Genel

STALİN YÖNETİMİNİN SON DÖNEMİ

STALİN YÖNETİMİNİN SON DÖNEMİ

Stalinin resmî biyografisine göre, Büyük Yurtseverlik Savaşı (Sovyetler’in İkinci Dünya Savaşı’na verdikleri ad), “Sovyet devletinin maddi ve manevi güçlerinin, dayanıklılık ve yaşama gücünün çetin bir sınavı oldu. Sovyet sosyalist devleti, savaş sınavından yüzünün akıyla, her zamankinden daha güçlü ve daha dayanıklı olarak çıktı”. Stalin, hızlı sanayileşme, kolektifleştirme ve uyanıklık siyasetlerinin haklılığının kanıtlandığını dü­şünmekteydi: Çarlığı yenilgiye uğratmış olan Almanya, Sovyetler Birliği tarafından yerle bir edilmişti.

1945’te pek çok insana, kuşku ve baskı dönemi çok yakında sona erecekmiş gibi görünüyordu. Ne var ki, bu umutlar çok kısa sürede kırıldı: Parti yöneticileri, ekonomik yeniden yapım ve ulusal güvenlik için, men­geneyi sıkıştırmak gereğini duymuşlardı. Savaşın yol aç­tığı yıkım ve devletin uyguladığı amansız baskı, 1940 yıllarının ikinci yarısını, ülke tarihinin en güç dönemle­rinden biri haline getirdi.

Savaş sonrasındaki baskı siyaseti. Ülkenin sanat ve kül­tür yaşamı, bu dönemde en düşük düzeyine indi. Sta­lin’in destekçilerinden Andrey Jdanov, yapıtları resmî parti ölçütlerine göre yetersiz bulunan ülkenin en iyi iki edebiyatçısını (öykü yazarı Mihail Zoşçenko ile şair An- na Ahmatova) suçlayarak, döneme damgasını vurdu. Bilim alanındaki durumsa, daha da kötüydü. Trofim Li- senko, genetik yasalarının yadsınması koşuluyla tarım­da mucizeler yaratılabileceğine, partinin en üst yöneti­cilerini inandırmayı başardı. Genetiğin, SSCB’de “sahte bir burjuva bilimi” olarak nitelendirilmesiyle, biyoloji­nin en önemli kollarından biri bütünüyle yok sayıldı.

Stalin’e göre, savaş, SSCB’deki uluslar çeşitliliğinin, artık çarlık dönemindeki gibi bir zayıflık kaynağı olma­dığını göstermişti. Gene de, kuşkucu öfkesi, en çok ulu­sal azınlıklarla olan ilişkilerde kendisini gösterdi. Sava­şın sonuna doğru Stalin, ülke sınırları içindeki bazı halk­ların Almanlarla işbirliği yapmış olduklarına karar verdi ve bunun üstüne, Kırım Tatarları gibi uluslar, topluca SSCB’nin başka bölümlerine sürgün edildi. Rus halkını
yücelten ırkçı propaganda, ülkenin her yanını sardı; pek de gizlenmeyen bir Yahudi düşmanlığı, basın kam­panyalarında gün geçtikçe daha göze batar duruma geldi. VVİnston Churchill’in ortaya attığı “Demir Perde” deyimi, Stalin’in SSCB’yi ve uydularını dünyanın geri kalanından ayırma siyasetini tanımlamaya son derece uygun düşüyordu.

Doğu Avrupa’da Sovyet siyaseti. Savaşta çekilen acılar ve sıkıntılardan sonra, SSCB yöneticileri, Doğu Avru­pa’da dost yönetimlerin işbaşına gelmesinde ayak dire­diler. Uygulamada bu, bütün Doğu Avrupa ülkelerinde (Avusturya dışında) Kızıl Ordu’nun denetiminde Sovyet tarzı rejimlerin kurulması anlamına geldi. 1948’de, Do­ğu Avrupa’da çeşitliliğin yerini, birbiçimlilik ve tam bir Sovyet denetimi aldı. Tek istisna, Kızıl Ordu’nun doğru­dan yardımı olmaksızın iktidara gelen bir Komünist Par- tisi’nin bulunduğu tek ülke olan Yugoslavya’ydı. Yugos­lav komünistlerinin önderi Tito, Stalin’e başarıyla kafa- tutarak, bağımsız bir siyaset izlemeyi başardı.

Önceki yılların kapitalist kuşatmasının yerini, bu kez SSCB’nin Batı sınırlarını koruyan sosyalist bir çember al­mıştı. Birçok SSCB vatandaşının bunu Stalin’in en bü­yük dış siyaset başarısı saymasına karşın, ödenen bedel oldukça yüksekti: Sovyet önderleri hiçbir zaman, hem SSCB’ye sadık, hem de yöre halkları tarafından kabul edilebilir yönetimler kurmayı başaramadılar.

Doğu Avrupa’nın SSCB’nin egemenliğine girmesi SSCB ile Batı arasında 1940 yıllarının sonunda gelişen soğuk savaşın başlıca etkeni oldu. İkinci Dünya Sava- şı’ndaki “müttefiklik” anı sı hızla silinerek, yerini B atı’nın Sovyet yayılmacılığı ve Batı Avrupa için içerdiği tehdit konusundaki korkuları aldı. Bu arada, Doğu Avrupalı uydularındaki süreğen huzursuzluğun, SSCB’yi bu hu­zursuzları düzenli biçimde bastırmak yolunda müda­halelere yöneltmesi, Batı’nın güvensizliğini bir ölçüde haklı çıkardı.

Stalin’in ölümü. 1940 yıllarının sonları ile 1950 yıllarının başlarında, Sovyet atom ve hidrojen bombalarının ger­çekleştirilmesi, Çin’de komünist yönetimin kurulması ve Güney Kore’nin, Komünist Kuzey Kore tarafından is­tilası, dünyada komünizmin ilerlediği görüşünü doğru­lar gibi görünüyordu. Ne var ki, Stalin, ilerlemiş kapita­list ülkeler karşısında Sovyetler Birliği’nin kolayca yara­lanabilir durumda olduğu duygusunu taşımaktaydı. Ömrünün son yıllarında, kişiliğinin olumsuz yanları da­ha da belirgin duruma geldi. 1930 yıllarının sonlarında başlatılan “kişiye tapma kültü”, savaş sonrası yıllarında yeni yeni boyutlara tırmandı. Stalin, “halkların babası”, “insanlığın akıllı öğretmeni”, “bütün çağların ve yerlerin en büyük dâhisi” nitelendirmeleriyle alabildiğince övüldü. Paranoyasının son patlayışlarından birinde, ço­ğu Yahudi olan kendi doktorlarının onu zehirlemek için fesat kurdukları kuşkusuna kapılan (bu ara dönem, “Doktorlar Suikastı” diye adlandırılır) Stalin, bu doktor­lar ve belki de yakınındaki pek çok insan için büyük bir talih eseri olarak, Mart 1953’te apansızın öldü. SOVYET SİSTEMİNİN İKİNCİ İÇ BUNALIMI Stalin’in ölümü, parti ileri gelenleri için hem bazı yeni fırsatlar, hem de bazı tehlikeler yarattı. Gerçekleştiril­mesi gereken ilk iş stalincilikten, yani sistemin Stalin’in kişisel zorbalığıyla doğrudan özdeşleşmiş aşırılıkların­dan kurtulmaktı. Ne var ki, stalincilikten kurtulma hare­keti, dünya ölçeğinde rekabetini sürdürebilecek, kendi ayakları üstünde duran bir sistem yaratma işinin, olum­suz yanını oluşturuyordu. 1920 yıllarında Stalin, komü­nizmin ilk iç bunalımınına yanıt olarak, her şeyi, Sovyet toplumu için bir sanayi temeli yaratmaya bağlamıştı. İkinci iç bunalım, yalnızca Stalin’in suçlarını kınamayı değil, aynı zamanda onun başarılarından yararlanmak gereğini de gündeme getiriyordu.

Ekonomi alanında, Stalin döneminde yaratılan sis­tem, verimlilik ve tüketici egemenliğinden çok, topluca seferber olmaya ve merkezden denetime ağırlık veri­yordu. Sovyet sisteminin mantığı, varolan kaynakların üretken biçimde kullanılmasının sonucu olan yoğun büyümeden çok, yeni kaynakları işletmeye açmaya da­yanan yaygın büyümeyi hedef alıyordu. Yaygın sistem, ulusal önceliklerin açık-seçik olduğu, geniş hammadde kaynaklarının büyük verim düşüklüklerine katlanma olanağı sağladığı durumlarda (Stalin yönetimindeki du­rum), en iyi biçimde işleyen bir sistemdi. Buna karşılık, hammaddeleri kıtlaşmış, tüketici gereksinmelerinin es­nek bir verimlilikle karşılanmasının gerekli duruma gel­diği savaş sonrası dünyasının getirdiği zorunlulukları karşılayamazdı. Stalin ülkeye, ürkütücü bir nükleer si­lah cephaneliği ve son derece saygın bir uzay progra­mını yaratmak için gerekli sanayi ve teknoloji temelini miras bırakmıştı. SSCB’nin dünya ölçeğinde bir süper güç durumuna gelmesini sağlayan da bu olmuştu. Ama uzun vadede dünya ölçeğinde rekabet, Sovyet siste­minde pek de bulunmayan bir ekonomik ve kültürel canlılık gerektiriyordu. Siyaset alanında, Sovyet önder­leri alışılagelmiş bir ikilemle karşı karşıyaydılar: Halka is­teklerini ve acılarını özgürce dile getirmesine olanak verilmesi durumunda, sistemin bunun sonuçlarıyla ba­şa çıkamaması olasılığı vardı. Toplumsal sorunların tar­tışılmasına izin verilmemesi durumundaysa, birçok so­runun çözülmeden kalmaya devam etmesinin yanı sı­ra, Sovyet vatandaşlarının iç yabancılaşması artacaktı. Bu temel ikilemi, çeşitli ulusal azınlıkların toplumsal ge­lişmenin çok farklı düzeylerinde bulunmaları, daha da keskinleştiriyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir