «Fetvâları anlamazlar» değil,
îmânın ne demek olduğunu anlamazlar mânâsı murâd edilmiştir.
Ömrüme yemîn ederim ki, fıkh ve fehm kelimeleri’nin ikisi de lügatte
bir mânâdadır. Aıablar arasında eski ve yeni şivelerde ikisi de bir
mânâda konuşulur. Allahu Teâlâ buyuruyor:
«Onlar, inanınız ki Allahtan daha çok sizden korkuyorlar. Bu ise
anlayışlı bir kavim olmadıklarındandır.» (59 – Haşr : 13)
Allahu Teâlâ’dan korkularının azlığı ve insânlarm saldırışını bü­
yütmeleri fıkıh azlıklarına havâle ediliyor. Bak bakalım bunların
fakîh olmamaları, fetvâlann çeşitlerini bilmedikleri için mi, yoksa
bizim anlattığımızı bilmedikleri için midir? Peygamber Efendimiz
kendisini ziyârete gelen bir cemâat hakkında fıkıh mes’elelerini değil,,
îmân, amel ve ahlâk esâslarını öğrenmelerini ve iyi hasletlerini anlatmaları
üzerine:buyurmuştur: (Halbuki bunların hiç biri diğer mânâda fıkıh mes’elelerini
bilmezlerdi.) Z ü h r î Kabilesinden İ b r â h i m ’in oğlu
S â d ’ a (R.A.) «Hangi şehir halkı daha fakîhdir?» «Allahu Teâlâ’dan
daha çok korkan» diye cevâp vermekle fıkhın neticesine işâret etmiştir.
Çünkü ilmin bâtınî meyvesi fetvâ ve hükümler değil, takvâ’-
dır. Peygamber Efendimiz bir hadîsinde şöyle buyurmuşlardır:
«Hazret-i Peygamber “Ey ümmetim, size gerçek fakîh kim olduğunu
bildireyim mi?” diye sorunca, bildir yâ Kesûlallâh cevâbını alması
üzerine şöyle buyurdu: Allahu Teâlâ’nın rahmetinden ümîd kestirmeyip
gazabından emin kılmayanlar, başkasına meyletmek üzere, Kur’-
ânı terketmeyen kimselerdir.» (80)
«Sabâhm ilk vaktinden, gün doğuşuna kadar Allahu Teâlâ’yı zikredenlerle
bir arada bulunmak benim için, dört köle âzâd etmekten
daha sevimlidir.» buyurduğunu rivâyet etmiştir. (81)
Bu mübârek sözünü rivâyet ettiği’zamân Zeyd’er-Rakkaşî
ve Z i y â d en – Nümeyrî’ye dönerek: «Zikir toplulukları sizin bu
topluluğunuz gibi, durmadan hadîsler okuyup va’zetmek şeklinde değildir.
Biz otururduk, îmânı müzâkere eder, Kur’ânı düşünür ve dînde
fakîh olmağa çalışır, Allahu Teâlâ’nın bize verdiğini tefekkuh ederek
.anlayarak sayardık ve Kur’ân-ı Kerîm’in mânâlarını düşünmeyi fıkıh
sayardık» dedi ve Kur’ân’m mânâlarını düşünmek ile Allahu Teâlâ’-
nın verdiği nimetleri anlayarak saymayı «Fıkıh» diye adlandırdı. Peygamber
Efendimiz buyurmuştur:«Sonra kendine döner de Zât-i Bâıî hakkında nefsini herkesden
daha çok levm eder.»
Ferkad es-Sencî Hasan-ı B a s r î ye bir şey sordu ve
cevâbını aldıktan sonra, «Fakîhler, niçin senin fetvâlarm a itiraz
ediyorlar?» diye sordu. Haşan:
— Annen seni kaybetsin ey Ferkadcik, sen şu gözlerinle fakîh mi
gördün? Fakîh dediğin dünyâya arka verip âhirete yönelen; dinini
koruyan, kusürlarım görebilen, Allahu Teâlâ’ya karşı ibâdete devâm
eden, her türlü şübhelerden, müslümânlarm (ve hattâ bütün insânların)
ırzına göz dikmekten kendini koruyacak derecede hazer eden, sakınan,
insânların malına tamaK etmeyen ve halka nasihatte bulunan
kimsedir, dedi ve böylece fakîhi anlatırken fıkhın fürû’larına
dâir fetvâlar veren kimselerden hiç bahsetmedi. Bununla berâber fıkıh
ilminin zâhiri hükümlerde fetvâ ile alâkası olmadığını demek istemedim.
Fetvâ ile de alâkası vardır. Fakat fetvâ ile alâkası umûm ve şü-
mûl tarîkiyle veyâhüt âhiret ilmine tâbi olması bakımındandır. Hattâ
eskiler, bu fıkıh ilmine daha ziyâde âhiret ilmi derlerdi. Bu ilmi yalnız
fetvâya tahsîsden doğan karışıklık sebebiyle âhiret ilmi ve kalb’in
hâlleri ihmâl edildi. (Çünkü bu, kolay) fakat bâtın ilmi ise gizli, anlaşılması
güç ve gereğini işlemek zordur. Bâtın ilmi ile kadılık ve reislik
gibi dünyâ mevkî’i, mansab ve servetlerine ulaşmak zordur. Şerratte
makbûl olan «fıkıh» ilminin ismi vâsıtasiyle, Şeytan da bu ilmi onlara
güzel göstermeğe yol buldu.İKİNCİ LÂFZ: İlim, lâfzıdır. Aslında, Allahu Teâlâ’nm zâtını
âyetlerini ve yaratıklarına olan muâmelesini bilmeğe, ilim denirdi.
Hattâ Hazret-i Ö m e r ’in (R.A.) ölümünde İ b n M e s ‘ û d
(RA.) : f<İlmin onda dokuzu öldü » dediği vakit ilim kelimesini «Elilmu»
şeklinde L [Lâm] ile ma’rife olarak getirdi ve bu ilmi de Allahu
Teâlâ’yı bilmek ile açıkladı. Halbuki onlar bu kelimeyi de husûsî mâ­
nâda kullanmakla değiştirdiler. Çok kere ilim kelimesini fıkıh ve diğer
mes’elelerde karşılıklı münâzara mânâsında kullandılar da, bu
gibilere: Hakîkî âlim, fuhûl-i ulemâ [âlimlerin üstünü] dediler.
Bu gibi mücâdeleye giremiyenler ise gerçek bilginlerden sayılmayıp
alelâde bilginler meyânında kaldı. İşte bu da ilim kelimesinde değişiklik
ve onu husûsî mânâda kullanmaktır. Halbuki Kur’ân ve hadîsde
faziletlerinden bahsedilen bilgi ve bilginler Allahu Teâlâ’nm zâtı­
nı, ahkâm, ef’âl ve sıfatlarını bildiren ilim ve âlimlerdir. Şimdi şerî’at
ilimlerini lâyıkiyle kavramamış, ancak mantık yoluyla mücâdeleye
girip hasmmı ilzâma kalkışan kimselere bu isim verildi. Tefsir, hadîs
ve mezhep ilimlerinde câhil olduğu hâlde, bu gibiler üstün bilgin
mânâsında «âlimlerin erkeği» diye sayıldı ve bu hâl pek çok ilim tâlibinin
helâkine sebeb oldu.
ÜÇÜNCÜ LÂFZ: «Tevhîd» dir. (Tevhîd, aslında bütün kemâl sı-
fatlariyle Allahu Teâlâ’nın birliğini bilmek iken) şimdi kelâm ilminden
ve mücâdele yollarını bilmekten, hasmın delillerini çürütmeyi
iyice anlamaktan, bir çok şüpheler ortaya kayacak soruları, çenelerini
eğe – büke cevâplandıracak kudrette olmaktan ve hasmı ilzâm için
deliller tertip etmekten ibâret olduğunu sandılar. Hattâ bunlarla uğ­
raşanlardan bir kısmı (Mu’tezile) kendilerine «Adi ve tevhîd ehli»
ünvânını verdiler. Kelâmcılara da «Tevhîd bilginleri» adını verdiler.
Halbuki asr-ı evvelde [Sahâbe ve Tâbi’în devrinde] kelâm ilminin bü­
tün husûsîyetlerinden hiç biri bilinmiyordu. Hattâ böyle mücâdele
mevzûu açmak isteyenler şiddetle reddedilirdi. Ama Allahu Teâlâ’nın
birliğini ifâde eden ve ilk duyuşda kolaylıkla anlaşılan Kur’ân âyetleri
ise hepsinin malûmu idi. Kur’ân-ı KeAmi bilmek, her şey bilmek
demekti. Birinci asırdakilere göre: Tevhîd, ekseri kelâmcılarm anlayamıyacağı
ve şâyet anlayan olursa onunla vasıflanamıyacağı baş­
ka bir mânâda idi. O d a : Vâsıta ve sebeblere yönelmiyecek şekilde
her şeyi Allahu Teâlâ’dan bilmektir. Ehl-i tevhîd hayrı da şerri de
ancak Allahu Teâlâ’dan bilir. Bu öyle yüce bir makaamdır ki, bunun,
meyvelerinden birisi de ileride husûsî bâbında açıklanacak olan «tevekkül»
dür. Bunun neticelerinden birisi de insânlardan şikâyette bulunmamak,
onlara kızmamak ve her işde Allahu Teâlâ’ya teslîm oluphükmüne rızâ göstermektir. Bü mânâda tevhîd’in bir meyvesi, Ebû
Bekir’in (R.A.) hastalığı sırasında «tabîb getirelim» diyenlere :
— Beni hastalandıran tabîbdir, diye verdiği cevâpta görülür. Diğer
bir zât da (yine Ebû Bekir’dir) hastalanınca:
— Tabîb hastalığına ne dedi? sorusuna cevâp olarak:
— Dilediğimi yaparım, dediğini söyledi. Bütün bunların delilleri
tevhîd ve tevekkül bahislerinde gelecektir.
Tevhîd, iç içe iki perdesi olan kıymetli bir cevherdir. însânlar
özü tamâmen unuttular da dışındaki kabuğa ve kabuğu korumağa
tevhîd ismini verdiler. Birincisi yâni dış kabuk veyâ perde: Dil ile LÂ –
İLÂHE İLLÂ’LLAH demektir ki buna, Hıristiyanların tasrîh ettikleri
teslisi bozan tevhîd adı verilir. Fakat bu tevhîd, içi dışına uymayan
münâfıkdan da duyulabilir. İkinci perde : Dil’in söylediği bu tevhîd’i
kalbin inkâr etmemesi, belki bunu, inanıp tasdik etmesidir. Bu ise
avâm tabakasının tevhididir. İşte kelâmcılar, tevhîd cevherinin bu iç
kabuğunu bid’adcilerin karıştırmasından koruyabilirler. Üçüncüsü
ki özdür, vâsıta ve sebeblere iltifâttan inşânı alıkoyacak şekilde her
şeyi Allahu Teâlâ’dan bilmek ve ibâdetini yalnız ona tahsis edip baş­
kasına kulluk etmemektir. Hevâ ve hevesinin ardından sürüklenenler
nefislerini ma’bûd tanıdıklarından bu tevhîd dışında kalırlar. Nitekim
Allahu Teâlâ bu gibiler hakkında:
£ S S S ‘ ^ ^ ^ ^ ^ o £ x
«Nefislerini ilâh tanıyanları görür müsün?» (45 Câsiye : 23)
buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de bu gibiler hakkında:
«Yeryüzünde tapılan tanrılardan, Allahu Teâlâ’nm en çok buğz
ettiği hevâ-i ncfs’dir.» (83)
buyurmuştur. Gerçek şu ki: |yi düşünen kimse, put’a tapan kişinin
de hevâ-i nefsine tapmış olduğunu anlar. Çünkü gönül ata dînine
meyleder işte o kişi de nefsinin meyline uymuş olur. Zâten «HEV»
kelimesinin bir mânâsı da, nefsin alışkın olduğu şeylere doğru eğilmesidir.
İnsânlara kızmak ve insânlara yönelmek de bu tevhîd dışında
kalır. Çünkü her şeyin Allahu Teâlâ’dan olduğunu bilen kimse, baş­
kasına ne kızar, ne de bir şey umarak iltifât eder. İşte tevhîd bu makaamdan ibarettir. Bu makaam da sıddîkier makaamıdır. Düşün de bak,
şimdi tevhîd’i nasıl değiştirdi ve hangi kabuğu ile iktifa ettiler de,
öğülme mânâsından iflâs etmiş olan tevhîd’in öğülen ismine dayanarak
nasıl bunu öğülme ve üstünlük vesilesi tanıdılar. Bu hâl sabahleyin
erkenden abdest alarak kıbleye dönüp : «Yüzümü, yerleri, gökleri
yaratan Allah’a yönelttim.» dediği hâlde kalbi Allahu Teâlâ’ya
yönelmiyen kimsenin her gün yalan söylemesiyle namâza başlamasındaki
iflâs eden hâline benzer. Eğer: «Yüzümü Allah’a yönelttim»
dediğinde «yüz» kelimesinden gerçek yüz’ünü murâd ediyorsa çok
fenâ; çünkü yüzünü Allahu Teâlâ’ya değil, diğer yönlerden alarak
Kâ’be’ye çevirmiştir. Kâ’be ise, yerleri, gökleri yaratan’m yönü değil
• ki, oraya dönen Allahu Teâlâ’ya yönelmiş olsun. Allahu Teâlâ, yönden
ve mekân’dan münezzehdir.
Eğer kalbini Allahu Teâlâ’ya çevirdiğini kasdediyorsa -k i zâten
aranan ve kendisiyle ibâdet yapılmak istenen de kalb’dir- bunu böyle
söylerken kalbi başka yönlerde, maddî ihtiyâçları ve sebebleri çoğaltarak
mâl ve mevki* edinmek için hileler peşinde ve tamâmiyle bunlara
yönelmiş bir şekilde ise, yerleri, gökleri yaratan Allahu Teâlâ’­
ya nasıl ve ne zaman yönelmiş oluyor? Halbuki: «Yüzümü, yerleri
ve gökleri yaratan Allahu Teâlâ’ya yönelttim» cümlesi tevhîd’in gerçekliğinden
haber veren bir cümledir. Tevhîd eden, ancak biri görür
ve ancak o bire (Allah’a) yönelir ki, bu da Allahu Teâlâ’nın :
“I o . ® ” . O ^ O < f l “ lı
^ ç 4 » ı j i »
«Allah’ı de de, onları bırak kendi bâtıl sözlerinde eğlensinler.»
(6 – En’âm : 91)
fermân-ı celîlesine uymak demektir; yalnız dil ile konuşmak demek
değildir. Dil, kalbe tercümândır. Bâzan doğru ve bâzan da yalancı
olur. Allahu Teâlâ’nın nazargâhı, dil’in tercümâm olduğu kalb’dir.
Tevhîd’in kökü ve kaynağı da bu kalb’dir.
DÖRDÜNCÜ LÂFZ : Zikr ve tezkîr’dir. Zikr hakkında Allahu Teâlâ
:
« Hâtııiat, hâtırlatmak mü’minlere fayda verir.» (51 – Zâriyat
: 55) buyurmuştur. Zikr meclislerini öğen bir çok hadîsler vardır.
Nitekim bir hadîs’inde Peygamber Efendimiz şöyle buyurur :«Gerçek, Allahu Teâlâ’nın, insanlar için yarattığı meleklerden
başka, bir de seyahat eden melekleri vardır. Zikr meclislerini buldukları
vakit arkadaşlarını: “Geliniz, aradığınız burada” diye çağırırlar,
toplanır, onları kuşatır ve dinlerler. Ey – ümmetim – Allah’ı anın ve
nefsinize hatırlatın.» (85)
İşte şu zikri zamane vâizlerinin çoğu, gördüğünüz gibi, kısas, eş’âr,
şath ve tâmât olmak üzere dört şeye çevirdiler ve bunlara devam et
tiler.
Kıssalar ve hikâyeler, bid’attir. Önce gelen âlimler kıssaları dinlemekten
men’ederek, Hazret-i Peygamber, Ebû Bekir ve Ömer devrinde
olmadığını, sonradan fitnenin zııhûriyle kıssaların da şâyi‘ olduğunu
söylemişlerdir.
Rivâyet olundu ki, birgün İ b n Ömer (R.A.) mescidden çıktı
ve : «Beni mescidden çıkaran şu hikâyeci olmuştur; eğer o olmasaydı
ben de çıkmazdım.» dedi.(Şam Müftüsü) Z am re, S u f y â n – ı S e v r î ’ ye:
— Hikâyeleri dinleyelim mi? diye sorunca Sufyân:
— Bid’atlere (Yönünüzü değil) arkanızı çevirin, diye cevâp verdi
(Horasanlı) İ b n A v n diyor k i : «İ b n S î r i n’ i ziyâret ettim.
İ b n Şîrîn:
— Bu gün ne haber var, diye bana sordu. Ben d e :
— Pâdişâh, hikâyecilerin hikâye anlatmalarım yasak etti, dedim.
İ b n Şîrîn:
— Doğru harekette bulundu, dedi.»
A‘ m e ş, Basra câmi‘lerinden birine girdi. Orada bir hikâyeci:
— A‘ m e ş bize böyle anlattı, diyerek hikâyesine devam ediyordu.
A‘ m e ş bunu görünce dinleyiciler arasına girdi ve koltuklarını yolmağa
başladı. Bunu gören hikâyeci:
— Ey ihtiyar, (İlim meclisinde bu hareketten) utanmıyor musun?
deyince, A ‘ m e ş :
— Neye utanayım, ben temizlik yapmakla sünneti işliyorum, sen
ise yalan konuşuyorsun, işte. A’meş dediğin benim, ben sana ne zamâıı
böyle bir şey anlattım, dedi. Â h m e d (b. Hanbel): «En
çok yalan söyleyenler, kıssacılar ile fazla soru soranlardır» demiştir.
Hazret-i Ali (R.A.), hikâyecileri Basra câmi‘lerinden çı­
karmış, fakat H a s a n – 1 B a s.r î’ yi dinleyince, ona birşey dememiştir.
Çünkü Hasan-ı Basrî, âhiret ilmini, ölümü düşünmeği,
kendi kusûrlarım düzeltmeği, amellerin âfetlerini, Şeytan’ııı
vesvesesini ve ondan korunma çârelerini anlatıyor, Allahu Teâlâ’nm
nimetlerini ve bu nimetlerin şükrünü edâdaki kusûrları hâtırlatıyor,
Dünyâ’mn âdiliğini, ayıplarını, devâmı olamıyacağını, vefâsızlığım,
âhiret’in tehlike ve çetinliklerini açıklıyordu ki, işte şer‘an öğülen ve
E b û Z e r r ’in rivâyetiyle teşvîk edilen va‘z da budur.“Zikr ve ilim meclisinde bulunmak, bin rek’at namazdan, bin
hastayı ziyaretten ve bin cenazeyi teşyî’den efdaldir.” buyurunca :
— “Yâ Resûla’llah, Kur’ân okumaktan- da üstün müdür?” diye
soruldukta ;
— “Kür’ân ancak ilim ile fayda verir.” buyurmuştur.» (86)
A t a (RA.) : «Bir zikr meclisi, yetmiş eğlence meclisinin günâ­
hını bağışlatır.» buyurmuştur. îçi berbat dışı yaldızlı olan kimseler
bu gibi hadîsleri kendilerini tezkiyeye mesned ederek va‘z ve tezkîr
adını kendi hurâfelerine [boş sözlerine] verdiler. Böylece öğülen zikrin
yolunu unuttular da ziyâde ve noksân ile birbirini tutmayan kıssalar
ile uğraşarak Kur’ân’daki kıssalardan ayrıldılar. Hikâyelerin
faydalısı olmakla berâber, doğru da olsa bâzılarmm zararı vardır.
Hikâyeciliği şi‘âr edinenler, doğruyu, yalanı, kâr ve zararı birbirine
katarlar. Bu sebepten hikâyecilik yasak edilmiştir. Bunun için A h –
m e d b. Hanbel (R.A.) : «Doğru da söylese, hikâyeciye ihtiyaç
yok» demiştir.
Kıssacı doğruyu söyler ve kıssaları dîn ile alâkalı, Peygamberlere
âit kıssalardan olursa bu gibi kıssaları anlatmakta beis yoktur. Hikâyeci
yalandan, bâzı büyüklerin zelle ve ihmâlini andıran, avâmın,
mâhiyetini, kavrayamıyacağı hikâyelerden son derece çekinmelidir.
Çünkü avâm tabakası bu gibi hikâyelerden cesâret alarak «Ne yapalım,
ben kusûrlu isem benden çok büyük olan şu zâtlar bu şeyhler de
şöyle böyle hatâlar işlemiştir. Binâen^aleyh hepimiz kusûrluyuz» demekle
kendisini ma‘zûr göstermeğe çalışır ve bu gibi hikâyeler onları
isyâna teşvik eder. Şu iki mahzûrdaıı, yâni yalandan ve anlaşılması
güç olan hikâyelerden kaçınmak şartiyle kıssa anlatmakta beis
yoktur. Zâten bu mahzürlar kalkınca kıssalar da, sahîh kitâblarda
ve Kur’ân’da bulunan makbûl kıssalardan olur.
Bâzı kimseler yalan da olsa halkı hakka da’vettir zanniyle, ibâ­
deti teşvik eden zayıf hikâyeleri anlatmayı tecvîz ederler. Halbuki
bu, Şeytân’m fitnesidir. Zîra doğrunun sâhası yalandan geniştir. Allahu
Teâlâ’nm, Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamber Efendimizin mübâ-
rek hadîslerinde anlattıkları kıssaların, va’zlarda uydurmalara ihtiyâcı
yoktur. Nasıl ihtiyâcı olsun ki, va’zlarda yapmacık cümleler ve
uydurmacık kelimelerle kafiyeli konuşmalar bile yasak edilmiştir.
S a‘ d b. E b î Va k k a s’ın kafiyeli konuşan oğlu Ömer, bir
ihtiyâcı için kendisine geldiği v a k it: «Senin böyle konuşman beni kızdırdı.
Tevbe etmedikçe dileğini aslâ yerine getirmem.» dedi.Üç kelimede seci’ yapan î b n R e v â h a ’ya Peygamber Efendimiz
:
1
«Sakın secîii konuşma ey Revâhe oğlu.» (87)
demiştir:
Kaçınılması gereken secî‘ iki kelimeden fazla olanıdır. Bunun
için (Hami b. N â b i g a) düşük çocuğun diyeti ile alâkalı olarak:
«Yemeyen, içmeyen, ağlamayan ve sesi çıkmayan için nasıl diyet verelim?
Bu hederdir.» deyince ve bu ibâredeki kelimeleri secî’li olarak
ifâde edince, Peygamber Efendimiz:
.. I ı-‘® ® i – tt Tı l > V l ¿ ¿ S »
«A’rab’m secîii konuşması gibi var mı?.» ([88)
buyurdular.
Şi‘rlere gelince: Bunların da va’zlarda çok söylenmesi uygun değildir.
Allahu Teâlâ buyuruyor:
* ‘ 1’ # •■’tÎ < ‘ ** *’ . « J İ j J i ^ . ü jjU J ! »
«Şâirler, bunların arkasına da çapkınlar, sapkınlar düşer. Görmez
misin bunlar her vâdide hayran olurlar?.» (26-Ş u ’arâ: 224-225)
Yine Allahu Teâlâ buyuruyor :
> < ‘ 0 ^tı * k’.0 \” A-J ^^vvsJI û V-A.<Swip’ ®
«Ve ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik \ e ona yakışmaz!» (36-
Yâsîn: 69)
Vâizlerin okuduğu şi’rlerin, çoğu aşkı, m.a’şûkun cemâlini visâl’in
huzûrunu ve ayrılığın acısını anlatan şeylerden ibârettir. Halbuki
dinleyenlerin çoğu, gönülleri güzel sûretlere: meyyâl avâm tabakasıinsanlardır. Bu gibi şi’rler, ancak onların gönüllerdeki aşklarını harekete
geçirir, şehvetleri tutuşur, coşar ve kaynaşırlar. Bu gibi ş iflerin-
çoğu belki hepsi, dîni ifsâd eder. Yakışık alan, bu gibi şi’rleri
değil, belki da’vâsma delîl olacak, nasihat ve hikmet olan şi’rleri okumaktır.
Nitekim Peygamber Efendimiz:
«Gerçekten, şi‘rlerden bazıları hikmettir.» (89)
buyurmuştur.
Eğer dinleyicilerin hepsi, Allah sevgisine dalmış havas tabakası
olup meclisde başkası bulunmazsa o zaman, dış görünüşü insanlara,
(Gerçekde ise Allah’a) işâıret eden beyitleri okumakda beis yoktur.
Çünkü her dinleyici, duyduklarını gönlünün isteğine göre anlar. Semâ*
bahsinde bunun hakikati anlatılacaktır. Bunun içindir ki, C ü-
n e y d, dâima on kişi civarındaki topluluğa hitâb ederdi. Cemâati
yirmiyi bulsa, daha fazla konuşmazdı. Bu sebepten bir kere olsun cemâati
yirmiyi bulmamıştır.
(Basra’lı) İ b n S â 1 i m ’in evi önüne kalabalık bir cemâat toplandı.
«Bunlar senin adamlarındır, konuşmanı istiyorlar, konuş.)» dediler.
İ b ıı S â 1 i m : «Bunlar benim adamlarım değil, meclisin
adamlarıdır, benim dostlarım havâsstandır.» dedi.
Şath’a gelince, şatlı kelimesinden, bâzı söfîyyenin îcâd ettiği iki
sınıf kelâmı kasd ediyoruz.,
1 — Allahu Teâlâ’ya o lan aşklarını ifâde eden lüzûmsuz sözler ve
zâhirî amellerden müstağni kılan vuslât iddiâlandır. Hattâ bâzıları
Allahu Teâlâ ile birleşip a:ralarmdan perdenin kalktığı, Allahu Teâlâ’yı
gördüklerini ve İlâhî hitâb’a mazhar olduklarını iddiâ edecek
kadar ileri gitmişlerdir. Onlar: «Bize Allah tarafından böyle söylendi,
biz de böyle dedik» demeîkle kendilerini bu gibi sözleri yüzünden
i‘dam edilen H ü s e y n b. H a l l â c – ı M a n s u r ’ a benzetmek
istediler ve onun «Ene’l-hak» sözü ile B â y e z î d – i B i s t â m î ’-
nin «Subhânî, Subhânî» (kendimi tesbîh ederim, kendimi tesbîh ederim)
demesini de delîl gösterdiler. Bu nevi* sözlerin avâm üzerinde
büyük zararları vardır. H attâ bu sebepten bir çok çiftçiler rençberlikden
ayrıldı ve bu gibi da‘vâla r ile meşgûl oldular. Çünkü inşân tabîati
bu gibi sözlerden zevk alır.Bu iddiâlarda, amelsiz yüksek makam ve hâllere ulaşmak süreliyle
nefsi tezkiye var. Ahmaklar bu gibi iddialardan çekinmez. Bu
gibi muzahraf sürçmeleri söylemekten de kaçınmaz. Bu sözleri reddedildiği
vakit de «Bize karşı inkâr’ın kaynağı, ilim ve cedeldir; ilim
perde, cedel ise benlik işidir. Bizim sözlerimiz ise hak nûrunun tecellîsiyle’içden
doğan sözlerdir» demekten çekinmezler.
Bu ve benzerî sözler her tarafı istilâ etti ve avâm tabakasına çok
büyük zararlan dokundu. Hattâ bu gibi sözleri konuşanları öldürmek,
Allahu Teâlâ’nın dîninde on kişiyi yaşatmaktan daha efdaidir.
E b û Y e z î d – i B i s t â m î ’ye gelince: Evvelâ ona izâfe edilen
bu gibi rivayetler doğru değildir. Eğer hakîkaten kendisinden böyle
bir şeyler duyulmuşsa belki bunları Allahu Teâlâ’dan hikâye yoluyla
söylüyor. Bunları kendine mal etmek doğru olamaz. Nitekim:
«Gerçek ibâdete lâyık Allah, benim, bana ibâdet edin.» (20 – Tâ-
hâ: 14)
âyet-i celîlesini onun’ ağzından duyduğumuzda bunu kendine mâl etmek
doğru olamıyacağı gibi.
2 — Şath’m ikinci mânâsı, anlaşılmayan kelimelerden meydâna
gelen ve hiç bir kârı olmayan üstü kapalı korkunç bir takım ibâreler•dir.
Bunun iki sebebi v a r : Ya aklî muvâzenesinin bozulması ve hayâ­
linin karışmasından ağzından çıkanı kulağının duymaması sebebiyle
ne dediğini kendisinin de bilmemesidir ki, çokları böyledir. Veyâ-
hud bir şeyler anlayıp cehâleti sebebiyle anladığını kalıplandırıp ifâde
edecek kelimeler bulamadığındandır. Bu gibi sözlerde bir fayda yoktur.
Çünkü bu sözler, kalbi bulandırır, aklı şaşırtır, zihinleri hayrete
•düşürür veyâ dinleyenleri murâd olunmayan mânâları anlamağa
sevk eder de herkes kendi kabiliyyetine göre te’vîllerde bulunur. Halbuki
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
«Sizden biriniz bir cemâate, anlayamayacağı şekilde hitâb eder
se, o söz cemâatte fitne uyandırır.» (90)«İnsânlara, anladıklarını söyleyin, anlamadıklarını terk edin.
Allah ve Resûlünün yalanlamasını mı istersiniz?» (91)
İşte anladığım anlatamıyanlarm hâli budur : Anlamadan
Konuşmak ise aslâ câiz değildir. İ s â (aleyhi’s-selâm): «Hikmeti
ehli olmayana vermeyin, hikmete zulm edersiniz; ehlinden esirgemeyin,
ehline zulmedersiniz. İlâcı yara üzerine koyan tabîb gibi olunuz.»
buyurmuştur. Dîğer bir ifâde ile hikmeti ehli olmayana vermek
cehâlet; ehline vermemek ise zulümdür. Hikmet’in hakkı olduğu
gibi ehli de vardır. Her hakk sâhibine hakkını veriniz.
Tâmmât denen lüzûmsuz sözlere, şatlı bahsinde anlatılanlar katıldığı
gibi ayrıca muâyyen bir mânâsı da vardır. O da şer‘î sözleri,
anlaşılan mânâlarından alıp da hiç bir faydası olmayan anlaşılmaz
mânâlara nakletmektir. Bâtınî’lerin te’vîl âdetleri gibi. Bunun da İslâm
dîninde harâm ve zararı çok büyüktür. Çünkü Sâhib-i Şeri‘atten
bir haber olmaksızın ve akıl delâletinin îcab ettirdiği bir zarûret bulunmadan,
lâfızların mânâlarını değiştirmek sözlere olan i‘timâdı çürü­
tür, Allahu Teâlâ ve Peygamber (S.A.) kelâmının değeri kaybolur.
(Çünkü kulluğumuzu, bu emirlerin zâhir mânâlarına göre ayarlıyoruz).
Bunların iddiâsma göre, anlaşılan mânâya güvenmemek gerekir.
Bâtın mânâ için bir kaide yoktur. Herkesin uydurmasına göre
ayrı ayrı tevcihlere gidilebilir. İşte bu da İslâm dînine büyük zararı
olan bidatlerdendir. Bunun sâliklerinin gâyesi, inşân tabiatı garabete
meylettiği ve bundan lezzet aldığı için, garîb şeyler ortaya koymakla
zâhirini te’vîl ederek, şerî’ati yıkmak ve insânları kendi bâtın
ve bâtıl inançlarına çevirmektir. Nitekim bâtmiyyeyi red için tasnif
edilen «MUSTAZHARİYYE» adındaki eserimizde bunu anlattık.
Bu tâmmât ehlinin Kur’ân’ı te’vîllerinden bâzı örnekler:Bunlar diyorlar ki, «FİR’AVN» kelimesinden gaye, kalb’dir. Çünkü
insan üzerine tuğyan eden kalb’dir.
“t, ” *,î Î ‘ a .iJ U a p j J I o l J »
«Ve asanı [değneğini] at, bırak.» (28-K asas: 31)
Buna da yaptıkları te’vîl «Allahu Teâlâ’dan başka dayandığın
her şey’i bırak» şeklindedir.
Hadîsleri te’vîllerinden bâzı örnekler:
«Ramazan’da gece yemeğine kalkınız, çünkü onda bereket vardır.»
(92)
Onlara göre: «Geceleri tevbe edin.» mânâsmdadır. Buna benzer
bir çok te’vîlleri var. Hattâ Kur’ân’ı baştan sonuna kadar te’vîl etmişler
ve zahir mânâsından, İ b n A b b â s’dan ve dîğer âlimlerden
rivâyet edilen mânâlardan ayrılmışlardır. Bu te’vîllerin bâzıları-
ııin bâtıl olduğu kat’î olarak anlaşılır. «Fir’avn» kelimesine «kalb»
mânâsı vermek gibi. Çünkü Fir’avn’m görülen bir inşân olup Mûsa’-
mn (A.S.) kendisini da’^et ettiği, târihin şehâdetiyle bize kadar gelen
bir gerçektir. E b û C e h l ve Eb û L e h e b de bunun gibi.
Bunlar göz ile görülemeyen, Şeytân veyâ meleklerden değiller ki te’­
vîl yolları aransın. «SÜHÛR» kelimesini istiğfâr ile te’vîl etmek de
bunun gibidir. Çünkü bizzât Peygamberimiz gece yemeği yer ve :
«Yeyiniz» buyururdu.
Nitekim dîğer bir hadîs’i şerîfde de şöyle buyuruluyor:
«Mübarek gıdâya [gece yemeğine ] buyurun.» (93)
İşte bu te’vîllerin bâtıl oldukları tevatür ve hiss ile bilinir. Dîğer
bâzılarınm butlânı da zann-i gâlib ile bilinir ki, bunlar hâsseler ile
alâkalı olmayan şeylerdir. Bütün bu gibi te’vîllerin hepsi harâm ve
sapıklık ve insânlarm dînini ifsâd etmektir. Bu gibi bâtıl te’vîller neSahabe ve ne de Tabiînden ve ne de insanlara vâz u nasihate düşkün
olan Hasan-ı Basrî gibi zevattan rivâyet edilmiştir. Tamamen
uydurmadırlar. Eğer bu gibi te’vîller caiz olsaydı, o zaman Peygamber
Efendimizin şu hadîs-i şerifinin bir mânâsı kalmazdı:
«Kur’ân-ı Kerîm’i kendi arzûsuna göre tefsir eden Cehennemdeki
yerine hazırlansın.» (94)
Bu hadîs’den, Kur’ân’ın, düşünce ve istinbat ile tefsirini yapmamak
gerektiği mânâsını anlamak doğru olmaz. Çünkü öyle âyetler
var ki. bunlar hakkında Sahâbe ve müfessirlerden beş, altı ve hattâ
yedi’ye kadar mânâlar rivâyet edilmiştir ve bütün bu mânâların hepsi
de Peygamber’den duyulmadığı bilinen bir gerçektir. Hattâ bu mâ­
nâlar te’lîf edilemiyecek şekilde ayrı ayrı da olabilir. Şüphesiz bunlar
iyi anlayış ve uzun düşüncenin mahsûlüdür. Bu sebebdendir ki
Peygamber Efendimiz, ( A b d u l l a h ) b. A b b a s (R.A.) hazretleri
için:
? i ‘ tr r f
«Allah’ım, sen o’nu dînde anlayışlı kıl ve te’vîli o’na öğret.» (95)
diye dua etmiştir.
Yaratıkları, yaradan’a dâvet ediyorum zanniyle, bilerek lâfızları
murâd olmayan bu gibi te’vîllere çevirmeği uygun gören ehl-i tâmmât,
hadd-i zâtinde doğru olan bir sözü, Peygamberimiz söylemediği
hâlde söyledi deyip ona isnâd edenlere benzerler. Doğru olan her
mes’eleye bir hadîs uyduran gibi, bu ise zulüm ve sapıklık, üstelik
Peygamber Efendimizin:
ı
, ^ S’ ^ S ;> O ^
«Bir kimse, benim söylemediğimi, kasden, söyledi diye bana isnâd
ederse Cehennemdeki yerine hâzırlansm.» (96)hadîsindeki hâle düşmektir. Hattâ bu te’vîllerin fenâlığı, bu gibi
isnâdlardan, daha çok ve daha büyüktür. Çünkü bu gibi te’vîller, elfâza
olan i‘timâdı sarsar ve K ur’ân-ı Kerim’den istifâde yollarını tamâmen
keser.
Verilen bu izâhattan, Şeytân’m insânları öğülen bilgilerden yerilen
bilgilere nasıl yönelttiğini öğrenmiş oldun. Bütün bunlar, feııâ
bilginlerin ilimlerin adlarını kendi arzûlarına göre tefsir edip karış-
tırmalarmdandır. İlk asırda bu isimlerden maksadın hangi ilimler olduğunu
aramadan ve bilmeden meşhûr isimlere güvenerek bu zümreye
uymak, şeref ve hikmeti, mesleği değil de, sâdece adı hakîm olan
bir kimseden beklemek gibidir. Bu asırda tabîb’e de, şâir’e de, mü­
neccime de hakîm denmektedir. Bu da, lâfızların değişmesini unutmaktandır.
BEŞİNCİ LÂFZ : «Hikmet» sözüdür.
Tabîb’e, şâir’e, müneccim’e ve hattâ çok daha düşük kimselere
de «hakîm» ismi verilmektedir. Halbuki hikmet, Allahu Teâlâ’nın öğ-
düğü şeydir. Nitekim K ur’ân-ı Kerîm’de buyuruluyor:
( ¿ ¿ i
1 r \ ı ! t- ■ .**—2 * ^
«Hikmeti dilediğine verir; hikmet kendisine verilen çok hayır
elde^tmiştir.» (2 – Bakara: 269)
Peygamber Efendimiz bir hadîsinde şöyle buyuruyor:
‘4 .//< ■>>’ * 9′ * ‘ f- ‘
«Hikmetten bir kelime öğrenmek, bütün yarliğiyle dünyâ’dan
hayırlıdır.» (97)
Düşün bak, birinci asırda hikmet ne idi ve şimdi nereye nakledildi.
Diğerlerini de buna benzet ve fenâ bilginlerin karıştırmalarından
kendini koru. Bu giti fenâ bilginlerin dîn’e olan zararları, Şeytânların
zararlarından çoktur. Çünkü Şeytânlar (kendi başlarına bir
şey yapamazlar.) bunların aracılığıyla Müslümânlarm îmanını almağa çalışırlar. Bunun için Peygamber Efendimize, «insanların en fenası
kimdir?» diye sorulduğu vakit cevâp vermek işitemedi ve «AUahümme
gafren» [Allah’ım, mağfiret et.] buyurdu. Tâ ki tekrâr tek
râr sordular:
İşte öğülen ve yerilen bilgileri ve birbirine karışmalarının sebeblerini
öğrendin. Serbestsin istersen aklını başına alır, Sahâbe ve
Tâbi‘îne uyarsın, dilersen ucub ve kibir ipine sarılır da bu gibilerin
peşinden gidersin.
Selefin kabûl ettiği ilimlerin çoğu kayboldu. İnsânların daldıkları
ilimler ise hep sonradan îcâd edilmiş şeylerdir. Elbette ki, Peygamber
Efendimizin şu mübârek sözü doğrudur:
«İslâm dîni garîb olarak doğdu ve doğduğu gibi garîb olarak sö­
necektir. Garîblere müjde olsun. Garîbleı* kimdir? sorusuna cevâp
olarak: «Benim sünnetimden insânlann bozduğunu islâh edenler ve
terk edilen sünnetleri yaşatanlardır.» (99)
demişlerdir.
Dîğer bir rivâyete göre de :«Onlar şimdi sizin gittiğiniz yolda olan kimselerdir.» (100)
diye cevâp vermişlerdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde de :
* -S. . » * • ‘ ■* t, ‘ *. |C
| tj% er*’1
«Garibler, çokluk arasında az olan ve iyi kimselerdir. Onlan sevmeyenler,
sevenlerden çoktur.» (101)
buyurmuşlardır. O ilimler o derece garîb kaldı ki onları anan kimseye
düşmânlık ederler. Bu sebepten Sevr i (R.A.): «Bir âlimin
etrâfında toplanmış çok dostu olduğunu gördün mü, bilmiş ol ki, o,
sâfi değil, (riyâ ile) karışıktır. Çünkü eğer ilminin gereğiyle konuşsa,
doğruyu söyleyeceği için çokları da kendisine husûmet besler, hepsi
dostu olmazdı.» diyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir