TASAVVUF ve MİSTİSİZM
Zamanımızda, bazı çevrelerce, tasavvufla mistisizm karıştırılmakta; tasavvufun mistisizmle aynı olduğu veya bunların birbirlerinden ilham aldığı intibaları yaygınlaşmaktadır.
Meselenin mahiyetine nüfuz edebilenler, ehl-i basiret bilir ki, tasavvufla mistisizm, istinat ettikleri doktrin, kâinat ve hayat görüşleri itibarıyla tamamen farklı menbalardan kaynaklandıkları gibi; mânâ, menşe ve mahiyet olarak da apayrı mefhumlardır. Tasavvufun çeşitli mistisizm tasniflerinden birine sokulması, vahim bir hata olduğu gibi, söz konusu mefhumların ‘Allah’, ‘kâinat’, ‘hayat’ ve ‘iç duyuş’ gibi ortak konularla meşgul olmaları, onların birbirinden mülhem oldukları mânâsına gelmez.
Meseleyi mefhum kargaşalığından kurtarmak için mistisizm ve tasavvufu kendi kültürel yapı ve kavramları içinde tetkik etmek zaruridir.
Mistisizm Nedir?
Mistisizm, 1804 yılında Lâtince “mysticus” kelimesiyle Fransız diline girmiş itikadi duyuş, sezgi ve duyguda aşırılığı olan filozofik bir doktrinin; bir felsefi ekolün adıdır. Mistik (mystique) kelimesi ise, 1390 yılında Lâtince “mysticus”, gramerde “mustikos” (sırlarla ilgili) anlamına gelen kelimeden türemiştir. Dini çevrelerde: Ruhâni adam, akıl üstü olaylar, bâtıni itikatlar ve sırlarla ilgili kişi demektir.
Mistisizm, Eflatun’un İdealizm’inden büyük ölçüde etkilenmiş felsefi bir ekoldür.
Görüldüğü gibi, kelime olarak Batı kültürünün bir meyvesi olan mistisizm, psikolojik ve felsefi bir nazariye olması bakımından da tamamen Batı menşe’li beşerî bir telakki olup, İslâm’ın tasavvuf gerçeği ile en küçük bir yakınlığı yoktur.
Tasavvuf Nedir?
Tasavvuf, Hakk’a kurbiyet yolunda marifet ve muhabbeti elde etmek ve neticede, yaratılış gayesi olan Rızâ-i Hakk’a kavuşmak için nefsi terbiye ile kemâle doğru seyrettirme yolu ve metodudur.
Yine tasavvuf, dengeli bir psikolojik yapı ile halk içinde Hak ile olabilmektir. “Halk içinde Hak ile olabilmek” tasavvufun gaye ve neticesini birleştiren bir sır, bir prensiptir. Yani ne halktan kopuk bir ruhanî hayat ve ne de Hakk’tan uzak bir başıbozukluk… Her ikisini de reddeden tasavvuf, insanlık için kemâl yolunu temsil eder. Kemâle doğru seyrettirdiği insanların, cemiyetteki fonksiyonunu da ortaya koyar. Kısaca tasavvuf, bir yönü Hak ile diğer yönü halk ile olan çift yönlü insan yetiştirir ki bu insan; Allah’a marifet ve itaatle, mahlukata şefkat ve merhameti birleştirir. Zaten Yüce İslâm’ın, halifetullah sırrına mazhar olan insana kazandırmak istediği espri de budur.
Tasavvufun kazandırmak istediği misyonu kavrayan ve ona talip olan insan için zirvedeki nümune, Resul-i Ekrem (s.a.v.)’dir. Daha sonra O’nun vârisleri gelir. Resul-i Ekrem (sav)’in hayatına baktığımızda görürüz ki, O, bir an bile Hak’tan gafil olmadığı halde halk içinde dengeli bir hayat sürmüş, ticaretten, aile hayatından, cihad meydanlarına kadar hep başı çekmiştir. O’nun vârislerinden, nur yumağı gönüllere sahip olanlar, Ashab-ı Kirâm, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn nesli, aynı fonksiyonu icra etmişlerdir. Keza Selçuklular devrinde kurulan, Osmanlı’da devam eden Ahîlik ve Lonca gerçeği, ayrıca Osmanlfda ordu disiplini, tasavvuf mektebinin hayatı bütünüyle kucaklama tezahürlerinin sonucudur. İşte tasavvufun ortaya koymak istediği, mukaddes emaneti taşıyacak, insanları ihyâ, dünyayı imar edecek ve Hakk’ ın mesajını en ücra köşelere ulaştıracak kâmil, maharetli simaları yetiştirmektir.
Evet, tasavvufun kazandırmak istediği ‘oluş sırrı’nı formüle eden prensip; “Halk içinde Hak ile beraber olmak…”
Hak ile nasıl olunur?
İnsan, kalbini ıslah edip “ihsan” sırrına ermekle her an Rabb’ i ile olma şerefine nail olur.
Tasavvufta aslolan, vücudun pây-ı tahtı hükmünde o’an kalbin ıslahıdır. Resul-i Ekrem (s.a.v.) buyuruyor:
“İyi bilin ki, vücutta bir et parçası vardır ki, o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozulursa bütün vücut da bozulur, dikkat edin o kalb’dir”1.
Ve tasavvufun hedeflerinden biri de, taliplerin “ihs sahibi olmalarını sağlamaktır. Hadiste belirtildiği ü^ere; “İhsan, Allah Teâlâ’yı görüyormuş gibi ibâdet etmektir”2.
Görüldüğü üzere tasavvuf, nass ile sabit, bütün Hak dostlarının hayatıyla yaşanmış, İslâm’ın öz müessesesidir.
İnsan, bu hali ancak tefekkür ve zikirle ve de kâmil insanların rehberliği ile kendi iç âleminde gerçekleştireceği büyük inkılâbla (cihad-ıekberle) elde edebilir. Bu husustaki naklî delillerle nefsine yönelen insan, mal, mülk, makam ve rütbenin, ehl-i iyalin fayda vermeyeceği o büyük güne hazırlık için mücâhide eder. Tasavvuf bu ruhu verir.
“Ey insanlar, Rabb’inizden korkun. Ne babanın evladına, ne de bizzat evladın babasına, hiçbir şeyle faide veremeyeceği günden korunun. Şüphe yok ki, Allah’ın va’di haktır. O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın, o çok aldatıcı (şeytan) sakın sizi Allah(ın mühlet vermesine) güvendirmesin”3.
Demek ki, ne mal-mülk, ne mevki-makam, ne evlat ve ne de aile, hiçbir şeyin kıyamette faydası yoktur. O halde, mü’min daima Hakk’a dayanmalı, O’na güvenmelidir. Hiçbir sebep kişiyi Hakk’a bağlılık ve teslimiyetten men etmemelidir. İşte ehl-i Hak, bu ve benzeri âyetleri mesnet kabul ederek “küllî teslimiyet halini” aramışlardır.
“Ey iman edenler; Allah’ı çok zikredin. O’nu sabah akşam teşbih (ve tenzih) edin”4. İşte tasavvufta mâsivâdan soyunup daima Hakk’ın zikri ile meşgul olmanın dayandığı mesnet bu ve benzeri âyetlerdir.
“Rabb’ini içinden, yalvararak ve korkarak, (fakat) yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gafillerden olma”5. Bu âyette devamlı zikrullah emrediliyor. “Gafillerden olma” düsturu ise, tasavvufta devamlı Hak huzurunda uyanık, ayık olmayı şart kılmıştır.
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na (yaklaşmağa) vesile arayın”6.
Bu âyette bahsi geçen Hakk’a yaklaştırıcı vesileler arasında en büyük önemi haiz olan insan-ı kâmillerdir. Nitekim “Bize kendi katından bir veli ver”7 ve “Onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların hidayetine
uy”8 meâlindeki âyetler de bu gerçeği te’yid eder. İnsan-ı
kâmiller, zahir-bâtın, madde-mânâ dengesini kurabilmiş, sıhhatli ve psikolojik yapıya sahip olarak insanların terbiyesiyle meşgul olan mümtaz simalardır. İnsan-ı kâmil, bir ruhban olmadığı gibi tasavvuf da ruhbanlık değildir.
Kemâl yolunda belli bir merhale kazanan insan, Hak ile olmanın sırrına ererse, nereye baksa Hakk’ın azamet ve tasarrufunu görür ve şu âyetlerin muradını anlama istidadı kazanır:
“O, hem evveldir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem bâtındır. O, her şeyi kemâliyle bilendir”9.
Bu âyet-i kerime, Cenab-ı Hakk’m ezelî ve ebedî olduğunu, zahir ve bâtında yegâne hikmet ve feyiz kaynağı olduğunu gösterir ki, tasavvufta, işin bâtınına inmede ve âyetlerin bâtınî mânâlarını araştırmada bu âyet, ilham kaynağıdır.
“Meşrik de Allah’ındır, Magrip de. Onun için nereye (hangi semte) döner, yönelirseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) oradadır. Şüphe yok ki, Allah’ın (rahmet ve kudreti, lütfü müsaadesi) geniştir (ve herşeyi) hakkıyla bilicidir”10.
Bu âyette zaman, mekân ve cihet gibi bir kayıt olmaksızın her şeyde ve her yerde yüce Allah’ın kudret ve azametinin hakim olduğu anlatılmaktadır. Ehl-i tasavvuf, bu âyetin ışığında, nereye baksa yüce Rabb’imizin san’at ve kudretini görür ve daima O’nu hatırlatır ki, tasavvufta, “zikr-i dâim” dediğimiz hal budur.
İşte bu hale gelen insan, yeryüzünde Hakk’ın temsilcisi, adaletin tatbikçisi olur, kısaca halifetullah mükellefiyetini idrak ve icra etmiş olur. Bu halde Cenab-ı Hak, yeryüzünde onunla tasarruf eder. Yani o kul, Hakk’ın nuruyla görür, eli O’nun kudretiyle işler.
İşte bu gibiler, insanlığın gerçek kurtarıcıları olup, ancak tasavvuf mektebinde yetişirler. Kelime ve muhteva ola
İslâm’ın bir öz meselesi olan tasavvuf, tamamen İslâmî olup, her türlü şâibeden, ecnebî tesirden uzaktır ve naklî delillerle mesnetlidir.
Tasavvuf-Mistisizm Mukayesesi
Tasavvuf, nefsi terbiye etme ve Hakk’a marifet kesbet-me yolunda takvâya ulaşmayı gaye edinen bir terbiye disiplini iken, mistisizm, hiçbir İlmî istinadı olmayan dağınık ve çapraşık duyguların, ifrat ve tefritten korunamamış bir başıbozukluğun ifadesidir. Her nevi kontrolsüz duygu anarşisinin bir curcuna haline geldiği mistisizm için Mas-singnon’un, “sınırları katiyen dondurulamamıştır” demesi bu gerçeğin ifadesidir.
Mistisizm, bir kompleks olarak, hem muharref Hristi-yanlığm ifrada varan ruhculuğundan, hem de beşerî bir felsefî ekol olan yeni Eflatunculuğun mübâlâğalı hayal ve vehimciliğinden mülhemdir. Buna, insanların karmaşık duygu ve sezgileri de katılınca, bir disiplin altına alınmayan duygu anarşisinin, belli bir hedefi ve gayesi olamayacağı, beşeriyete müsbet bir meleke kazandıramayacağı açıktır.
Tasavvufla mistisizmi birbirinin aynısı yahut birbirinden mülhem görmek ve göstermek isteyenlerin yaptıkları; mükemmel ve büyük bir sistemin küçük bir parçasını yakalayıp, bu parça ile öteki sistem arasındaki sathî benzerliğe takılarak bu iki mefhumun aynı olduğunu ileri sürmek gibi garip bir anlayıştan ibarettir.
Bu hal, farklı mamul üreten iki fabrikanın, mamullerinin dış benzerliğinden hareketle, birbirinin aynı olduğunu iddia etmek gibi basit bir mantık ve ucuz bir yoldur.
Bu sebeple, “İslâm Mistisizmi” tabiri mânâca tam bir tenakuz teşkil ederken, teknik olarak da ciddi bir hatadır. Bu durum, İlmî mesnedden uzak bir mefhumun kargaşasıdır. Tasavvuf, Batı kültürünün yapıtaşları olan felsefi muhtevalı kelimelerle izah edilemez. Her mefhum, kendine
has itikâdî, doktriner ve kültürel bünye içinde değerlendirilmelidir.
Tasavvufla mistisizmi birbirine yakıştıran, yahut yaklaştıranların en çok hataya düştükleri mesele, “sezgi” ile “basiret” i birbirine karıştırmak olmuştur.
Bergson’un temsilciliğini yaptığı sezgicilik (intuition), zekânın ileri bir merhalesi olup, insanın normalde işletilmeyen bazı melekelerini devreye koymaktan ibarettir. Hatta sezgi melekesi, bazı hayvanlarda kısmen ve hassas olarak mevcuttur.
Kezâ birçok insanlarda bir kuvvet halinde bulunan psişik melekeler vardır: Telepati ve kler-vuayans gibi olaylar bu melekelerin sonucudur. Bu saha ile meşgul olan “spiri-tüalizm” adlı felsefî bir ekol de mevcuttur.
Basirete gelince, mânâ, menşe’ ve mahiyet olarak sezgiden tamamen ayrıdır. İslâm’da basiret, eşyanın hakikatini, iç sırlarını görmeğe yarayan bâtın gözüdür. Basiret ehli, buna “ruhun kalbi” yahut “kalbin gözü” der. Sezgi ve deha, basiretten küçük izler taşısa da “basiret”in, şümullü mânâsını asla şamil olamaz. Zira basiret, nübüvvet ve velâyet kaynaklıdır; vahiy ve ilhamla irtibatlıdır. Basiret, gerçeğe, Hakk’a açılan bir kapıdır. Basiretle sezgi, mânâ, muhteva, menşe’, keyfiyet, kullandığı vasıta, hedef ve netice bakımından tamamen ayrıdır. Basiret, Kur’ân pınarından içen, velâyetin sırlarından nasip alan yakîn sahibi gerçek mü’-minlerde olur. Cenab-ı Hak bu gerçeği şöyle beyan buyurmuştur: “Şu Kur’ân, yakîni elde etmiş insanlar için, bir basiretler mecmuası, bir hidayet ve bir rahmettir”11.
Netice
Serdettiğimiz bütün bu delillerden de anlaşılacağı üzere, tasavvuf ve mistisizm, birbirine taban tabana zıttır. Dolayısıyla, birbirinden mülhem olarak kabul ettirilme veya birbi