SİPERLERDE
Mehâbetli bir akşam, denizlerde aksederken,
Tek, tük uzak yıldızlar semâlara damlıyordu,
Karanlığın hücûmu, ziyâların hicretinden
Mâtem ve kan dalgaları ufukları yalıyordu.
Ey o ıssız yerlerin aşka benzer akşamlan!
Şimdi neden o mûnis güzelliğin böyle siyah?
Söyle neden ey akşam, yıldızları elem sardı?
Gök o kadar karanlık ki doğmayacak sanki sabah…
Nerde mûnis sürüler, nerde çoban, nerde kaval?…
********************
Korkunç yanardağlarla şehrâyinler yapan, mağrûr
Cihângîrler pîşdârı dalga dalga beyaz ve al
Bayrağımız Avrupa’ya bir şerefli destân okur…
Gecelerin altında… Hiçbir ses yok, ışık sönmüş…
“Seddülbahir”e giden yol bir mahşere gidiyordu,
Uzaklarda yıldızlar, şehîdlerin nûra dönmüş
Rûhu gibi yükseklerden cengi tavâf ediyordu…
Sâhillere uzanan siperlerden şimdi yanık
Türkülerin hüzünlü nağmeleri akıyordu,
Düşmanını çiğnedin helâl olsun eğlen artık
*********************
Zaferleri târihlere sığmayan yüksek ordu!
Yatsı vakti… türküler, bağlamalar bütün sustu
Ezan sesi, ruhları vecd içinde sarıyordu.
Şarapneller dağılan ufuklardan, Türk ordusu
Karanlıkta Allâh’ına giden yolu arıyordu.
Karşı dağlar kızardı, bulutları ışık sardı
Ufuklarda akıcı aydınlıklar dolaştıran
Tabiatta sanki bir büyük ressam rûhu vardı,
Başka başka manzaralar doğuyordu fırçasından.
*****************
Ağır ağır bir yarım ay yükseliyorken,
Yüz bin süngü bir lahzada şimşeklenirdi;
Semâları parçalayan mermi sesinden
Ölümlerin mûsikîsi bestelenirdi…
Biraz sonra her şey susar, yükselir sükût
Gecelerle birleşerek hasbihâl eder;
Ölenlerin muhitine iner bir bulut
Bir semâvî kefenle, hep örtülür o yer…
Tâ uzakta ufuklarla öpüştü seher
******************
Gür bir sedâ dalgalandı ezandan evvel:
“Duaların zamanıdır namaza asker
Niyazınla vecd içinde Allah’a yüksel”…
Mazgalının başında güneşlerden alnı yanan
Yirmi beşlik bir çavuş dalgın dalgın bakıyordu,
Koyu elâ bir rengin hülyasıyla bulutlanan
Gözlerinde köyünün gölgeleri akıyordu…
*******************
Selâm verdim, çehresi sevinçlerle aydınlandı…
– Söyle çavuş bakalım, ne düşündün, neler esti?
– Hiç efendi… Azıcık gözüm daldı, çok zamândı
Döğüşmekden bizim köyü…
Sonra birdenbire kesti…
– Nerelisin?
– Konyalı.
– Kimsen var mı, evli misin?
– İki oğlum bir kızım var,
Allâh’a ısmarladım.
– Nasıl düşman yavuz mu?
– Adam sen de hele gelsin.
Gözlerinde şimşeklenen bir gururla;
Babam, dayım
Geçen günler bir süngü kavgasında…
– Allâh rahmet…
– Hudâ bilir efendi, acınmadım ikisi de
Her namazda: “Yâ Rabbi, şehîdligi sen nasıp et”
Diye niyaz ederlerdi.. Murâdları oldu işte…
***************
İri elâ gözleri parıl parıl yanıyorken
O şûleler amansız bir yemine benziyordu;
İntikamın yangınlı gölgeleri üzerinden
Bakışları süngüsünde ölüm gibi geziyordu.
****************
Siperlerden, o canlı âbideler meşherinden
Dönüyorken benliğim yükseklerden de yüksekti;
Düşündükçe hayâle pek derinden hitâb eden
Bu muzaffer dâstân rüyâ gibi bir gerçekti…
2Ağustos 1331 [ 15 Ağustos 1915] Beşiktaş
Hakkı Sühâ
NAMAZ
İngiliz’in, vakit vakit gemilerden, siperden…
Yine bolca gülle, bomba savurduğu bir gündü.
Hızlı hızlı geçiyordum, tehlikeli bir yerden,
Birdenbire gözlerime büyük bir şey göründü.
***
Böyle büyük görünen şey küçücük bir insandı,
Fakat bana çok dokundu, ayaklarım bağlandı.
***
Ateşlerin yaladığı bu düzlükten geçenler,
Güllelerin cehennemlik yağmurundan kaçarken..
Yolun biraz kenarında, tek başına bir nefer,
Pervasızca bombalardan, ateşlerden her şeyden..
***
Kendisine, süngüsünden bir mihrâbcık kurmuştu,
Sonra onun karşısında namazına durmuştu.
***
Ne havada ıslık çalan., ve düştüğü yerlere
Kızgın çelik dahmelerle ölüm saçan gülleler.
Ne semâda ifrit gibi, vızıldayan tayyâre…
***
Ne dünyâlık bir düşünce, ne bir korku, ne keder
Onun demir yüreğini oynatmaktan âcizdi,
Sanki toplar, şarapneller tehlikesiz… Sessizdi!
***
Potinleri yanındaydı… Onun büyük saygısı,
Kunduralı ibâdeti görmüyordu muvâfık,
Böyle bir yüreğin bütün işi, kaygısı,
Elbet Hakk’ın rızâsına olmalıydı mutâbık.
***
Kuru toprak üzerinde, kundurasız kılınan
Bu namazın, pek uygun bir kubbesiydi âsumân!
***
Bir çam, ona gölgesinden yapmış idi seccâde.
Sanki tekbîr alıyordu, vakit vakit top sesi…
Gözlerinin sâde akı beyaz kalan yüzünde,
Parlıyordu o sarsılmaz îmânının gölgesi.
***
Bir Müslümân nasıl olur? Bu levhadan anladım,
Hürmetlerle – yavaş yavaş – sokuldum beş on adım
***
Başındaki kabalağın gölgesine gömülen,
Süzük gözler, dikilmişti o süngüden mihraba.
Hakk’ın büyük dîvânında, eli bağlı, dururken,
Artık o, can kaygısını almıyordu hesâba.
***
Allâh Allâh, bu ne yüksek bir îmândır yâ Rabbî
Bir Müslümân, ne büyük bir kahramândır, yâ Rabbî!
***
Kahramandır, çünkü toplar etrâfında patlarken,
Zerre kadar titremedi, namazını bozmadı.
Dört yanma ateş saçan, türlü türlü âfetten,
Sanki onu koruyordu bir meleğin kanadı.
***
Onun, böyle tevekkülü bana pek çok dokandı
Yüreğimi bir şey ezdi… İki gözüm sulandı.
***
Ey medenî İngilizler! Daha varsa getirin,
İnsanları, göme göme öldürecek şeyleri…
Getirin de şu cenneti, cehenneme çevirin,
Bakın onlar korkutur mu, bir Müslümân neferi?
***
Bunu hâlâ anlamıyor ne Hamilton1 ne Grey,2
Müslümân’ı korkutamaz Allâh’ından başka şey.
***
Böyle dalgın, düşünerek geçerken ben yanından,
Sağa sola selâm verdi, namazını bitirdi.
Sonra, biraz kımıldandı, ellerini -Yaratan,
Allâh’ına duâ için- gökyüzüne çevirdi.
***
Şimdi, artık Allâh’ına döküyordu derdini,
Gözlerini kapamıştı… Unutmuştu kendini
***
Allâh’ına karşı boynu bükük duran bir nefer,
Korku bilmez bir yiğitti… Hürmetlerle eğildim!
Duâsına, mutlak âmîn diyorlardı melekler,
Kendimi pek fazla gördüm… Usul usul çekildim!
***
Ben giderken, kulağıma değdi onun sadâsi:
“Allâhümme salli alâ seyyidinâ…” duâsı.
***
Şimdi, hâlâ nerede bir kabalaklı askeri,
Görse gözüm, hatırlarım o kahramân neferi!
1 Çanakkale’de İngiliz ve Fransız kuvvetleri başkomutanı lan Hamilton 2 O sırada Ingiltere devletinin Dışişleri Bakanı Edward Grey