Topkapı Sarayı’ndan Kayan Yıldız

Topkapı Sarayı’ndan Kayan Yıldız

1

Tarihler 10 Şubat 1918’i gösteriyordu. Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın naaşı, Topkapı Sarayı’na götürülmek üzere yola çıkarılmış, Osmanlı tarihinden muhteşem bir yıldız daha kaymıştı. Bu merasimi Ahmed Refik’in kaleminden okuyalım…

3

tuz üç yıl dünya siyasetine yön verecek bir zekâ ve deha ile Osmanlı m ülkünü idare eden Abdülhamid H an, gözü gibi koruduğu vatan topraklarından bir kısmının, önce Trablusgarp sonra da Balkan Savaşları neticesinde nasıl kaybedildiğine şahit olmuştu. Hemen ardından da Birinci Cihan Harbi. İşte, Osmanlı Devleti’ni nihayete erdirecek bu savaşın bittiği yılın ikinci ayında, o da hayatım tamamladı ve dâr-ı bekaya irtihal etti. Tarihler 10 Şubat 1918’i gösteriyordu. Evet, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın naaşı, Topkapı Sarayı’na götürülmek üzere yola çıkanl- mış, Osmanlı tarihinden muhteşem bir yıldız daha kaymıştı. Devamını, bizzat şahit olduğu bu merasimi kaleme almış olan Ahmed Refik’ten okuyalım:

Sultan Abdülhamid’in Naaşı Önünde

“Hakan-ı sâbık irtihal etmiş. Bu havadis ilk defa gazetelerden öğrenildi…

“Boğaz, güneşin parlak ziyaları altında gülüyordu. Beylerbeyi Sarayı uzaktan, mavilikler içinde görünüyordu. O tuz üç sene m üddet Osmanlı tahtında bulunan Sultan Abdülham id-i Sânî, birkaç saat sonra, güzel İstanbul’un toprakları altına gömülecekti. Sultan Ab- dülham id’in cenazesi Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na getirilecekti. Orada yıkanacak ve saat dokuzda, Sultan Mahmud Türbe- si’ne defnedilecekti. 

3

Her tarafta müphem bir sükût. Hademeden biri elinde bir fes taşıyordu. Fesin üzerine beyaz bir mendil örtülmüştü. Bu, Sultan Hamid-i Sâni’nin fesi idi. Bütün simalar müteessirdi. Uzakta, bir bahçıvan, elinde bir çapa, melül nazarlarım dikmiş, bakıyordu.

“Topkapı Sarayı’na gittim. Orta kapı önünde, başında kabalak, elinde tüfek, tek bir nöbetçi bekliyor; Ba- büssaâde önündeki akağalar, gelenleri kemal-i nezakede karşılıyordu. Kubbealtı, harap ve metruk, ihtişamlı devirlerin hatıratıyla dolu, asırların vakalarına acı acı gülüyor gibiydi. Güneşin ziyası servilerden süzülüyordu. Bir iki hademe, ellerinde tırmıklar, şubatın feyizli güneşi altında yeşeren çimenler üzerindeki sararmış yaprakları topluyorlardı.
“Sultan Ahmed-i Sâlis Kütüpha- nesi’nin önünden geçtim. Siyah es- vaplı bir hademe lâle bahçesi tarafından hızla koştu; cenaze geliyordu. Sarayburnu’na doğru ilerledim. Ufak bir kafile, parkın kumlu yokuşunu ağır ağır çıkıyordu. Rıhtıma büyük bir istimbot yanaşmış, sarı bacasından dumanlar yükseliyordu. Bu manzara pek hazindi: Marmara, sahiller, tepeler, güneş içinde idi. Uzakta, Hamidiye Camii’nin narin ve beyaz binası, Yıldız’ın ağaçlık caddesi, sarayın çıplak ağaçlar arasından görünen damları sessizdi. Siyah, baştan aşağı siyahlar giyinmiş bir kafilenin başlan üzerinde, beyaz bir çarşaf, koyu bir şal, yeni bir sedye görülüyordu: Sultan Abdülhamid, tahta bir sedye üzerinde, yatağının içinde, bî-ruh yatmıştı. Kaim, sarı çizgili yatak çarşafı, sedyenin kenarlarına doğru sarkıyordu, üzerine turuncı ve yeşil nakışlı, kıymettar, koyu bir şal örtülmüştü. Rüzgâr vurdukça şal kalkıyor, alunda zayıf bir vücudun, ufak bir başın kabartısı görülüyordu. Cenazenin önünde Beylerbeyi Sarayı’nın muhafızı, yanlarında iki sıra asker, sedyenin etrafında Enderun ağalan, saray erkânı ağır ağır yürüyorlardı. Sedye el üstünde taşınıyordu. Arkada Şehzade Selim Efendi, damat paşalar, mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Her tarafta müphem bir sükût. H ademeden biri elinde bir fes taşıyordu. Fesin üzerine beyaz bir mendil örtülmüştü. Bu, Sultan Hamid-i Sâni’nin fesi idi. Bütün simalar müteessirdi. Uzakta, bir bahçıvan, elinde bir çapa, melül nazarlarını dikmiş, bakıyordu. Etrafta, naaşı taşıyanların kumlar üzerinde ayak seslerinden başka bir şey işitilmiyordu. Deniz sakin ve dalgasızdı…

Ruhları Teskin Eden Daire

“Cenaze lâle bahçesi önünden geçirildi. Hırka-i Saadet’in yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı açılmıştı; el üzerinde içeri girdi. Şehzadeler ve damat paşalar Mecidiye Kasrı’nda, cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı, içeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi.

“Ne münevver, ne ulvî, ne ihtişamlı bir daire idi burası!. Osmanlı hanedanının hilâfet namına inşa eylediği en güzel, en mutantan, en parlak bir mabetti. Duvarlar mai ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla müzeyyendi. Sultan Selim’in halefleri, ruhlarını bu mukaddes mahalde dinlendirirler, ordularının zaferleri için burada dua ederler, Hırka-i Saadet önünde gözyaşları dökerlerdi. Duvarların rengârenk çinileri, kıymettar yazılan, göz kamaştırıyordu.

“Hacet penceresi önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. Karşıda geniş, buzlu camlar Haliç’in görünmesine mâni oluyordu. İki yeşil kerevet üzerinde, serviden, altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerinde, ufak bir teneşir görülüyordu. Sultan Abdülhamid teneşir üzerine yatırılmıştı. Hacet penceresinin yaldızlı parmaklıkları önünde müteessirâne durdum. Tabutun ilerisinde Enderun erkânı, ellerini hürmetle kavuşturmuşlar, hizmete muntazır bekliyorlardı. Karşıda, Sultan İbrahim’in sünnet odası, asırların menakıbını saklayan kapalı kapısı, mavi çinili duvarlarıyla, tarihin bu safhasına karışmak istemiyor gibiydi. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı dört hoca, ellerinde sarı lifler, misk sabunları, büyük bir hürmetle naaşı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıkta idi. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu; fildişinden, câmid (cansız) bir cisim gibiydi. Saçı ve sakalı ağarmıştı. Burnu, çehresine nis- beten uzunca idi. Gözleri kapanmış, çukura batmıştı. Uzun ve siyah kaşlarında melâl ve teessür vardı.

Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi

Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi

O gün, pek çok hadise ve hayır-hasenat ile dolu uzun bir hükümranlığın son günü idi. Ulu hakan vefat etmiş, naaşı yıkanıyor, iki damadının hüzünlü gözlerinden akan yaşlar, teneşirin altına dökülen sulara karışıyordu.

“Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyaz, uçlarına doğru sarıydı. Yüzünde ihtiyarlık alâmeti, fazla buruşukluk yoktu… Heyet-i umumiyesi (genel görünüşü) sevimli idi. Beyaz bir vücud, yıkandıkça güzelleşen bir naaş, yeni bir teneşir üzerinde, yıkayanların ellerine tâbi, uzanmış yatıyordu. Naaşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlar, ağalar duruyordu. Herkes huzû içinde idi. Bütün simalarda tevekkül alâmetleri görülüyordu. Hırka-i Saadet dairesi tarihî bir gün yaşıyordu. O gün, bir sürü hadise ile dolu, uzun bir saltanat devresinin son sayfası kapanacaktı. Bütün nazarlar, Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Naaşa sıcak sular döküldükçe beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlardan çıkan öd ve anber kokularına karışıyordu. Etrafta mütevazı bir sükût hüküm sürüyordu. Hizm et için girip çıkanların, hasırlar üzerinde ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayakucunda, direğin yanında, damatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri naaşta, mütees- sirâne ağlıyorlardı.

“Dışarıda, tabiatın bütün güzellikleri hissediliyordu: Haliç’in suları umulmaz bir şubat güneşinin renkleri altında parlıyordu. Şimşir- ٠^١. liğin ağaçları çıplak, baharın feyzine muntazırdı. Yıkama el‘an bitmemişti. Sultan Abdülham id’in, teneşir üzerinde, kapanmış gözleri, ağarmış saçları, bitabâne yatışı, kalplerde melâl ve intibah hisleri peyda ediyordu.

“Nihayet naaşın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı, tabut yere indirildi, teneşir, tabutun yanma getirildi, içine kefenler serildi, Sultan seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor libaslar, sarıklarında sırmalar, hürmetle istikbal ediliyordu. 1

Bütün devlet erkânı, cenaze merasimine katılmak üzere oradaydı. Hamidiye Camii’nin kürsü şeyhi, sırmalı yeşil elbisesi, göğsünde nişanı ile taşm üzerine çıktı. Etrafına bakınarak sordu: “Merhumu nasıl bilirsiniz?”

“Kalabalık gittikçe artıyordu. Veliahd-ı saltanat, şehzadeler, büyük üniformalarıyla gelmişlerdi. Şubat güneşi altında nişan, sırma, üniforma parıltısından başka bir şey
görülmüyordu.2

Askerler, Topkapı’dan türbeye giden caddeye karşılıklı iki sıra halinde dizilmişler; ağaçlar, damlar, pencereler kadın ve çoluk çocukla dolu idi. Bir hanım, başını duvara yaslamış, hıçkırıklarla ağlıyor; tabut, tekbirler ve tevhitlerle, mahzun kalplerin elleri üzerinde ilerliyordu

“Merhumu nasıl bilirsiniz?”

“Hırka-i Saadet dairesinin kapısı birdenbire açıldı. Bütün nazarlar kapıya çevrildi, kalabalık o tarafa doğru Sultan birikti. Kapının iki tarafı doldu. Herkes, kalpler heyecan içinde, cenazeyi görmek istiyordu. Nihayet elmaslı kemerler, sırmalı Kabe örtüleri, al atlaslarla müzeyyen tabut, kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde, mehib ve muhteşem, dışan çıktı. Erkân-ı devlet, zabitler, Sultan Abdülhamid’in cenazesi huzurunda idiler. Bütün nazarlar tabuta dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saadet kapısı önüne yüksek bir mevkiye konuldu. Hamidiye Ca- mii’nin kürsü şeyhi, sırmalı yeşil elbisesi, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı. Etrafına bakınarak sordu:

‘Merhumu nasıl bilirsiniz?’ “Velveleli, hazin, müteessir birçok ses, serviler arasında aksetti

‘İyi biliriz!’

“Kısa bir Fatiha bu merasime de nihayet verdi. Tabut kaldırıldı, Sultan Ahmed-i Sâlis’in Kiitüphane- si’nin, Arzodası’mn sağından ağır ağır geçti, Babüssaâde önüne geldi, cenaze namazı burada kılındı.

“Alay burada tertip edilecekti. Şehzadeler, âyân, mebusan, erkân-ı devlet, sefirler, ümera, saray ağaları hep buraya toplanmışlardı. Arada sırada, teşrifat memurlarının, sırmalı kıyafetleriyle, ellerinde beyaz bir kâğıt: “Âyân, mebusan, ricâl-i ilmiye, ümerâ…” diye çağırdıkları işitiliyordu. Nihayet alay tertip edildi. Servilerin önüne hademe-i şahane, zabitler dizilmişlerdi. Piyadeler, silâhlarını omuzlarına asmışlar, kemâl-i sükûnetle yürüyorlardı. Tabutu taşıyanlar, Enderun-ı Hümayun ağaları ve saray erkânıydı.

“Tabut, Babussaâde’den orta kapıya kadar, serviler arasından yavaş yavaş ilerledi. Orta kapıdan vakar ve ihtişam ile çıkarken hüzünlü bir tehlil, ruha huşu ve tevekkül veren tatlı bir sadâ, orta kapının taş duvarlarına aksetti. Bu sadâ Sultan Üçüncü Selim’in hassas, necip ruhunun tercümanı idi. Enderun ağaları salât okuyorlardı. Kubbealtı’nın harap duvarlarına akseden bu sesler, Osmanlı ruhunun hazin feryatlarıydı.
“Herkes tabutun arkasından hürmetle yürüyordu. Bu tarihî kapı, ne padişah cenazelerinin çıktığını görmüş, etrafinda ne acı gözyaşlarının döküldüğüne şahit olmuştu.

 

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*