ZİKİR İnsanın dünya sahnesine çıkarılışının gayesi, şüphesiz ki, Cenab-ı Hakk’a (c.c.) kulluktur. Kulluğun zirvesi de nefsin tezkiyesi, Yaratıcı ile insan arasındaki bütün mania ve perdelerin aradan kalkmasıdır. İnsan, ister farketsin, ister etmesin; ister inansın, ister inanmasın bütün hayatı bu ana gaye sayesinde anlam kazanır. İnanan, kulluk yolunu benimseyen insan, kendisine takdim edilen plân-proğrama uyarak, gittikçe mesafeyi kısaltır ve yönü daima zirveye doğru olur. İnanmayan insan ise, esasında hedefe varmak için çırpındığı halde aradığı şeyin ne olduğunu bilemediğinden ümitsiz bir arayış içindedir; yönü kulluktan, kendi asıl cevherinden ve neticede Yaratıcı’dan kaçışa doğrudur Kulluktan, nefis tezkiyesinden, Cenab-ı Hakk’a (c.c) vasıl olmaktan bahsettiğimize göre konumuz mü’mindir, Müslü-mandır.
İnandıktan sonra, kulluğun reçetesi mesabesinde olan ibadete yönelmek zaruridir. İbadetin de nihâi durağı veya en kâmil şekli zikirdir. Daha doğrusu ibadetlerin özü, mayasıdır zikir. Resulullah (s.a.v.): “Zikirle Allah arasında perde yoktur” (Dehlevî) buyurmaktadır. Zikir, lügatte; anmak, hatırlamak, düşünmek, adı geçmek, hatırdan çıkarmamak, hatırlayıp icra etmek mânâlarına gelmektedir. İstılahta ise insanı, Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) kudret ve azametini düşünmeğe, düşündürmeğe sevket-mek mânâlarını taşıdığı gibi, birçok yerde Kur’ân, namaz, oruç, hatta peygamberler anlamına da gelir. En yaygın olarak zikir; tekbir, tehlil, teşbih, salavat ve vird gibi dil ile Hakk’ı anmak olarak hususi mânâda kullanılmaktadır. Bütün bu mânâlar tahlil edildiğinde zikirde iki türlü mânânın ağırlık kazandığı görülür: Unutulan şeyi hatırlamak, unutmamak için sürekli hatırda tutmak. Zikirde ulaşılmak istenen, birinci mânâ olup, İkincisi yardımcı unsurdur. Unutulup da hatırlanmak istenen nedir? Cenab-ı Hak (c.c.) ile kulları arasında, ruhlar ile, yaratıldığı zaman Elest Bezmi’nde bir ahidleşme olmuştu, bir misak gerçekleşmişti. Dünya sahnesine gelip, ruh, beden içine hapsolup birçok perde ile de perdelenince insan, ruhunun ilk şeklini hatırlamaz olmuştur. Zikir, insana ruhunun misaktaki şeklini hatırlama yolunu açar. Kur’ân-ı Kerim, “misak”ta verilen söze ters düşmeyi ahdi bozmak olarak ifade etmektedir: “Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra, Allah’a verdikleri sözü bozarlar… İşte 12 ziyana uğrayanlar onlardır” . Bu yüzden insanlık, çeşitli vesilelerle Elest’i yani asıl benliklerini hatırlamağa (gerçeği zikir yoluyla kavramaya) davet edilir: “İlk yaradılışı bildiniz, bu bir gerçek. O halde, hâlâ tezekkür etme- »»13 « yecek misiniz?” . “Hatırlat, zikre davet et. Çünkü hatırlatma mü’minlere fayda getirir”14 Zikirden gaye olan hatırlama gerçekleşince insan aslî varlığı ile bütünleşir (Y.N.Öztürk). Artık Allah ile kul arasındaki perdeler ortadan kalkmıştır. Bütün ibadetlerin özü olan zikrin meyvelerinin olgunlaştığını ifade eden bu noktada insan, bütün mâsiva engelini aşmış, hatta bütün mahlukata hükmeder duruma gelmiştir. Muhammed el-Bâkır Hazretleri: “Yıldırımlar, mü’min, gayr-ı mü’min herkese isabet eder. Bunun tek istisnası Allah’ı zikreden kimselerdir”15 diye buyururken bunu kastetmiştir. İnsanı kulluğun zirvesine ulaştıran, Ahsen-i Takvim’e seyrettiren (tabir yerinde ise) “zikir projesi” veya “zikir rejimfni daha sonraki paragraflarda ayrıntılı olarak ele alacağız. ZİKRİN KAPSAMI İÇİNDE YER ALAN KAVRAM ve MÜESSESELER İbadetler, başlıbaşına birer zikirdir. Cenab-ı Hak (c.c.): “Beni anmak için namaz kıl”16, buyurduğuna göre namazın emredilmesinin hikmeti Allah’ı zikirdir. Cuma Suresi 9. âyette Allah şöyle buyurmaktadır: “…Cuma günü namaz için ezan okunup nida edildiği vakit Allah’ın zikrine koşun..”. Burada namaz, “zikir” olarak ifade buyurulmuştur. Şunu hemen ifade edebiliriz ki, namaz, zikrin bütün çeşitlerini kâmil mânâda ihtiva eder. Bilindiği gibi namaza “iftitah tekbiri” ile girilir.Hemen arkasından, içinde teşbih, tahmid, tenzih, tevhid bulunan “Süb-hâneke” gelir: “Allah’ım, Sen’i her türlü eksiklikten tenzih ederim. Hamd sanadır. İsmin ve şanın yüce-dir(Allah’ım). Senden başka ilâh yoktur”. Rüku’da, “Sübhane Rabbiye’l-Azim”: “Pek büyük olan Rabb’im, her türlü eksiklikten münezzehsin”. Secdede ise: “Sübhane Rabbiye’l-Alâ”: “Pek yüce olan Rabb’imi her türlü eksiklikten tenzih ederim”, denilir. Kıyam dan Rüku’a, Rüku’dan Sücud’a, Sücud’dan Cülus’a giderken tekbir getirilerek Cenab-ı Hak(c.c.) zikredilir. Âyette: “Hamd Allah’adır, de” buyurulmaktadır. Namazda Rüku’dan sonra, “Semiallahü-limen-hamideh”: “Allah, kendisini hamd edeni duydu. Rabbimiz, hamd Senin’-dir”, denilir. rine yaklaştırılma çabalan sonuçsuz kalacak ve güneşin balçıkla sıvanamayacağı gerçeği, bir kez daha ispat edilmiş olacaktır. İslâm’ın özünü özünde yaşama gayreti içinde olan bir mutasavvıf ile ruhbanlık safsataları içinde boğulan, hem dünya hem de ahiretini yıkan bir Hristiyan mistiğini aynı kefeye koyma çabaları, İslâm’a sürülmeye çalışılan kara bir lekedir ve İslâm’ı anlama ve yaşama hususunda, kabuğu delip öze ulaşamama acziyetinden kaynaklanmaktadır. Böyle emeller peşinde olanlar hakkında iki durum düşünülebilir: 1. Bunu bilerek yapıyorlar: Bunlara en uygun delil müsteşriklerdir. Bunlar; İslâm’ı kısmen de olsa öğrendikleri halde, kalblerinde mevcut itikadi hastalık dolayısıyla ve mensubu bulundukları dine karşı takındıkları gözü kapalı bir taassup sebebiyle, İslâm’la kucaklaşıp kurtuluş şerbetini içememişler, erişemediğine düşmanlık etmek gibi kolay bir yolu seçmişlerdir. Bunlar büyük bir ihanet içerisindedirler. Düştükleri dalalet bataklığından kurtulmaları ve hidayeti bulmalarını dileriz. 2. Bilmeyerek bu iki mefhumu karıştırıyorlar: Bunlar da, cahiller veya edindikleri ilim, şeytanın iğvâsı sebebiyle kendilerine perde olan zavallı kimselerdir. Bunlara da Cenab-ı Hakk’tan (c.c.) idrak ve iz’an niyaz ederiz. Cenab-ı Allah, Resulullah’a “Selâtü selâm” getirmemizi emretmiştir. Namazda da şöyle diyoruz: “Ey Peygamber, selâm sana. Allah’ın rahmeti ve bereketi de üzerine olsun. Allah’ım, Muhammed ve âline salat kıl, (merhamet et)”. Selâm verildikten sonra okunan “Allahümme Ente’s-Selâmü…” ibaresi de zikir kelimelerinden başka birşey değildir. Namazdan sonra otuz üçer defa “Süb-hanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahüekber” demenin sünnet olduğu da bütün mü’minler tarafından bilinmektedir (Müslim). Ayrıca Kıyam’da iken okunması farz olan Kur’ân âyetleri de zikirdir. Kur’ân’ın zikir olduğuna dair âyet-i kerimelerden birisinde şöyle buyurulmaktadır: “O zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik, biz; onun koruyucusu da elbette bi-ziz”17 Açıkça görüldüğü üzere namaz ibadeti, Cenab-ı Hakk-’ın (c.c.) mü’minlere emir buyurduğu bir zikirler mecmuu-dur. Huşu ile ve ihsan halinde kılındığında içindeki zikir sayesinde tecellilere mazhar olan “Mü’min için Namaz mi’râc’dır”. Ve “dinin direği” (Ebu Davut) olan namazın özü zikirdir. “Namaz olmadan zikir olmaz ve zikir olmadan da namaz olmaz. Kalb zikirle dirilir ve ruh 18 onunla yücelir” Oruç ve Hac da zikirdir. Oruçtan bahseden Bakara Suresi 185. âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı tekbir etmenizi ister…” Hac farizası yerine getirilirken de Cenab-ı Hak (c.c.) Müslümanlara zikretmeyi emretmektedir: “Sayılı günlerde Allah’ın ismini ansınlar”19. Şeytan taşlamadan bahsedilirken de: “Sayılı günlerde Allah’ı anın”20,buyurulmaktadır. O halde zikir, ibadetlerin ruhudur. Kur’ân-ı Kerim, zikirdir. “İşte bu Kur’ân da, bizim indirdiğimiz feyz kaynağı bir zikirdir. Şimdi siz mi bunu inkâr etmektesiniz”21. “…İşte benimle beraber olanların zikri (kitabı) ve m 22 işte benden önce gelenlerin zikri (kitabı)…’’ “Şüphe yok ki o Kur’ân senin için de, kavmin için de kesin bir zikirdir. Siz ondan sorumlu tutulacaksınız”23. “Peygamberler de hem birer zikirdir, hem de zikir yoluyla eğiten, zikir eğitimiyle belletip kavratan birer mürebbidirler ”24. “Habibim, sen onlara hiç durmadan zikir yoluyla öğüt ver. Sen sadece bir müzekkir (zikir yoluyla eğitenisin”25′ “Allah’tan korkun ey gönül erbabı! Allah size gerçek bir zikir indirmiştir. O zikir, iman edip de güzel ve temiz amellerde bulunanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, Allah’ın her şeyi açık açık bildiren âyetlerini size okuyup duran bir resul- ■ .. t* 26 dur… Gerçek ilim ve gerçek ilim sahipleri de ‘zikir’ olarak ifade edilmiştir: 27 “…Eğer bilmiyorsanız zikir erbabına sorun” Gerçek âlimler; Allah’ı bilenler, marifetullaha ermiş o-lanlardır. Cenab-ı Hakk’ı en çok bilenler de zikrin hakikatine erebilenlerdir28. Bunlar akıl üstü bir ilme ve kavrama gücüne sahip olan, ledün terbiyesi görmüş mânâ erleridir29. “…Sadece Iübb (gönül) sahipleri zikir yoluyla kavrayabilirler”30 Demek ki, Kur’ân’ın en mükemmel müfessirleri, veliler ve yine Kur’ân’ın en doyurucu tefsiri de onların söz ve halleridir. ZİKR’İN ÖZEL ve TASAWUFİ MÂNÂSI ÜZERİNE Kur’ân-ı Kerim’de zikir ve zikir kelimeleri, yetmiş sure ve ikiyüz ellialtı yerde geçmektedir. Bu âyet-i kerimelerden bir kaçı şöyledir: Ol “Rabb’ının ismini zikret, yalnız O’na yönel” 32 “Sabah ve akşam Rabb’ının ismini zikret” “…Haberiniz olsun ki, kalbler, ancak Allah’ı zi- OO kirle (yatışır sakinleşir) tatmin olur” “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin” 34 “Namazı kılıp bitirdiğiniz zaman, ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde iken, Allah’ı zikrediniz” 35. Of. “Ben’i zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim…” Bütün bu açık delillerden sonra bütün ibadetlerin özü olan zikrin inkârı şöyle dursun, kul için zikrin bir vecibe olduğundan şüpheye düşmek, iz’an ve akıl sahibi mü’minler için mümkün değildir. Şöyle bir düşünce de yanlış ve çok tehlikelidir: “Zikretmekten maksat; namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, Kur’ân okumaktır. Bunların dışında özel bir şekilde belirli zamanlarda, belirli virdleri, belirli sayılarda tekrarlamak şeklindeki zikir yapma uygulaması bid’attır”. Böyle bir düşünce Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet önünde bâtıldır ve İslâm’ın bidayetinden günümüze kadar yaşanmış, sonuçları açıkça görülmüş hatta tarihin hayır hanesine yazılmış olanlarda en büyük katkının sahibi olan tasavvuf ve tasavvufî hayatla asla bağdaşmaz. Yukarıda meâlini verdiğimiz A’raf Suresi 205. âyet-i kerimede geçen “yüksek olmayan bir sesle” tabiri zikre özel bir tarz tarif etmekte, “sabah ve akşam”dan söz edilmekle de, bu özel zikir için günün faziletli saatleri belirtilmektedir. Yine Nisâ Suresi 103. âyet-i kerimesinde “Namazı kılıp bitirdiğiniz zaman… Allah’ı zikrediniz” buyurulması, zikrin özel olarak farz olan namazdan ayrı olarak da yapılmasının emredildiğine dair delildir. Ankebut Suresi 45. âyet-i kerimesinin meâli şöyledir: “Muhakkak ki namaz, insanı her türlü kötülükten men eder(çeker). Allah’ı zikir en büyüktür”. Bu âyet-i kerimede de, namazla ilgili beyanat bittikten sonra “Allah’ı zikir”den bahsedilmesi meşrepler tarafından günümüze kadar uygulana gelen zikir metodları ve zikrî eğitimin Kur’ânî olduğunu gösteren bir diğer delildir. Asr-ı Saadet’e, Resulullah’ın ve Ashab’mın hayatına bakıldığında, bu özel zikrin sayısız örneklerine rastlamak ve hatta her bir sahabînin ayrı bir “zikir meşrebi” olduğuna dair deliller bulmak elbette mümkündür. Özellikle Peygamber Efendimiz’in Hulefâi Râşidin olan Hz. Ebu Bekir, Ö-mer, Osman, Ali’ye (ra.); Hz. Safiyye, Cüveyriye, Üm-mühâni, Ümmü Süleym, Şeddat b. Evs… gibi Ashabın ileri gelenlerine bugünkü tabirle “ders tarif ettiği” ve her birinin meşreplerine uygun vird verdiği tarihi vesikalarla kayıtlıdır. Bu sebeple birkaç hadis-i şerif ile yetineceğiz: “Zikrin efdal ve üstünü ’Lâ ilâhe illallah’, duanın efdal ve üstünü de ‘el-Hamdü li’llah’dır” 37 Huzayfetu’l-Yemân der ki: “Dilimin çirkin ve acı sözlülüğünden Resulüllah’a şikayet ettim: -Ya Resulellah, dilim beni yakıyor, dedim. Resulullah: -İstiğfardan yararlanılırken sen neredeydin? Ben günde yüce Allah’a yüz kere istiğfar ve O’na tevbe oo ediyorumdur, buyurdu” Peygamberimiz: “Bir kimse hizb’ini (virdini, dersini) veya onun bir cüz’ünü okumadan uyur da, onu sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa, kendi- oq sine onu gece okumuş gibi sevap yazılır” buyurmuştur. Zikrin bu kadar önemli olmasının sebebi nedir? Resulullah (s a v ): “İman, içinizde elbisenin yıprandığı gibi yıpranır. Kalplerinizde imanın yenilenmesi için Allah’a dua ediniz” 40 “İbn-i Abbas (r.a.) şöyle buyurmuştur: Her mü’minin kalbinde bir şeytan bulunur. Fakat mü’min, zikr-i İlâhi ile meşgul olursa şeytan küçülür. Zikr-i İlâhi ile meşgul olmayı unutunca şeytan vesveseye devam eder”41 “Kul, Lâ ilâhe illallah, dediği zaman rububiyyet iddia eden nefs, heva ve şehveti; uluhiyet izhar eden ilahları red ve inkârı kasteder… İşte zikreden kul, ‘lâ ilâhe’ ifadesindeki ‘ nefiy’ bölümü ile kendisine düşman olanların arzularının saltanatına son verir. İspat bölümünü ifade eden ‘İllallah’ kısmı ise Hakk’m ve O’nun askerleri durumunda olan kalp, ilim, Kur’ân, Sünnet ve ilhamın hakimiyetlerini ortaya koyar… Zikir bir nurdur. Kalbi kapladığı ve hakimiyeti altına aldığı zaman kalbi de kalb gözlerini de nurlandırır… Hak Teâlâ: İşte senden perdeyi kaldırdık. Bugün gözün ne kadar keskindir (Kâf:22) buyurmuştur” 42 İşte bu noktada zikretmenin amacı tahakkuk etmiş, Elest Bezmindeki rûhî safiyete ulaşılmış olur. Bütün ibâdetlerden, emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmaktan amaçlanan nihâi sonuç da bu değil midir? FERDİ ve CEMAAT HALİNDE ZİKİR İbadet ve taatle arzulanan gayeye şüphesiz ki ferdî gayret ve çaba ile erişilir. Fakat kemâl mertebesine varmamış veya bidayetteki sâlik için bazı yardımcı unsurlara ihtiyaç vardır. İlâhi okumak, devran dönmek, sema yapmak İlâhî sevgi ve ruhî vecdi artırdığından, ferdin, zikir meclislerine devam ederek bu yardımcı faktörlerden yararlanması gerekir. Kendisine tarif edilen virdlerini her gün kendi başına tamamladıktan sonra, fırsat buldukça cemaate gitmesi, ferdî menfaat açısından kaçınılmaz olduktan başka asıl önemli olan, İslâm’ın cemaatçilik esprisidir. Dikkat edilirse, İslâm’da ibadetlerin cemaat halinde icra edilmesi pek çok sosyal ve psikolojik hikmet ihtiva etmektedir. Cemaatle kılınan namazın münferit kılınan namaza göre 27 derece üstün tutulması, Cuma namazının Müslümanların haftalık istişare ve durum değrlendirmesine vesile olmak gibi bir mânâ taşıması, Kurban’ın, Zekât’m, Hacc’ın sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı tesis hususunda rükünler ihtiva etmesi, İslâm’ın fert-toplum dengesini nasıl en ideal mânâda gerçekleştirdiğini göstermektedir. İslâm’ın cemaate, birlik-beraberliğe, kollektif bütünlüğe verdiği önemin; aşk, vecd, feyz, huşu…harmanı olan “zikir” ibadetinde ideal mânâsında kristalize olduğunu görüyoruz; “Hiçbir cemaat yoktur ki, Allah’ı zikre otursun da melekler onların çevrelerinde dönüp dolaşmasın; rahmet onları bürümesin, üzerlerine sekinet inmesin ve Allah onları katındaki melekler yanında „ 44 anmasın “Hiçbir cemaat yoktur ki, toplansınlar, Allah’ı zikretsinler ve bunda Allah’ın rızasından başkasını istemesinler de, semadan bir seslenici kendilerine; Günahlarınız, haseneler-le çevrilmiş ve sizler, yarlığanmış olarak kalkınız, diye seslenmiş bulunmasın” Peygamberimiz bir gün: “Cennet bahçelerine uğradığınızda, yayılınız (otlayınız), yararlanınız” buyurdu. “Cennet bahçeleri nedir?” diye sorarlar. Peygamberimiz: “Zikir halkalarıdır”46 buyurdu. “Cenab-ı Hak, Kıyamet günü bazı cemaatler di-riltecektir. Yüzleri inci gibi parlak ve nurludur. Halk onlara gıpta eder. Ne peygamberdirler, ne de şehid-dirler. Bunlar değişik kabile ve ülkelerden Allah için birbirini seven ve Allah’ın zikri için toplanıp onu zikreden kimselerdir”47. “Aziz ve çelil olan Allah buyurdu ki: Ben kulumun zannma (itikadına) göreyim. Beni zikrettiğinde, ben onunlayım (rahmet, tevfik ve inayetim onunla beraberdir). O, Beni kalbinde gizlice yâd ederse, Ben de onu bu suretle anarım. Beni bir cemaat içinde zikrederse, Ben de kulumu o cemaat efradından daha hayırlı (Cibril ve Mikâil gibi) bir cemaat içinde (rahmetimle) anarım”48. Avn b. Abdullah b. Utbe şöyle diyor: “Zikir meclisleri gönüllere şifadır. İnsanlık, Allah’ın zikredilmediği bir zamanla yüzyüze gelirse, yemin ederim ki, toptan mahvolur. Gafil mü’ minler içinde Allah’ı zikreden bir adam, ric’at etmiş bir orduyu tek başına kurtaran bir askere benzer” 49 ZİKİR METODLARI: Cehrî Zikir – Hafî (Sırrî) Zikir İnsanlar, zâhirî plânda (dış görünüş itibariyle) ayrıntılara inmeden bakıldığında, kaba hatlarıyla birbirlerine benzerler. Fakat dikkatle bakıldığında, bazı özellikleri itibariyle insanların gruplar halinde sınıflandırılabileceği görülür. Renklerine göre, sonra da aynı renk grubu içinde çeşitli özelliklere, ırklara, boylara göre tasnif yapılabilir. En geniş halkadan başlayıp süzerek neticede tek bir ferde inildiğinde görülür ki, o fert tek başına diğer bütün insanlardan rahatlıkla ayırd edilebilecek sadece kendine has özelliklere sahiptir. Bu özelliklerinden bir tanesine ‘parmak izi’ni misal verebiliriz. İlmî çalışmalar ortaya koymuştur ki, insan neslinin yeryüzüne intikalinden bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir insanın parmak izi halen hayatta olanlar dahil olmak üzere başka bir insanın parmak izine benzemiyor. Maddî plânda durum ne ise mânevî plânda da aynıdır. İnsanlar yaradılıştan getirdikleri mânevî nüanslar sonucu değişik huy ve davranış biçimleri sergilerler. Bu yüzden zikir yoluyla mânevî terbiye yoluna girmiş insanları kendi yapıları içinde ele almak ve iç tecrübesini bu yapının gerektirdiği usullerle imkân dahiline sokmak gerekir. Resulullah (s.a.v.) tarafından sahabîlerden herbirine ayrı ayrı virdler (dersler) tarif edilmesinin hikmeti budur. Özellikle Hz. Ebu Bekir (r.a.) Efendimize tarif ettiği zikir metodu ile Hz. Ali (r.a.) Efendimize tarif ettiği metodun konumuz açısından önemi büyüktür. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz, Hz. Ebu Bekir (r.a.) Efendimize dilini damağına yapıştırarak Allah’ı anmasını, tefekkür etmesini; Hz. Ali (r.a.) Efendimize cehrî olarak dili ile Allah’ı zikretmesini emretmiştir. Ömer ve Osman (r.a.) Efendilerimiz ve diğer sahabeye de farklı virdler tarif etmiş olsa da temelde zikrin icra ediliş biçiminde bu iki metod vardır: Cehrî ve Hafî metod. Zamanla her iki yoldan çok sayıda meşrep doğmuş, tarihî gelişim bunlardan 12’sini tasavvuf literatürüne yerleştirmiştir. Fakat, pratikte bugüne kadar yüzlerce kol halinde gelmişlerdir. Ama bu yüzlerce kol, değindiğimiz gibi iki ana kaynaktan, metoddan beslenir. Bu iki metoddan hangisinin seçileceği tamamen ihtiyaç ve maslahata göre ortaya çıkar. Bu noktada mürşid-i kâmilin önemi büyüktür. Çünkü mürşid-i kâmil, “mekân-ı ev-ednâ dan döndükten sonra Hakk’ın elbisesine bürünür ki buna ‘celvet’ diyoruz”51. Bu noktada mürşid-i kâmil, görünüşte halkla beraber, ama gerçekte Hak’la beraberdir. Bu makama ulaşmış olan mürşide “Geldiğin yoldan insanları getir” denilir. Dolayısıyla mürşid-i kâmil, mânevî yolculuğunu bitirmiş, bu yol boyunca olan mania ve engelleri tanımış, geçiş kurallarını öğrenmiştir. Eğitimine sığınıp seyr-i sülüke çıkan talibin yapısına göre “zikir rejimi” tarif eder ve ona rehberlik eder. Bu yüzdendir ki, mürşidler kemâl derecelerine ve izinli olma hallerine göre; kendisi meselâ, cehrî yolla vasıl olmuş olsa bile talibini hâfî yolla eğitebilir. Cehrî-hafî zikir metodunu bu temel üzerine oturttuktan sonra âyet-i kerime, hadis-i şerifler ve büyüklerin sözlerinden örnekler vererek bu konuya son verelim: “Rabb’ını içinden, yalvararak, korkarak, fakat yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam zikret, gafillerden olma” 52 “Yemeğinizi Allah’ın zikri ve namaz ile eritin. Bundan gafil olmayın ki, kalpleriniz katılaşır” 53 “Abdullah b. Abbas’dan; şöyle demiştir: Halk farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmek Nebiyy-i Ekrem’in (s a v.) zamanında var idi. Ben bu sesi işitir işitmez bununla (yani zikir seslerinin yükselmesiyle) namazdan çıktıklarını anlardım” 54 İmam Süyûtî, “Neticetü’l Fikr fi’l-Cehri fi’z-Zikr” adlı eserinde cehrî ve hafî zikirden bahisle: “Bu, haller ve şahıslar itibariyle değişir. Bazılarının gizli ve bazılarının aşikâre zikirleri uygun olur” demiştir. İmam Şa’rânî’den naklen Hamevî haşiyesinde: “Uyuyan veya kılıp uyuyanı rahatsız etmezse âşikâre zikir efdaldir”55 denilmiştir. Ahmed er-Rifâi (k.s ): “Toplu halde zikredilirken cehren, münferiden zikredilirken sırran (hâfiyyen) zikredilmesini emretmiştir” İmam Nevevi: “Zikrullahın kalb ve lisanla birlikte yapılması efdaldir. Kalb ile birlikte dilin zikrini, riya korkusu ile terketmek lâyık olmaz. Çünkü riya korkusu ile amellerin terki insanları birçok hayırlardan alıkor ki, bu da doğru bir hareket değildir” demiştir. “Gaye, kalbı zikrin devamlılığını sağlamaktır. Dil ile yapılan zikrin sesli (zikr-i cehrî) olmasının büyük tesiri vardır. Sesli zikirden gaye, sağır aibi olan nefse bunu işittirmesidir; Allah’ a değil” 5 . Son olarak Üstad Kuşeyrî’den bir paragraf naklederek bu bahsi bitirelim: “Dil ile olan zikir vasıtasıyla kul, kalbin zikrine varır. Tesir, kalbı zikrindir. Kul, dili ve kalbiyle zikrettiğinde, seyr-i sülük halinde ve vasfında kâmildir…” 58 ZİKRİN FERT ve TOPLUMA ETKİSİ Bütün doktrinler, sistemler, şüphesiz insan içindir. İnsanı gündemine almayan bir doktrin olamaz. Teoride durum bu olmakla birlikte doktrinler, sistemlere dönüşüp uygulamaya aksedince “insan” için yola çıkanlar, birdenbire kendilerini insanın dışında, eşyanın maddî soğukluğunun hakim olduğu insansız bir ortamda buluyor. Esasen böyle bir sonuç kaçınılmazdır. Çünkü kendini insana adadığını sanan beşerî doktrinler, insanı “hareket halinde bir eşya” olmaktan başka bir şekilde idrak edemiyorlar. Böyle olunca, eşyaya hakim olmak vasfındaki insan, bütün İnsanî değerlerinden feragat ettirilerek “eşyanın mahkûmu” haline dönüşüyor. İslâm’a gelince; O, insanı ferdî-sosyal-kâinatın merkezi olan Allah’a ulaştırmakla bir taraftan onu sonsuzlaştırırken,
diğer taraftan eşyayı önünde oyuncaklaştırır. Fakat bu oluş öyle söylendiği gibi kolay gerçekleşmez, şüphesiz.
İnsan, bedeninin ve maddî çevresinin tahakkümünden kurtulmak, nefha-i İlâhî olan ruhunun hürriyetine ulaşmak için belki de ömrü boyu sürecek bir perhize harfiyyen uymak zorundadır.
Şekilce insan gibi görünse de, gerçekte ancak bu perhiz sayesinde imar olur, insan.
Evet, zikir sayesinde gönül ülkelerinde ruhunu hakim kılan insanların oluşturduğu cemiyet, insan cemiyetidir.
“O halde toplum, devlet… esas alınarak insana değil, insan esas alınarak bunlara gidilmelidir. İnsan imar edilme-
li, insan güzelleştirilmeli, insan mutlu kılınmalı ki, dünya özlenen kıvam ve düzene, dirlik ve esenliğe ulaşabilsin”.
İmam-ı Rabbânî hazretlerinin: “İslâmiyet, insanların saadeti için çalışanları, kendini kurtarmaya çalışanlardan üstün tutmaktadır” buyurması boşuna de-
ğü-
Ancak insanların saadeti için çalışanların, gerçekten insanların saadetini temin edebilmeleri için zikir ateşiyle olgunlaşıp önce Hakk’a gönül vermiş olması şarttır. Yoksa; Hakk’a gönül vermeyenin halka yoldaş olacağı, insana hizmet edeceği düşünülemez. •