Sri Lanka, Hindistan in en güneyinde elmas kıymetinde bir ada. 1500lü yıllarda Avrupalılarm adaya ayak basmalarıyla birlikte buranın zenginlikleri dünyanın öbür ucuna doğru akmaya başlar. Osmanlının da stratejik açıdan büyük önem verdiği ada aynı zamanda uzantıları günümüze ulaşan, Hindistan bölgesindeki sömürünün tarihini de gözler önüne seriyor…
Sri Lanka’nın tarihi M.Ö. 3000 yıllarına kadar uzanır. Ada, ilk devirlerde Yunanca “bakır renkli” demek olan Toprobane ismini taşıyordu. İslam fetihlerinden sonra, Müslümanlara ait ilk coğrafya eserlerinde, efsanevî bir yer addedilen bölge için “Serendîb” deniyordu. Sonraları Seylân ismini aldı. Bu son isim 13. yüzyıldan beri bilinmektedir. Ülke 1948 yılında Ingilizlerden bağımsızlığım elde etti ve Seylan adını aldı. 1972’de ise, Seylancada “debdebeli, şaşaalı ada” manasına gelen Sri Lanka ifadesi, ülkenin bugünkü resmî ismi oldu. Sri Lanka, Batı Asya ile Çin ve Uzakdoğu arasındaki deniz yollan üzerinde yer alması ve Hint alt kıtasına yakınlığı sebebiyle daima uluslararası ticaretin bir uğrak yeri oldu. Seyyahlar bu adanın yüksek sosyo-ekonomik refahım anlatır. Kuzeybatı sahilindeki Mahatitta Limanı İslâmiyet’in ilk devirlerinden itibaren Arap ve Fars asıllı tüccarların sık sık uğradığı bir merkezdi. Müslü- manlar kısa sürede ada ticaretine hâkim oldular. Adaya ilk gelen Avrupalılar, Portekizlilerdi (1505). Sinhali ve Tamil mukavemetlerini kırarak yüzyılın sonuna doğru sahil bölgelerinin kontrolünü ve ihracatın tekelini ele geçiren Portekizlileri, HollandalIlar ve Ingilizler takip etti.
Sri Lan ka’da İslâmiyet
Morolar denilen Müslümanlar, adanın doğu kesimlerinde yoğunlaşmakla birlikte ülkenin her yerine dağılmış durumda olan Sinhala ve Tamil topluluklarıyla birlikte yaşamaktadırlar. Müslümanların büyük çoğunluğunu, eski dönemlerde yerli kadınlarla evlenerek buraya yerleşen Arap tüccarlarının neslinden gelenler oluşturur. Morolarm halen Tamilce konuşmaları sebebiyle Hindistan’dan göçtükleri ve Tamil kökenli oldukları ileri sürülmüşse de kendileri bunu kabul etmeyip ısrarla Arap asıllarına sahip çıkarlar. Ayrıca sömürge döneminde Cava’dan ve Malay Yarımadasından gelen işçi ve askerlerin nesline mensup Malaylar ile Hint asıllı Memonlar, Bohrâlar, Hocalar (Khojas), Afganlar ve Fakirler adıyla bilinen küçük Müslüman toplulukları vardır. Bohrâlar ve Hocalar Şiî, diğerleri Sünnî-Şâfiî ve Sünnî-Hanefî’dir. Müslümanlar arasında etnik bağlardan ziyade dinî bağlar kuvvetlidir ve büyük çoğunluk, dışarıdan ve daima kuzeyden gelen atalarının kuzeydeki Tamil kadınlarıyla evlenmiş olmalarından dolayı Tamilce konuşur. Sözlü geleneklere göre adadaki Müslümanların varlığı 8. yüzyılın başlarına kadar uzanmaktadır. Ticaret için gelen bazı Arapların, adanın sahil şehirlerine gelip yerleştikleri iddia edilir ve Beruwela’da bulunan beyaz minareli caminin oraya gelen ilk Müslümanlar tarafından yapıldığına ve yanındaki mezarın da onlardan bir velîye ait olduğuna inanılır. Portekizliler adaya geldiklerinde Kolombo’da ticaretle meşgul olan kalabalık bir Müslüman nüfusu güven ve refah içinde yaşamaktaydı. Müslümanları kendilerine hem dinî hem ticarî açıdan rakip gören Portekizliler, 1526 ve 1626’da onları liman şehirlerinden atarak dış ticareti ellerine geçirdiler ve adada yaygın bir Hıristiyanlaştırma faaliyetine girdiler. Yerlerinden sürülen Müslümanların bir kısmı Kandy Krallığına sığınırken diğerleri adanın doğu bölgelerine dağıldılar. 1656’da yönetimi devralan HollandalIlar ise Müslümanların kendi yaşadıkları bölgelerden dışarı çıkmalarını, ülke içinden veya dışından gelen tüccarlarla doğrudan yahut dolaylı biçimde temas kurmalarını ve herhangi bir ticarî muameleye girmelerini yasakladı.
Ayrıca toplu dinî merasimlere kısıtlamalar getirildi ve Müslümanların Hindistan’dan adaya geçmelerine izin verilmedi. Portekizlilerin ve HollandalIların uyguladıkları baskı sonucu Endonezya’yı terk etmek zorunda kaldı. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllardaki Fransız ve Ingiliz düşmanlığı bazı çatışmalara sebep oldu. Fransa, Kuzey Amerika, Afrika, Ortadoğu, Hindistan ile Uzakdoğu’yu etkisi altına aldı. Buna paralel olarak Ingiltere de ham madde kaynaklarına ilgi duydu. Bu sebepten özellikle Uzakdoğu’da, aralarında çatışmalar çıktı. Kuzey Amerika ve Hindistan’daki pek çok toprağım Ingiltere’ye kaptıran Fransa, Hindiçin ve Kuzey Afrika’daki tesirini muhafaza etti. Ingiliz nüfûzunu zayıflatmak için Fransa, Amerika’ya istiklal mücâdelesinde yardım etti. Napolyon’un yenilgiye uğraması neticesi (1812-1815), Fransa, 20. yüzyıla kadar denizaşırı topraklara sahip olmasına rağmen, gücünü kaybetmeye başladı. 30 Mayıs 1814’teki Viyana Kongresi’nden sonra, Ingiltere dünyadaki en önemli güç olarak görüldü. Sahip olduğu topraklar Kanada, Yeni Zelanda, Avustralya, Seylan, Malaya, Birmanya, Hindistan ve Güney Afrika’nın mühim bir kısmını içine almaktaydı. Ortadoğu da tesir sahasına dâhildi. insanlarının acımasız politik karakteri, kendisinin denizci bir devlet olması sonucu Ingiltere, 19 ve 20. yüzyıllarda dünya siyasetinde çok tesirli bir rol oynadı. Sömürgeci ve tamamen tek taraflı menfaate dayanan bu güçlerin karşısında başka bir güç yani insanlığa adalet ve huzuru getirmeye çalışan, asla sömürmeyen tek devlet de Osmanlı Devleti’ydi. Osmanlılar, yukarıda zikredilen Avrupa devletleri gibi emperyalist bir güç değildi. Hâkimiyetleri altında bulundurdukları ya da gönül bağı kurdukları ülkelerin insan ve kaynaklarını sömürmediler. Tam aksine hiçbir maddî menfaat görmeleri mümkün olmayan devlet ve topluluklara yardımda bulundular.
Emperyalizmin temelinde toprak ve tesir sahasının genişletilmesi bulunmaktadır. Ancak sömürgecilik neticesinde idare alıma alman topraklardaki yerli halk hiçbir zaman İdarî işlere karıştırılmamaktaydı. Yani toprağın asıl sahiplerinin sadece kölelik ve vergi vermek mükellefiyetleri vardı. Dışarıdan emperyalist gücün temsilcisi olarak ğelen valiler de kararlarını alırken, yerli halkın değil, kendilerinin menfaatleri doğrultusunda bu kararlan veriyorlardı. Osmanlılarda ise durum tamamen farklı olmuştur. Mahallî idarelere ehemmiyet veren OsmanlIlar, idareci olarak yerli halkın seçtiğine itibar etmişler ve onların, devletin umumî siyasetleriyle ters düşmeyen kararlarını saygı ile torşılamışlardır. Hatta yerli halktan, Müslüman olup, Osmanlıların merkezi idaresinde çok mühim vazifelere gelenlere sık sık rastlanmaktadır bu sebepledir ki, Müslüman olmayan yerlerden OsmanlIlar çekildiğinde geride bıraktıkları iz eserlerinden, iyiliklerinden, hayır ve hasenatlarından ibaret olmuş; Avrupa devletleri gibi yerli halktan kendi menfaatlerini koruyan bir zümreyi geride umumî vali gibi bırakmamışlardır.
Kaynaklar: BOA, İ.HR204/11694; HR.TO 61-121; İ.HR320/20638; İ.HR 383/1321.M_026; Y.A.HUS 248/18; BEO 2038/152792; HR.SFR (03) 85/3; HR.TO 395/92; DH.MKT 2522/132; İ.MTZ 21/972; Y.A.HUS, 411/95; Y.A.HUS 499/69; Y.A.HUS 451-138; Î.HUS, 159-1325 N 31; Y.A.HUS, 232/66; Y.EE, 127/43; Y.MTV,217/39; MeralAvcı,“Sri Lanka: Fiziki ve Beşerî Coğrafya”, DİA, XXXVII, İstanbul 2009, s. 424- 425; İsmail Hakkı Göksoy, “Sri Lanka: Tarih”, DİA, XXXVII, İstanbul 2009, s. 425-428; H. Harun Duman, “Sibirya’dan Serendlb’e”, Türk Dünyası Tarih Deresi, S. 36, Aralık 1989, s. 50