Genel

TUFANIN ÜLKESİNDE BİR HİDROELEKTRİK BARAJI

Buldozerlerin gelmesine ramak kala, otuz milletin arkeologları şim­diye kadar blinmeyen büyük bir Babil sitesinin kalıntılarını ortaya çıkar- j maya ve kurtarmaya çalışıyorlar. Hemen artlarından 250 milyon kilovat­tık elektrik sağlayacak bir baraj, Dicle ve Fırat’ın kutsal kitapların efsa­neleştirdiği baskınlarına uğramış olan vadiyi suya boğacaktır.


TUFANIN ÜLKESİNDE BİR HİDROELEKTRİK BARAJI

Jeaıı VIDAL

I

* ran-Irak sınırından çok uzakta olma­yan Cebel Hamrin bölgesinde, arkeolo­jik sitler açısından zengin bir vadi, bany ysmt Mzyii\yh su altında kalmaya başla­mıştır. Bu baraj, Dicle’nin coşkun bir kolu olan Diyale üzerinde kurulmaktadır ve 250 milyon kilovat elektrik üretecektir. Bu yüz­den şimdiden bölgedeki 40.000 kadar çiftçi başka şehirlere göç etmek zorunda kalmış­tır. Barajın önemi açıktır, çünkü elektrik üre­timi yanında, yıkıcı taşkınlarıyla tanınan Dicle ve Fırat’a karışan suların set altına alınmasını sağlayacaktır.. (Mezopotamya’da­ki 32.500 kmi lik ekilebilir araziden 13.000 kiri! si Fırat’ın ve 12.150 kmt süse Dicle’ nin baskınına uğrayabilir.Bu, toplam olarak 25.250 km* yani toplam tarım alanının % 84 ünü teşkil eder. Taşkın sularının akışı Dicle’de saniyede 24.734 m3 ve Fırat’ta sani­yede 5.200 m3 e erişebilir. Her iki ırmağın akış düzenleri birbirlerine benzer olduğun­dan, taşkınları üstüste gelebilir ve böylece bölgeye aynı anda saniyede 30.000 m3 su akabilir. Bu sadece Dicle ve Fırat değfl, onlar gibi 14 ırmağın aynı anda akması etkisini ya­ratır. Unutmayalım ki “tufan” efsanesi bu ülkede doğmuştur) Bununla birlikte, arkeo­loji açısından değer biçilemez kalıntıların sonsuza dek sular altında kaybolması tehlike­si vardı, aynca bu bölgede hiçbir zaman cid­di bir kazı yapılmamıştı. Büyük bir talih eseri olarak Irak Eski Eserler Genel Müdürlüğü da­ha 1976’da Irak hükümetince uyarıldığından gereken tedbirleri alabildi.

1977 yazında UNESCO bu konuda yar­dım çağrısında bulundu. Çağrıyı aralarında Fransa’nın da bulunduğu otuz kadar ülke­nin arkeologları cevaplandırdı. Ancak bir se­ne sonra, 1978 yazında Avusturya, Belçika İngiliz, Fransız ve Japon ekipleri işbaşın- daydılar. Oysa, su salınma işlemi Haziran 1978, Haziran 1979 ve Aralık 1980 olarak üç devrede tamamlanmak üzere programlan­mıştı. Bundan dolayı çok çabuk hareket et­mek ve ilk olarak su altında kalacak “tel” leri kazmak gerekiyordu (“Tel”, Arapçada “tepe” demektir, çok kere de üstüste yığılan eski şehir kalıntılarının oluşturduğu yapay tepeleri belirtmek için      Bualsrd&n

76 kadarı kesinlikle önemli sayılmaktaydı.. Aynca İraklılar 40 yerli arkeolog ve araların­da 100 Hurgati olan 600 bölge işçisiyle araş­tırmalara başlamış bulunuyorlardı (Hurgati- ler, Hurgat yerlileridir.. 1000 kişilik bu küçük köyde yaşayanların çoğunluğunu Yakın Doğu’da çok değerli sayılan profes­yonel kazıcılar teşkil eder. Irak gibi, yüzler­ce kazı alanı ve henüz kazılmamış 10.000 sit’i kapsayan bir ülkede onların yardımına büyük ihtiyaç vardır).

Kazı ekibini yöneten Profesör Behnam Abu Alsuf’un emrinde 1 milyon dinar (aşağı yukarı 2 milyar frank) lık bir bütçe bulunu­yordu. Baraj yapımının yönetimi ise Yugos­lav’lara verilmişti. Bu arada bazı yabancı heyetler kazıdan çıkan birkaç değerli eşya karşılığında ücretsiz yardım teklifinde bu­lundular, fakat bu teklifler Bağdat makam- lannca kesinlikle reddolundu.

Cebel Hamrin şantiyesi (Cebel Hamrin, çivi yazılı metinlerde Ebeş adıyla geçmek­tedir. Asuriler Asur tannsmın burada oturdu­ğuna inanmaktaydı) sadece bir kurtarma işle­mini gerçekleştirmek için kuruldu. Eğer ar­keologlar alışılmış usulde çalışab’lselerdi önce araziyi karalere bölerek arkeolojik kat­manların resim ve grafiklerini çıkarmaları
gerekirdi; ancak bütün bunları gerçekleştire­cek vakitleri yoktu. Bu yüzden gerek yüzey­de, gerek derinlemesine kazı yaparken en göze çarpıcı bölümleri ele almaya karar ver­diler.

 

olan Jean-Daniel Forest yönetimindeki CNRS eki­bini davet eden İraklılar buraya “Fransız mezarlığı” adını takmışlardır Burada çok eski bir savaş ala­nında karşılaşmış kıtaların üzerlerinde hala silahla­rı bulunan kalıntılarına rastlanmıştır

 

Babil bize henüz geçmiş ihtişamı bütünüyle göstermedi: Burada yakın zamanda ortaya çıkarı­lan ve şimdi Tel Ftamrın barajının suları tarafından örtülmüş bulunan KhetKassim sit’i görülmektedir. Bölgedeki kazıları yönetmekle görevlendirilmiş


Kazı raporlarını ele alma zamanı henüz gelmemiştir, bu raporların çoğu ancak birkaç sene sonra yayınlanabilecektir. Şimdilik, bugün suların altında kalmış bulu­nan şantiyede gördüklerimizi anlatmak ve neolitik (yeni taş çağma ait) sit Tel-es Sa- van’ı ortaya çıkarmış olan arkeoloji uzmanı Profesör Behnam Abu Alsuf’un bize ulaşan ilk değerlendirmelerini iletmekle yetineceğiz. Profesör şöyle diyor: “Eski Mezopotamya’nın bilinmeyen bir bölümünde araştırma ve kazı yapmak, hem Arap arkeo­logları, hem de batılı meslektaşları için çok çekici bir maceradır. Süleyma adını takdığı- mız bu gösterişli “tel”e ilk kazmayı vurdu­ğumuz zaman, Milattan yaklaşık 1800 yıl ön cesine ait, eski Babil devrinden kalma büyük bir site bulacağımızı beklemiyorduk. Çivi ya­zılı tabletler bu konuda bizi aydınlatmamış- lardı.”

Süleyma’nın evleri, herbir kenarı aşağı yu­karı 300 metre olan kare şeklinde bir alanı kaplamaktadır. Yapıların çeşitliliği kayda değer, aralarında dini yapılar, saraylar, yö­netim binaları, konutlar ve mezarlık bölümü bulunmaktadır. Süleyma’da artık şehirleşme arzusu ve mimari zevkinde açık bir incelme göze çarpar. Hali vakti yerinde bir ailenin evinde bir zemin kat, bir de üst kat vardı.Oda lar çoğu zaman pişirilmiş tuğlalarla döşen­
miş bir merkezi avlunun etrafında yer alıyor­du. Evlere ön cepheden değil, yan tarafta açılmış geçitten giriliyordu. Üst kata çıkış, avluyu çevreleyen ve List odaların açıldığı bir balkona ulaşan iç merdivenle sağlanıyor­du. Duvarlar kaba tuğladandı. Çatı, bazen direklere dayatılmış enlemesine kalaslardan, dam kaplaması, saz latalardan veya kerpiç sıvanmış hasırlardan meydana geliyordu. Burada iyi korunmuş durumda bir site ile karşılaşmış bulunuyoruz. Bu, aynı devirden kalma şehir ve merkezlerde her zaman görül­meyen bir durumdur. Unutmayalım ki Ham- murabi’nin 4000 yıl önce inşa olunmuş Eski Babil’i, en dipteki katlarının erişilmezliği do­layısıyla çok az tanınmaktadır (Bağdat’ın 100 kilometre ötesinde bulunan Yeni Babil – in gösterişli harabeleri M.Ö. 6. yüzyılda Na- bukodonozor’un kurduğu büyük başkente aittir). Bu yüzden araştırıcılar Sümer’deki veya daha ötede Suriye’deki Mari Sit’i gibi diğer Sit’lere bakarak devrin arkeolojisi hak­kında benzetme yolu ile bir fikir edinmekte­dirler. İlk dört kattan elde edilenlerin ön bilançosu şudur:

1)       85 mezar; ancak bunlar o devrin gömme adetlerini açıklamaya yetmemekte­dir. Sadece ölülerin çömelmiş durumda gö­müldüğü anlaşılıyor.

2)   Birinci ve ikinci katlarda çok sayıda ev sunağı.

3)    Şekil, büyüklük, ağız ve dip biçimleri açısından çok değişik çanak ve çömlek.

4)     Bakırdan kupalar, tabaklar, bıçaklar, mızraklar, mücevher ve süsler.

5)     Kil ve taştan yirmi kadar silindir biçi­minde mühür. Bunların bazılarında geomet­rik şekiller, diğerlerinde çivi yazılı sözcükler vardır.

6)    Pişmiş topraktan az sayıda heykelcik. Bunların çoğunluğu; ayakta duran çıplak, uzun saçlarının üzerinde bir taç bulunan bir kadını temsil etmektedir. Bu, herhalde ana tanrıça İştar olacak..

7)     Hemen okunup anlaşılması mümkün olmayan 14 kil tablet.

Süleyma’nın gün ışığına çıkarılması, bilimsel araştırmalar, iskelet ve diğer eşya­ların korunma altına alınması; çok defa göl­gede 60 dereceyi aşan bir sıcakta yılın oniki ayı çalışan Irak’lı arkeolog ve kazıcıların üç yılını aldı.Bugün, Süleyma suyla örtülmüş bu- lunuyor.Süleyma kesinlikle Hamrin’in en önemli ve kayda değer sitesi idi; ancak hemen yanında Bağdat üniversitesinden tarih öncesi uzmanı Zuer Rejap’ın kazılarını yönettiği Tel-Aiaş sitesi yükselmektedir. Tel- Aiaş, oval biçimde (85×60 m.) dir ve düzlü­ğün bugünkü seviyesinin 2.50 metre üzerinde kurulmuştur. Tel’in merkezinde değişik yük­seklikte, konutlardan açıkça ayrılan yapılara rastlanmakta idi, ancak bu yapıların varoluş nedenleri henüz anlışalamamıştır. Bunlarda da önemli sayıda çanak çömlek ele geçiril­miştir.

Bölgedeki ilk yerleşim M.Ö. dördüncü binyılın ilk yarısına, Tel-Obeit çağma kadar dayanabilir. (Tel-Obeit, Güney Irak’ta Arap Körfezi’ne dökülen Sattülarap yakınlarında­ki bir Sümer şehridir) Tel-Obeit ile çağdaş olan bütün kültürler hemen hemen aynı ad al­tında toplanmaktadır, çünkü Tel-Obeit büyük Sümer sitelerinin kuruluşundan önceki devrin sembolü olmuştur. Bugün Tel- Aiaş ta sularla örtülüdür.

Hamrin şantiyesinden sözederken sadece Mezopotamya’da Yakındoğu medeniyetinin başlangıcını bildiren en belirgin sit’leri zikretmekle yetiniyoruz, fakat oraya çıkarıl­mış olan Part-Sasani kalesi Tel İbn-Alvan kaşısmda insan nasıl ilgisiz kalabilir? Bu kale, M.S. üçüncü yüzyıldan kalmadır. Duvar­ları, 4.10 metre çapındaki kuleleri ve savunma sistemleri ile benzer ortaçağ şato­larının öncüsüdür. Şato, çölün kumları arasından iki genç arkeoloji öğrencisi ve oluşturdukları ekip tarafından bir seneden az bir zamanda gün ışığına çıkarılmıştı ve Sü­mer ile eski Bâbil’in binlerce yıllık tuğlası yanında sanki bizim çağa son derece yakın­mış gibi görünüyordu. Bugün Part-Sâsânı şatosu da sulara gömülmüştür.

Paris’teki Sanat ve Arkeoloji Enstitüsü müdürü olan Jean-Louis Hout’un başkanlı­ğındaki Fransız arkeoloji heyeti, Hamrin’de Sümerlerin son hanedanları zamanına rastla­yan M.Ö. 2800 yılından kalma Khet-Kassim sitesini araştırmakla görevli bir ekip kurdu. CNRS’in araştırma görevlisi olan Jean-Daniel Forest, olağanüstü sonuçlar umulan bu kazıyı yönetmekle görevlendirildi. Sit’inpek büyük olmayan boyutları (150×200 m), yassı ve sığ olan yerleşme katmanları kesiti; bu­raya kısa zaman için yerleştirildiği ve dolayı­sıyla katman derinliği bakımından zorluklarla karşılaşılmayacağı izlenimini


Savaşın etkisi hayatın en küçük etkinliklerine kadar hissedilmek­tedir: Mezopotamya’nın şimdiye kadar tanınmayan bu bölgesini ortaya çıkaran kazılar sonucunda ele geçen şu vazo (1) günlük hayatta çok kullanılan bir eşyadır, sanatçı tarafından ikiz biçimde canlandırılmış ve çarpışmakta olan iki savaşçı figürü ile desteklenmiş­tir. Tel Hamrın yakınlarındaki Diyale bölgesinden çıkarılmış olan bu bronz heykelcik M.Ö. 2600 yılından kalmadır “Tel Hamrin adamı” adı verilen başın (2) ise kime ait olduğu anlaşılamamıştır. Yüz hatları, özellikle iri açılmış gözleri onu eski Sümer statülerine yaklaştırmakta­dır, fakat kompozisyon açısından daha çok M.Ö. 1000 yılına ait olması muhtemeldir. Bundan dolayı Suriye’deki Mari bölgesinden çıkarılan çenelikli savaşçı (3) heykelciğinden (M.Ö.1800) daha yenidir. Ancak Alabaster’den yapılmış ve şimdi Bağdat ümzesinde bulunan Stela (4) çok daha eski bir devirden kalmadır (M.Ö.2300). Üzerindeki şekiller harp esirlerinin öldürülmeyip daha çok işçi olarak çalıştırıldı­ğını göstermektedir. Ancak başka bir kabartmaya (5) bakılırsa esirler her zaman bu derece talihli olamıyordu. Kabartmada Mezopotamyalı bir savaşçı, belki de bir tanrı, eli arkasına bağlanmış güneş kafalı bir kiklopsu bıçakla karnını deşerek öldürmektedir. Bununla birlikkte M.Ö. 1800 yılından kalma bu rölyefin sembolizzminin açıklanabilme­si için etraf İı incelemeler yapmak gerekmektedir.

 

uyandırıyordu. Bir de, yüzeye serpiştirilmiş çanak çömlek parçaları, Sit’in ilgi çekici zengin eşyalar bulunabilecek bir çağa ait ol­duğunu göstermekteydi. Nitekim ilk elde M.Ö. üçüncü binyılın başlarına ait bir mezarlık ortaya çıkarılabildi.

Toprak üzerinde kaba tuğlalardan yapıl­mış olan mezarlar çoğu doğu-batı doğrultu­sunda yer alan çeşitli boyutlarda dik açılı yapılardır. Boyutları 1.40×1.70 m. den 5.50×6.50 m.ye kadar değişmekte ise de, çoğunluğunun boyutları, 3.50×4.50 m. dir. Bir çukurun etrafına dikine örülen değişik boyda dört küçük duvar, çukurla birlikte bir mezar odası oluşturmakta burada ölinün ke­mikleri ve sunulan eşyanın büyük böiimü bu­lunmaktadır. Alçak bir banket çok kere du­varların dış tabanına bitiştirilmektedir. Me­zarların etrafını çevreleyen bu banket hem mezarı koruma, hem de sunak masası ve geçit görevini yapmaktadır.

Jean-Daniel Forest şunları söylüyor: “Dış banketin seviyesinde olan duvarlar, dört yüzlü çıkıntılı bir kemeri taşıyabilecek güçte­dir. Bu düşüncemiz birçok gözlemlerle doğrulanmaktadır. Bir kere, duvarların sağlamlığı ve alışılmamış kalınlığı, hafif bir örtü biçiminin seçilmiş olmasını ihtimal dışı kılmaktadır. Ayrıca hep duvarların eksenine dik şekilde yerleştirilmiş tuğla dizilerinin bulunması anlamlıdır: oysa daha basit bir dü­zen düşünülebilirdi. Son olarak ta, iki mezar­lıkta gitgide artan bir taşıma biçiminde bu çıkıntılı tuğla sıralarının kalıntılarına rast­lanması, varsayımımızı güçlendirmektedir.”

Biz burada benzerleri bilinmeyen mezar­larla karşılaşmış bulunuyoruz. Ölü odasında ölünün etrafını değişik eşyalar çevreliyordu. Seramik takımları çok çeşitli değildi.Bunlar- dan açık şekilli olanlar arasında kaseler, düz bardaklar ve çanaklara, kapalı şekilli olanlar arasında ağızlı su testilerine ve her çeşit küpe rastlanmaktadır. Süsler iki çeşittir: Ya tek renkli kahverengimsi kırmızı zemin üzerine çok basit geometrik motifler, ya da krem renkli sır üzerine çok renkli ve çok karmaşık geometrik motifler ya da natüralist tasvirler. Seramikin kalitea iyidir ve sarımsı veya pem- pemsi macundan, çoğu defa da ayak çarkı kullanılarak yapılmıştır. Süs eşyaları arasın­da boncuklar ve deniz kabuğundan halkalar bulunmaktadır.Boncukların biçimi çok kabadır ve çok değişik maddelerden oyul-

Nabukodonozor’u unutmuş olanlar hatırlata­lım: Nabukodonozor Babil’de M.Ö. 605-562 yılları arasında yaşamış ve Yeni Babil’i en parlak çağına eriştirmiştir. Kudüs’ü alan ve Mısır toprağına kadar akınlar yapmış olan Nabukodonozor açığa çıkarı­lan duvarlardan birine kendi nıühürüyle şu yazıyı kazdırmıştır: “Ben Nabukodonozor, Nabupalassar’ ın oğlu, Babil Kralı, İsakiel ve issida’nm koruyucu- suyum.”

 

 

muşlardır. Bunlar arasında kırmızı akik, kaya kristalleri, tebeşir ve deniz hayvanlarının ka­buklarını zikredebiliriz. Halkalar deniz kabuklarının helezonlarını izleyecek şekilde kesilmişlerdi ve yüzük ya da takı işlevini gö­rüyorlardı. Bakırdan yapılmış alet ve silahlar, kılıçlar, bıçaklar, yassı baltalar ve makaslar ölünün yanına yerleştirilmişti. M.Ö. üçüncü binyılın başlangıcı, maden kullanımının gide­rek yaygınlaşmakta olduğu bir devreye rast­lar.

Khet Kassim’de ortaya çıkarılan silahlar, uygarlığın beşiği olan Mezopotamya’nın, aynı zamanda askeri biçimde örgütlendiril­miş insan grupları arasındaki silahlı çarpış­maların da beşiği olduğunu iddia eden arkeolog ve tarihçilere, yeni bir delil sağla­mıştır. (çarpışma derken ilkel toplumlar- da küçük gruplar arasında çıkan çatışmalan kastetmiyoruz. Bütün bu toplumlarda er­kekler, eş konusu yüzünden birbirleriyle döğüşmekte idiler)

ilkel toplumlar, köyler şeklinde bir araya geldikleri andan sonra, gereksinimlerini ya­kın çevrelerinden sağlamaya başlamışlardır. Ancak geliştikçe egemenlik çevreleri de ge­nişlemiş ve komşu gruplarla aralarında doğa zenginliklerinden yararlanma konusunda çı-

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir