Genel

peygamber efendimizin doğumu

peygamber efendimizin doğumuhac

Muhammed’i (sav) bir beyaz yünlü kumaş içinde sanlı gördüm. O yünlü kumaş sütten beyaz ve ipekten yumuşak idi. O anda evvelkinden büyük bir bulut daha göründü. İçinde insan ve at kişnemesine benzer sesler işittim.

Bir ses de şöyle diyordu: ‘Ona insanların ve cinlerin etrafını seyrettirdim, Ona Âdem safvetini, Nûh rif’atini, İbrâhim hil’atini, İsmail lisanını, Yusuf cemâlini, Yâkup beşaretini, Dâvud sesini, Eyyûb sabrını, Yahyâ zühdünü ve îsâ keremini verdik.’ O bulut gözümden kayboldu.

Bir ses, ‘Pederinin millet-i hanifıyye hüllesini giydirin ve pederi İb-râhim’e (as) arzedin. Onu deryalarda da dolaştırın. Tâ ki onu ismiyle ve cismiyle bütün âlem bilsin’ diyordu. Sonra o hazreti kundaklı halde getirdiler. Eline birkaç anahtar verdiler: Biri nübüvvet anahtarı, biri nusret anahtarı, biri de izzet anahtarı idi.
Merhabâ ey ğurretü ’l-ayni Halil Merhabâ ey hâs-ı mahbûb-i Celîl Merhabâ ey Rahmeten li’l-âlemîn Merhabâ ey serisin Şefîü ’l-müznibîn
Abdulmüttalib, eve geldiğinde doğumun üzerinden üç gün geçmişti. Çocuğu görüp sevdi ve gelini ile hangi ismi koyacaklarını konuştu. Âmine, hamile iken gördüğü rüyada: ‘Sen, insanların en hayırlısı ve kâinatın efendisine hamilesin. O dünyayı zinetlendirdiği zaman ‘ha-sedçilerin şerrinden korunması için bir olan Allah’a sığınırım’ diye duâ et ve Ahmed Muhammed ismini ver’ dendiğini anlattı. Kendisinin Ahmed’i tercih ettiğini söyledi; Dede ise yavruya Muhammed ismini koydu. Böylece İlâhi murad yerini buldu ve O’na o güne kadar kimseye nasip olmamış bir isim verildi.

Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine yedinci gün bütün Mekke halkına üç gün süreyle ziyâfet verdi. Bu ziyâfetten başka, bir de her mahallede develer kestirdi. Yemeğe gelenler ‘Muhammed’ ismini duyunca, atalarında böyle bir geleneğe tesadüf edilmediği için sebebini solmaktan kendilerini alamadılar. Dede: ‘Yerlerde ve göklerde tanınsın ve övülsün istedim; ve bu ismi koydum’ dedi.

Daha sonra torununu alarak Kâbe-i şerif’e götürdü. Yavrucak dedenin kollarında mışıl mışıl uyuyordu. Abdülmuttalib, ziyâret ve duâ-dan sonra yetime içli bir şiir söyleyerek sevgili Efendimizi (sav) annesine getirdi ve gelinine: ‘Ey benim asil gelinim, çocuğu iyi koru! Torunumun şanı yüce olacaktır. Dikkatin hep üzerinde olsun! Aman gâfıl olmayasın!’ tenbihinde bulundu.

Peygamberimizin dünyaya teşrif etmelerinin ertesinde yahudilerde telaş ve üzüntü müşâhede ediliyordu. İsmi ‘Ahmed’ olan âhir zaman peygamberinin doğacağını Tevrat’ta okuyor, âlimlerinden dinliyor, kâhinlerden haber alıyor ve doğumun vukuuna dair emareleri gözlüyorlardı.

Beklenen yıldız doğmuştu. Acaba dünyaya gelen bebekte öbür işaretler de var mıydı? Evet, onlar da vardı. Gelen haberlerde çocuğun, nur yüzlü olduğu, bir bulutun gelerek kendisini götürdüğü ve üç gün halka gösterilmediği ilâve ediliyordu… ‘Tevratm yazdıkları doğru çıktı’ dedi yahudi âlimleri… Aynı günlerde Medine sokaklarında da bir yahudi saçını başını yoluyordu.

 

O doğdu; Şam’da bin seneden bu yana akmayan Semâve nehrinin kuru yatağı su ile doldu, taştı.

O doğdu; ateşgedenin söndüğü gece İran hükümdarı Kisra’nın eşsiz güzellikteki sarayının ondört kulesi yıkıldı.

O doğdu; doğduğu gece Kisra’nın sarayının kulelerinden başka Dicle kıyısındaki nefis sarayı sulara battı ve Kisra, canını zor kurtardı.

O doğdu; devrin ileri gelenleri garip garip rüyâlar gördüler.

Rüyâların, Şam’ın, Irak’ın, İran’ın, Dicle’nin, Fırat’ın İslâmın mülkü olacağını haber verdiğine dair en namlı kahinler yorumlar yaptı.

O doğdu; insandan gayri bütün mahlukat O’nu emzirmek için yanşa girdi…

Ve O doğdu; büyücüler gelecekten haber veremez oldular.

Doğumu ile cihanı aydınlatan o nura selâm olsun. Ya O doğma-saydı!.. Biz ne olurduk?..
Merhabâ ey bülbül-i bağ-ı Cemâl Merhabâ ey âşinâ-yi Zü’l-celâl Merhabâ ey mâh ü hurşîd-i hüdâ Merhabâ ey Hakdan olmayan ciidâ

Bir âile için bebekler, sevinç ve mutluluk kaynağı, cennet kokulu sevgi yumağı, gönül meyvesi, anne-babanın dokuz ay hasretle beklediği özlemdir. Ama Resûl-i Kibriyâ (sav), bir âilenin değil, bütün kâinatın; dokuz ay değil, asırların hasretle beklediği idi.

Nur bebek, sadece Âmine’nin evini, Hâşimoğullarım değil, yeri-göğü, Arşı kürsîyi, felekleri melekleri onurlandırmıştı. Ona, âilesiyle berâber Ümmü Eymen, süt annesi Halime, süt kardeşi Şeymâ, ebesi Şifâ Hâtûn âşık olmuş; iki yaşından sonra bile, Halime, Âmine Hâ-tun’a yalvararak nur bebeğe müsaade isteyip, alıp götürmüştü. Onun başına bir felâket gelmesinden korkmasaydı, ondan asla ayrılamayacaktı.

Halime diyor ki, ‘Ben nur bebeğimin altını hiç değiştirmedim. Ne zaman bu işe yönelsem, görünmeyen eller tarafından bu hizmetin yapıldığını görüyordum. Nur bebek evimize şeref verdiğinden bu yana, evimiz huzur, bereket ve neşeyle doldu. Onun bereketi, sadece bizimle de sınırlı olmayıp, bütün Benî Saad kabilesini bereketiyle bolluğa, huzura ulaştırdı. O mübârek yavru nerede bulunursa, oraya bereket, saâ-det, mutluluk götürürdü.’

Dünyaya teşrif ettiği yıl, bütün anneler erkek evlât dünyaya getirmenin mutluluğunu yaşadı. O, müjdelerle, sevinçlerle, nurla, bereketle, güzelliklerle geldi, âlemi güzelleştirdi.

Nur bebek sırt üstü yatırıldığında, elleriyle aya işaret ettikçe, ay, işâretiyle yer değiştirir, işâretine uygun ritmik hareketler ederdi. Zâten ileride de o parmakların işâretiyle ikiye ayrılıp Şakk-ı Kamer mûci-zesini göstermeyecek miydi?
Nur bebek hızla büyüyordu…

Neden Rebiü 7 Evvel?

Birincisi: Hadis-i şerifte, ‘Allah (cc), ağacı pazartesi günü yarattı’ buyuruluyor. Bunda büyük hikmet vardır. Rebi, yâni bahar mevsimi yeryüzünün içinde gizlediği sayısız nimetlerin toprağı yarıp yeşerdiği, âdemoğullannın hayat ve maişet sebeplerinin kıvâmmı bulmak üzere ortaya atıldığı güzel bir mevsimdir. Toprak içinde iken yetişmesi takdir olunmuş dâne ve tohumlar yeşerir, boy verir, bu güzel bitkilerin hal dilleriyle söyledikleri mânâlar, bu nimetleri gören insanların içini açar, memnun ve mesrur olurlar. İşte Resûlûllah’ın (sav) böyle bir günde dünyaya teşrifi, tüm canlıların içini açan müjdedir.

İkincisi: Peygamberimizin (sav) doğduğu ay olan Rebi (bahar mevsimi) ile onun getirdiği dinin ana karakterleri arasında çok büyük benzerlikler vardır. Nasıl ki bahar, mevsimlerin en güzeli ve en mutedilidir; ne rahatsız edici bir soğuğu vardır, ne de bezdirici bir sıcağı.

Gündüz ve gece uzunlukları müsâvidir. Her yönden mûtedil olup, sonbahar, yaz ve kışın illetlerinden salimdir. İnsanlarda bu mevsimin verdiği bir zindelik ve sıhhat hâli vardır. Gecesi namaza, gündüzü oruca en tatlı zamandır. Bütün bu güzellikler ve özellikler, onun getirdiği müsâmahakâr dinde tamâmen mevcuttur.

Üçüncüsü: Allah (cc), onu zamanla değil, zamanı onunla şereflen-

V dirmek istemiştir. Eğer o Ramazanda, yâhud haram aylarda, veya Şaban ayında doğmuş olsa idi, niceleri onun sâhib olduğu faziletlerin bu yönden geldiği fikrini ileri sürebilirlerdi. Fakat Rabbi Zülcelâl, onun Rebiulevvel ayında dünyayı şereflendirmesini diledi ki, bu güzel mevsim onun doğuşuyla şereflensin, bir mânâ kazansın.

Hz. Ümmii Eymen

Efendimizin (sav) dadısı olan Ümmü Eymen’in asıl adı Bereke idi. Ümmü Eymen, Peygamberimize (sav) öz anne kadar içli ve yakın davranırdı. Efendimiz (sav) ona ‘Anneciğim’ derdi. Efendimize (sav) bakan kadınlar arasında; O’nun ‘Anne’ dediği tek kadın Ümmü Ey-men’dir. Fahr-i Kâinat (sav) ona: ‘Annemden sonra annem!..’ diyerek, başına Peygamber medhinin güllerinden örülü bir mânâ tacı oturtacaktır.

Bereke, Resûlûllah’a (sav) çocukluğunda ve gençliğinde gölge olup, onu tam anlamıyla himâye etti.

Allah Resûlü (sav), Hz. Hatice ile evlenince Bereke’yi âzâd etti. Böylelikle onun da evlenerek âile yolunu tutmasını sağlamış oldu. Bir müddet sonra Bereke, Haccacoğullan’ndan Zeyd adlı biriyle evlendi. Bu evlilikten Eymen adında bir çocukları oldu. İşte bundan sonra Be-reke’nin adı Ümmü Eymen oldu.

Ümmü Eymen anne diyor ki; ‘O’nun, açlık ve susuzluktan şikâyet ettiğini bir kerecik bile görmedim. ’

Efendimize (sav) peygamberlik verilince, o da müslümanlar kervanına katıldı. Fakat Mekke müşriklerinin bilhassa kimsesiz, zayıf ve kölelere olan baskı ve zulümlerinden Ümmü Eymen de nasibini aldı. Çok zor şartlarda hicret etti.

Hayber’e; susuzlara su vermek, yaralıları tedâvi etmek amacıyla giden kadın sahabelerdendir. Hayber savaşında eşi Ubeyd b. Zeyd şehit oldu.

Peygamberimiz (sav), Ümmü Eymen’i dul kaldıktan sonra gönlünü

> almak ve sıkıntılarını sormak için sık sık ziyâret ediyordu. Ona dâima ) iyilik eder, hep sevgi gösterir, kendisini memnun eden her şeyi ona anlatır ve içini ferahlatmak isterdi. Onu çok korurdu. İnsanların getirdiği keffâret bedeli olan sadakaları toplayarak ona verirdi.

Ümmü Eymen annemiz biraz kekeme idi. Konuşurken zaman zaman dili sürçerdi. Özellikle selâm verirken sıkıntı çeker, selâmün aleyküm (selâm üzerinize olsun) diyecekken, ‘selâmun la aleyküm’ (selâm üzerinize olmasın) derdi. Dili sürçüp bu şekilde selâm verdiği için de üzülürdü. Resûlûllah (sav) ona, bundan sonra selâm vereceği zaman, ‘es-selâm’ şeklinde selâm vermesini söyleyerek onu rahatlattı.

Bir gün Peygamber Efendimiz (sav) ashâbmın yanma giderek şöyle buyurdu: ‘Kimi cennet ehlinden bir kadınla evlenmek sevindirirse, Ümmü Eymen ile evlensin.’ İlk önce cevap veren Zeyd b. Hârise olmuştu. Kısa bir süre sonra evlendiler. Bu evlilikten Üsâme adında bir çocukları oldu.

Hz. Zeyd’in Mûte savaşında şehit olmasıyla ikinci kocasından da ayrılmanın acısını tattı. Mükâfatını Allah katmda göreceğine inanarak sabretti. Huneyn Savaşında oğlu Eymen de mücâhidler arasında idi. Cenâb-ı Hakk ona da şehitlik nasip etti.

Efendimiz (sav) vefat ettikten sonra Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ile birlikte Ümmü Eymen’i ziyâret ettiler. Yanma gelince Ümmü Eymen ağladı.

Bunun üzerine sordular: ‘Ey Ümmü Eymen, niçin ağlıyorsun? Resûlûllah (sav) için Cenâb-ı Hakk’ın yanında bulunmak nimeti daha hayırlı değil midir?’

O şu cevabı verdi: ‘Ağlıyorum, çünkü semâdan gelen vahiy kesildi. ’ Bu cevab üzerine onlar da ağladılar.

Ey cömert gözlerim! Gözyaşı dökmen şifadır.

Gözyaşlarını arttır, dün Resul’ü kaybettik.

O öldü, dediklerinde, bu, en büyük musibetti.

Dünyanın kaybettiği en hayırlı zata ağlayın!

Zira o, kendisine vahyin tahsis edildiği kişiydi.

Süt Annesi Halime Hatun

Peygamberimiz (sav)’in süt annesi Halime Hatun, Mekke civarında yaşayan Beni Sa’d kabilesindendir. Aynı kabileden Haris’in zevcesidir. Hz. Âmine, yavrusunu vereceği süt annenin Benî Sa’d kabilesinden olmasını arzu etmişti. Çünkü ona tam üç gece boyunca “Yavrunu Benî Sa’d kabilesindeki Ebû’zzüeyp ailesine verecek ve ona emzirteceksin!” diye seslenilmişti. Ebû’zzüeyp, Halime hatunun babası idi.

Benî Sa’d kabilesinde yaşayanlar, hem şeref ve cömertlikleri, hem de pürüzsüz ve güzel konuşmalarıyla ün salmışlardı. Arap yarımadasındaki bütün kabileler, sadece tek bir lügata sahip oldukları halde, Sa’d kabilesinde yedi ayrı lügat bulunuyordu.

Hz. Halime anlatır: Ben Resûlûllah’m doğduğu sene sahralarda gezip ot toplardım ve Hakk Teâlâ’ya şükrederdim. Bâzen üç gün geçerdi ki, hiç yemek yemezdim. Bu halde iken bir çocuk doğurdum. Bir taraftan açlık, bir taraftan doğumun sıkıntısı, hangisine inleyeyim bilmez idim. Bâzen aklım başımdan giderdi. Şöyle ki, yer ile göğü ayıramaz, gece ile gündüzü fark edemezdim.

Bir gece sahrada idim. Uykuya vardım. Gördüm ki bir şahıs geldi beni kaldırdı. Bir su gördüm ki, sütten ak idi. Beni o suya daldırdı ve ‘ İç’ diye teklif etti ve ‘Sütün çok olsun’ dedi. Ben de kanıncaya kadar içtim. ‘Yine iç’ deyip zorladı. İçtim; baldan tatlı idi.

– Beni tanıdın mı? dedi.

Tanımadım, dedim.

\ – Ben, senin sıkmtılı hâlinde ettiğin ‘hamd ve şükrünüm’. Ey Ha-‘ lime, Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Orada sana bir nur arkadaş olur. Bu rüyâyı kimseye söyleme, dedi.

Elini göğsüme koydu,

– Allahu Teâlâ rızkını artırsın ve sütünü çoğaltsın, dedi.

Uyandım, göğüslerimi süt dolu buldum. Sıkıntı ve açlık benden gitmiş gördüm. Kabilemizin diğer insanları çok zayıf ve bitap olmuşlar, açlıktan ölecek vaziyete gelmişlerdi. Feryad ve figân âsumana çıkmıştı. Kabilem beni görüp,

– Bu ne haldir ki, dün son derece zayıf idin. Bugün melik ve sultan kızlarına benzersin, dediler.

Halime Hatun şöyle anlatır: Mekke’den ayrılınca, ona ilk sütü verdim. Yanımda da kendi çocuğum vardı. İkisi de süt içip uyudular. Halbuki benim çocuğum kolay kolay uyumaz, bizi de uyutmazdı.

Aile halkı bu yetimden son derece memnundu. Halime’nin eşi Hâris, bir defasında şöyle dedi: ‘Halime, bu çocuğun ayağı bize çok uğurlu geldi. O, evimize ayak bastığından beri davarımızın sütü, sütümüzün yağı çoğaldı. Evimize bereketler geldi, elimiz genişledi. Ben bu çocukta bir başkalık seziyorum.’

Halime Hatun’un kızı ve Peygamberimizin süt kardeşi Şeyma, Hz. Muhammed’i (sav) çok sever, dâima beraber oynarlardı.

Peygamber Efendimiz (sav), bu âilenin yanında dört yıl kaldıktan sonra, Mekke’deki âilesinin yanma getirilmiştir.

Halime Hatun ve eşi Hâris, Efendimizin (sav) peygamberliğini duyunca îmân ederek Ashab-ı Kirâmdan olmuşlardır. Huneyn Gazvesinden sonra Resûlûllah’ın süt kardeşi Şeyma da müslüman olmuştur.

Peygamberimiz (sav) süt annesini çok sever, sayar ve hürmet gösterirdi. Onu ‘anacığım’ diye karşılardı.
Merhabâ ey âsi ümmet melcei Merhabâ ey çâresizler mencei Merhabâ ey cân-ı bâki merhabâ Merhabâ uşşakâ sâkî merhabâ
Süt Kardeşleri

Resûlûllah (sav), Sevbe’den emip, oğlu Meşruh ile süt kardeşi oldular. Hz. Hamza, Ebû Seleme-i Mahzûmî ve Abdullah b. Cahş Esedî de Sevbe’den emip her üçü de Server-i Kâinat’a (sav) süt kardeş olmakla şereflendiler.

İkinci süt annesi olan Hz. Halime’nin çocukları Abdullah b. Haris, Üneyse binti Haris, Şeyma binti Haris de Efendimiz (sav) ile süt kardeşi olma bahtiyarlığına erenlerdendir.

Efendimizin Mânevi Müvekkilleri

Resûlûllah (sav), yedi yaşına girince, İsrâfıl (as) ona müvekkil olup, üç yıl hizmetinde bulundu. Zaman zaman görünüp bazı şeyler söylerdi. Onbir yaşından sonra Cebrail (as), Hakk Teâlâ’mn emriyle Sey-yid-i Âlem (sav) Efendimizin sohbetinde bulundu. Yirmi sene hizmetinde oldu. Lâkin zâhir olmadı. Kırk yaşına gelince, Allahu Teâlâ’mn emriyle zâhir oldu.

Anne evlât bir arada…

\ Halime Hâtûn, yüreciğine kor ateşler düşe düşe nur çocuğu Âmine

‘ Hatun’a getirdiğinde, sevgililerin en Sevgilisi dört yaşında idi. Yer küre, erişilmez ve ulaşılmaz kıymetteki emânet ağuşunda olduğu halde, fezâ boşluğunda turlar atarak, zamanı sonsuzluk harmanına elemeye devam ediyordu.

Ve O Sultan altı yaşında… Sultan ki, sultanların bir kerecik ayaklarına kapanmak için taç ve tahtlarım fedâya hazır oldukları Sultan. Sultan ki, O’nu Allah seçti. Sultan ki, bütün sultanlar ayak tozunu taçlarına sorguç, ayak tozunu süpüren süpürgeyi baş tacı yaptılar.

Şefkati kadife yumuşaklığında Âmine anne, cennet kokulu yavrusunu iki sene sevip okşuyor. Abdülmuttalib’in kartal kanatlan altın-dalar. Dul bir anne ve yetim bir çocuk…

Bu anne ve bu çocuk, İlâhi lütufla cihanın en huzurlulan. Yavrusunun sevgisinde erimiş bir anne, bütün anneleri baş tacılığına yükselten emirleri getirecek evlad…

Öyle hassas bir evlad ki; henüz altı yaşında olmasına rağmen, annesine ev işlerinde sürekli yardım ediyor. Annesi; “Yavrum çok yoruluyorsun. Bütün işleri sen yapma, bize de bırak” deyince, şöyle cevap veriyor:

“Anneciğim sen bana hem annelik, hem babalık yaptığın gibi, ben de sana hem kız evlatlık, hem erkek evlatlık yapmak istiyorum.”

Yetimler Yetimi

Âmine annede bir seyahat arzusu…

Medine’ye gitse, dayıları Adiy bin Neccaroğullan ile eşinin mezarını ziyâret etse, yetimi için ne ne iyi olur. Anneyi çeken bir şey var. Bir şey koparıyor onu evinden, Mekke’den, Mekke’nin suyundan, havasından…

Annelerin annesi, gül yavrusu ve ona dadılık yapan cariyesi Ümmü Eymen’i de alarak, iki deve ile Medine yolundalar. Develer, sabır gibi güzel, bir sükut kadar ölçülü adımlarla ufuklara doğru akıp giden yollarda aziz yolcuları yorup incitmeden taşıyorlar. Güneş, bakır renkli çöl, salman hurmalar, şurada burada tek tük ağaçlar ve arada bir kocaman gölgeleri ile ürpertili kayalar. Nihâyet Medine’de ve Neccaro-gullanndan Nabiğa’nm evindeler. Sevgili Peygamberimizin babası Abdullah da bu evde… B: evde ama nerede? Bahçesinde bir kaç kürek toprağın altında…

Dünya gözü ile bir saniyecik bile bir araya gelemeyen baba Abdullah, anne Âmine ve bir tanecik yavrulan, şimdi bu bahçenin kıyıcısında; içlerinden biri ötelerde olduğu halde buluşuyorlar.

Dokunaklı bir manzara… Âmine’nin kalbi bir kaç parça. Izdırabını içine gömüyor ve yetimine belli etmemeye çalışıyor. Ya Efendimiz? Derin bir sessizlik ve acısını gizleyen vakur yüz ifadesi.

Sonraki günlerde Resûlûllah Efendimiz, küçüklerle beraber Medine’yi gezip dolaşıyor ve ‘Beni Neccar Kuyusu’ denilen havuzda yüzmeyi öğreniyor.

Bu sırada… Yine bir yahudi, yine şüphe, yine dikkat, yine telaş. İşaretlerden âhir zaman Peygamberinin gelmekte olduğunu çıkaran bir yiihudi bilgin, oradan geçmekte iken, arkadaşlanyla olan Habîbullah’ı görür görmez mıhlanmış gibi yere çakıldı ve bir müddet pür dikkat baktı, baktı ve düşünceli düşünceli yürüyüp kayboldu.

Yahudinin içine kurt düşmüştü…‘Acaba o Peygamber bu çocuk mu?’ Ertesi gün Efendimizin yalnız bir ânım kollayarak yanına sokuluyor ve eğilip yavaşça soruyor: ‘Adm ne?’ ‘Ahmed…’

Yahudi bu cevabı bekliyordu. Çocuğun ‘Ahmed’ olduğu yolundaki tahmini doğru çıkmıştı. Haykırdı: ‘Bu ümmetin peygamberi işte burada! !! ’ Sanki şuurunu kaybetmişti.

Bir kaç gün sonra da iki yahudi Ümmü Eymen’i bularak; ‘Ahmed’i istiyoruz. Ne olursun, bir defacık görmemiz kâfi!’ dediler… Mübarek dadı, ısrarlar üzerine Peygamberimizi getirdi. Ama gâyet dikkatli ve uyanık. Efendimizi yakından gören ve nebîlik alâmetlerini inceleyen yahudileri adeta göz hapsine aldı. Adamlar aralarında fısıldaşıyor: ‘Son Peygamber… bu şehir de O’nun hicret edeceği Medine olduğuna göre…’

İşittiklerinden huylanan Ümmü Eymen, olup bitenleri Âmine annemize aktarınca aziz anne tedirginleşti. Zaten geldikleri de otuz günü bulmuştu. Ev sahihlerine teşekkür, Abdullah’a mânâ âleminden vedâ ederek Mekke’ye dönmek üzere yola çıktılar.

Mekke’ye dönmek… Mümkün mü? Ebva’ya gelene kadar, böyle bir sual akla bile gelmezdi. Yolcularımız, ziyâretlerini yapmış olmanın mânevi hazzı ile uzaklıkları aşıyorlar.

Fakat beklenmeyen bir şey oldu. Ebvâ denilen yere vardıklarında, cihan serverinin annesi, yola devam edemez şekilde hastalandı. Develerden inmişler. Ümmü Eymen ve Efendimiz (sav), Âmine’nin ba-şındalar. O ise yerde, kendinden geçip geçip toparlanıyor. Hastanın yüzünde büyük keder; Efendimiz’le Ümmü Eymen’de üzüntü ve çâ-resizlik var.

‘Ey Çekilen ölüm okundan yüz deve ile kurtulanın oğlu! Allah, mü-bârek ismini ebedi kılsın. Hakikat olan rüyâma göre sen celal ve sayısız ikram sâhibi olan Allah tarafından ceddin İbrahim Peygamberin dinini yerleştirmek, insanlara helâl ve haramı tebliğ için Peygamber olarak görevlendirileceksin. Rabbin, seni putlardan ve putperestlerden koruyacaktır…’
Ve annenin dudaklarında, insanlık kaldıkça devam edecek bir şiir:
Her canlı ölür, her yeni pörsür Ben ölsem de namım sürekli durur Bilin ki tertemiz evlad bıraktım.

Eskir yeni olan, ölür yaşayan, Tükenir çok olan, var mı genç kalan? Ben de öleceğim tek farkım şudur Seni ben doğurdum şerefim budur. Geride bıraktım hayırlı evlat, Gözümü kapadım, içim çok rahat. Benim ismim kalır dâim dillerde, Senin aşkın yaşar mü ’min kalblerde.
‘ İşte yine kendine geldi. Yaşlı gözleri; canı, kanı, her şeyi güzelinde. Her övgüye lâyık olanı, belâğatlı bir ifade kudreti ile methediyor;
Şiir bitince nur anne, ruhunu teslim etti. Yirmi yaşında gencecik Amine’nin vefatı ile Sevgili Peygamberimiz (sav) şimdi de anneden öksüz kalıyordu. Resûlûllah (sav), çocuk yaşta bile öyle hassastı ki; telmihden anlar, nazardan ibret alır, işâret ona kâfi olurdu. Annesin-
ilen başka kimsenin kalbi, onun hassasiyetini anlamıyordu

Ey Ebvâ ’da yatan ölü!

Bahçende açtı, dünyanın en güzel gülü. Hatıran uyusun çöllerin,

Ilık kumlarıyla örtülü.
Hem Yetim, Hem Öksüz…

Anne-baba, insanlık kaderindeki İlâhi bir vazife için varolmuş, işleri tamamlanınca erken yaşlarında ebedi âleme göçmüşlerdi.

Peygamberlerin öncüsü, Mekke’den Medine-i Münevvere’ye hicretlerinde Ebvâ’ya gelince taşların kapattığı bir toprak yığınının önünde durarak: ‘Ne olurdu vâlideme yapılan muâmeleyi bilseydim…’ diyerek hem kendileri, hem ashabı gözyaşı akıtacaklardır.

Ayrıca Efendimiz (sav), Vedâ Haccı’nda mezarlarına gelerek, İbrâ-himî din üzere müslüman olan Hazret-i Âmine ve Hazret-i Abdullah’ın Muhammedi îmânla nasiplenmeleri için, Allahu Teâlâ’dan dirilmelerine müsade isteyecek; yüce Allah, onlara tekrar can verip Peygamberimize îmân etme, nimetine kavuşturacaktır.

Anne, Ebvâ’nm ılık toprağına verilerek, cennet bahçeli bir tümseğe daha, gönül penceresinden vedâ ediliyor… Ümmü Eymen, acılar içindeki yavruyu yanına, sürücüsüz kalan deveyi yedeğine alarak, beş günlük bir yolculuktan sonra buruk kalplerle Mekke’ye; dedesine geliyorlar. Dede, dadıyı paramparça bir yürekle dinliyor.

Şimdi hem öksüz, hem yetim olan torununa daha da düşkün. O’nu (sav), öpüp okşuyor; yalnızlığını hissettirmemek gayretinde. Peygamberimiz (sav) olmadan aziz dede, sofraya oturmayarak, O’nu bekliyor. Gelince dizine veya hemen yanma alarak, seçtiği lokmalarla mübârek yetimini besliyor. Abdülmuttalib, torununun sözlerinden ayrı bir lezzet almakta… Bu sebeble o konuşunca, kendisini can kulağı ile dinliyor…

Kureyş’in bu büyük liderinin Kâbe-i Muazzama’nm dibinde bir makamı var. Gün dönüp de serin gölgeler uzamaya başlayınca, Abdülmuttalib, bu makâmına geçiyor. Yanma çocuklardan sadece gözünün nuru emsalsiz yavru gelebilmekte. Odasında istirahat ettiğinde de oraya teklifsizce giren, dedesi ile uyuyabilen yine cennet kokulu o sevilmiş…

Bir seferinde Peygamber Efendimiz (sav) kaybolmuştu. Bulununca, Abdulmuttalip muhteşem bir ziyâfet verdi. Mekke’deki fakirlere 72 kilo altın dağıttı.

Abdulmuttalip, torununu başkalarına anlatırken şöyle derdi:

– Bu çocukta Kureyşlilerin güzelliği

– Medineli insanların terbiye ve cömertliği

– Sa’d kabilesinin de dillere destan konuşması var.

Ümmü Eymen annemiz, müstesnâ çocuk üzerine adeta titriyor. Buna rağmen Abdülmuttalib, O’nun bakım ve ihtimamı ile yakından alâkalı: ‘Aman Ümmü Eymen! Oğluma iyi bak kızım. Ehli kitap, O’nun bu ümmetin Peygamberi olacağını haber veriyor.

Ey Ebvâ ’da yatan ölü!

Bahçende açtı, dünyanın en güzel gülü. Hatıran uyusun çöllerin,

Hık kumlarıyla örtülü.
Hem Yetim, Hem Öksüz…

Anne-baba, insanlık kaderindeki İlâhi bir vazife için varolmuş, işleri tamamlanınca erken yaşlarında ebedi âleme göçmüşlerdi.

Peygamberlerin öncüsü, Mekke’den Medine-i Münevvere’ye hicretlerinde Ebvâ’ya gelince taşların kapattığı bir toprak yığınının önünde durarak: ‘Ne olurdu vâlideme yapılan muâmeleyi bilseydim…’ diyerek hem kendileri, hem ashabı gözyaşı akıtacaklardır.

Ayrıca Efendimiz (sav), Vedâ Haccı’nda mezarlarına gelerek, İbrâ-himî din üzere müslüman olan Hazret-i Âmine ve Hazret-i Abdullah’ın Muhammedi îmânla nasiplenmeleri için, Allahu Teâlâ’dan dirilmelerine müsade isteyecek; yüce Allah, onlara tekrar can verip Peygamberimize îmân etme, nimetine kavuşturacaktır.

Anne, Ebvâ’mn ılık toprağına verilerek, cennet bahçeli bir tümseğe daha, gönül penceresinden vedâ ediliyor… Ümmü Eymen, acılar içindeki yavruyu yanına, sürücüsüz kalan deveyi yedeğine alarak, beş günlük bir yolculuktan sonra buruk kalplerle Mekke’ye; dedesine geliyorlar. Dede, dadıyı paramparça bir yürekle dinliyor.

Amcalardan Hangisine?…

\ Dede soruyor; ‘Ey varlık hikmetim! Artık âhiret yolundayım… Sen-‘ den mahrum kalıyorum. Amcalarından hangisinin mânevi babalığını tercih edersin?’

Dalgalı siyah saçlı, karakaşlı, karagözlü, beyaz yüzlü çocuk, bir anda koşup kollarını Ebû Talib’in boynuna doladı. Efendimiz (sav), babası Hazxet-i Abdullah’la anne bir kardeş olan Ebû Talib’i seçmişti.

Abdülmüttalib memnun… ‘Allah’a hamdolsun! Netice isteğime uygun tecelli etti,’ dedi ve devamla: ‘İyi dinle Ebû Talib! Bu narin yavru, ana-baba şefkatinden mahrum kalmıştır. Ona göre davran. Seni kardeşlerinden üstün tuttuğum için, yüksek emâneti ihtimânıma bırakıyorum. O’nun babası ile sen, aynı anadan doğdunuz. Öz canın kadar aziz bil ve sıkı koruyup kolla.

Ey oğul! Evindeki kişilere tembih et; bu çocuğa gece gündüz hizmet etsinler. Her nerede bulunursa bulunsun baş köşe O’nun olsun. Hiç kimse O’ndan yukarda oturmasın. O’ndan önce hiç kimse yemeğe el sürmesin. Çünkü ben O’nu defalarca sınayıp gördüm ki, O’nun eli ayağı mübârektir. Her ne zaman yemeğe el değdirse, bereketlenip çoğalmıştır. Hangi zayıfa dokunsa, o kişi kuvvetlenmiştir.

O kişinin mucizelerini görmek sizlere nasip olacaktır. Ne iş yaparsan yap, ama mutlaka O’na danış, O’nun buyruğu dışında hareket etme! Yeğeninin Peygamberlik günlerini idrak edersen, âlemşümûl dâvetine mutlaka tabi ol! Bunlar sana baba vasiyetidir. Kabul ediyor musun?’ Ebû Tâlib: ‘Kabul ettim. Allah, gizli ve aşikar her şeyi bilir’ dedi.

Abdülmüttalib, ‘Elini uzat ki, bu yüce emâneti sana bizzat teslim etmiş olayım’ dedi. Sonra Ebû Talib’in elini sıktı ve torununu yanına alarak, kâinatın en güzel başını ve en güzel gözlerini öpüp kokladı: ‘Şâhid olun ki, ben cihanda bundan daha güzel bir koku ve bundan daha güzel bir yüz görmedim!..’

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir