Genel

SELÇUKLU DEVIETİ’NİN YÜCE DİVANİ

SELÇUKLU DEVIETİ’NİN YÜCE DİVANİ

BİR BEY İÇİN, BİR HÜKÜMDAR İÇİN HALKININ ŞİKAYETLERİNİ DİNLEMEK, ÇÖZÜM BULMAK VE ADALETLE HÜKMETMEK EN ÖNCE ARANILAN VASIFLARDANDIR. HALK İÇİN DE BÖYLE BİR BEYE SAHİP OLMAKTAN BÜYÜK BAHTİYARLIK YOKTUR. ANADOLU SELÇUKLULARINDA DİVAN-I MEZALİM, İŞTE TAM DA BUNUN İÇİN TOPLANMAKTAYDI…

İdarı ve hukukî bir müessese olarak Divan-ı Mezalim “normal mahkemelerin karara bağlamakta zorlanacağı ceza ve hukuk davalarını karara bağlamak ve uygulamak, idarî şikâyetleri dinlemek üzere oluşturulmuş, yüksek kurul” şeklinde tanımlanabilir. Sultanın başkanlık ettiği Divan-ı Mezalim, İslâm Medeniyeti dairesindeki devletlerin hemen hemen tamamının adlî teşkilat yapısı içerisinde farklı isimlerle de olsa vücut bulmuştur. Memlukler, Eyyubiler, Büyük Selçuklular, Türkiye Selçukluları ve bu daire içerisinde hüküm sürerek bu kültürü benimsemiş Moğol devletleri, Divan-ı Mezalim’i bünyelerinde kurmuşlardır. Ortaçağ İslâm devletlerinde yaygın olan bu müessese, Türk İslam devletlerinin teşkilat yapıları içerisinde vazgeçilmez bir yer edinmiştir.

Anadolu Selçuklu Devleti’nde Mezalim Divanı kurulduğu, sultanların, geçmişi derinlere uzanan bu geleneği -tabiî olarak- Büyük Selçuklu’dan ve onlardan öncekilerden devralıp sürdürdükleri,

haftada iki gün divana gelerek adalet dağıttıkları, şer’î davaları kadılara havale ettikleri, örfî davaları bu divanda hallettikleri bilinmektedir.

Divan-ı Mezalim’de sultan, vezir, bazı Divan emirleri, tercümanlar, münşiler (kâtipler), eyalet ve vilayetlerde ise melikler, reisler veya kadılar bulunduğunu görüyoruz. Divan’da silsile-i meratib’e uygun bir dizilişin anlatıldığı, sultanın Divan-ı Mezalim’de oturduğu zaman tercüman ve münşilerin sağda ve solda mevkilerini aldıkları, tercümanların şikâyetçilerin davalarını arz ettiğini ve münşilerin mazlumların hakkını temin eden ferman ve misaller yazdıkları bilinmektedir.

“Sultan, Davaları Bizzat Dinlemelidir”

Bu saydığımız silsileyi eyalet ve taşra teşkilatı uzantıları açısından ele aldığımızda, büyük ve önemli eyaletlerde meliklerin, daha sonra valilerin Divan-ı Mezalim’e başkanlık ettiklerini görmekteyiz.

Divan-ı Mezalim’de esas olan, sultanın başkanlık etmesidir. İdeal olan ve beklenen davranış biçimi budur. Nitekim Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde açıkladığı Divan-ı Mezalim modeline, her açıdan mükemmel bir örnek teşkil etmekte olduğu için değinmek elzemdir:

“Padişahın haftada iki gün Divan-ı Mezalim’e oturup, mazlumun hakkını zalimden alarak ona vermesi, konuyu tebaadan bizzat kendisinin dinleyip ona hükmetmesi gerektir. Nispeten önemli olanlar yazılı olarak kendisine arz edilmelidir. Hükümdarın da bu meselelerin her birinin neticelerini kâtiplere yazdırması lazımdır. Cihan hükümdarının haftada iki gün haksızlığa ve gadre uğrayanları huzuruna çağırıp onları bizzat kendisinin dinlediği haberi memlekette yayılınca zalimler dehşete kapılır, ayaklarını denk alırlar ve cezalandırılma korkusundan ötürü hiç kimsenin haksızlık ve yolsuzluk yapmaya gözü kesmez.” Görüldüğü gibi, Divan-ı Mezalim yapısında halkla sultanın doğrudan muhatap olması vurgulanırken bu durumun caydırıcılık özelliği en güzel şekliyle anlatılmıştır.

Türkiye Selçuklularında I. Alâaddin Keykubad (1220-1237) döneminde Necmeddin Daye’nin (Ö.1256) Mirsâdü’l-İbâd adlı siyasetnamesinde “[İnsanlar arasında hükmet…(K.K. 38/26)] ayeti gereğince devlet başkanı, devleti gücü yettiğince kimseye vekâlet vermeden kendi yönetmelidir. Çünkü vekil tayin ettiği kişi kendisi kadar

şefkatli olamaz… Ey padişah, şunu bil ki, adalet, insaflı davranıp eziyet etmeme, halkı arasında eşitliği gözeterek, güçlüye zayıfı ezdirmemedir. Ihsan ise, cömertlik ve iyilikseverlik eserlerini halkına ulaştırmaktır… Padişah çoban gibidir. Çobana gereken koyununu kurdun şerrinden korumasıdır. Hatta boynuzsuz koçu boynuzlu koçun şerrinden bile korumalıdır. Ancak o zaman ekmekleri ve aşları kendilerine helal olur” cümleleriyle devlet yönetimindeki ağır vebal hatırlatılarak konunun önemi vurgulanmıştır.

NETİCE İTİBARİYLE TÜRKİYE SELÇUKLULARI, İSLÂM MEDENİYETİ İCABI OLARAK TOPRAKLARINA YERLEŞTİRMEYE ÇALIŞTIĞI ÂDİL BİR HUKUK SİSTEMİNİ, DIVAN-I MEZALİM MUESSESESIYLE SOMUTLAŞTIRMIŞ VE TEBAASIYLA ARASINDA GÜÇLÜ BİR BAĞ KURMUŞTUR.

Divan’da Ayrım Yapılmazdı

Ancak sultanlar her zaman Divan’a başkanlık edememişlerdir. Nitekim Alâaddin Keykubad zamanında, bizzat sultanın başkanlığındaki bu örfî mahkemeye işlerin çoğalmasıyla Emir-i Dâd veya Emir-i Adi unvanı taşıyan devlet adamları da bakmışlardır. Bazı zamanlarda sultanların bu Divan’a başkanlık ederken hayli vakit harcadıkları bilgisine de yine Alâaddin Keykubad örneğinde İbn-i Bibi’nin anlattıklarıyla şahit oluyoruz: “Sultan Kayserimden kalkıp Antalya’ya varınca her zaman yaptığı gibi bir ay boyunca yargı işlerine (mezalime) baktı. Mazlumun kanadını sarıp zalimi ortadan kaldırdı”.

Soyulan yerli ve yabancı tüccarların şikâyetlerinin dinlendiği ve Selçuklu Türkiye’sinde ticaret yapan Latinlerin hırsızlık ve cinayet gibi ciddi suçları sultanın mahkemesinde çözümleyebilecekleri göz önünde bulundurulursa, bu Divan’m sadece memurların ve askerlerin görevlerini kötüye kullanarak mağdur ettiği halkın müracaat ettiği bir Divan olmadığı, büyük bir teşkilat ağı ve iş görme kapasitesi olduğu anlaşılacaktır. Ancak her devlet müessesesi gibi Divan-ı Mezalim de sağlıklı işleyişini ve müspet sonuçlara ulaşabilmeyi, devletin gücüne ve devlet ricalinin liyakat, hakkaniyet ve adaletine dayandırabilmiştir. Aksi durumlarda bütün kamuya sirayet edecek olan içten içe çöküş ve amacından sapma girdabından kurtulması mümkün olmazdı.

Netice itibariyle Türkiye Selçukluları, TürkTslâm medeniyetinin zengin bakiyesi icabı topraklarına yerleştirmeye çalıştığı âdil bir hukuk sistemini, Divan-ı Mezalim müessesesiyle somutlaştırarak tebaasıyla arasında güçlü bir bağ kurma çabası ortaya koymuştur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir