Oryantalizm ve Islâm üzerine Düşünceler
“Oryantalizm’in özündeki “Doğu-Batı” farklılığım da din farklılığı olarak kabul etmemiz veya daha iddiasız bir ifadeyle din farkının, Doğu-Batı ayırımının en mühim unsurunu teşkil ettiğini söylememiz mümkündür.
Lügat kitapları, Asya ülkeleri manasındaki “Orient” kelimesinden türemiş olan “Oryantalizm” kelimesinin manalarından birini; genel olarak doğunun dilini, edebiyatını, tarihini, kültürünü ve dinini araştırma faaliyetleri olarak tespit ederler. Bu işi meslek edinenlere de ” Oryantalist” denmektedir. Bu kelimelerden ilkinin bizdeki karşılığı “Şarkiyat” ikincisininki ise “Müsteşrik” veya “Şarkiyatçı”dır.
Müsteşrikler, tarih boyunca adı ve sanı Müslüman olanlar arasından, kötü emellerine uygun birtakım vasıflara sahip kişileri seçerek bunları, gayeleri istikametinde istihdam ede gelmişlerdir.
“Doğu” ve “Batı” kavramlarının coğrafi manada göreceli kavramlar olduğu açıktır. Dolayısıyla ” Oryantalizm “le ilgili olarak, birine göre diğerinin “öteki” kabul edildiği “Doğu-Batı” ifadeleri, ilk etapta coğrafi bir farklılığı akla getiriyorlarsa da saha uzmanları arasında bu ifadelerin, mecazen medeniyet farklılığı manasıyla kullanıldığı bilinmektedir. Bir medeniyetin en aslî unsurunu, onu kuranların dünya görüşünü besleyen inanç sisteminin teşkil ettiği bilinmektedir. Buna göre, “Oryantalizm “in özündeki “Doğu-Batı” farklılığını da din farklılığı olarak kabul etmemiz veya daha iddiasız bir ifadeyle din farkının, Doğu-Batı ayırımının en mühim unsurunu teşkil ettiğini söylememiz mümkündür. Dolayısıyla “Batı” Hıristiyanlık, “Doğu” ise başta Islâm olmak üzere diğer dinler demektir. Batıda, özellikle İslâmî ilimlerin değişik dallarında uzman olan müsteşriklerin meslekten papaz oluşları bu tezi teyit etmektedir. Yazdığı kitapların neredeyse tamamı Türkçeye tercüme edilmiş olan Montgomery Wat bunlardan sadece biridir.
İlgili kavramların manalarını böylece tespit ettikten sonra, şu hususu hatırlatmakta fayda vardır: Oryantalistlerin İslâm ile alâkalı çalışmaları, hem Batı kamuoyunun İslâm hakkında sahip olduğu düşüncelerin ortaya çıkmasında ve hem de Batılı politikacıların İslâm ve Müs- lümanlara dair takip edecekleri politikaların renk ve tonunu tayinde son derece mühim bir tesire sahiptir. Bu politikalar çerçevesinde müsteşrikler, tarih boyunca adı ve sanı Müslüman olanlar arasından, kötü emellerine uygun birtakım vasıflara sahip kişileri seçerek bunları, gayeleri istikametinde istihdam ede gelmişlerdir. Bu demektir ki; Oryantalistlerin İslâm hassasiyetleri, enine boyuna ele alınıp incelenmesi gereken bir problemdir. Bu problemin umumî bir tasviri için bile oldukça geniş bir kitap yazılabilir ve yazılmalıdır. Bu makale ise mevzu hakkında sadece bir fikir vermek üzere kaleme alınmıştır. Makalenin bu bölümünde “İslâm’ın yayılıp gelişmesine mani olmaya çalışan Nasranî tedbirler” manasındaki Oryantalizmin tarihinin Asr-ı Saâdet’e kadar uzandığını gösteren birkaç hadiseye dikkat çekilecektir. Müteakip sayılarda ise oryantalizmin geçirdiği safhalar, oryantalistlerin gayeleri, çalışma yöntemleri ve İslâm hassasiyetleri üzerinde durulacaktır. Tevfik Allah’tandır.
Oryantalizmin Tarihî Temelleri
Oryantalizmin tarihi ile ilgili çalışma yapanların tespitlerine göre resmi manada Oryantalizm 1312 yılında Viyana’da toplanan kilise konsilinin bir kararıyla Avrupa’nın; İngiltere-Oxford, Fransa-Paris ve Avignon Kuzey İtalya-Bologna ve İspanya-Salamanca Üniversiteleri gibi önemli eğitim kurumlarında başta Arapça olmak üzere İbranice ve Süryanice gibi Sami dillerine dair kürsülerin kurulmasıyla başlamıştır.
Ancak, “İslâm’ın Hıristiyanlığın gündeminde yer alması ve Ehl-i Salih’in sistematik olarak İslâm’ın yayılmasını engellemeye çalışmaları” anlamındaki oryantalizmin tarihi çok daha öncelere dayanmaktadır. Hatta bu faaliyetlerin temellerini, Hz. Peygamber (s.a.v.)1in, son din İslâm’ı tebliğe başladığı günlere kadar götürmek mümkündür. Zira bu tarihler itibariyle Arabistan yarımadasının güneyinde yer alan Ye-men’de miladî 343’lere kadar uzanan bir Hıristiyan kitle – ki biraz sonra temas edeceğimiz Necran Hıristiyanları bunlardandır – bulunmaktaydı. Kuzey Arabistan’da ise Roma’ya bağlı Arap devletleri olan Hireliler ve Gassaniler Hıristiyanlığı benimsemişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, hicretin 6. senesinde gerçekleşen “Hudeybiye Mu- salâhası”nı müteakip, başta Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Herak- lius olmak üzere bir kısım Hıristiyan kralına mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etmiştir. Bu mektuplara karşı, bazı Hıristiyan valilerin gösterdikleri tepkiler, oryantalizmin nüvesini teşkil etmiş ve hicretin 8. yılında da fiilen kendisini göstermeye başlamıştır. Çünkü bu yılda gerçekleşen iki hadise, daha sonra bu iki din müntesipleri arasında asırlarca devam edecek olan savaşların fitilini ateşlemiştir. Şöyle ki;
1. Hz. Peygamber (s.a.v.) Haris b. Umeyr el-Ezdi’yi Bizans’a bağlı Busra’ya, elçi olarak göndermişti. Ancak elçi Mûte’ye vardığında o bölgede Bizans adına valilik yapan Hıristiyan Şurahbil b. Anır el-Gas- sani tarafından şehit edilmiştir.
2. Hz. Peygamber (s.a.v.) Ka’b b. Umeyr el-Gifâri ile beraber onbeş kişilik bir heyeti “Zatü Atlah” halkını İslam’a davet için göndermişti . Ancak heyetin tamamı oka tutularak şehit edilmiş, içlerinden sadece Hazreti Ka’b yaralı bir şekilde’ Medine’ye dönebilmiştir.
Hıristiyanlar, haksız yere suçsuz elçileri öldürmek suretiyle, Müslüman-Hıristiyan mücadelesini fiilen başlatan taraf olmuştur.
Bu hadiselerden her ikisinde de Hıristiyanlar, haksız yere suçsuz elçileri öldürmek suretiyle, Müslüman-Hıristiyan mücadelesini fiilen başlatan taraf olmuştur. اBu iki elim hadiseye çok üzülen Hz. Peygamber (s.a.v.) hicretin 8. senesi (m. 629) 3000 kişilik bir ordu hazırlamış ve şu talimatı vermiştir: “Ordunun emiri zeyd Harisedir.. Şavct Zcvd şehit düşerse komutayı Cafer Ebi Talih alsın. O da şehit olursa Abdullah b. Reva- ha komuta vazifesini yüklensin, o da şehit düşerse askerler, aralarında uygun gördükleri bir kişiyi kontutan olarak seçsinler.” Hz. Peygamber (s.a.v.) daha sonra ise orduyu Seniyyetü’l-Vcda’a kadar uğurlamış ve onları yolcu ederken, karşılaşa- cakları düşmanı önce İslâm’a davet etmelerini; kabul ettikleri takdirde onlara dokunmamalarını, kabul etmedikleri takdirde ise Allah’tan yardım isteyerek savaşmalarını tavsiye etmiştir.
Son Peygamber Hz. Muham- med (s.a.v.)’in sahabilerinden miiteşekkil 3000 kişilik ordu, bugünkü ismi “el-Kerek” olan iMûte’de, Beli}’ kabilesinden Malik Zafile komutasında, Hıristiyan Arap ve Rıımlardan müteşekkil, kaynakların ittifıkla 100.000 kişiden fazla kişi olduğıınu söyledikleri Bizans ordusu ile karşılaşmıştır, iki ordu arasında çıkan savaşta yukarıda zikredilen sahabilerin her üçünün de sırayla şehit olması üzerine, İslam askerleri komutanlığa Hâlid b. Velid’i seçmiştir.
Bu savaşta Bizans hâkimiyetinde bulunan topraklardan Müslüinanların eline bir şey geçmemişse de Allah’ın inayeti başta olmak üzere, Hz. Hâlid’iıı uygulamaya koyduğu savaş taktikleriyle İslâm askeri, devasa Bizaıts ordusuna gözdağı vermeyi başarmış ve hükmen de olsa galip bir şekilde Medine’ye dönmüştür.
Sadedinde bulunduğumuz mev- zu itibariyle Mûte gazvesi son derece önemlidir. Zira bu gazve Müslümanlarla Hıristiyanların karşılaştığı ilk savaştır. Ancak Müte savaşından bir sene sonra hicretin 9. senesinin Receb ayında vaki olan Tebûk seferi daha mühimdir. Çünkü bu sefer Hıristiyan Bizans’ın hâkimiyetinde bulunan toprakların resmen Müslümanların eline geçmeye başlamasının miladını ifade eder. Özetle hadise şöyledir:
Medine’ye, Bizans’ın Müslümanlarla savaşmak için büyük bir ordu hazırlamakta olduğuna dair bir haber gelmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) yaklaşık 30.000 kişilik bir ordu hazırladı. Adeti olmadığı halde, bu seferin Bizans’a karşı yapılacağını da önceden bildirdi. Çünkü bu sefer, bir taraftan yolun uzun, düşmanın maddeten güçlü ve havaların sıcak olduğu, diğer taraftan da Medine’de hurmaların yeni olgunlaşmaya başlayıp yazın tadının çıkarılacağı bir mevsim içinde tertip edilmişti. Dolayısıyla bu şartlarda sefere çıkmak, hem uzun ve meşakkatlerle dolu bir yolculuğu göze almak hem de hazır maddî nimetlerden faydalanma fırsatını kaçırmak manasına gelmekteydi. Nitekim Kur’an-ı Kerim, bu sefere iştirak eden sahabileri “…sâ’atü’l-‘usrati / zorluk zamanında, içlerinden bir grubun kalpleri kaymak üzereyken Hz. Peygamber (s.a.v.)’e tâbi’ olanlar ” şeklinde vasıflandırmak suretiyle onların yaptıkları fedakârlığa işaret etmiştir.
Tebûk seferinde düşman askeriyle karşılaşılmamıştır. Ancak Bizans’ın Eyle Valisi Yuhanna kendi isteğiyle, Dûmetü’l-Cendel Valisi Ulceydir ise zorla cizye vermeyi kabul etmiştir. Böylece Bizans toprakları Müslümanların eline geçmeye başlamıştır.
Burada son olarak oryantalizmin fikri zeminini teşkil eden ve Asr-ı Saâdet’te gerçekleşmiş olan bir hadiseye daha dikkat çekmek istiyoruz: Siyer kaynaklarında hicretin dokuzuncu yılı “senetü’l-vüfûd heyetler yılı” olarak tanıtılır. Bu yılda Hz. Peygamber’in İslâm’a davet mektubu gönderdiği, içlerinde dindaşları arasında itibarlı papazların da bulunduğu Necranlı Hıristiyan- lardan 60 kişilik bir grup Medine-i Münevvere’ye gelerek İslâm ve Hıristiyanlık hakkında Hz. Peygamber (s.a.v.) ile tartışmak istemişlerdir. İbn Ebî Hatim’in rivayetine göre içinde “Mübaheleye” (yalancı ve haksız olanın, ilahi lanete müstahak olması için beraberce dua etmeye) çağıran ayetin de bulunduğu Âli İmran suresinin başından 80 küsur ayetin nüzul sebebini bu hadise teşkil etmiştir.
Bütün bunlar Hıristiyanlığın, İslâm’ı baştan beri, kendisi için tehlikeli bir rakip olarak gördüğünü ve onun insanlar arasında yayılmasına mani olmak için, fikrî ve fiilî planda birtakım tedbirler aldığını göstermektedir. &