Genel

muhammedin soyu

muhammedin soyu

Muhteşem Silsile

Kıyâmet gününde bütün soylar ve akrabalıklar kesildiği halde benim soyum ve akrabalığım kesilmeyecektir. (Hadis-i Şerif)

«Sen, yâni nûrun hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana inkılap etmiş, ulaşmıştır.» (Şuara: 219)

«Verimli bölgenin nebâtı Rabbinin izni ile bol çıkar, çorak bölgede ise çıkmaz…» (Â’raf:58)

Efendimizin (sav) Hz. Âdem’den mübârek babalarına kadar silsileyi teşkil eden ecdâdı, diğer insanlardan çok farklı, İlâhi yardıma maz-har, yüce zatlardı. Tek tek özellikleri sayılacak olsa kitaplar kâfi gelmez. Efendimizin (sav) asâletini fark edebilmek için, o yüce şahsiyetlerden bir nebze de olsa bahsedelim.

İsmâil (as)

Hz. İsmâil, Hz. İbrahim’in büyük oğludur. Kendisine ‘Arabın babası’ derler. Şam’da doğdu. Bülûğ çağına girince kurban edilmesi em-rolundu. Sabretti. İlk hanımı Emâre’yi, kayınpederi İbrâhim’e (as) saygısızlıkta bulunduğu için boşadı.

Daha sonra Hâle admda bir hanımla evlendi. Ondan Kaydar adında bir oğlu olup, Muhammedi nûr Kaydar’a geçti.

İsmail (as), sadâkata çok riâyet ederdi. Bir defasında bir kimse ile buluşmak için sözleşmişlerdi. O kimse unuttu. İsmâil (as) o yerde üç gün üç gece bekledi. Üç günden sonra o kimse hatırlayıp o yere geldi. Hz. İsmail’i (as) dedikleri yerde bekliyor gördü.

İsmâil (as), yüz otuz yıl ömür sürdü. Rükn ve Makam arasına defnettiler.

Hz. İsmâil’in on iki oğlu vardı. Onlardan Kaydar’m oğullan Hicaz’da yerleşti ve çok yayıldı. Bunlann evlâtlarından olan Adnan vardır ki, Peygamber Efendimiz (sav), işte onun soyundan gelmektedir.

Hâşim

Resûl-i Ekrem (sav), Hâşimoğullarmdan gelmiştir. Hâşim’e, Ab-dü’l-Alâ da derler. Sebebi şöyle anlatılır:

Mekke-i Mükerreme’de bir zaman kıtlık oldu. Halk zor durumda kaldı. Hâşim, Şam tarafına gidip fazlaca un satın alıp geldi. Ekmek pişirip çuvallara doldurdu. Mekke-i Mükerreme’ye gelip her sabah bir deve, her akşam bir deve keser ve ekmekleri doğrayıp tirit yapardı. Sonra tellâl bağırtıp halkı ziyafete çağırırdı. Halk içinde bununla meşhur olup Hâşim denildi.

Herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Habîbullah’m (sav) nûru alnında parlıyordu. Bu yüzden hiçbir puta secde etmedi. Ehl-i kitaptan ona kim rastlasa, elini öperdi. Her şey ona secde ederdi. Her kabile, kızlarım ona arz ederdi. Hatta Rum Kayseri de bu nurdan sebep, kızını Hâşim’e arz etti. Kabul etmedi; ‘Ben ancak en temiz, en afif, en kibar kadınla evlenirim, başkasıyla evlenemem’ diye yemin etti.

Rüyasında Selmâ binti Ömer’i nikâh etmesi emrolundu. Mekke den Medine’ye geldi. Benî Necar kabilesinden Selma binti Ömer i nikâh etti. Selma, güzellikte, fazilette, fesahatta ve belâğatta Hatice (ra) gibiydi.

Abdülmuttalib’e hâmile oldu. Hâşim ticâret için Şam’a gitti. Gaz-

V ze’de vefat etti. Oraya defnedildi.

^ Abdülmuttalib

Medine şehrinde doğdu. Asıl adı Şeybe’dir. Şeybetü’l-Hamd diye anılırdı. Zirâ doğduğu zaman saçı beyaz idi. Bâzıları der ki, güzel halleri çok olduğu için Şeybetü’l-Hamd denildi. Abdülmuttalib denmesinin sebebi şu idi:

Amcası onu Medine’den getirirken, elbiseleri eski ve yüzünün rengi güneşten değiştiği için Şeybe’yi kimse tanımadı. ‘Bu çocuk kimdir?’ diye soranlara Muttalib ‘kölemdir’ diye cevap verirdi.

Abdülmuttalib, ilerleyen zaman içinde asrının bir tanesi oldu. Her devlet reisi onu sever ve sayardı. Yalnız Acem Kisrâsı onu çekemez, düşmanlık ederdi.

Uzun boylu, heybetli, iri başlı, yakışıklı bir vücut… Vücudu akıl, terbiye, sabır, dürüstlük, misafirperverlik, mertlik ve anlayışla süsleyen bir güzel ahlâk.

Ve cömert. Sadece fakir fukaraya değil, dağda ovada, aç-susuz kalan kurdu kuşu bile aratıp bulduran ve onları doyuran bir tabiat.

İsmail aleyhisselâmın dini üzere ibâdet eden takva sâhibi bir mü’min. Üç aylara hürmet gösteriyor. Ramazan ayı gelince Hira dağında inzivâya çekilen ilk insan.

Akraba ve milleti ile yakından alâkalı; kimsesiz ve düşkünlerin sâhibi, zulüm ve haksızlığın hasmı.

Abdülmuttalib’in bütün bu güzel huylarından dolayı Kureyş kabilesindeki lakabı ‘İkinci İbrâhim’…

İkinci İbrâhim; yani Allah dostu İbrâhim aleyhisselâm hilkatinde biri… Bir insana rütbe olarak bundan başka ne lâzım gelir?

On oğlu ve altı kızı oldu. Hâris, Ebû Leheb, Hacil, Mukavvim,

■ Dirâr, Zübeyr, Ebû Tâlib, Abdullah, Hamza ve Abbas. Bâzıları onüç ) oğlu oldu deyip Aydak, Kuşem ve Abdülkâbe’yi de sayarlar. Kızları ise Safîye, Atike, Beydâ, Berre, Vahime ve Ervâ idi.

Abdullah

Efendimizin (sav) babası, büyüdükçe aklı aşan sıra sıra olaylar yaşıyor… Rüyâ âleminde mi yaşıyor, hakikatle mi yüz yüze, nedir bu gördükleri, başına gelenler, içinde bulunduğu hal?

Sımm babası Abdülmuttalib’e açıyor: ‘Babacığım garip vak’alarla karşılaşıyorum.’ ‘Ne gibi?’

‘Bir yere gidecek olsam yolda belimden bir nur çıktığını ve bunun başımın üstünde toplanarak bulut haline geldiğini görüyorum. Ne zaman, nereye otursam, toprak bana selâm verdikten sonra ilâve ediyor: ‘Ey Abdullah, haberin var mı, Muhammed aleyhisselâmın emânetini taşıyorsun!’

Kurumuş, hayat izi kalmamış bir ağacın altında dinlenecek olsam, o kupkuru ağaç az sonra zümrüt gibi yemyeşil oluyor. Biraz uzaklaşınca geriye dönüp baktığımda yine eskisi gibi kurumuş olduğunu görüyorum. Babacığım nedir bu hal, ne oluyor; anlamıyorum?’

‘Ey oğlum, sana müjdelerin en güzeli olsun!.. İnsanların ve cinlerin Efendisi; canlıların ve cansızların Peygamberi senin canından ve kanından dünyaya gelecektir.

Anlattıkların buna delâlet ediyor. Ben de benzeri birçok fevkalâde hâdiseyi yaşadım. Onlar da aynı haberin müjdesiydi. Hayırlı olsun! Seni bir değil, bin kere tebrik ederim evladım. Sana olan muhabbetim boşuna değilmiş…’

Abdullah artık delikanlı… Ancak o, diğer gençlerden ne kadar üstün. Ahlâkı daha güzel; güzelliği apayrı ve çok farklı.

O’nun tavrında, onun halinde, onun güzelliğinde ikinci bir genç bul-

V nıak mümkün değil. Ezkaza Abdullah putların yanından geçse, onlar-‘qJ dan bir ses: ‘Ey Abdullah, sakın bize yaklaşmayasın! Sen yüksek şan sâhibi o emsalsiz insanın nurunu taşıyorsun. O son Peygamberdir. Bize tapan bedbahtlar, O’nun eliyle cezâsmı bulacaktır!..’ diyordu.

Aslı Nur, Nesli Nur

Nurdan yaratılan; aslı nûr, nesli nûr, ismi nûr, misâli-timsâli nûr olan; âlemi zulmet karanlığından hidâyet nûruna çıkaran Cânlar Cânı, nûr olduğunu sevgili eşine beyan etmek üzere, ‘Yâ Âişe, şu kuşağımı al; onunla beni çek’ buyurdu.

Âişe annemiz kuşağı mübârek sırtına sardı, çekti; kuşak boş geldi. Çok şaşırdı. Bunu defalarca denedi, her seferinde sonuç aynı idi. Hayretler içinde Sultanlar Sultânına sebebini sordu. Cihan Güneşi, tevâzu ve vakar içinde,

’Yâ Âişe! Bilmiyor musun, ben nûrum’, buyurdu.

Bu yüce Nûr, ezelden ebede, Hz. Âdem’den Hz. Abdullah’a kadar seçkin, mümtaz alınlardan akıp gelmişti. Kimin alnında zuhur ettiyse, o, asrın seçkini, muhteremi, bereket kaynağı olmuştu. Bu nûru, kutsal emâneti taşıyan bahtiyar insanlara; gökte melekler, yerde insanlar tarafından hürmet edilmişti.

İyi tohumdan, iyi mahsûl çıktığı ‘Verimli bölgenin nebatı Rabbinin izni ile bol çıkar, çorak bölgede ise çıkmaz…’ (A’râf, 58) âyetiyle sâbit, yaygın bir gerçektir. ‘Âlimden âlim olmak âdettir; câhilden âlim olmak ne büyük saâdettir ’ diyenler, isâbet buyurmuşlar. En yüce soya mensup olmasına rağmen, soyuyla övünenleri ikaz etmek üzere, kendi soyuna hitâb edip, ‘Ey Hâşimoğullan! Yarm herkes kendi ameliyle gelirken, siz nesebinizle gelmeyin’ buyurmuş; ümmetini insan olarak, mü’min olarak değerlendirmiş, soyuna-silsilesine göre pâye biçme-mişti.

< Günlerden bir gün raübtedî sahabilerden bir kaçı, soylarından bah

■ sedip Selman’a da soyundan sormu$lar; Selman, mahcûp, boynu ) bükük, ‘Ben İslâm’ın oğluyum!’ demişti. Olay Resül-ü Zîşân’a (sav) naklolunca, Selman’ı saâdetten uçuracak, sevinçten başım semâya değdirecek şu kutlu inciler, pâk lisanlarından dökülmüştü:

‘Selman, benim ehl-i beytimdendir! ’ Bu güzel müjdeden ümmetini de mahrum bırakmayıp, ‘Her müttakî (Allah korkusu taşıyan), benim ehl-i beytimdendir’ buyurmuş, rahmetini inci gibi ümmetinin üzerine saçmıştı.

Ey Gözümün Nûru! Demek ki topyekün ümmetin ‘ Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed / Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e ve onun âline, ehl-i beytine rahmet eyle’ diye getirdikleri salâvattan, çoşkun kereminizle, takvâ sahibi ümmetinizi de ‘Ehl-i beytim’ diyerek nasibdâr buyuruyorsunuz.

Ey, her fırsatta ümmetini düşünen, ümmeti için gözyaşı döken, gece sabahlara kadar ümmeti için Rabbine yalvaran şefkat pman, has bahçenin solmaz gülü, aşk-ı İlâhi bahçesinin bülbül-ü nâlânı!

Sana, âline, ashâbına, ezelden ebede uzanan soy ve silsilene, kıyâ-mete kadar geçmiş-gelecek soylar ve onların aldığı nefesler sayısınca, bitimsiz salât-ü selâmlar olsun. Müttakîlere imam olma niteliğinde olan mümtaz ümmetinin sayısının çokluğuyla, pâk gönlünü mesrur etsin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir