Bilmiş ol ki ilimler bu i‘tibarla üç kısma ayrılır :
1 — Azı da, çoğu da yerilen,
2 — Azı da, çoğu da makbûl olan ve çoğaldıkça daha güzel ve
faziletli olan,
3 — Yetecek kadarı makbûl, fakat fazlası makbûl olmıyan üimler.
Bu, tıpkı bedene ârız olan hâller gibidir.
Azı da, çoğu da makbûl olanı var: Sıhhat ve güzellik gibi.
Azı da, çoğu da makbûl değil: Çirkinlik ve kötü hûy gibi.
Yetecek kadar makbûl, fazlası ise makbûl değil: Mâl infâk etmek
ve şecâat gibi. Mâl’m az’mı vermek, iyi yerlere sarfetmek makbûl,
hepsini harcamak, fenâ yerlere isrâf etmek mezmûm; orta derecede
kendini koruyacak kadar şecâat makbûl, fakat haksız yerde
suna buna saldırmak ise tehevvür’dür, makbûl değildir.
İşte ilimler de bunun gibidir.1 — Azı da, çoğu da yerilen ilimler, ne dîn ne de dünyâ’ya kârı
olan bilgilerdir. Bu gibi bilgilerin zararı, kânndan çoktur. Sihir,
tılsım ve nücûm ilmi gibi. Bunların bâzılannın hiç bir kârı yok, belki
inşânın en kıymetli sermâyesi olan ömrünü bunlara sarfetmekte zarar
ve ziyânı vardır. Dünyalık için faydalı olduğu sanılan dîğer bâzı-
larmın da zararı, kârından çoktur. Onun var olduğu zannedilen kâ
rı, zaranna nisbetle hiç bir değer taşımaz.
2 — Azı makbül, çoğu daha makbül olan ilimler ise: Allahu
Teâlâ’mn zâtını, sıfatını, ef’âlini, yaratıklar üzerindeki âdetini ve
evvelâ dünyâyı sonra âhireti sıralamaktaki hikmetini bilmektir.
Zira bu ilimler, hem zâti bakımından ve hem de âhiret saadetine
yol olması bakımından aranılan bilgilerdir. Bu husûsda son haddine
ulaşacağım diye çalışmak, Allahu Teâlâ’nm azametini idrâkteki
kusûrdan neş’et eder. Çünkü, o, bir deryâdır ki onun derinliğini kimse
ölçemez; ancak herkes kendi kudreti nisbetinde o deryânm etrâ-
fmda ve sâhilinde dolaşabilir. Onun kıyılarına dalabilenler, Allahu
Teâlâ’mn ta’yîn ettiği derecelere göre Peygamberler, velîler ve ilmin
inceliklerini anlamış gerçek bilginlerdir. İşte bu ilim, kitâplann satırlarına
girmeyen gizli bir ilimdir. Bu ilmi elde etmeğe yardım eden,
erbâbmdan öğrenmek ve âhiret bilginlerinin ahvâl ve vaziyetini tetkik
etmektir ki, bunların alâmetleri ilerde açıklanacaktır. Bu, sâlikin ilk
hâlidir. Daha sonra mücâhede, riyâzet, kalbi tasfiye ve dünya alâkalarından
temizleme, Peygamber ve velîlerin yolunu tutmak, bu ilmi elde
etmeğe yardım eder. Bununla berâber muvaffakiyyet yine Allah’ın
takdiri ııisbetindedir. Fakat herhâlde mücâhede şarttır. Çünkü hidâ
yetin anahtarı mücâhededir ve bu kapıyı mücâhededen başka bir kuvvet
açamaz.
3 — Yalnız muayyen bir mikdârı öğülen ve fazlası makbül olmayan
ilimlere gelince : Bunlar da birinci bâbda açıklanan, farz-ı kifâye
olan ilimlerdir. Bu ilimlerin her birinin iktisâr’ı, yâni en azı, iktisâdı,
yâni orta derecesi, istikâ’sı, yâni ömür boyunca, ucu bucağı olmayan,
sonu gelmeyen kısmı vardır.
Sen, ya kendini ıslâh edenlerden veyâ kendini ıslâh ettikten sonra
başkasını düzeltenlerden ol, sakın kendini ıslâh etmeden başkası ile
meşgûl olma. Eğer kendini düzeltmekle uğraşıyorsan, vaziyetin îcâbı
sana farz olan ilimleri ve bununla alâkalı temizlik, namâz, oruç gibi
zahir- amelleri öğren. Fakat en mühim olanı, ekseriyetin ihmâl ettiği,
kalbin vasıflarını öğrenmek, onların öğülen ve yerilen kısımlarını
bilmektir. Çünkü hiç kimse kalbin kötü vasıfları olan hırs, hased,
riyâ, kibir, ucb ve benzerî fenâ hasletlerden sıyrılmış değildir. Bu
hastalıkların hepsi öldürücüdür. Bunları ihmâl edip, zâhir amellerile uğraşmak, bedendeki yaraların içini temizlemeden dışını katran
ile sıvamağa benzer. Sokak tabiblerinin yaranın dış kısmını katranlamayı
tavsiyeleri gibi, mukallid âlimler de kalbi temizlemeği bırakıp
zâhir amelleri tavsiye ederler. Âhiret bilginleri ise yarayı kökünden
tedâvi için bâtın temizliğini emreder ve fenâlığı kökünden kesmek
isterler. Çoklarının bâtın temizliğini bırakıp zâhir amele dönmelerinin
sebebi, kalbin temizlenmesinin zor ve zâhir amellerin kolay
olmasıdır. Nitekim (kökü ciğerlere dayanan) uyuzlu hastanın acı
ilâçları içmekten çekinip dış bedenini sıvamakla meşgûl olması gibi.
Durmadan dışarıya ilâç sürmesine rağmen hastalık artar. (Kalbi dü
zeltmeden yapılan ameller de bunun gibidir.)
Eğer âhireti arayıp kurtuluşu arzû eder, ebedi helâkden kaçınmak
istersen «Rub‘-i Mühlikât» ta anlattığımız şekilde iç hastalıklarını
ve tedâvi çârelerini bulmakla meşgûl ol ki, bu sâyede «Rub’-i
Münciyât» ta anlattığımız makbûl malcaamlara yükselesin. Toprak,
çalı çırpıdan ve diken gibi şeylerden temizlenip düzenlendiği vakit
yeşillikler ve güzel kokulu otlar yetiştirdiği gibi, kötü hûylardan temizlenen
kalbin de iyi hûylarla dolacağında şüphe yoktur. Yabancı
maddelerini temizlemediğin kıraç bir topraktan mahsûl alamıyacağmdan,
emeğinin boşa gideceği gibi, kalbini temizlemeden bosuna
farz-ı kifâyelerle uğraşma. Bilhassa halk içerisinde bu ilimlerle
meşgûl olan varken! Zira başkasının iyiliğine çalışırken kendini helâke
sürükleyen akılsızdır. Bu davranış, kendini öldürmek için boynuna
dolanmış yılan, koynuna girmiş akrep dururken, başkasının
üzerine konan sineği kovalamak için yelpaze arayan kimsenin hâli
gibi, en büyük bir ahmaklıktır.
Farz-ı kifâyeler ile meşgûl olmak için, önce kalb’i temizlemek,
günâhların gizli ve âşikâresini terk etmek lâzımdır. Bunda tamâmen
muvaffak olduktan sonra farz-ı kifâyelerle uğraş ve orada da ehemmi,
mühim üzerine tercih etmek üzere, tertibe riâyet et. Önce
Kur’ân-ı Kerîm’i, sonra hadîs-i şerîfeleri sonra tefsir ve sonra da
K ur’ân-ı Kerîm’in nâsih ve mensûh, mefsûl ve mevsûî, ve müteşâbih
gibi diğer ilimlerini öğren; Hadîs’de de aynı şekli tâkip et. Daha sonra
da fürû‘ ile yâni mezheplerin amel bilgileriyle uğraş, hiîâf ve eidâl
ilimleriyle uğraşma. Sonra usûl-i fıkılı ile ve bunun gibi zamanın ve
ömrün müsâadesi nisbetinde diğer ilimlerle meşgûl ol. Bütün derinliklerini,
inceliklerini anlayacağım diye bir fen ile uğraşma. Çünkü
ilimler çok, ömürler ise kısadır. Bu anlattığımız ilimler âlet ve mukaddimeler
olup bizâtihî maksûd değil, belki vâsıtadırlar. Vâsıta ile
uğraşırken gâyeyi unutmamak lâzımdır. Lügat ilminden de Arab lisânını
anlayıp konuşacak ve Kur’ân ve Hadîs’in garâib’ini bilecek ka-dariyle kifayet et. Nahv’den de kitap ve sünneti anlayacak derecedeki
bilgi ile iktifâ et ve iyi bil ki her ilmin, iktisâr, iktîsâd ve istiksâ tarafları
vardır. Diğerlerini de bunlara kıyâs edebilmen için biz hadîs, tefsir,
fıkh ve kelâm’da bu mertebelere işâret edelim.
Tefsîr’de iktisâr [kısaltma] Kur’ân’m iki misli hacminde olandır.
A l î el-Vahidî en-Nîsâbûrî ’nin tefsiri gibi. Bu, veciz kitaptır.
İktisâd, Kur’ân-ı Kerîm’in üç misli büyüklüğünde olanıdır.
Yine aynı zât’ın «El – Vasît» adındaki tefsiri gibi. Bundan fazlası da
ömür boyunca lâzım olmayacak uzaltmalardır. (Yine aynı zât’ın
«Basit» adlı tefsiri gibi.)
Hadîs’de iktisâr: Hadîs ilmine vâkıf bir zât’ın düzeltmesiyle
B u h â r î ve M ü s l i m ’ i okumak gibi.
Râvîlerin adlarını ezberlemeğe gelince: Senden evvelkilerin onları
bilmesi senin için de kifâyet eder. Sana düşen, onların kitâplarma
i’timad etmektir. B u h â r î ile M ü s l i m ’i okuyacaksın derken bunları
ezberleyeceksin demek istemedik; ancak gerektiğinde oradan bulup
alabilecek derecesi yeter. İktisâd’ı ise, dîğer sahîh müsnedierdeki
hadîsleri de bunlar meyâmna katmaktır. İstiksâ da, zayıf, kuvvetli,
sahîh, sakîm bütün hadîsleri ayrı ayrı rivâyet yollariyle, râvîlerin ahvâlini,
adlarını ve vasıflarını bilmek üzere öğrenmektir.
Fıkh’da iktisâr: «Hulâsatüi – muhtasar» adlı eserde tertip ettiğimiz
M ü z e n î ’ niıı fıkhını okumaktır. İktisâd, bunun üç misli bü
yüklüğünde bir fıkıh kitâbı okumaktır. Bu da «El – Basît»den telhis
ettiğimiz «El-vasît mine’I-mezheb» adlı eser gibi. İstiksâ ise «Ei-Basît»
ve dîğer uzun kitaplarda olduğu gibidir. (102)
Kelâm ilminin gayesi: Ehl-i sünnet’in Selef-i sâlihînden rivâyet
ettiği inanç esâslarını korumaktır. Bundan fazlası, eşyâ’nm hakikatim,
başka yollardan aramaktır. İktisâr derecede sünneti korumak,
muhtasar bir kelâm kitâbım okumakla mümkündür. O da bu kitâpta
bulunan «Kavâ‘idü’l- akaaid» kısmı gibi. İktisâd derecesi de, yüz
yaprak civârmda olan bir kelâm kitâbı okumaktır. «El – İktisâd fî’l –
i‘tikad» adlı eserimiz gibi.
Kelâm ilminin iktisâd derecesine, bid’atciler ile münâzara etmek
ve avâmı onların ifsâd etmesinden korumak için ihtiyâç vardır.
Bu da ancak bid’atleri taassuba varmıyan avâma te‘sîr eder. Yoksa
isterse azcık olsun mücâdele usûlünü öğrenen bi‘dat sahiplerine bunun
bir te’siri olmaz. Çünkü bu gibileri kelâm yoluyla ilzâm etsen bile
onlar taassublarmdan ayrılmazlar. Ancak ilzâmmı kendi acziyyetine
verir ve «ben âciz kaldım, bunu ilzâm edecek başka çâreler var»
(102) îmâm-ı Gazali, Şâfi‘£ olduğu için, Şâfi‘î fıkıh kitâplarından örnekler vmiştir.der ve senin cedel’deki kudretin sayesinde üstün geldiğini zanneder.
Ama, avam kısmının bu gibi mücâdele ile hakikatten uzaklaştırıldığı
vakit taassubu kuvvetlenmeden, yine böyle bir mücâdele ile hakikat
yoluna getirilmesi mümkündür. Fakat taassubu kuvvetlenince artık
onları ıslâh ümidi tehlikeye düşer. Zîra taassub, inançları yerleştirmeğe
sebeptir. Bu da fenâ alimlerin âfetlerindendir. Çünkü onlar,
hakkı açıklamak için son derece taassub gösterir ve muhâlifierine
horluk ve hakâretle bakarlar. Bu da onları misliyle mukaabeleye sevk
eder ve boş dâ’vâlarım gerçekleştirmek için bütün imkânlarını seferber
ederler; fakat eğer onlara tenhâlarda tatlılık ve yumuşaklıkla gidileydi
ve taassub ve tahkirden ârî da’vâlar nezâketle anlatılaydı dilekler
yerini bulurdu. Ne yazık ki, rütbe ve mevki ancak muhit ile
olur; muhit edinmek için de böyle (yaygara koparmak), hasımlara
çatmak, taassub gösterip tel’in etmek ile mümkün olabileceğinden,
bunlar da taassubu âdet edinip, âlet olarak kullandılar ve hareketlerine
de dîni koruma ve müslümânları müdâfaa adını verdiler. Gerçek
şu ki: Bu harekette olanları taklîd bile, insânlan helâke sürükler
ve bu gibi bid’atleri insânların gönüllerinde yerleştirir.
Şu son asırlarda mezhepler arasında türeyen hılâfiyât’a ve bu
husûsda selef devrinde eşine rastlanmayan uzun yazılar, tasnif ve
mücâdelelere gelince: Öldürücü zehirden kaçar gibi bunlardan sakın
ve bunların civârına bile yaklaşma. Çünkü bu ilim, tedâvisi olmayan
fenâ bir hastalık gibidir. (Gurûr bahsinde) âfet ve tehlikelerini açıklayacağımız
gibi bütün fakîhleri, taassubla beraber benlik ve öğünmeye
sürükleyen bu ilimdir.
Onlar kendilerini kurtarmak için «İnsânlar bilmediği şeylerin
düşmânıdır.» darb-ı meselini söylerlerse de sen buna kıymet verme.
Bu husûsda öncekilerden daha çok tasnif, tahkik ve mücâdele ile
açıklamalarda bulunmak sûretile kıymetli vakitlerini harcadıktan
sonra Allahu Teâlâ’nm lutfiyle kusûrlarını görüp bütün bunları terkederek
nefsini ıslâh ile uğraşan kimsenin şu nasihatini dinle! Fetvâ
şerî’atm direğidir, şerî’atm gizli illetleri ancak Hılâfiyat [Mezheblerin
ayrılıkları mes’elelerini bilmek] ile bilinir, diyenlerin sözüne kıymet
verme; zîra mezheplerin illetleri kendi mezhep kitâplarmda yazılıdır.
Ondan fazlası lüzûmsuz mücâdele ve münâkaşadır. îlk asırdaki bilginler
ve Sahâbe, fetvâ’da bu sonrakilerden daha üstün oldukları hâlde,
bu gibi mücâdeleleri bilmezlerdi. Mücâdelelerin kân olmak şöyle
dursun, belki fıkhın zevkini bozan zararlı bilgilerdir.
Fıkıh’dan gereği gibi zevk alan müftî’nin onun çok kerre mücâdele
yoluyla ifâde edilemiyeceği merkezindedir. Mücâdeleyi şiâr edinen
kimse, zekâsını hep bu yolda kullanır ve fıkhın zevkine varmaktantenbelleşir. Gerçekte, cedel’e girişenler, ün yapıp mevki isteyen kimselerdir.
Buna bahâne olarak da, gayesinin mezheplerin illetlerini
arayıp onları açıklamak olduğunu gösterirler. Hâlbuki kıymetli ömür
sermâyesi eedel yolunda giderken fıkıh ilminden mahrûm kalır.
(Çünkü o fıkha değü mücâdelesine çalışıyor). Görünmeyen cin şeytanlarından
korkma. (Zira sen onlara cephe almış hâldesin, düş-
mânlığınız âşikârdır. Onlar, Allah’ın yardımiyle sana bir şey yapamaz.)
Fakat (görülen) inşân şeytânlarından [fenâ âlimlerdir] kendini
koru; çünkü onlar, insânları karanlığa sevketmekte ve aldatmakta,
cin şeytânlarının pabuçlarını ellerine verecek kadar ileri gitmişlerdir.
Hülâsa: Akıllı kimseler için makbûl olan, bu âlemde tek başına
Allah huzûrunda olduğunu, ölüm’ün, hisâbm ve Kitâbm, Cennet ve
Cehennem’in önünde olduğunu düşünerek, bunlardan yarayışlı olanı
alıp zararlı olanı atmaktır ve’s-selâm.
Bâzı kâmil kimseler âlimin birini (öldükten sonra) rüyâlarmda
görmüş ve: «O mücâdele ettiğin üimler ne oldu? Onlardan bir kâr
gördün mü?» diye sormuşlar. O da avucunu açıp üflemiş, yâni onlar
kül oftıp dağıldı gitti (hebâ’en mensûra oldu); ancak gece karanlı
ğında Allah için kıldığım iki rek’at namâzdan fayda gördüm.» demiş.
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifinde:
•i J ^ (‘ J – l k J l I j J j l A -Jp \yJ\S
J O ‘ O * O C ( x ‘ ‘ \ t ı ^ 11 -* \
oyyyU)
«Doğru yola girdikten sonra, mücâdele etmedikçe hiç bir kavini
sapmaz.» (103)
buyurmuştur. Sonra Peygamber Efendimiz :
i) j j l İ J î Va>. ‘yfisi o j ^ C
(103) Tirmizî ve İbn Mâce, Ebû Umâme’den«Bunu sana sırf bir cidâl olarak fırlattılar, doğrusu onlar çok
husûmetei bir kavimdir.» (43 – Zuhrûf 58).
âyet-i celîlesini okumuştur.
Peygamber Efend’miz, Allahu Teâlâ’mn:
«Onlar ki, kalblerinde zeyğ [yamıklık, eğrilik] vardır.» (3 – Âl-i
îm râ n : 7)
âyet-i celîlesindeki «Zeyğ» kelimesinden murâd-i İlâhîsi Allahu Teâlâ’mn:
«Onlardan kaçının.» (63 – Münâfıkûn: 4).
diye emr ettiği mücâdelecilerdir, buyurmuştur.
Bâzı selef [İlk asrın büyükleri] cedel ve münâzarayı [Tartışma]
zemmetmek üzere diyorlar ki: «Son zamânlarda öyle iıısânlar gelecek
ki, amel kapısı onlara kapanacak ve mücâdele kapısı açılacaktır.»
Bâzı rivâyetlerde şöyle nakil olunur k i :
«Siz bir zamândasınız ki, bu zamânda size amel öğretilmiştir.
İlerde bir kavim gelecek, onlara da cedel öğretilecektir.» (104)
Meşhûr bir hadîs:
«Allahu Teâlâ’nm en çok buğz ettiği, mücâdelede direnen kimse
dir.» (105)
MAKBÛL İLİMLERDEN ÖĞÜLEN [MAHMÛD] MÎKDARININ AÇIKLANMASI
05
Şub